Sunday, October 21, 2007


KİM İLKEL?

Yukarıdaki resimde kaç tane gariplik dikkatinizi çekti? Kızın başörtüsünü ve mini eteğinin altında kalan kısmı parmaklarınızla bir kapatın. Gördüğünüz kızın İslâmcı bir kız olduğunu söyleyebilir misiniz? Şimdi de, başörtüsünün altı ile dizlerinin üstünde kalan kısmı kapatın. Gördüğünüz kızın laik bir kız olduğunu söyleyebilir misiniz? Sizce bu kız İslâmcı bir giyiniş tarzı içinde mi? Bundan birkaç ay önce Taksim’e giderken otobüste gördüğüm bir başka başörtülü kızdan bahsetmiş ve kızın giyinişinden ötürü “bölünmüş” hâlde olduğunu söylemiştim. Yukarıdaki resimde bunun daha vahim bir hâlini görüyorsunuz.

Kız belli ki İslâmcı, ama bir türlü tesettüre bürünememiş. Mini etek giymek istemiş, ama bacakları görünüp de günaha gireceğini düşündüğünden bacaklarını uzun beyaz bir etekle örtmüş. Saçlarını gösterirse günaha gireceğini düşündüğü için örtü takmış, ama vücudunu sıkıca saran bir body giymiş. Ama bu defa da çıplak omuzlarının ve kollarının görünmemesi için beyaz, uzun kollu bir elbise giymiş. Başörtüsü yüzünden belki kızın saçları görünmüyor, ama o giydiği sıkı elbise yüzünden kalçaları gayet açık bir biçimde görünüyor. Böyle yapmakla günaha girmeyecek mi şimdi?

Anlaşılıyor ki, o da diğer hemcinsleri gibi normal giyinip gezmek istemiş, ama kafasına doldurdukları bin bir türlü hurafe ve saçmalık yüzünden istediğini tam yapamamış. Nitekim giyiniş biçimi ister istemez düşünüş biçimini de yansıtıyor – tam bir tutarsızlık içinde. Neyi nasıl giyeceğini bilememiş. Kendince ikisinin ortası bir yol bulmaya çalışmış, ama becerememiş. Bunun bir ortası olabilir mi? Nasıl olsun? Tam manasıyla kafası bölünmüş, parçalara ayrılmış. Bunlar nasıl birleşebilir? Bu saatten sonra bileşebilir mi? Bunları dalga geçmek için yazmıyorum. Durumun ne kadar vahim olduğunu göstermek için yazıyorum.

Bu İslâmcıların ahlâk anlayışı günümüze uyuyor mu? Son kullanma tarihini çoktan aşmış bir anlayışın her türlü can sıkıcı dayatmasını çekmek zorunda kalıyoruz. Bu saçma sapan düşüncelerini sadece kendi içlerindeki kişilere – ki bunların da önemli bir bölümünün bu düşüncelerden yakındıklarına eminim – dayatmıyorlar, aynı zamanda bize de kabul ettirmeye çalışıyorlar. Hac zamanlarında havaalanlarındaki bikinili kadın reklamlarını görünce uçkurları depreşen dingil hacı adaylarını, kafalarını başka tarafa çevirip bakmamayı beceremediklerinden, belki de istemediklerinden, reklamların kaldırılması için kıyametleri koparan şu tipleri hatırlayın bir.

Acaba bunların bu ahlâk anlayışları çağımıza uygun mu? Ahlâk mutlak bir şey midir ki, bunların savundukları şeyler de her yerde geçerli olsun? İlginç bir örnek vermek için ünlü Fransız antropolog Claude Levi-Strauss’un bir kitabından aktarma yapacağım (“Hüzünlü Dönenceler”, 3. baskı, Çev. Ömer Bozkurt, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2000; İngilizcesi: "Tristes Tropiques", Penguin (Non-Classics), 1992). 1934 yılında Brezilya’daki San Paulo Üniversitesi’ne sosyoloji profesörü olarak giden Levi-Strauss 1939’a kadar orada alan çalışmaları yapmış. Yaptığı yolcukları ve incelemelerini bu kitabında anlatıyor. İncelediği kabilelerden bir tanesi de Nambikwara kabilesi. Kitaptan ilk olarak utanma duygusu ile ilgili bir yer aktarayım:

(…) Nambikwaraların gönül işlerine bakışı onların tamindige mondage sözüyle özetlenebilir. Çok zarif bir çeviri olmasa bile bunun tam karşılığı şudur: “Aşk yapmak iyidir.” Günlük yaşamda rastlanan erotik havadan daha önce söz etmiştim. Gönül işleri, yerlilerin ilgisini ve merakını en ileri derecede çekmektedir; bu konulardan söz etmeye çok isteklidirler ve kampta konuşulanlar arasında buna ilişkin esinlemeler ve üstü örtülü sözler çoktur. Cinsel birleşmeler genellikle gece, kimi zaman kamp ateşlerinin yanında gerçekleşir. Ama çoğunlukla çiftler kıra yönelir, yüz metre kadar uzağa giderler. Bu hareketleri hemen fark edilir ve çevrede neşeli bir dalgalanma yaratır. Olayla ilgili yorumlar yapılır, şakalaşılır, hatta küçük çocuklar bile nedenini çok iyi bildikleri bir heyecan içindedir. Bazen erkekler, genç kadınlar ve çocuklardan oluşan bir grup, çiftin peşinden gider. Dallar arasında, birbirleriyle fısıldaşarak ve gülüşlerini bastırmaya çalışarak olayın ayrıntılarını izler. Sevişen çift gözetlenmekten hiç memnun olmaz, ama gene de bu oyuna katılmalarında ve köye dönüşte hedef olacakları takılma ve alaylara katlanmalarında fayda vardır. Bir başka çiftin birincisini örnek aldığı ve kırda yalnızlığı aradığı olur.

