Friday, July 11, 2008


SAVULUN, İSLÂM GELİYOR!

Yukarıdaki resmi Goddess-Artemis göndermiş. İnternette biraz dolanınca resmin 4-6 Mayıs tarihleri arasında Tahran’da yapılan 21. İslâm Birliği Konferansı’na ait olduğunu buldum. Konferansa 45 ülkeden düşünürler, din adamları, entelektüeller, âlimler vs. katılmış. Konferansın konuları arasında İslâm dünyasında birlik ve dayanışma için gerekli ortamı hazırlamak, çeşitli kültürel ve bilimsel görüşleri bir araya getirmek, düşman entrikaları ve seküler düşünce gibi mevcut engellerden kurtulmak için çıkış yolları aramak ve bir arada yaşamayı teşvik etmek gibi meseleler varmış. Konferansta yayınlanan İslâm birliği beyannamesini de 2000’in üzerinde Müslüman düşünür ve âlim imzalamış. (Dikkat isterim, mevcut engellerin arasında “seküler düşünce” de geçiyor.)

Yukarıdaki resmin ana kaynağı şu site. Sitedeki diğer resimler de bundan farklı değil. Eh, adamlar İslâm birliğini kurdular, şeriatı getirdiler, karıları da çarşafa soktular ya, rahat rahat uyuyorlar tabii. Programda yer alan tüm o gösterişli konuları bu adamların ciddî ciddî tartışacağını düşünmek saflık olurdu zaten. Onun yerine en iyi bildikleri şeyi yapmışlar: uyumuşlar! Aslında resimler bugün İslâm dünyasının içinde bulunduğu durumu pek güzel gösteriyor. Bu saatten sonra fazla bir şey beklememek lazım.

I

Şüphesiz, konferansa Türkiye’den katılanlar da olmuş. Acaba bizden hangi Müslüman düşünürler, âlimler, enteller katıldı? Bizde Müslüman entelektüel ya da düşünür denince benim aklıma hep Fethullah Gülen hocamızın gazetesi Zaman’da yazan Ali Bulaç beyefendi gelir. Ali bey, gazetedeki köşesinde her gün entelektüel muhabbetler uydurmak için bir tarafını yırtan köşe yazarlarına hiç benzemez. Düşünme denilen o zorlu eylemin tam hakkını verir. İşte bir örnek: radikal İslâmcı teorisyenlerden Mısırlı Seyyid Kutub’un idam edilişinin 40. yılı nedeniyle İstanbul’da düzenlenen sempozyumda konuşan Ali bey, modern kadınları "kolay ulaşılabilir ve ucuz" olarak nitelendirmiş. Müthiş bir tespit! Ancak böyle bir düşünür böylesine bir tespiti yapabilirdi. Ne yani, laikler mi yapacaktı?

Zaten Ali Bulaç gibi bir düşünür de ancak Fethullah Gülen gibi bir âlimin gazetesinde yazabilirdi. Nitekim Fethullah hocamız da İngiliz “Prospect” ve Amerikan “Foreign Policy” dergilerinin ortaklaşa düzenledikleri 100 önemli entelektüel anketinde Müslüman Nurcu kardeşlerimizin ısrarla verdikleri oylarla birinci olmadı mı? Prospect dergisinin editörü David Goodhart hoca efendimiz için verilen bazı oyların hackerlar tarafından yaratıldığını söylemiş – resmen Müslümanlara iftira bu! Başka kim birinci olacaktı ki? "Travma geçirenlerin" uydurmacası! Bakın, hocamız 28. olan Samuel Huntington’ı ve 43. olan Francis Fukuyama’yı dahi ezip geçmiş. Richard Dawkins denilen kâfir bile 19. olmuş – beter olsun inşallah! Bir de David Goodhart, Fethullah hocamızı daha bir ay öncesine kadar kimsenin tanımadığını söylemiş. Pöh! Tanımıyorlarsa kendileri kaybederler. O Fethullah hocamız ki, sahip olduğu iman, ilim ve irfan ile CIA ajanlarını bile kendisine hayran bırakmış, dize gelen adamlar yeşil kart başvurusu yaparken kendisine kefil olmuşlardır. Titreyin ve utanın laikler!

