Saturday, March 24, 2007



NIHAI COZUM (FINAL SOLUTION)

Dun mutfakta yemek yapma savasi verirken ev sahibem Metty ile konusuyordum. Kendisi bir havayolu sirketinde calisiyor. Is yerinde arkadaslari ile konusurken aralarindan bir tanesi Turkiye'ye gidecegini soylemis. Bunu duyan Metty'nin menajeri de "Turkiye mi, brrr!" demis. Zira menajeri bir sure once Marmaris'e tatile gitmis. Turkiye lafini duyunca Turk erkeklerinin yaptiklarindan bahsetmis.

"Eh, guzel mi bari kendisi?" diye sordum - erkek akli iste :) "Evet, sari sacli guzel bir kiz," dedi. Plajda bir turlu uzanip guneslenememis. Ne zaman gozununu acsa "Hello beatiful," diyen bir herifle karsilasiyormus. Gordugu kadinlar kapaliymis. Sokakta kendisine laf atmislar. Bir de pandik yemis. O da yapistirmis atan herife bir tane. "Bari adamlar da bir seye benzese," demis. Is yerinde yuksek sesle bunlari anlatmis.

Metty "Marmaris boyle bir yer mi?" dedi bana. "Benim bildigim kadariyla degil," diye yanitladim. Demek ki, son yillarda birtakim orman kackini, magaralardan gelme yaratiklarin istilasina ugramis.

Metty de bu yaz tatil icin Izmir'e gitti. Bana sunu anlatti: Kiz kardesi ile birlikte otobuse binmisler. Sohbet ediyorlarmis. Metty koridor tarafinda oturuyormus. Birden kardesi "Sinirim bozuldu, sonra konusuruz," deyince, nedenini anlamak icin etrafina bakinmis. Bakinca da ne gorsun; koridor tarafinda karsi taraftaki koltukta oturan herif bacaklarini ardina kadar acmis halde masturbasyon yapiyor.

Metty sinirlenmis, "Sen ne yapiyorsun?" diye bagirarak herife cikismis. "Oyle cok acik da giyinmemistim, altimda dizlerimin ustune kadar gelen sortum vardi. Ama adamin oyle yaptigini gorunce sinirlerim tepeme cikti. Bacaklarini oyle acmisti ki, yaninda oturan adami da koseye iyice sikistirmisti. Az kalsin elimdeki 1 litrelik su sisesini kafasina gecirecektim. Oyle bagirinca adam hic istifini bozmayarak kafasini baska tarafa cevirdi. Ustelik daha isin basindaydi. Bagirmasaydim iyice cekip seyini kaldiracakti. O sinirle yolculugu nasil tamamladigimi bilemedim," dedi bana.

Metty'nin gordugu ve menajerinin anlattigi herifler bizim tipik kiro ya da maganda dedigimiz erkekler degil mi? Hani milletin karisina, kizina, kiz kardesine ya da kiz arkadasina laf atan, ama evlenecekleri kizin ambalaji acilmamis bakire kiz olmasini isteyen, evlenir evlenmez de kizi kapatip konserve kutusuna ceviren namus duskunu hasta tipler? Iste bunlar degil mi bizim adimizi disarida kotuye cikaranlar? "Turkum" deyine yabancilarin bakislarinin degismesine neden olanlar?

Bu adamlar niye boyle? Yasadiklari ve geldikleri yerler geleneklerin ve dinin hakim oldugu ilkel yerler - kizmayin, ama boyle gercekten. Kadinlarin cogu kapali. Genclerin flort etmesi, hatta el ele tutusarak gezmesi yasak. Kimi yerlerde en sacma nedenlerden dolayi namus cinayetleri isleniyor. Hayatlari boyunca duzgun bir cinsel yasamlari olmuyor. Hatta dogru duzgun kadin gormuyorlar ve bu yuzden kadina ac kaliyorlar. Dogu'da 12 yasindaki kiz cocuguna tecavuz eden adamlarin haberini isitmedik mi bir ara? Sanirim o kiz daha sonra oldu.

Kadini carsafa, mantoya sokarak toplumsal hayattan dislayan; onu sadece ev isleri, cocuk yapmak ve erkeginin cinsel istegini gidermek derecesine indirgeyen ici gecmis hurafeler, gelenekler ve dini inanclar ... Bunlarin hepsi bu hasta insanlardan olusan bu hasta duzeni yaratiyor. Bunlar kalkip buyuk sehirlere geliyor, insanlari rahatsiz ediyor. Bu zavallilarin kadina acligini bilen medya baldir bacak yayinlari ile acliklarini besliyor. Ve sonra cocuk pornosu olaylari cikiyor vs. vs.

Bu geleneklerin, inanclarin belini kirmak lazim. Bunlari besleyen her turden yapiyi un ufak etmek lazim - kim ne derse desin, nasil itiraz ederse etsin. Evlilik oncesi cinsel iliskiyi buyuk gunah sayip, bunu yapanlarin sopa ile milletin ortasinda dovulmesi gerektigine inanan insanlara, sevgili olmayi, flort etmeyi, kiz ya da erkek arkadas edinmeyi nasil anlatacaksiniz?