Ne var ki bu olaylar enderdir ve cinsel birleşmeyi kısıtlayan yasakların varlığı da bu durumu tam olarak açıklayamaz. Bunun gerçek nedeni daha çok yerlilerin yaratılışında aranmalıdır. Çiftlerin bu kadar istekle ve herkesin önünde giriştikleri ve çoğu zaman oldukça cüretli aşk oyunlarında hiçbir zaman bir ereksiyon başlangıcı görmedim. Sanki fiziksel olmaktan çok, oyun ve duygu düzleminde bir zevk arar gibiydiler. Nambikwaralar, Orta Brezilya’da yaşayan bütün topluluklarda görülen penis kılıfını kullanmaktan belki de bu nedenle vazgeçmiş olabilirler. Gerçekten de bu nesnenin işlevi ereksiyonu önlemek değilse bile, en azından onu taşıyan kimsenin cinsel bir yöneliş içinde bulunmadığını kanıtlamak olabilir. Bütünüyle çıplak yaşayan bu insanlar da bizim utanma dediğimiz şeyin yabancısı değildir; sadece sınırını biraz daha ileriye götürürler. Melanezya’nın kimi yörelerinde olduğu gibi Brezilya yerlilerinde de utanmanın sınırı, vücudun iki farklı örtünme derecesi arasında değil de, sükunet ile tahrik olma arasındadır. (s. 299-300)

Şimdi İslâmcı ahlâk anlayışına göre düşünelim. Bir kere ulu orta, hele çocukların önünde bu şekilde cima etmek çok büyük bir günahtır ve bunu yapanlar, bile bile seyredenler, üstelik çocuklara seyrettirenler – eğer tövbe etmezlerse – Allah’ın gazabına uğrayacak, cehennemin alevleri arasında cayır cayır yanacaktırlar. Hele bu ahlâksız eylemi yapanlar evli değilseler, taşlanarak öldürüleceklerdir. Böylesine ahlâksız bir toplum da çok yaşayamaz zaten.

Bir süre önce, utanmazca ve pişkince AKP partizanlığı yapan dinci bir sitede eşcinsellerin ruh hastası olduklarını ve tedavi görmeleri gerektiğini söyleyen bir yazı okudum. İşin en matrak ve saçma tarafı, yazının ve sitenin sahibi olan kişinin kendisini İslâmcı değil, demokrat ve liberal görüşlü biri olarak tanımlamasıydı. Ancak kendisi ile tartışmaya girdiğimde çirkeflik ederek beni “laikçi faşist” olarak adlandırdı. Levi-Strauss’un bahsettiği aynı kabileden konu ile ilgili bir alıntı yapayım:

(…) Genç kadınları düzenli evlilik çevriminden belli aralıklarla çekip alan reis, böylece, evlilik çağındaki kızlar ve erkekler arasında sayısal bir dengesizlik yaratmaktadır. Genç erkekler bu durumun başlıca kurbanlarıdır veya uzun yıllar bekar kalmaya ya da dullar veya kocalarınca terk edilen kadınlarla evlenmeye mahkûm olmaktadırlar

Nambikwaralar sorunu bir başka yoldan da çözmektedirler: şiirli bir sözle, tamindige kihandige, yani “yalan aşk” dedikleri eşcinsel ilişkilerle. Bu ilişkiler gençler arasında yaygındır ve normal ilişkilerden daha açıkça gerçekleşir. Karşı cinsten yetişkinlerin yaptığı gibi eşler bozkırda uzaklara gitmez; komşuların gülümseyen bakışları önünde, kamp ateşinin yanına yerleşirler. Olay genelde ölçülü takılmalara yol açar; bu ilişkiler çocukça sayılır ve dikkat çekmez. “Bu girişimler tam bir doyuma kadar sürdürülür mü, yoksa evli çiftler arasıdaki ilişkilerde de çoğu zaman olduğu gibi, erotik oyunlarla birlikte duygusal yakınlaşmalarla sınırlı mı kalır?” sorusunun yanıtı kesin değildir.

Eşcinsel ilişkilere, sadece birbirinin çapraz kardeş çocuğu konumunda bulunan yeniyetmeler arasında izin verilir. Başka bir deyişle, biri normalde diğerinin kız kardeşiyle evlenebilecek durumdadır ve erkek kardeşi geçici olarak onunla ikame edilmektedir. Bu türden yakınlıklar konusunda bir yerliyle konuşulduğunda alınan yanıt hep aynıdır: “Sevişenler kardeş çocuğu (ya da kayınbirader) olurlar. Kayınbiraderler yetişkin yaşa geldiklerinde de büyük bir özgürlük içinde davranmayı sürdürür. Evli, çocuk sahibi iki-üç erkeğin akşamları birbirlerine sevgiyle sarılarak dolaştıklarını görmek mümkündür. (s. 328-9)

Şimdi demin bahsettiğim İslâmcı kişiye göre düşünürsek, bu “ilkellerin” topu ruh hastası oluyor ve tedavi görmeleri gerekiyor. Allah bilir, bu tedavi de üfürükçü cübbeli Mehmet hocanın muskalı kocakarı tedavisidir. Emin olun, bu zavallıların ahlâk anlayışının uygulandığı bir ülkede, normal bir ülkede olduğundan çok daha fazla eşcinsel – ve şüphesiz lezbiyen – olacaktır. Zira bunların kadın-erkek arasındaki normal ilişkileri yasaklaması, insanları ister istemez buna yönlendirecektir. Hatırlayın, bu tiplerin taptığı Osmanlı’daki medreselerde eşcinselliğin nasıl meydana çıktığını daha önce yazmıştım.