Böyle haberleri okudukça kalbim sevinçle doluyor. Heyecandan kendimi tutamayıp bilgisayar karşısında tekbir getiriyorum. Alın size Müslüman kardeşlerimizin kafa yapısına ilişkin güzel bir haber. Bu kafayla bunlar ne yapar? Bir de İkinci Cumhuriyetçi Mehmet Altan'ın Ali Bulaç'a yaptığı şakanın haberini ekleyeyim. Utan Mehmet efendi, utan! Yapılır mı Ali bey gibi "sapına kadar" Müslüman olan adama böyle şaka? Laik misin sen?

II

Geçtiğimiz ay cep telefonuma bir mesaj geldi. Büyük harflerle aynen şöyle yazılmıştı: İhtilale hayır! Cumartesi saat 17’de Taksim Tünel’deyiz. Genç Siviller ile “İhtilale Hayır” deyip İstiklâl Caddesi’nde yürüyeceğiz. Genç Siviller denilen tipleri belki duymuşsunuzdur. Demokrasi ve özgürlük lafları ardına sığınarak AKP şakşakçılığı yapan sözde gençlerin kurduğu bir topluluk bu. Hatta işittiğime göre AKP’den para alıyorlarmış, ama doğru mu bilmiyorum. Haberlerde gördüğüm kadarıyla yürüyüşe katılanların arasında Abdurrahman Dilipak ve Nazlı Ilıcak gibi özgürlük “delileri” de varmış. Tabii, emekli 70’lik paşalar ellerinde mavzerler ve Kırıkkaleler ile darbe yapacaklar ya, koşup gelmiş hepsi.

Genç Siviller kendilerine amblem olarak Converse marka ayakkabıyı seçmişler. Eh, ne de olsa memleketteki tüm demokrasi ve özgürlük düşkünü gençler Converse giyiyor. İnternetteki sitelerinde yazdığına göre bu “siviller” rahatsızlarmış. AKP hakkında bildiri yayınlanır, bunlar rahatsız. AKP cumhurbaşkanını seçemez, bunlar rahatsız. AKP türbanı serbest bırakamaz, bunlar rahatsız. AKP'ye kapatma davası açılır, bunlar yine rahatsız. Ama 1 Mayıs’ta Taksim'de insanlar cop yer, gaz yutar, turistler dövülür; 200'e yakın ülkede kutlanan işçi bayramı Türkiye'de insanlara zehir olur, bu sivil arkadaşlar hiç rahatsız olmaz. Aslında ben de rahatsızım, ama bunların yaptığı yalakalıktan. Nitekim 1 Mayıs’ta milleti döven polisler bunlara hiç dokunmadı bile.

Bu sözde sivillerden bazılarını birkaç ay önce Ürgüp’teki konferansta görmüştüm. Bir baltaya sap olma ve kendince önemli bir şeyler yapma heveslisi üniversiteli tipler. Elbette aralarında bu cahil gençleri kullanıp kendilerine avanta sağlamaya çalışan tipler de vardır. AKP gider, bunlar da biter diyorum.

III

Yine geçtiğimiz hafta bir e-mail aldım. Mailde denildiğine göre Genel Kurmay Askerî Savcılığı Taraf gazetesine 7 Temmuz’da bir baskın yapmayı planlıyormuş. Baskının nedeni Dağlıca haberleri ile olarak Taraf’ın elinde bulunan belgelere el koymakmış. Mailin geri kalanında şöyle yazıyordu:

Aslında amaç Taraf'ı yıldırmak, örselemek, yormak. Bu antidemokratik gelişme karşısında, Taraf okurları olarak gazetemize sahip çıkalım. Gazeteyi çıkaran ekibin morale ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz. Onları moral olarak desteklemeli ve cesaretlerini ödüllendirmeliyiz.