Peki ne yapmak lazim? Ben bu hususta asiri, ancak etkili ve kesin olan cozumlerden yanayim. Mesela Metty'nin ve menajerinin bahsettigi turden yaratiklarin yasadiklari yerlere gaz odalarinin oldugu toplama kamplari kurulabilir. Fakat gaz odasindan sonra cesetlerin gomulmesi gerektiginden toprak kirlenecektir. En guzeli, cesetleri gommeyip buyuk firinlarda toplu halde yakmak. Ancak cikacak olan gazlardan dolayi hava kirliligi olabilir diye endiseleniyorum. Burada "cevre dostu" cozumlere ihtiyacimiz var.

Tabii, toplama kamplarinin insasi ve uretken olarak islemesi biraz vakit alacagindan, isi saglama almak amaciyla, bu varliklarin hadim edilerek en azindan cogalmalarinin engellenmesi gerektigini dusunuyorum. Boylece ureme sorunu da "kokten" halledilmis olacaktir.

Hep soylerim, bu memlekete bir diktator lazim, diktator! Bir Fuhrer'e ihtiyacimiz var.

Not: Ilk resimde "calismak insani ozgurlestirir" yaziyor.

HACK

Evvelki gun telefonum caldi. Gec kalkmis, maillerimi kontrol ediyordum. "Birileri mail adreslerimi hackledi," dedi karsi taraftaki ses. Adreslerine tekrar girebilmek icin benden yardim istiyordu. Numarami bilmesine ragmen sesini ilk defa duyuyordum. Dedigine gore, bu isleri bilen tanidigi kimse olmadigi icin beni aramisti.

Iki seneden fazla bir sure once, beni gercekten sinirlendirmeyi basaran ender kisilerden birini artik alttan almayi birakip, bu defa ustten almistim. Olan olduktan sonra vatandas beni aramisti, ama telefonlarina cikmamistim. Cok sonra Londra'ya geldim. O benden once buradaydi. Beni hala bulmak istedigini biliyordum, fakat ulasma imkani yoktu.

Agustos ayinda Turk konsoloslugunda kuyrukta beklerken yan tarafimdan bir ses isittim. Birileri biraz ilerimdeki adamlara soru soruyordu. Donup baktigimda bizim vatandasi gordum. "Ah, al basina belayi," diye beklerken kendisi beni gormedi. Sonradan o gunu beni gormeyip elinden kacirdigina bayagi kizdigini ogrendim.

Evvelki gun telefondaki sesi duyunca aklima bunlar geldi. Olanlari ve bizim vatandasi coktan unutmustum. Sesin sahibi bizim vatandasin cok yakin bir arkadasi idi, ama anlattigina gore aralari acilmisti ve onun tarafindan hacklendiginden supheleniyordu. Dogru olup olmadigini bilmiyorum. Adreslere yeniden nasil girilecegini bilmedigimi soyledim.

Diyecegim, siz siz olun, nereden gelirse gelsin, "mail hesabinizda degisiklikler oldu, sifreniz bize lazim," turunden mesajlara hic guvenmeyin.

Thursday, March 22, 2007

MANOWAR YAHU MANOWAR!

Su asagidaki sarki Manowar'in en basarili albumlerinden biri olan 1988 tarihli "Kings of Metal" albumunden "Heart of Steel" adli parca. Grubun vokalisti Eric Adams bence en iyi metal vokalisti. Hem sert hem de yavas parcalar icin mukemmel bir sesi var. Seyirciler nasil da eslik ediyor ...



Grup kimi zaman konserlerde seyircilerden bazilarini sahneye cikartip kendileri ile birlikte gitar caldiriyor. Grubun bascisi Joey DeMaio'nun sahneye cikarttigi kizlara gosterdigi ayri bir ilgi var. Ancak adamin hayranlari ile olan iletisimine bakin siz. Su asagidaki videoyu izleyince "adamlar metal muzik isinde bizden yuz yil ileride vallahi" diyorum :)



Bakiniz Joey amcam ne demis bir roportajinda:

"I believe in the fans, I believe in metal more than anybody you've ever met. And you've known me a long time. I've never pissed on you even though you constantly do it to me. And I don't stab the fan in the back. And another thing, I'm prepared to die for metal. Are you?"

Buyuk adam vesselam. Vallahi buyuk adam ...

Wednesday, March 21, 2007




DOLASA DOLASA ...

Hemen hemen her hafta cikip merkeze iniyorum. Buradaki kitapcilari ve muzik dukkanlarini geziyorum. Kitapcilara tek tek girip cikmak, kitaplari karistirmak, birkac tanesini alip bir koseye cekilip incelemek ayri bir zevk. Bunun icin Londra'nin alisveris merkezi olan Oxford Street'e ve Charing Cross'a gidiyorum. Ilkinde muzik dukkanlari, ikincisinde kitapcilar bulunuyor. Aralarinda yuruyerek dolasiyorum. Muzik dukkanlari iki katli genis magazalar olan HMV ve Virgin Megastore. Ozellikle dvd'lerin o bollugunu ve cesidini gorunce insanin alasi geliyor. Kimileri ellerinde icine bir suru dvd doldurulmus sepetler ile dolasiyor ortalikta, ama para yok ki. Charing Cross'da takildigim uc tane kitapci var. Bunlardan dort katli Foyles en genis olanlari. Burada ayrica muzik enstrumanlari satan bazi dukkanlar da bulunyor. Vitrinlerdeki gitarlara bakip bakip duruyorum hep.