Resimdeki kızları gördükçe sinirlenmeden edemiyorum. Yazık bu kızcağızlara, gerçekten çok yazık. Bir insan nasıl böylesine bir kişilik bölünmesi içine itilir? Kafası nasıl böylesine çarpıtılır? Bu nasıl bir beyin yıkamasıdır? Kızın kafası öylesine bölünmüş ki, neyi nasıl giyeceğini şaşırmış. Bunu yapan nasıl bir düşüncedir, nasıl bir dünya görüşüdür? Bu kızlara bunları yapan insanlar nasıl utanmaz, ruh hastası kişilerdir? Kadınlara, kızlara bu kötülüğü yapanlar bunlara nasıl bir düşmanlık, kin beslemektedirler? Yazık değil mi bu kızların gençliklerine, umutlarına, arzularına? Özgürce, istedikleri gibi yaşamaları neden korkutuyor birilerini? Bu korkunun kaynağı nedir? Böylesine bir vahşetin mantığını anlamakta güçlük çekiyorum.

Yukarıdaki yerlileri okudunuz. Sorarım size: Kim ilkel?

Friday, October 19, 2007


BİLGİSAYAR DERDİ

Yirmi gün kadar önce bilgisayarım birden bire yavaş çalışmaya başladı. Ne olur ne olmaz diye bazı dosyaları yedekleyeyim dedim, ama bilgisayar her defasında giderek daha da yavaşlıyordu. Apar topar bilgisayarcıya götürdüm. Bana hard diskimin yandığını söylediler. Diski değiştirdik tabii. Adamları yoğun oldukları için işin hâllolması birkaç gün aldı. Neyse ki dosyaları kurtarmak mümkün oldu.

Bilgisayarı alıp eve geldikten sonra internete gireyim dedim. Ancak girdiğimde ekranda yazılar büyük ve bulanık çıktılar. Bozulmadan önce Explorer 6 kullanıyordum, adamlar 7 sürümünü yüklemişler. Ne yaptıysam fayda etmedi – sayfa ayarları, çözünürlük vs. Ertesi günü tekrar yüklenip bilgisayarcıya götürdüm. Adamlar bir şey bulamadılar. Kendi bilgisayarlarını kontrol ettiler, aynı program onların bilgisayarlarında da aynen bende olduğu gibi çalışıyordu.

Gene alıp eve dönmek zorunda kaldım. Artık iyice sinirlenmiş hâldeydim. Zira eskiden internete girdiğimde küçük ve ince çıkan yazılar şimdi kocaman ve bulanıklardı. Hatta bazı sitelerde yazılar bu yüzden görünmüyorlardı. Aynı gün Özge ile konuştum. O da sağolsun, bizim evin yakınlarında oturan bir arkadaşının bu işlerden anladığını, bilgisayara bakabileceğini söyledi ve ikimizi konuşturdu. Bunun üzerine bilgisayarı bayramın üçüncü günü yeniden yüklendim.

Sonuçta işimizi hâllettik. Gerçi Explorer 7’deki görünüm değişmedi, ama bilgisayara browser olarak Mozilla Firefox yükledik. Bu sayede sayfalar yine eskisi gibi çıkmaya başladı. Bilgisayardan anlamam, ama benim anladığım kadarıyla bu Explorer 7’nin java scriptlerinde bir eksiklik varmış. Sadece bir bug bulunuyormuş sanırım. Microsoft firması yeni güncellemeler yaptıkça bu sorunun ileride düzelme olasılığı varmış. Nitekim java programını imal eden firma Microsoft olmadığı için iki farklı firma arasında uyumsuzluk olabiliyormuş.

* * *

Sanırım son yirmi günün en ilgi çeken olayı Emin Çölaşan’ın kitabı oldu. Kitabı yazmayacağım. En güzeli alıp okumak. Zaten okuması oldukça rahat bir kitap. Okudukça Ertuğrul Özkök’ün ne kadar pis ve yüzsüz bir insan olduğunu görüyorsunuz. Bir insanın o tarz şeyleri yapabilmesi için haysiyetini ve kendisine olan saygısını tamamıyla ortadan kaldırmış olması gerekir. Bu adam kendi çocuklarının, yakınlarının suratına nasıl bakıyor acaba? Yoksa onlar da kendisi gibi insanlar mı? Bugün medyanın en nefret edilen adamı Özkök olsa gerek.

Son iki gündür Çölaşan televizyona çıkıyor – Doğan grubunun kanallarına değil elbette. Onun ve canlı yayına katılanların anlattıklarını dinledikçe, AKP iktidarının medya üzerinde nasıl bir baskı kurduğunu ve bu adamların demokratik olan her şeyi ortadan kaldırarak tam manasıyla bir tek parti diktatörlüğüne gittiklerini görüyorsunuz. Bu olup bitenlerden iktidara destek veren kimselerin habersiz olması olanaksız. Bu destekçilerin bu işi demokratlık adına yaptıklarını, AKP’nin ülkeye demokrasi getireceğini söylediklerini işittiğinizde, bu kişilerin bunları söyleyebilmeleri için ancak “satılmış” olmaları gerektiğini düşünüyorsunuz.