İKİ VARDİYALI NÖBET (Sabah 11 Akşam 5 / Akşam 5 gece 12)

Baskının yapılması muhtemel tarih olan 7 Temmuz Pazartesi günü toplanalım. Toplantı o günün iş günü olduğu düşünülerek şöyle hesaplandı. İsteyen okurlar sabah 11'den akşam 5'e kadar gelir nöbetini tutar, isteyen akşam 5'den gece 12'ye kadar gelir nobetini tutar. İsteyen sabah 11 den akşam 12 ye kadar tüm gün nöbet tutar.

SAAT 11.00'DE KADIKOY İSKELESİ ÖNÜNDE BULUŞUYORUZ

Bunun üzerine dayanamayıp şöyle bir mesaj gönderdim:

Ben şimdi merak ettim. Herkes baskının 7 Temmuz’da olacağını öğrendi. Ya askerler tarih değiştirip baskını 8 Temmuz’da yaparsa? O zaman 8 Temmuz’da da nöbet tutmak gerekecek mi? Ya da tarihi öne alıp 6 Temmuz’da baskın yaparlarsa? Bence en iyisi Taraf gazetesinin önünde 1 hafta boyunca nöbet tutmak. Bir de nöbet tutacaklar yanlarında bira falan getirsinler. Öyle kuru kuruna nöbet olmaz. Burası ordu mu?

Dalga geçmeyip de ne yapalım? Memlekette savunacak hiç mi adam gibi bir şey kalmadı? Yazıktır. Askerlerin işi yok da, AKP’nin gayri resmî yayın organı Taraf gazetesini mi basacaklar? Benim asıl merak ettiğim, her yerde bulunmayan, fazla satmayan, fiyatı ucuz, arkasında sadece bir yayınevinin olduğu Taraf gazetesi acaba nasıl ayakta duruyor? Bazı tanınmış yazarlarının her ay maaşlarını nasıl ödüyor? En son Radikal gazetesinden Türk Solu'nun “Son Mohikan”ı Murat Belge’yi transfer ettiler. Bu transferin parası nasıl çıktı? AKP’nin verdiği tam sayfa kamu ilanlarından olmasın sakın? Gazetenin başında Ahmet Altan var. Zaten nerede bir Altan ismi geçiyorsa, orada bir sakatlık var demektir. “Gerçekleşmeyen” baskına ilişkin haber şurada.

IV

Ben esas AKP’nin kapatılma davasının sonucunu bekliyorum. Anayasa Mahkemesi’nin tatile girmeyeceği açıklandığına göre, dava en geç ağustos ayı başında sonuçlanır diye tahmin ediyorum. Nitekim AKP de ek savunma yapmak için süre istemedi. Hele şu AKP bir kapatılsın, nasıl bir cümbüş olacak. Bu şakşakçılar önce âdet yerini bulsun diye “demokrasi darbe aldı” deyip tepinecekler, ağlaşacaklar, sonra da biat edecek, yalakalık yapacak yeni efendiler arayacaklar. Hep böyle olmaz mı zaten? Burası Türkiye.

Tuesday, July 01, 2008


OSMANLI’DA "İLERLEMEME" DÜŞÜNCESİ

Geçtiğimiz hafta sürekli olarak okul işlerim ile uğraştım. Artık tez yazdığımızdan, bu tezde ne haltlar yediğimi altı ayda bir “tez izleme komitesi” adında bir komiteye rapor olarak verip, komitedeki üç hocadan imza almam gerekiyor. Tabii bu komitenin varlığı sadece kağıt üzerinde, çünkü resmî prosedüre göre komitenin toplanması ve benim de hocaların önünde konuşma yapmam gerekiyor. Ama onun yerine hocaları dolaşıp imza topluyorum, çünkü bizim memlekette işler böyle yürüyor. Hocaları bulabildiğiniz sürece sorun yok, fakat “makamlarına” gelmeyenleri sizin bulmanız lazım.