Birkac ay once bir arkadas ile birlikte Kensington adli bolgedeki bir adrese gittim: Garden Lodge, 1 Logan Place W8. Burasi unlu Ingiliz rock grubu Queen'in solisti Freddie Mercury'nin oldugu ev. Kendisi evi 1980 yilinda almis ve 1986'da Knebworth'daki son Queen konserinden sonra buraya tasinmis.

Queen'i ilk defa 9 yas civaridayken dinlemistim. Sarki "Radio Ga Ga" idi, ama albumlerini toparlamaya lisede basladim. Freddie daha yeni olmustu. 1993 yilinda, o zamanlar en iyi donemlerini yasayan Guns'n'Roses Turkiye'ye konser vermeye geldiginde Brian May de onlar ile gelmisti. Eh, ben Guns'n'Roses'i pek sevmedigimden konsere gitmemistim. O konserden yaklasik uc hafta sonra, haziranin 25'inde Inonu stadyumunda esas bekledigim konser vardi: Metallica. "Creeping Death" adli parcalari ile acilisi yapmislardi. Neredeyse en onde izlemistim konseri. "One" parcasini calarken patlayan fiseklerin isisini hissetmistim. Konserden iki ay sonra Taksim'de Tunel'e gidip kendime bir elektro gitar aldim. Kac aydan beridir bunun icin para biriktiriyordum. Sonra da gidip bir distortion aldim. Ancak gecti artik o gunler. Metallica artik o eski Metallica degil, biz de o liseli delikanli degiliz. Freddie'nin evine giderken aklima bunlar geldi. Tam yolda giderken tesadufen Alfred Hithcock'un Londra'da iken yasadigi evin onunden gectik arkadasla.

Freddie'nin evinin etrafi uzun duvarlar ile cevrilmis. Maalesef icerisini gormek mumkun olmuyor. Duvarin bir kosesinde yesil renkli bir kapi var. Ziyaretciler kapinin uzerine bir suru sey yazmislar. Freddie evini eski kiz arkadasi Mary Austin'e birakmis. Austin simdi kocasi ve cocuklari ile birlikte burada yasiyor. Freddie escinsel olmasina ragmen, bunu tam manasiyla kabul etmeden once Austin ile bir iliski yasamis; ayrildiktan sonra arkadas olarak kalmislar. 1985 yilinda yaptigi bir roportajda soyle demis Freddie: "All my lovers asked me why they couldn't replace Mary, but it's simply impossible. The only friend I've got is Mary, and I don't want anybody else. To me, she was my common-law wife. To me, it was a marriage. We believe in each other, that's enough for me. I couldn't fall in love with a man the same way as I have with Mary."

Boyle olunca gecen hafta Londra'nin batisinda yer alan Ealing'e gittim. Burada 60'li yillarda Freddie'nin okudugu Ealing Art College bulunuyor, ama artik ismi Thames Valley University olmus. Ealing de karma bir bolge haline gelmis: Polonyalilar, Hintliler, Pakistanlilar ve tabii hic eksik olmayan Turkler! Freddie de Hintliydi zaten.



Bir baska gun metroya atlayip Sherlock Holmes'un evinin oldugu Baker Street'e gittim. Baker Street Londra'nin kuzey batisinda yer aliyor. Evin oldugu cadde ile ayni adi tasiyan istasyonun duvarlarinin uzerinde Holmes'un resmi olan mermerler bulunuyor. Istasyonun cikisinin hemen onune de bir Holmes heykeli var. Ev ise yaklasik on dakikalik bir yuruyus mesafesinde.



Bir hafta sonu ciktik baska bir arkadasla, Thames nehrinin kenarinda gezindik. Aksam ustu milletin arasinda yuruduk.


Su alttaki fotografi da Kingston adli bir yerde cektim. Sanat eseri imis. Etrafinda gencten avratlar gezinip duruyordu.

Sherlock Holmes'un evinin hemen yakininda Regent's Park bulunuyor. Biraz oraya gidip oturayim dedim. Bankta otururken, uzaktan sari sacli hos bir kiz bana gulumsedi ve yanima dogru yurumeye basladi. Tipinden Ingiliz oldugu anlasiliyordu. Icimden "Hieyyyt, bugunu de iyi kapatacagiz!" dedim. Kiz gulumsemesini bozmayarak: "Merhaba, ben psikoloji ogrencisiyim ve motorlu araclar hakkinda bir anket yapiyorum. Sadece dort dakikanizi alacagim," dedi. "Ahh, iyi ama ben araba kullanmayi bilmem ki ... "

Tuesday, March 20, 2007


PASI YAKALADIM

Gecen gun Gaykedi pas atinca, ben de topu karsilayayim dedim. Yani kendimden bahsetmem gerekiyor:

Kitap okumayi cok severim. Okumazsam fenalik basar. Butun parami kitaplara yatiririm. Kitap satin alirken hastalik derecesinde titiz davranirim. Yamulmus, kirismis, kirlenmis, yirtilmis kitaplari almam.

Arada kitap ve makale ceviririm. Ancak Londra'da ceviri yapma imkani bulamadim. Artik donunce ...