Bir de son dönemlerde yeni bir moda çıktı. Anadolu’da ya da İstanbul’a yakın yerlerde yaşayan İslâmcı gerici kimlikli bazı küçük üreticiler, kendi işlerinde iktidar partisinden avanta kapmak için internette birtakım bloglar veya siteler açıyorlar. Buralarda AKP’ye, Erdoğan’a ve Gül’e övgüler düzüp resmen iktidar şakşakçılığı yapıyorlar. Bu sitelere ara ara girip çıktığım, kimi zaman yorum bıraktığım oluyor. Bu sayede bunların nasıl insanlar olduklarını görme fırsatını elde ediyorum. Nasıl insanları savunduklarını ve bunları nasıl bir yüzsüzlük ile savunduklarını görünce şaşakalıyorsunuz. Bu adamların yaptıkları rezil şeyleri yüzlerine vurduğunuzda işi pişkinliğe ya da vurdumduymazlığa vuruyorlar. “Ben demokratım,” diyerek sıyrılmaya çalışıyorlar. Eğer üstlerine gidip köşeye sıkıştırırsanız, bu defa işi sokak kadınları gibi çirkefliğe döküyorlar. Kendileri gibi düşünen insanlar ile yazıştıkları esnada takındıkları o nazik tavır birden gidiyor ve kendilerinden farklı olanlara duydukları bütün kini delicesine kusan hasta ruhlu kişilere dönüşüyorlar. İktidardan avanta kapmak için türlü türlü rezillikler dönüyor bu sitelerde ve ben bunları gördükçe bu insanlardan hem nefret ediyorum hem de tiksiniyorum.

İşin bir diğer ilginç ve belki de “ibretlik” tarafı, bu kişilerin sitelerine yorum yazan diğer İslâmcı gericilerin büyük bir kısmının yurt dışından, özellikle de Amerika’dan yazıyor olmaları. Bu insanlar hem Amerika’ya her türden küfrü ediyorlar hem de gidip Amerika’da oturuyorlar; çocuklarını oralara üniversitelerde okumaya, master yapmaya gönderiyorlar. Ceplerinde yeşil yeşil Amerikan dolarları ile taa oralardan bize Müslümanlık taslıyorlar, rejime sövüyorlar, neredeyse vatan düşmanlığı yapıyorlar. Hep merak ettiğim bir şeydir: Bu “sözde” Müslümanlar oralarda namaz kılarlar mı acaba? Kılarlarsa da, ceplerinde o yeşil Amerikan dolarları varken mi kılarlar? Bunlar Amerika’ya gitmesini, oralardan Müslümanlık taslamasını bilirler de, bir kez olsun Filistin’e gidip oradaki Müslüman kardeşleri ile iki rekat da olsa bir namaz kılmazlar. Belki de içlerinden, “Müslümanız dedik, ama o kadar da değil herhalde,” diyorlardır, kim bilir? Yeşil dolarlar cepte Amerikalarda gezmek varken, kim gidecek sefil Filistin’e şimdi, değil mi yani? Bu son dediğimin en güzel örneği Fethullah Gülen olsa gerek. Vatikan’a Papa’nın ayağına kadar gitti, ama Filistin’e gidip namaz kıldı mı, bilmiyorum. Son 10 senedir Amerika’dan dışarı adımını atmadı ne de olsa. Eh, “Müslüman” olmak zor iş vesselam!

Bana ilginç gelen bir diğer şey de, televizyondaki programlara katılan bazı kişilerin Türkiye’nin şu andaki durumunu Demokrat Parti dönemine benzetmeleri. Bunu bir süre önce ben de yazmıştım. Belki de o kadar ilginç olmasa gerek bu durum. Nitekim Türkiye hep yerinde sayan, ilerlemeyen bir ülke olduğu için, aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamamız olağan sayılır. Ama o zaman da dediğim gibi, mesele bu işin sonunun nereye varacağı.

Aşağıya iki Amerikalı komedyen, Steve Carell ve Stephen Colbert’ın İslâm ve Hıristiyanlık üzerine olan bir skeçlerini ekledim. Çok matrak bir şey.


Monday, October 01, 2007


TUNÇAY VE İSLAMCILIK ÜSTÜNE

Bu aralar tezle uğraştığımız için yazmaya pek vakit kalmıyor. Ara ara yazılan yorumlara cevap veriyorum. Ona rağmen, bir işle uğraştığınız için vakit çabuk geçiyor ve bir de bakıyorsunuz yazmayalı bayağı olmuş. En son İzlenimler’den Fethi bey benim “Kemal Tahir’in Son Yemeği” adlı yazıda Mete Tunçay hakkında yazdıklarımı eleştirmiş (önceden Erhan bey de eleştirmişti) ve şöyle demiş:

Mete Tunçay'ı sadece Kemal Tahir'in son yemeğindeki bir tartışmaya bakarak harcamana bir mana veremedim. Tunçay 70'li yıllarda Kemalizme en ciddi eleştirileri getirenlerden biridir. Kemal Tahir'in Anadolu insanını çok iyi tanıması apayrı bir konudur. Mete Tunçay ile aralarındaki tartışmanın Kemalizm ile ilgili olduğunu zannetmem, olsa olsa marksizm üzerine şeylerdir. Mete Tunçay'a uyduruk, kıytırık demeyin sebebini de anlayamadım doğrusu. Bana soracak olursan bırak kıytırığı onun üzerine tarihçimiz var mı desen epey düşünürüm.