İşte bu hocalardan biri de benim tez danışmanım. Geçen hafta imza almak için kendisine gittiğimde Osmanlı üzerine biraz sohbet ettik. Nitekim kendisi de bir Osmanlı uzmanı. Esas olarak konuştuğumuz şey, Osmanlı’da neden bilimsel ve düşünsel bir ilerleme olmadığıydı. Söz dönüp dolaşıp Osmanlı’nın kendi sisteminin mükemmelliğine olan inancına geldi. Hocanın dediklerini yanlış hatırlamıyorsam, bu inanç çok erken bir dönemde, 13. veya 14. yüzyıl gibi Osmanlılarda yerleşmişti. Böylece Osmanlılar sistemlerine duydukları güven nedeniyle her iki alanda da bir kısırlığa yakalanmışlardı. Daha da vahimi bunun farkında değillerdi. Bunun üzerine ben de konuyla ilgili bir şeyler karalayayım dedim.

I

Osmanlılar kuruluşlarından itibaren sürekli olarak fetihler yoluyla başarı kazandıkları için, içinde bulundukları düzenin bu başarılarının kaynağı olduğunu ve bu düzeni korudukları müddetçe muzaffer hâlde kalacaklarına inanıyorlardı. Eğer böyle bir düzen elinizde mevcut ise alternatif sistemler hakkında fikir yürütmeye gerek yoktur, zira söz konusu düzen tüm ihtiyaçlarınıza cevap vermektedir. O zaman böyle bir sistemde değişme olduğu takdirde, bu ancak kötü yönde olabilir. Bu düşünceleri maalesef Osmanlıların düşünsel alanda hiçbir ilerleme kaydedememelerine yol açacaktı. Sorun çıktığında dahi sürekli olarak eskiye dönmekten bahsedeceklerdi. Gerisini Mehmet Genç’ten aktarayım. Kendisi bir konuşmasında şöyle diyor (bazı yerlerdeki konuşma aksaklıklarını düzelttim):

Osmanlıların zihin dünyalarında ekonomiye ilişkin tasavvur, en genel anlamıyla, ihtiyaçların karşılanması noktasında toplanıyordu. Devletin ve toplumun bütün katmanlarının ihtiyaçlarını karşılamak, iktisadî faaliyetin hedefi ve meşruiyet temeli idi. Yani kısaca “provizyonist” idiler. Mal ve hizmet üretenler önce kendi ihtiyaçlarını karşılamalı, ondan sonra da kademe kademe tüm toplumun ihtiyaçlarına cevap vermeliydiler. Bu sebepten, Osmanlılar ithalat ve ihracat konusunda çağdaşları olan Batı’nın ve bugünün değerlerine hiç uymayan bir tutum içindeydiler. İthalatı serbest bırakıyor, buna karşılık ihracat üzerinde, bazen yasaklamalara varan ölçüde, sıkı bir kontrol rejimi uyguluyorlardı. Devletin misyonu, bu ekonomi anlayışını sağlayacak kanunları, ilişkileri, kurumları oluşturmaktan ibaretti. Ekonominin sektörleri, ziraat, madencilik, esnaflık ve ticaret alanlarındaki temel düzenlemelerinin hedefi, niteliği bu idi.