Siyaseten liberal, ekonomik acidan mudahaleciyim. Marx'dan sonra onemli bir sosyal bilimci, Keynes'den sonra da onemli bir iktisatci gelmedigine inanirim.

Icki ile aram pek yoktur. Sampanya ve sarap acmayi bile Londra'da ogrendim :) Bira daha ikinci bardakta beni carpar. Hele ac karnina icersem ayakta duramam.

Futbol ile cok aram yoktur. Mac izleyemem, canim sikilir; sadece sonuclara soyle bir goz atarim.

Tanri ile de aram pek yoktur. Bir defasinda TUYAP'da Server Tanilli'ye "Islam Cagimiza Yanit Verebilir Mi?" adli kitabini imzalatiyordum. Kendisi ilk sayfaya soyle yazmisti: "Aklin aydinligindan yola cikarak ... " Tanri meselesinde bu soz aklima gelir hep.

Kedileri, kopekleri ve muhabbet kuslarini cok severim. Su anda kaldigim yerde iki tane kedimiz var. Ancak cok tuy doktuklerinden bir turlu opemiyorum :)

Heavy Metal ve Rock muzik dinlerim. Ama yeni gruplari pek bilmiyorum, yeni seyleri denemek icin zaman gecti artik sanirim. Lisedeyken arada Bakirkoy yeralti carsisindaki muzik dukkanina gider, orada calisan Pentagram'in davulcusu Cenk Unnu ile sohbet ederdim. Hatta o donem gaza gelip elektro gitar almistim, ama gecti artik o gunler.

Elbise ya da ayakkabi alacagim zaman alisverise kiz kardesim ile giderim. Secim yaparken onun fikrini sorarim.

Londra'ya geldikten sonra haydi haydi irkci oldum. Onumuzdeki yillarda Irkcilik, Fasizm, Nazizm ve Sosyalizmi (ilk ucu zaten Kapitalizm oluyor) birlestiren bir teori uzerine calismak istiyorum.

Son olarak: Turkum, Dogruyum, Caliskanim, Sampiyon Fener!

Sunday, March 18, 2007


RICHARD DAWKINS

Son gunlerde gezip tozmaktan sifayi kapinca, dort gunumu evde yorgan dosek yatarak gecirdim. Ama yine de bos durmadim ve biraz bilim ile ilgilendim. Evde hasta halde yatarken, internette Youtube sitesinden Richard Dawkins'in videolarini izledim ve ilginc buldugum iki yeri not aldim.

Oxford universitesinde profesor olan Richard Dawkins bir etnolojist (zoolojinin hayvan davranislarini inceleyen dali) ve evrim biyologu. Kendisi ayni zamanda Ingiltere'nin en unlu ateisti. Dini elestirdigi son kitabi "The God Delusion" bir sureden beri best-seller. En onemli kitabi ise 1976'da basilan ve Turkiye'de Tubitak yayinlari arasidan cikan "Gen Bencildir". Diger bir unlu kitabi da, yine Turkiye'de basilan Kor Saatci". Dawkins dincilerin Darwin'in evrim teorisini yalanlamak icin uydurduklari "Akilli Tasarim" sacmaliginin onde gelen karsitlarindan biri.

Dawkins'in The God Delusion adli kitabinin onsozunde "vicdan uyandirici" olarak adlandirdigi dort mesaji var:

a) Atheists can be happy, balanced, moral, and intellectually fulfilled.

b) Natural Selection and similar scientific theories are superior to a "God hypothesis" - the illusion of intelligent design - in explaining the living world and the cosmos.

c) Children should not be labelled by their parents' religion. Terms like "Catholic child" or "Muslim child" should make people flinch.

d) Atheists should be proud, not apologetic, because atheism is evidence of a healthy, independent mind.


Videolarlardan birinde, CNN'deki bir programda kendisi ile kisa bir roportaj yapiliyor. Dawkins'in burada ateizm hakkinda sunlari soyluyor:

"If you're an atheist, you know, you believe this is the only life you are going to get. It's a precious life, it's a beatiful life. It's something that we should live to the full, to the end of our days. Whereas if you're religious and you believe that there's another life somehow, that means that you don't live this life to the full because you think you're going to get another one. That's an awfully negative way to live a life. Being an atheist frees you up to live this life properly, happily, and fully."


Bir diger video ise bir panele aitti. Konusmacilardan biri, Dawkins'i sert uslubu yuzunden elestiriyor. Dawkins de ona muhtesem bir cevap veriyor:

"I gratefully accept the rebuke. Just one anectode to show that I'm not the worst in this thing. A former and highly successful editor of New Scientist magazine, who actually built up New Scientist to great new heights, was asked 'What is your philosophy at New Scientist?' and he said 'Our philosophy at New Scientist is this: Science is interesting and you don't agree you can fuck off!' "

Saturday, March 10, 2007


BILLY WILDER

Bu aralar Turkiye'den getirdigim bir kitabi okuyorum: "Billy Wilder". Yazari Charlotte Chandler. Avusturya dogumlu bir yahudi olan Wilder, Nazilerden kacip Amerika'ya geldikten sonra, ozellikle 40'li ve 50'li yillar boyunca Amerikan sinemasinin en onemli yonetmenlerinden biri oluyor. Marilyn Monroe, Jack Lemmon, Tony Curtis, Shirley MacLaine ve Audrey Hepburn gibi oyuncular ile film ceviren ve 6 Oscar alan Wilder, ilk olarak Viyana'da gazetecilik yaparak ise baslamis, ardindan senaryo yazari olmus ve sonunda isi yonetmenlik ile yapimciliga kadar goturmus. Marilyn Monroe ile cevirdigi "Some Like It Hot" filminin kapanis cumlesi olan "Nobody's perfect" sinema tarihinin onemli repliklerinden biri. Kitabi okudugumda "Stalag 17" ve "Irma la Douce" gibi yonettigi filmlerden bazilarini izledigimi farkettim. Ailesini, annesini ve arkadaslarini Auscwitz'de kaybeden Wilder'in biyografisinden ilginc buldugum birkac yeri aktarayim dedim.