Sanki gereksiz yere islamcı ve muhafazakar kesime antipati besliyor, daha da kötüsü bu antipatinin gücüyle analizlerini zedeleyecek önyargılar taşıyorsun gibime geliyor. Sevmemek hatta nefret etmek ayrı, bunların insanın gözünü kör etmesi apayrıdır.

Aslında Kemal Tahir’in ölümünden Tunçay’ı sorumlu tuttuğumu söylemiyorum yazıda. Alıntılar dışında yazdıklarımda buna ilişkin herhangi bir şey yok. Fakat o gün olanları gören bir kişin anlattıkları bu şekilde. Şurada konuyla ilgili bir haber de var: http://arsiv.zaman.com.tr/2003/04/30/kultur/h1.htm Diğer yandan Tunçay’ın yazdıklarına katılmıyorum.

I

Önce Tunçay’ın Kemalizm ile ilgili yazdıklarına – kimi yerlerdeki bozuk cümle yapısına hiç dokunmadan – birkaç örnek vereyim. Bunlar Tunçay’ın tipik eleştirileri olsa gerek (Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Ankara: Yurt Yayınları, 1981):

(…) biçim bakımından, Cumhuriyet Lâikliğinin, avam-havas ya da sıradan halk-seçkin aydın yabancılaşmasını körükleyen en önemli bir etmen olduğu söylenebilir. Kanımca, bu istemeden düşünülen bir yanlışlık değil, tersine bile bile erişilmek istenen, amaçlanan bir durumdur.

Kemalist aydınlar, bana “Osmanlı münevveranından müdevver” (ama çok daha ileriye götürülmüş) bir özellik olarak görünen, kendilerini halk yığınlarından ayrı ve üstün tutma isteklerini dinle ilgili tavırlarında da ortaya koymuşlardır. Jakobence bir görünüş altında, gerçekleri ve doğruları bilen ve yalnız kendileri bilen ve içlerinde, bunları yığınlara zorlamayla da olsa kabul ettirme görev duygusunu (misyonunu) taşıyan aydınlar için, Lâiklik, halktan ayrımlanmanın bir yolu ya da aracı olmuştur. Bence bu tutum, Altıok’taki Halkçılık ilkesini de, çağdaş demokratik anlayışı yansıtmak bakımından o denli yetersiz kılan tepeden inmeci dünya görüşünün kaçınılmaz bir sonucudur.

Dört beş yıl önce, Ankara’da Felsefe Kurumu’nun düzenlediği bir seminerde “Dogmatizm” konusunda bir bildiri okumuş ve orada, Kemalizmin yapıca bir tür “Yeni İslâm” olduğunu savunmuştum. (Aynı bildiride, Türkiye’de gözlemlediğimiz çeşitli sosyalizmlerin de “Yeni Kemalizmler” ve dolayısıyla “İkinci Yeni İslâmlar” olduğu görüşü de yer almaktaydı. …) (s. 214)

Konuşmamın başlarında, genç Marx’tan söz ederek, dinle dünya ayrımının temelsizliğine değinmiş, dinin toplumsal evrimin bir aşamasında, insanın dünyayla kendi ilişkisini tanımlamakta yararlandığı bir dilden başka bir şey olmadığını söylemiştim. Üstelik, İslâm, Hıristiyan ideolojisinden farklı olarak, bu ayrımı yapmamakta, “din dünya içindir” demektedir. Çağımızın ünlü bir İslâm düşünürü olan, merhum Ahmet Hamdi Aksekili’nin yazdığı gibi: “Kuran’a göre, din ile hayat, birbirinden ayrı iki şey değildir. Dinin hareket sahası, medenî dediğimiz hayatı en yüksek şekilde kuşatacak kadar geniştir. O, her şeyden önce, insanın maddiyatı ile, cismanî ihtiyaçları ile ilgilenir.” Böyle olunca, Hıristiyanlıkta ideolojik bir temel bulabilen Lâiklik fikri, İslâm’ın özüyle çatışmakta ve bu durum, halkçı bir anlayışla yürütülemeyen Kemalist Lâiklik politikasının sakıncalarını arttırmaktadır. (s. 217)

Atatürk’ün yaratancı olduğunu düşünen Tunçay, onun dinî inancı hakkında şunları diyor:

Kemalist Lâiklik anlayışı, pek doğal olarak, Atatürk’ün kendisinin din konusundaki görüşlerinden kaynaklanmaktadır. Çeşitli konuşmalarına bakarak, Mustafa Kemal Paşanın, bir ara kaba materyalizm (Büchner-Haeckel) etkisiyle ona da eğilim duymuş bulunmakla birlikte, “tanrıtanımaz” (athesit) değil, “yaradancı” (deist) olduğunu söyleyebiliriz, sanırım. 18. yüzyıl Aydınlama Çağına ve 19. yüzyıl Pozitivizmine uygun bir tür “usçul dinbilim” (rational theology) ve “doğal din” (natural religion) inancı vardır. Ancak, İslâmın “âhir ve ekmel din” olduğunu bir belit (axiom) gibi kabul ederek ya da siyasal taktik gereği, kabul ediyor görünerek, İslâmlığı bu çizgide yeniden yorumlamakta, İslâmiyetin özünde, kendi onayladığı “aklî ve tabiî din”le aynı şey olduğunu ileri sürmektedir. Bir de, Mustafa Kemal Paşa, “ciddi ve hakiki ulemâ”yı istisna etmekle birlikte, dinadamlarına müthiş düşmandır: “ … ben şahsen onların düşmanıyım. Onların menfi istikamette atacağı bir hatve yalnız benim şahsî imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla alâkadar, o adım milletimin hayatına karşı bir kasıt, o adım milletimin kalbine havale edilmiş bir hançerdir. Benim ve benimle hemfikir arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir. … Farzı-muhal eğer bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle menfi adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben, kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.” (Konya Türk Ocağı’nda yaptığı bir konuşmadan: Hâkimiyet-i Milliye, 26 Mart 1923) (s. 213, dipnot 5)

II

Tunçay Kemalizm’i eleştirdiği bir başka yerde şunları yazmış. Benim takıldığım yerler işte böyleleri (“İkna (İnandırma) Yerine Tecebbür (Zorlama)”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm, Cilt: 2, 2. baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002, s. 92-96):

(…) Mesele, meşrutiyeti ya da demokrasiyi, halk onları yaşamaya hazır hâle geldikten sonra tadı çıkarılacak rejimler diye düşünmemek, sorunların üstesinden gelmeye çalışırken bu çağdaş siyasal yönetim biçimlerini uygulamaktır. Geçmişte öyle yapılsaydı bugün böyle olmazdı. (…) (s. 96)

İlk bakışta eli yüzü düzgün bir cümle gibi gözüküyor, ama aslında içerikten yoksun bir ifade bu. Zira Tunçay “nasıl?” sorusunu cevaplamıyor. Öyle yapılsaydı bugün böyle olmazmış. İyi de, geçmişte “nasıl” öyle yapılacaktı? Atatürk o “öyleyi” nasıl yapacaktı? Cevap yok. Tunçay da bilmiyor zaten. Nitekim aynı yerde Cumhuriyet Devrimleri için şöyle yazmış:

(…) Fakat farzı-muhal onlar olmasalar da, gerçekleştirilebilecek sonuç, ne tür bir “çağdaşlık” olacaktı? Belki biçimsel olarak ileri ülkelere benzeyen, ama özünde çağcıllıktan uzak, özgürlüklerden, insan haklarından, demokrasiden yoksun bir yaşayış. Ya da daha yavaş, sindire sindire, halkın katılımıyla, onun istediği yönde yürümek. Halk çoğunluğunun uzun dönemde yanlış bir yolda ısrar etmeyeceği, İslâmî bir kabul olduktan başka, demokrasinin de temel varsayımlarındandır.” (s. 96)

Kalın yaptığım cümle tam manasıyla evlere şenlik bir cümle. Tunçay önce bir önermede bulunuyor: “daha yavaş, sindire sindire, halkın katılımıyla, onun istediği yönde yürümek.” Buna ilişkin dayanağı nereden aldığını ise benim kalın yaptığım cümlede söylüyor: İslâm ve demokrasi. Yani halk bu ikisinin temel varsayımlarına göre uzun dönemde yanlış yapmazmış. Bakalım bir:

Demokrasinin temel varsayımlarına göre halk uzun dönemde yanlış yolda yürümezmiş. O zaman şöyle soralım: “Halk, demokrasi varken mi yanlış yolda yürümez?” Garip görünebilir, fakat Tunçay’ın mantığına uygun bir soru. Eğer cevap “evet” ise, bu durumda söz konusu ülkede demokrasi olması gerekir. Peki 1923’te demokrasi var mıydı? Demokrasi için uygun koşullar var mıydı? Demokrasi olmadıktan sonra halk nereye gidecek? Şimdi bile demokrasi var mı? O zaman demokrasi yoksa halk yanlış yola gidecek – şimdi olduğu gibi. Dolayısıyla onları doğru yola yönlendirmek için birilerinin ortaya çıkması ve müdahale etmesi meşru hâle gelecek.

Halkın uzun dönemde yanlış bir yolda yürümeyeceği İslâmî bir kabulmüş. Şunu soralım: “Halkın yanlış yolda yürümemesi için illa Müslüman olması şart mıdır?” Cevap “evet” ise, o zaman şu anda bütün İslâm ülkeleri doğru yolda yürüyorlar demektir. Mesela kadınların araba kullanmalarının yasak olduğu Suudi Arabistan ya da devrim muhafızlarının olduğu İran gibi ülkeler tamamıyla doğru yoldalar. AKP’nin girmek istediği AB üyesi ülkeler de yanlış yoldalar. Hatta belki de Müslüman olsalardı, Almanlar zamanında Hitler’i de iktidara getirmezlerdi. Yok, cevap “hayır” ise, bu durumda Tunçay’ın cümlesinin de bir anlamı kalmıyor.