Bütün bu karar, ilişki ve kurumlar; teknolojik değişmenin, büyümenin, gelişmenin, yahut en genel ifadesiyle, ilerlemenin hiçbir şekilde söz konusu olmadığı, düşünülmediği ve tabii beklenmediği bir ortamda söz konusuydu. Bu sebepten de, değişmeleri için bir neden yoktu. Daha doğrusu, değişmemeleri idealdi. İlerlemenin kötüden iyiye yahut iyiden çok iyiye doğru olduğu, önü açık, kademeli bir değişme olduğu fikrine de hiçbir şekilde [Osmanlıların] zihinlerinde yer yoktu. Evren hakkındaki temel doktrinlerini, yani dinin yapısında buldukları modeli, sosyo-ekonomik dünyaya da uygulamakta, yansıtmakta tereddüt etmiyorlardı. Yani hakikat, tıpkı dinde olduğu gibi sosyo-ekonomik dünyada da tekti. Buna karşılık yanlışlar sonsuzdu. Yanlışların okyanusunda tek olan hakikati dinde ve doktrinde Allah vahiy yoluyla vermişti. Bir ölçüde o vahye uyarak yerleştirilen gelenek ve tecrübelerle oluşan sistemin unsurlarını da, tıpkı dindeki tek hakikat gibi, sımsıkı muhafaza etmemiz gerekir diye düşünüyorlardı. Buna da kısaca “gelenekçilik” diye isim verebiliriz. Bu tutumun daha sade, anlaşılabilir bir açıklamasını belki organik bir örnekle yapmam mümkündür. İnsan vücudunun sağlığı bir değerdir, ideal bir değerdir. Vücudumuzda kötülüklerden kaynaklanan bir değişme olduğu zaman tek bir amacımız vardır: bu değişmeyi ortadan kaldırmak ve eski sağlıklı hâle dönmek. Sosyo-ekonomik alanda da yapmamız gereken, iyice denenmiş, kanıtlanmış olan kurumları, ilişkileri korumak, sürdürmektir. Değişme olursa, tıpkı hastalıkta olduğu gibi, tekrar eskiye dönmekten başka düşünülecek herhangi bir yön yoktur. Bu tutumu sosyo-ekonomik alandaki karar ve icraatın her safhasında, kağıdın filigranı gibi görmek mümkündür. Kadîm olana, eski olana uygun hareket edilmesini emreden sayısız örnekte bunları görmek mümkündür. Aynı tutumu siyasî kurumlarla ilgili, daha genel düzeyde de sistemle ilgili deneme, risale, rayiha gibi eserlerde 19. yüzyıla kadar görüyoruz ve hep eskiyi yücelten, ondan sapmaları yanlış ve kötü sayan zihnin ürünlerinde de gözlemliyoruz.
(s. 59-60)

Anlaşılacağı üzere Osmanlıların düşüncesinde “gelenekçilik”, toplumsal ve ekonomik dengeleri mümkün olduğu kadar korumak ve değişme eğilimlerini engellemek, eğer bir değişme ortaya çıkarsa eskiye dönmek için değişmeyi ortadan kaldırmak şeklindeydi. Değişme olduğunda geri dönmek istedikleri eski düzeni de Osmanlılar “kadîm” olarak adlandırıyorlardı. Genç’ten devam edelim:

İktisadî hayatın çeşitli alanlarını düzenleyen kuralların ana kaynağı şeriat idi. Ama şeriatın açık bir şekilde düzenlemediği, içine almadığı, herhangi bir çözüm yolu göstermediği ve sonradan ortaya çıkan birçok ilişkiyi düzenleyen başka kurallar da vardı. Padişahların devlet başkanı sıfatıyla çıkardıkları kanunnâme denilen kurallar bunların başında gelir. Bundan başka, mahallî örf ve âdetlerden kaynaklanan düzenlemeler de mevcuttu. Kanunnâmeler ile örf ve âdetler, şeriatın dışında olmakla beraber ona aykırı olmamak şartıyla yürürlüğe girmiş oldukları için, uyulması zorunlu olan kurallardı. Hukukun kaynağı olarak şeriatın ve yetkili dinî otorite tarafından şeraite uygunluğu kabul ve tasdik edilen kanun ve örflerin vücut verdiği bütün bu düzenlemeler manzumesinde, gelenekçilik sıkı bir şekilde riayet edilen bir ilke niteliğindeydi. İktisadî hayatın türlü alanlarında doğan çatışma ve ihtilâfların çözülmesiyle ilgili olarak verilen kararlarda 16. ve 18. yüzyıllar arasında kullanılan deyim, hep aynı formülde olmak üzere “kadîmden ola gelene aykırı iş yapılmaması” şeklindedir. Kadîm olan nedir sorusuna bir kanunnâmede “kadîm odur ki, onun öncesini kimse hatırlamaz” diye verilen cevap, gelenekçiliğin ilke olarak ne ölçüde ve nitelikte yerleşmiş olduğunu gösteren en veciz ifadedir. (s. 63-4)