Viyana'daki cocukluk gunlerine ait bir tane:

"Anton adinda bir arkadasim vardi. Bir gun babasi onu masturbasyon yaparken yakalamis ve ona soyle demis: 'Eger bu korkunc, korkunc, korkunc seyi yapmayi kesmezsen, ellinci defa yaptiginda olursun.

"Arkadasim o kadar korkmustu ki, artik tamamiyla kendisine hakim olamayacak duruma gelinceye dek masturbasyon yapmamaya basladi. Ne kadar siklikla yaptiginin kaydini tutuyordu.

"Kirk dokuz sayisina pek cabuk ulasti. Ailesine 'Oglunuz' diye imzaladigi bir veda mektubu yazdi ve ardindan eylemini son bir kez daha tekrarladi ...

"Kendisi sag kaldi ve o gunden sonra babasinin dediklerinin tek kelimesine bile inanmadi.

"Ertesi gun hikaye okulda yayildi. Hepimiz erkekler tuvaletinde toplandik ve 'Aileler yalanci! Yasasin masturbasyon!' diye bagirdik. Cesur bir meydan okumayla, ayakkabilarimizda sakladigimiz sigaralari cikardik ve ictik."

Gazetecilik gunlerinden:

Wilder Berlin'de acgozlu bir tiyatro takipcisiydi. Her seyi gormeye calisiyordu. Tiyatroyu takip etmeyi seviyordu ve daima ilham, unluler ve hikayeler ariyordu.

Rasputin ile ilgili bir oyunun acilis gecesinde Rasputin'i olduren grubun lideri Prens Yussupov'un da seyircilerin arasinda olacagini ogrenmisti. Garsonlari, bilet saticilarini, tiyatro yoneticilerini ve "o her seyi bilen kapicilari" kendisine baglamakta usta olan Wilder, iyi yerlestirilmis birkac markin da sayesinde, prensin tam arkasindaki yeri satin almayi basardi.

Perde arasinda Wilder, Yussupov'un omzuna dokundu ve oyun hakkinda ne dusundugunu sordu. Prens Yussupov yanit verdi: "Yanlis adami oldurduk. Lenin'i oldurmemiz gerekiyordu. Ve Trocki'yi." Wilder hikayesini elde etmisti.


Sona da Marilyn Monroe'yu ekledim. Wilder, Monroe ile yaptigi ikinci ve son film olan "Some Like It Hot" hakkinda konusurken sunlari soyluyor:

Jack Lemmon, Wilder'i gercekten cesareti kirilmis bir halde gordugunu hic hatirlamiyordu - Marilyn haric. "Bir sahne cekiyorduk ve onun tek yapmasi gereken sey odaya girmek, bir dolabi acmak ve 'Su burbon nerede?' demekti. Uc kucuk kelime."

Wilder o uc kelimeyi almak icin neredeyse 80 cekim yaptigini hesaplamisti. "Bir suru cekmecesi olan kucuk bir komodinimiz vardi. Her bir cekmecenin uzerine 'Su burbon nerede?' diye yazan notlardan koymustum. 63. cekimden sonra onu bir koseye cektim - daha ikinci gunumuzdeydik - ve 'Uzulme Marilyn, bunu halledecegiz,' dedim. Neden bahsettigimi anlamamis bir halde yuzume bakti ve soyle dedi: 'Uzulmek mi? Ne icin?' "

"Gec kalma konusunda sizi hicbir zaman sasirtmazdi. Saatinizi buna gore ayarlayabilirdiniz. Birkac yuz kisi onu beklerdi. Bunlarin arasinda yardimci oyuncular ve ben de olurdum. Sonunda gelir ve 'Studyoya gelirken yolumu kaybettim, uzgunum,' derdi. Yedi yildir studyoya geliyordu ve yine de yolunu kaybediyordu. Baslangicta dogruyu soyledigine inanmadim. Sonra, daha kotusu, dogruyu soyledigine inanmaya basladim."


94 yasindayken Billy Wilder bana soyle demisti: "Cok uzun yasadim. Bunun tek bir aciklamasi olabilir: Tanri beni unuttu."

Thursday, March 08, 2007


BRITISH MUSEUM'DA BIR GUN

Londra'da guzel havalar devam ederken bundan daha fazla faydalanmamak yazik olur diyerekten etrafta gezinmeye devam ediyorum. Bu defa da, daha onceden iki defa gitmis oldugum British Museum'a bir kez daha gitmeye karar verdim. Isin guzel tarafi, bazi ozel sergilerin disinda, muzeye girisin bedava olmasi. Bu kadar genis bir muzeyi bir defada gezmek zor. Tabii, bu tur isler ile ilgilenmeyen ve benim kadar entelektuel olmayan avam tabakasindan kisiler muzeyi bir gunde de gezebilirler.