Bir de, “biçimsel olarak ileri ülkelere benzeyen, ama özünde çağcıllıktan uzak, özgürlüklerden, insan haklarından, demokrasiden yoksun bir yaşayış” ifadesi var ki, kendi içinde çelişik. Hem ileri ülkelere benzeyeceksiniz, hem de çağdaş olmayacaksınız. Nasıl oluyor da oluyor? “Biçimsel” ne demek o zaman? Biçimselin dışında başka ne tür benzeme biçimleri var? Tunçay her şeyi birbirine katmış. Buyurun, bir başkası:

Millî Mücadele’nin başlangıcından Cumhuriyet’in ilanına kadar, halk arasında ulusçu bir tutunum (cohesion) olmaması nedeniyle, İslâmî dayanışmadan yararlanılmıştı. Hatta “dinin siyasete alt edilmesi” yolunda, Osmanlı dönemine oranla daha da ileriye gidilmişti. (s. 92)

Demek Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’daki direniş hareketi dini siyasete alet etmiş. Eh, Kemalist değil mi bunlar, ederler elbet. Halbuki AKP gibi gerçek Müslümanlar olsalardı alet etmezlerdi.

Sonuçta, birileri bir şeyler yapmaya çalışıyor ve Tunçay gibileri uzaktan bakıp dudak bükerek “olmamış bu,” diyorlar. “Peki ne yapılacaktı o zaman? Madem bunlar yanlış, siz doğrusunu biliyorsunuz demek. İşin doğrusu neydi? Ne yapılmalıdır?” diyorsunuz, ama cevap alamıyorsunuz. Önerdikleri tek bir çözüm yolu yok. Tek bir yapıcı fikir yok. Sadece eleştiri, o kadar. Hep merak ederim, acaba bu adamlar Kurtuluş Savaşı sırasında yaşasalar ne yaparlardı? Eminim padişahı kurtarmak için Atatürk’ün yanında yer alır, sonra cumhuriyet rejimi gelince ona muhalif olur çıkarlardı.

İletişim yayınlarından çıkan “Mete Tunçay’a Armağan” kitabını derleyenlerden biri de benim hocam. Tunçay’ı şahsen tanıyor. Bir sorayım bakayım, acaba bir gün müsait olursa beni onunla tanıştırır mı? Belki fırsat çıkar da, burada yazdıklarımı yüzüne karşı da söylerim. Böyle yapmakla adamın arkasından konuşuyoruz; resmen gıybet oluyor yahu(!)

III

İslamcılık meselesine gelince; İslâmcıları sevmediğim doğru. Hoş, tanıdığım İslâmcılar var ve bunların arasında gayet iyi anlaştığım düzgün insanlar da var, ama tahminimce bu tarz kişiler bu kesim içinde çok küçük bir azınlık oluşturuyorlar. Daha önce Bülent beye yazdıklarımın bir kısmı ile birleştirerek yazayım. İlkin şöyle demiştim:

Bugün parkta oturan bir grup gördüm. iki başörtülü yetişkin ve 8-10 yaşlarında yine başörtülü iki kız. İşte kızdığım şeylerden biri. Bu nasıl bir inançtır ki, ergenliğe dahi girmemiş o yaşlardaki çocukların saçlarını erkeklere göstermeleri durumunda cehennemde yanacaklarına inanıyor? Mantıklı mı bu? Küçük çocukları için böyle bir şeyi insan nasıl düşünebilir?

İkinci kızdığım ve bence çok daha önemli olan şey, bu çocuklara hiçbir seçme fırsatının tanınmamış olması. Dawkins’in bir ifadesi vardı: “Müslüman ya da Hıristiyan çocuk diye bir şey yoktur, sadece ailesi Müslüman ya da Hıristiyan olan çocuk vardır.” Neyin ne olduğunu anlayamayacak yaştaki bir çocuğa, hiçbir sorgulama fırsatı vermeden, belli bir şeyi hayattaki tek gerçek ya da doğru diye öğretmek hangi haklı gerekçeye dayanır? Bugün Müslüman olduğunu söyleyen kişilerin ne kadarı gerçekten bilinçli olarak Müslümanlığı seçmişlerdir? Bu çocukların kafalarını bu kadar küçük bir yaşta doğru ve gerçeğe ilişkin böylesine “kesin ve uzlaşmaz” dogmalarla doldurmak, onların “özgür iradelerini” daha kullanmaya başlamadan dumura uğratmak demektir.

Gerçekten de, bugün kendilerini Müslüman olarak adlandıran kişiler neden dolayı Müslümanlar? Belli bir yaşa gelinceye kadar dinsiz yaşamış, sonra bütün dinleri inceleyip akıllarına en yatkın gelen din olarak İslâm’ı mı seçmişlerdir? Elbette değil; bunun istisnası da çok azdır zaten. Bunlar Müslümandırlar, çünkü ana-babaları Müslümandır. Allah’a inanırlar, çünkü ana-babaları Allah’a inanır. Hiçbirisi kendi özgür iradesini kullanarak Müslüman ya da inanan olmamıştır. Eğer aileleri Hıristiyan olsaydı Hıristiyan, Musevi olsaydı Musevi, puta tapıcı olsaydı puta tapıcı olacaklardı. Bu nedenle bunların Müslüman olmaları tamamıyla tesadüfîdir. Burada iradeye ya da akla dayalı herhangi bir şey yoktur.

Bir inanç ya da düşünce, ancak özgürce seçildiğinde kişi için bir anlam ifade eder. Sorgulanmadan ve eleştirilmeden bellenen bir inanç ya da düşünce ise sadece tabu olur. İşte bu bakış açısında sahip insanlar, başkalarının onlardan farklı her düşüncesini yanlış olarak nitelerler.