Genç konuşmasında din hakkında da kısaca bir şeyler söylüyor:

Osmanlı düzeninde İslâm’ın tasavvuf yanı benimsendiği için gelişme yollarının tıkanmış olduğu tezine ekleyeceğim şudur: Osmanlılar müslümandılar, kendilerince ve kendilerine göre müslümandılar. (…) Amaçları, ahiret ile dünya arasında, din ve devlet arasında çağın koşullarına uygun, ahenkli ve dengeyi gözeten bir düzen oluşturmaktı. Bunu yaparken oluşturdukları yolu tasavvufî olarak nitelendirmek mümkündür. Kurdukları düzenin bu sebepten ilerleme yollarını tıkadığını söylemek de mümkündür. Ancak bu eksik bir söylemdir; gerilemenin yollarını aynı derecede tıkayan bir düzenin de olduğunu eklemek gerekir diye düşünüyorum. (s. 77)

Genç’in son cümlesine katılmak mümkün değil. Bu cümle açıkçası önceki cümlenin dinle ilişkili olumsuz etkisini hafifletmek için söylenmiş. Kaldı ki, ilerlemeyi engelleyen sistemin karşısında aynı derecede gerilemeyi de engelleyen bir sistem olsaydı, Osmanlı’nın durumu değişmezdi. Elimizde sadece birbiriyle çatışan iki farklı güç olurdu. Zira önemli olan “ilerleme” fikrinin ağır basmasıdır. Nitekim Osmanlı’da 18. yüzyılın sonunda başlayan reform denemelerine kadar olan tüm “ıslahat” denemeleri hep eskiye yöneliktir. Bu gelenekçilik düşüncesi ancak 19. yüzyılın ilk yarısında terk edilmiştir – yani iş işten geçtikten sonra.

II

İkinci olarak ekonomiye baktığımızda durum şöyle:

Osmanlılar ticaret ve sanayi faaliyetlerine karşı sürekli olarak kuşku beslemişlerdi, çünkü ekonomik güç aynı zamanda siyasî güç demektir. Devletin dışındaki siyasî güç de tahtın mutlak gücünün tehlikeye girmesi demektir. Bu nedenle Osmanlı Devleti reayanın, yani halkın ticarî ve sınaî faaliyetlerini sürekli olarak denetlemiş ve bunları çoğunlukla tahta siyasî rakip olma imkânları bulunmayan gayri-müslimlere bırakmıştır. Bu ekonomi-siyaset anlayışına ve yukarıda bahsettiğim gelenekçiliğe uygun olarak, toplumun örgütlenmesi de her bireyi uygun yerde tutacak biçimde idi. Örneğin Avrupa toplumlarında toplumsal sınıflar devletin yapısını belirlerken, Osmanlı’da devletin kendisi sınıfsal yapıyı belirliyordu.

Tüm ekonomik düzen tarımdan elde edilen fazla gelirin, yani kırsal kesimin ihtiyaçları karşılandıktan sonra kalan ürünün devlet tarafından alınmasını sağlayacak geleneksel yolların korunmasına yönelmişti. Bu nedenle Osmanlılarda sermaye birikimine yol açabilecek tüm faaliyetler devlet tarafından engellenmiştir. Örnek vermek gerekirse, tüccarlar için meşru olarak kabul edilen kâr oranı %5 ile %15 arasında, çoğunlukla %10 civarındaydı. Bundan daha yüksek düzeyde kâr elde etme eğilimi sıkı ceza tehdidi altında tutularak engelleniyordu. Hâliyle, bu derecede düşük bir kâr oranı ile sermayeyi büyütme ve sanayi sermayesine çevirme imkânı yoktur.