Muze halka ilk defa 1759 yilinda acilmis. Kurulusu ise 1753'e ait. Onceden gormus olmama ragmen, bazi yerleri hala istedigim sekilde goremedigimi dusunuyordum. O nedenle evvelce gectigim yerlerde bu defa daha uzun sure kaldim. Muzenin zemin kati sergilenen nesneler acisindan en dolu kismi. Misir, Ortadogu, Yunan & Roma, Amerika ve Asya'ya ait parcalar ile gecici sergilerde yer alan esyalar burada sergileniyor. Hatta gittigimde Amerika ile ilgili bir sergi vardi: "A New World: England's First View of America" Muzeye en son yine bu tarz bir gecici sergi dolayisiyla gitmistim. Michelangelo'nun kara kalem calismalari sergileniyordu. Resimleri daha yakinda gorebilmek icin camlara adeta yapismistim. Turkiye'de Michelangelo'nun resimlerinin sergilendigini dusunun bir. Bu tur seyler ile ilgilenmeyen bir suru kisi sirf is olsun, entellik olsun diye sergiye gelir, icerisi agzina kadar dolu olur ve suphesiz biletler de fahis fiyatlardan satilirdi. Halbuki ben arkadasimin ogrenci karti sayesinde, oyle bir sergi icin iyi sayilabilecek bir miktar olarak, 7 pound odemistim. Biletleri satan gorevli bana kiyak gecmisti.


Zemin bolumde en cok ilgimi ceken, Asurlulara ait aslan avini anlatan tas oymalardi. Burayi daha once istedigim kadar dikkatli gezememistim. Bu defa Misir'a ait bolumden daha cok ilgimi cekti. Aslanlarin yaralarindan akan kanlari, hatta olu aslanlarin dilleri cikmis halde yerde yatislarini betimleyen oymalar harikulade idi. Muzeyi gezen alt tabakadan insanlarin ilgisini Misir bolumu daha fazla cektigi icin, bu bolum digerlerine kiyasla tenha sayilirdi. Bu sayede bu guzel oymalari yakindan rahat bir sekilde musahade etme olanagi buldum.



Ikinci katta, zemin kattaki bolumlere ek olarak Avrupa da var. Sanirim ikinci kata ciktigimda gordum eski Yunanli filozoflara ait bustleri. Not almadigim icin hatirlamiyorum, ama sanirim soldan ilk bust Sokrat'a, sagdan ikinci bust de Epikur'e ait. Bir defa daha gidince iyice kontrol edecegim. Etrafta gezinirken yine ziyaretcilerin arasinda Fransizca konusan birtakim tipler isittim. Ne oldugunu anlamiyorum, Fransiz haftasi falan mi var? Gerci aralarinda siyah sacli, gozlerine siyah kalem cekmis guzel bir Fransiz kiz da vardi, ama virt zirt resim cekecegim vakit onume gectikleri icin icimden saydirdigimdan dolayi kendisi ile ilgilenemedim. Zemin katin altindaki katta ise benim ilgimi cok fazla ceken birsey yoktu. Sadece Yunan & Roma'ya ek olarak Afrika vardi.




Her geldigimde ziyaret etmeyi rituel haline getirdigim bir yer var: Kutuphanenin oldugu unlu okuma salonu. Ancak okuma salonu islevini 1997'de Londra'nin bir diger bolgesi olan St. Pancras'daki British Library'e devretmis. Yine de salon ozgun bicimini korumaya devam ediyor. Burasi ayni zamanda gelmis gecmis sosyal bilimcilerin en buyugu olan bir sahsin ugrak yeri olmus zamaninda: Proletaryanin manevi onderi, kapitalizm denen somuru duzeninin isleyisini butun acikligi ile ortaya koyan buyuk sahsiyet, Zeus sakalli, yuceler yucesi Hz. Marx! Marx 1849 yilinda Londra'ya yerlesmis ve olumune degin burada kalmis. Mezari da Londra'nin kuzeyinde yer alan Highgate Cemetery'de bulunuyor (iki defa ziyaret ettim). Marx'in magnum opus'u Kapital'i yazarken neredeyse 30 sene boyunca, hastalik zamanlari disinda, hergun yaklasik 10 saat calistigi okuma salonuna girdigimde ruhum tarif edilemez bir heyecan ile doldu. Kapital'e ve diger bircok esere temel olan calisma bu salonda yapilmisti iste! "Aaah", diyerek ic gecirdim, "kalmadi artik o eski devrimciler."



Okuma salonunun unlu ziyaretcileri arasinda diger bir unlu devrimci Vladimir Ilyic Ulyanov (yani yoldas Lenin), buyuk ve bir o kadar da "gay" olan Ingiliz iktisatci Lord J. M. Keynes (kendisinden sonra bu kadar etkili bir iktisatci gelmemistir), Hayvan Ciftligi'nin yazari George Orwell, Nobel odullu Ingiliz filozof Bertrand Russell, tek sevmedigim yani Hintli olmasi olan Mahatma Gandi ve Bernard Shaw gibileri yer aliyor. Okuma salonunda bulundugum sure boyunca zamaninda orada bulunmus olan bu mumtaz sahislarin teneffus ettigi o havayi icime cekip, yeni "devrimci" fikirler icin mevcut ortamdan ve bu sahislarin ruhlarindan "feyz" almaya calistim.