Bu duruma ilişkin bir örnek vereyim. Basit bir mantık yürüteyim: Başörtüsünün (ya da tesettürün) Allah’ın emri olduğunu kabul eden insanlar var. Diyelim ki bu böyledir. Bütün Müslümanlar Allah’ın emir ve yasaklarına uymakla yükümlüdürler. Buna uymayanlar isyankâr (ya da itaatsiz) olurlar ve cezalandırılırlar. Nitekim başörtüsü takanlar da bunun Allah’ın emri olduğuna inandıkları için takmaktadırlar, yoksa niye taksınlar? Bu durumda çıkarım yaparsak, başörtüsü takmayan Müslüman kadınlar isyankârdır ve cezalandırılacaktır. Bu akıl yürütmeye itiraz edilirse şunu söyleyeyim: Eğer başörtüsü takmayan kişiler isyankâr sayılmıyorlarsa, başörtüsü takmak bir emir değildir. Zira ancak emirlere uymayanlar isyankâr olurlar. O zaman başörtüsü takmak zorunlu değildir. Buna göre ilk durumda, başörtüsü takan ve bunu Allah’ın emir sayan kadınların gözünde, başörtüsü takmayan Müslüman kadınlar isyankârdırlar (elbette bunu pek çoğu açık açık söylemez). Buradaki mantık tekbiçimli ve gayet basit. Aslında burada garipsenecek bir şey de yok. Bir dine inanan kişi için hayattaki tek doğru, kendi inandığı doğrudur. Eğer birden fazla doğru olursa, onun doğrusu mutlak doğru olmaktan çıkar ve dininin doğasına aykırı şeyler de doğru olma özelliği kazanır. Bu da kabul edilemezdir. Yoksa İslâm niye “hak din” olsun ki?

Ben isterdim ki, o gördüğüm çocuklar öyle yetiştirilsinler ki, 14-15 yaşlarına veya tam idrak edebilecek yaşlara geldiklerinde, kendi dinî ve benzeri tercihlerini özgür iradeleriyle yapabilsinler. Başlarını kapatmayı ya da kapatmamayı kimsenin müdahalesi olmadan kendileri seçsinler. Ama aileleri böyle bir şeye izin verir mi sanıyorsunuz? Asla! Çünkü onlar da – tıpkı yetiştirecekleri çocuklar gibi – daha küçük yaşlarında özgür iradeleri köreltilmiş insanlar.

Yukarıda bahsettiğim başörtülü kişileri düşünün bir. Bu insanların başörtüsü takmayan insanların cehennemde yanacaklarına inanmaları gayet doğaldır, inançları açısından tutarlı olmalarının bir gereğidir. Zira bu insanlar başörtüsü takmayan kişilerin cehennemde yanmayacaklarını düşünseler, bu durumda kendilerinin o örtüyü takmaları için bir nedenleri kalmaz.

Aynı şey sürekli bahsettiğim dinciler için de söz konusu. Eğer bu insanlar, kendilerinden farklı düşünen insanların inançlarının da doğru olabileceğini kabullenirlerse, bu durumda kendi dinlerinin tek “hak” din olmadığını kabullenmek zorunda kalacaklar. İnançların ve gerçeklerin her insan için farklı farklı olduğuna inanmak, din denilen şeyin insanlara öğrettiği şeyin hayattaki tek doğru olmadığına inanmayı da gerektirir. Bu da bir “mümin” için resmen inkâr demektir, asla kabul edilemez. Dinde görelilik olmaz, gerçek ve doğru tektir.

Bu nedenle dinde hoşgörünün olması zordur. Karşınızdaki insan, onunla aynı şeye inanmamanızdan dolayı sizin sonsuza dek cehennemde yanacağınızı düşünüyorsa, bir uzlaşma noktası bulmak ne kadar mümkündür? Kaldı ki, o benim hakkımda öyle düşünürken, ben bu insana düşüncelerinden ötürü nasıl saygı duyarım?

IV

Kuran kursları veya din eğitimi verilen yerleri düşünün bir. Oradaki küçücük çocuklara önce kadının Adem’in göğüs kemiğinden yaratıldığı öğretiliyor. Sonra küçük yüreklerine cehennem korkusu salıveriliyor. Karınlarının ateşle dolacağı, derilerinin dağlanıp eritileceği, kanlı, irinli kaynar sular içirileceği, ellerin, ayakların zincire vurulacağı, katrandan gömlekler giydirileceği, ateşten örtüler örtüleceği, derilerinin yandıkça yenileri ile değiştirileceği korkusu salınıyor – tam bir vahşet! Daha hayatta neyin ne olduğu bilmeyen bu küçücük çocukların beyinleri böylece tutsak ediliyor. Bunları öğrenip yetişen insanlar ileride nasıl bir düşünce yapısına sahip olurlar acaba?

Keşke bizde pek çok bilim müzesi ya da doğal tarih müzeleri gibi yerler olsa da, o Kuran kurslarına giden çocukları buralara götürsek. O çocukların bu yerlerde öğrenecekleri ve görecekleri şeyler, onlara bu kurslarda öğretilen hurafelerden çok daha faydalı olacaktır. Bu müzelerdeki fosilleri, birtakım icatları ve keşifleri gören kimi çocukların içinde belki araştırmaya, öğrenmeye, anlamaya yönelik bir istek doğacak, belki aralarından ileride bilimle uğraşanlar çıkacaktır. Bir memleket ne Kuran okumakla, ne günde beş vakit namaz kılmakla, ne de oruç tutmakla ilerler. Ancak düşünen ve üreten, yani aklını kullanan insanların olduğu memleketler aydınlığa ve özgürlüğe ulaşırlar.