Devletin amacı toplumun geleneksel örgütlenmesinin değişmesini engellemek olunca, Osmanlılar merkantilist bir ekonomi politikası da izlemediler. Bu politika, Avrupalıların sanayi kapitalizmine geçiş öncesinde izledikleri politikadır. Geri kalanını Halil İnalcık’tan aktarayım:

İran devlet geleneğinde ekonomi, yalnızca devlet maliyesini ve dolayısıyla hükümdarın iktidarını güçlendirmenin bir aracı olarak görülürdü. İmparatorluk ekonomisi ve ticaretinin örgütlenmesine yaklaşımında Osmanlı rejimi, öncelikle merkezî hazinede mümkün olduğu kadar çok kıymetli maden (külçe veya para hâlinde altın ve gümüş) biriktirmeyi amaçlıyordu. (…) fiskalizm (gelircilik), “her durumda kamu gelirlerini ekonomi dışı amaçlarla azamiye çıkarma çabasıdır.” Gerçekten de bu, Osmanlı İmparatorluğu’nun temel ilkeleri arasındaydı.

Öte yandan, askerî güç zenginliğin başlıca aracı olarak görüldüğünden, fiskalizmle birlikte askerî emperyalizm İran-Osmanlı fetih devleti anlayışının temelini oluşturuyor, Osmanlı fetih ve imparatorluk inşası sürecinin dinamikleri bu iki kavramın içeriğinden kaynaklanıyordu.
(s. 81)

Buna karşılık, batılı merkantilist hükümetleri Osmanlı Devlet’inden farklı kılan şey, Avrupa devletlerinin zenginlik-güç-zenginlik denkleminde sanayi ve manifaktüre büyük ağırlık tanıması, böylece tüccar sınıfının ve merkantilizmin toplumda önderlik konumuna yerleşmesiydi. Başka bir deyişle Batı, kapitalist bir sistem altında biteviye genişleyen sanayi ve pazar aracılığıyla gelişen bir ulusal zenginlik ekonomisine doğru yol alırken, Osmanlılar fetihle toprak kazanmayı vurgulayan bir imparatorluk politikasına bağlı kalıyorlar ve manifaktür alanında lonca sistemine, toprak tasarrufu ve tarım alanında mîrî devlet kontrolü yöntemine önem veriyorlardı. (s. 82)

Doğulular, siyasal iktidarın, hükümdarın merkezî imparatorluk hazinesinde ne kadar altın ve gümüş biriktirebildiğine bağlı olduğunu; dolayısıyla vergi yükümlülerinin zenginleşip o hazineyi besleyecek duruma gelebilmeleri amacıyla korunmaları gerektiğini kabul ediyorlardı. Ne var ki merkantilistler buna yeni bir fikir ekleyerek, altın ve gümüş birikiminin yerli sanayilerde ve ihracatta sürekli bir büyümeyle sağlanacak elverişli bir ticaret dengesine bağlı olduğunu öne sürdüler. İşte bu fikir Batı’yı özellikle 18. yüzyılda Doğu ekonomilerinden farklılaşmaya, sanayi devrimine ve serbest piyasa ekonomisine götürdü. (s. 86)

Osmanlılar, Batı merkantilizmi gibi, bütünlüğü içinde ülke ekonomisini sistematik olarak düzenlemeyi öngören bir ekonomik doktrine hiçbir zaman ulaşamamışlardı. Ödemeler dengesi, sanayi üretiminin korunması ya da emek-yoğun ürünlerin tarım ürünleriyle değişimi yoluyla emeğin korunması gibi bir ekonomik kaygı olmaksızın, ithalat, pazarda mal bolluğu sağlamak açısından yararlı görülüyordu. Bu zihniyet çerçevesinde Osmanlılar, ticaret imtiyazlarını, yani kapitülasyonları imparatorluk için yararlı saymakta, imparatorluğun çıkarına olduğu gerekçesiyle bu tür imtiyazları merkantilist Avrupa ülkelerine seve seve tanımaktaydılar.