Vakit bitiyor, ama muze bitmiyordu. Donus yolunda metro bir hayli kalabalik olacagi icin istemeye istemeye ayrilmak zorunda kaldim. Nitekim saat 5'ten itibaren yollar ve metro asiri derece kalabaliklasiyor ve 1.5 saat kadar boyle suruyor. Muzeden cikip bu defa muze tarafindan bir manzara resmi cekeyim derken, bir grup Fransiz genci gelip tam onume oturdu. Bir tanesi cebinden sigara cikartip icmeye basladi. Ulan dangalaklar, adamin teki tam onunuzde resim cekmeye calisiyor, gormuyor musunuz? Insan bir "kusura bakmayin" der. Ilkel koyluler sizi! AB'nin en mal milleti bunlar olmali. Fransa'nin oldugu bir AB'ye girmem ben!



Muzenin oldugu caddenin havasini seviyorum. Sakin bir hali olan tipik bir Londra caddesi. Buradaki caddeler Turkiye'ye kiyasla oldukca dar. Ingilizlerin "double decker" dedigi o cift katli otobusleri soforlerin o dar sokaklarda surmesine, Istanbul'un trafigini bilen biri olarak hep sasiriyorum. Aksamleyin hava kararirken binadan disari cikip, evlerine donen insanlarin arasinda soguk havayi hissederek yurumenin ayri bir keyfi var. Kosusturmacanin olmadigi, zamanin sanki hep ayni kaldigi huzurlu bir his veriyor insana bu. Boyle bir ruh hali icinde dis kapidan cikip metroya dogru yoneldim ve aksama ne yemek yapacagimi dusunmeye basladim.

Monday, March 05, 2007



ISLAK STONEHENGE

Son zamanlarda Londra'nin havasi yilin bu zamanlarina kiyasla oldukca iyiydi. Ben de bundan cesaret alarak bir yolculuga cikmaya karar verdim. Aklimda birkac yer olmakla birlikte, ozellikle Ingiltere'ye ozgu bir tanesini secmek istedim. Sonunda su unlu tas bloklarin oldugu Stonehenge'de karar kildim.

Elimde, civardaki bir kutuphaneki satistan neredeyse bedavaya kapattigim bir Ingiltere rehberi bulunuyordu. Buradan, Stonehenge'in Salisbury adli bir kasabada (town) yer aldigini ogrendim. Hos, buralari bizdeki tarzda kasaba veya sehir olarak adlandirmak kolay degil. Ornegin, bizim Ingiltere olarak bildigimiz yeri Ingilizler Birlesik Krallik olarak adlandiriyorlar. Soyle ki; Birlesik Krallik, Ingiltere, Wales, Iskocya ve Kuzey Irlanda'dan olusuyor. Tabii, bunlarin hepsi ayri milletler. Mesela Iskoclarin ve Irlandalilarin kendi ana dilleri var ve aksanlari Ingilizlerden cok farkli. Birlesik Krallik'in Kuzey Irlanda'nin disinda kalan kismi ise Britanya olarak adlandiriliyor. Britanya kendi icinde soyle bolunuyor: Kuzeyde iktisadin babasi Adam Smith'in ulkesi Iskocya var. Orta, guney ve dogu bolumunde Londra, Cambridge, Oxford gibi sehirlerin oldugu Ingiltere yer aliyor. Batida da Keltlerin ulkesi Wales bulunuyor. Her bolge kendi icinde bolumlere ayriliyor. Mesela, Ingiltere'nin dahilinde Yorkshire, East Anglia ve Wiltshire gibi alt bolgeler var. Bunlarin en unlusu de neredeyse baslibasina bir bolge olan Londra.


Iste Salisbury denilen yer Wiltshire'in bir kasabasi. Yolculuga bir arkadasla birlikte gitmeye karar verdik. Cumartesi gunu Waterloo istasyonunda bulustuk. Burasi hem Londra disindaki cesitli bolgelere giden trenlerin kalktigi hem de metronun oldugu genis bir istasyon. Arkadas "Pazar gunu hava kapali olacak, yagmur yagma ihtimali cok kuvvetli," demesine ragmen onu dinlemedim ve biletleri aldik. Boylece pazar gunu yaklasik iki saatlik bir tren yolculugundan sonra Salisbury'e vardik. Isin kotu tarafi, Londra'dan ayrilir ayrilamaz siddetli bir yagmurun baslamasiydi. Istasyonda indigimizde dahi yagmur kesilmemisti. Stonehenge'e nasil gidecegimizi bulmak icin etrafa bakinirken, hemen cikis kapisinin yaninda "Stonehenge biletleri" yazan bir tabela gorduk - Kapitalizm isliyor! Trenden inen bizim gibi turistlerin ilk olarak Stonehenge'e gitmek isteyeceklerini bildiklerinden, istasyona tas bloklara giden bir otobus servisi koymuslar. Paraciklari bayildiktan sonra oradaki bir kafede oturup bir saat kadar otobusun gelmesini bekledik, zira servis saatlerini trenlerin gelis saatlerine uydurmamislar.


Sonunda yola ciktigimizda, istasyondan gidecegimiz yer 40 dakika kadar tuttu. Hava kotu olmasina ragmen mekan kalabalik sayilirdi. Giris bileti alabilmek icin kuyrukta beklerken, ziyaretcilerden kimilerinin Amerikan aksani ile ingilizce konustuklarini, kimilerinin de (bana gore) Avrupa'nin en sevimsiz ve kendini begenmis milletinin dili olan Fransizcayi konustuklarini isittim. Ustunlugu Ingilizlere kaptirmalarinin uzerinden bir hayli zaman gecmesine ragmen, kendilerini hala Avrupa'nin en seckin milleti zanneden bu zibidilerin, komik kibirlerini yenip Ingilizlere ait bir tarihi yapiyi gormeye gelmeleri beni oldukca sasirtti.

Biletleri alip yine paraciklari bayildiktan sonra, tas bloklarin oldugu acik alana cikan yola yoneldik. Yolun hemen basinda bir hediyelik esya dukkani bulunuyordu - Kapitalizm, tarihi somurmekten de geri durmuyordu. Acik alana ciktigimizda yagmur ve ruzgar bizi daha sert bir sekilde carpti. Siddetli yagmura ve sert ruzgara aldirmadan resim cekmeye basladim. Maalesef, bloklarin etrafini ince bir ip ile cevirerek ziyaretcilerin bunlarin arasinda dolasmasini engellemislerdi. Yine de yapiya iyi resim cekecek derecede yaklasmak mumkun oluyordu. Resimleri cekerken bir kizin bagirdigini duydum. Bakinca, bagiranin birkac dakika once arkadasin resmini cektigi Japon kiz oldugunu gordum. Kizin kirmizi renkli semsiyesi ruzgar yuzunden bloklarin oldugu alanin bir ucundan digerine ucmustu. Diger taraftaki adama "Lutfen semsiyemi tutar misiniz!" diye bagiriyordu.


Yan taraftaki yoldan cikip dogruca cimenlerin uzerine basarak ilerlemeye basladim. Yagmur yuzunden bircok kisinin uzerinden gectigi toprak artik camur haline gelmisti. Buna aldirmayip yurumeye, bir yandan da resim cekmeye devam ettim. Camura oyle bata cika yururken aklima Turkiye geldi - Hey gidi memleketim, senin pis sokaklarindaki camur hicbir yerde yok! Bu gevurlarinki camur degil, resmen kazurat! En azindan hava nedeniyle normal gunlere gore fazla ziyaretci olmadigindan dolayi, etrafta dolasip rahat rahat resim cekmek imkani oldu. Hatta ziyaretcilerden biri, elime fotograf makinesini tutusturup kendi resmini cekmemi istedi.

Ziyaretciler icin ayrilan yol, tas bloklarin etrafinda donuyor ve basa donerek girisin oldugu yer ile birlesiyordu. Bloklarin etrafinda bir tur atan arkadas iceriye dogru yonelirken, ben geri donup birkac poz daha cektim. Giris yoluna geri dondugumde her tarafim islanmis, pantolonum tamamiyla donuma, donum da kicima yapismisti. Ama donun islak olmasi onemli degildi, zira istedigim resimleri cekmistim. Bizi istasyona goturecek olan otobusun gelmesine daha vakit oldugu icin, yagmurdan korunabilecegimiz bir yer aradik. Bloklarin oldugu acik alana giden yolun tunele benzeyen bir kismi vardi, ama bu ne sogugu ne de ruzgari engelliyordu. Bunun disindaki tek yer, giris yoluna girerken gordugumuz hediyelik esya dukkaniydi. Isin guzel tarafi(!), etrafta ziyaretcilerin durabilecekleri baska hicbir kapali mekan yoktu. Millet yagmurdan kacmak icin ister istemez dukkana girmek zorunda kaliyordu. Vakit gecirmek icin etrafta dolanirken hediyelik esyalara bakiyor, sonunda kapitalizmin yarattigi asagilik tuketim hissine karsi koyamayarak bunlardan satin aliyordu. Boylece vahsi kapitalizm, basit bir hava olayini bile insanlari somurmek icin kullaniyordu.


Daha sonra, gelen otobuse binip istasyona geri donduk. Tabii, gene otobuslerin saatlerini tren saatlerine gore ayarlamadiklari icin bir saat kadar beklemek zorunda kaldik. Trene bindigimizde hala yorgunduk ve rahatca yayilabilmek icin ayri koltuklara oturduk. Londra'ya geri donerken camdan bakarak vakit gecirmeye calistim. Bir ara arkamdan gelen bir horlama sesi duydum. Donup baktigimda arkadasin yorgunluktan koltugunda sizmis oldugunu gordum. Bir sure sonra tren duraklarda binen yolcularla kalabaliklasmaya basladi. Camdan bakarken yanimdan "Oturabilir miyim?" diye bir ses isittim. Basimi kaldirdigimda, uzun siyah sacli, sik giyimli guzel bir Ingiliz kizin karsimda durdugunu gordum. "Tabii," diyerek cantami hemen yanimdaki koltuktan cekip aldim ve kizin oturmasina musaade ettim. Boylece en azindan gunu kotu kapatmamis oldum.