(…) Osmanlılar açısından esas kaygı, daima devletin fiskal (gelirci) çıkarları ile iç pazardaki tüketicilerin korunmasıydı; oysa merkantilist ekonomilerde rekabete dayalı bir uluslararası piyasanın icapları ekonomik düzenlemeleri belirliyordu. Son tahlilde bu uçurum, otoriter bir hükümdarın kontrolündeki bir statü toplumunun sosyal yapısı ile, serbestçe oluşmuş sınıflardan meydana gelen bir yapıya erişmiş ve burjuva sınıfının iktidarı paylaştığı bir sivil toplum arasındaki tezattan doğmakta idi.
(s. 88)

(…) Osmanlılar zenginliği, yeni teknolojiler sayesinde tarımın, çeşitli sanayi ve ticaret gelirlerinin azamiye çıkarılması gibi entansif yöntemlerden değil, fetih yoluyla ilhak edilen topraklardaki yeni vergi kaynaklarından bekliyorlardı. (s. 89)

(…) Osmanlı toplumunda devletin sıkı denetimi ve patrimonyal ilişkileri, vazgeçilmez bir ekonomik bölüşümcülük mekanizması olarak kalmaktadır. İmparatorluk ekonomisi ve maliyesi, esas olarak, devletin toprak mülkiyetini elinde tutması ve başlıca zenginlik kaynağı olan tarımsal üretimi kontrol etmesi olgusuna bağlıydı. (s. 85-6)

III

Osmanlı’nın yukarıda bahsettiğim ekonomik ve toplumsal yapısı bizim “sınıf bilinci” dediğimiz şeyin ortaya çıkmasını engellemiştir. Bu da bizim memlekette niye Cumhuriyet kurulurken devlet eliyle işadamı yetiştirilmeye çalışıldığını anlamaya yeter sanırım. Avrupa devletlerinde bunlar tarihsel gelişme seyri içinde kendiliğinden ortaya çıkarken, bizde ortaya çıkmaları Osmanlı tarafından bilinçli olarak engellendiği için, Cumhuriyet’in ilk yıllarında devletin ekonomiye el atması kaçınılmazdı. Zira Osmanlı'nın mülkiyet yapısı, ne üretim biçimini değiştirme imkânı sağlamış ne de mevcut sınıflar arasında önemli bir farklılaşmaya yol açmıştı. Şunu da eklemek gerekir ki, her ne kadar Cumhuriyet’in ilk yıllarında devlet eliyle sanayileşme politikası uygulanmışsa da, aslında 20’li yıllarda bu işleri özel sektörün yapması beklenmiştir. Dolayısıyla 30'lu yıllarda devletçilik politikasının uygulanma nedeni esas itibariyle özel sektörün yetersiz kalmasıdır.

Öyle görülüyor ki, ilerleme ancak zorunluluktan doğuyor. Eğer mevcut hâlinizden memnunsanız fazla düşünmenize gerek yoktur, çünkü düşünme bir anlama çabasıdır. Her şey yerli yerindeyken anlaşılmayacak ne olabilir ki? Eğer sizin için her şeyi açıklayan yol gösterici bir kitap ya da doktrin varsa, bütün aradığınız cevapları orada bulabilirsiniz, onları sizin aramanıza gerek yoktur. Maalesef bu da araştırma ve öğrenme çabasını engeller. Cemil Meriç’in ifadesiyle, “Düşünmek bir mücadeledir, bir aczin ifadesidir.” Bizim memleketin hâlini biraz da bu açıdan düşünmek lazım.

* * *

Geçen sene bir yazımda kardeşimin bir arkadaşının nikâhına gittiğini yazmıştım. Kızı nikâhın olduğu gün apar topar tesettüre sokmuşlar ve salona öyle çıkarmışlardı hani. Geçen gün laf açılınca kardeşime kıza ne olduğunu sordum. Dediğine göre kız adamdan boşanmış, hatta yeni bir erkek arkadaş bile bulmuş. Gerçi kardeşim kızın ne zaman boşandığını bilmiyor, ama olayın üzerinden bir sene geçmeden boşanmış. Eh, mutlu son sayılır bu.