Sunday, November 30, 2008



LUPANAR

Yukarıdaki resimler sizce nerede ve ne zaman çekilmiştir? Ben ilk resmi gördüğümde, kızların saçlarından ve giyimlerinden hareketle 50’li yıllarda Amerika’da üniversiteye giden gençlere ait olduğunu düşünmüştüm. Resmin altındaki yazıyı okuyunca şaşırdım, çünkü İstanbul’daki Amerikan Koleji’ne (Boğaziçi Üniversitesi) ait 1957 tarihli bir resimmiş. İkinci resmi tahmin etmek ise Türkçe yazılar sayesinde daha kolaydı. O da 1958 yılında Beyoğlu’nda çekilmiş. İlk resimdeki kızların şıklığına dikkat ettiniz mi? Belki Türkçe yazılar olmasaydı ikinci resmi Amerika’da 40’ların sonunda çekilmiş zannedebilirdim.

Peki, resimlerin yer ve tarihlerine ilişkin bu şaşkınlığım nereden kaynaklanıyor? Şüphesiz, bugün bin defa tartışıp da bir yere varamadığımız şu kılık-kıyafet ve başörtüsü meselelerinden. İyi de, 50’lerde Türkiye’de bugünkü gibi başörtülü kızlar yok muydu? Varsa neredeydiler? Ya Beyoğlu’na ait resim? Bugün Taksim’in hâline bakın bir. O bezdirici karmaşa ve insan topluluğu dışında ne var? Hele hafta sonları? Sırf dışarı çıkmış olmak için oraya gelen bir sürü insan Meydan ve Tünel arasında bir aşağı bir yukarı amaçsızca yürüyüp duruyor. Hoş, arada ben de Taksim’e gidiyorum, arkadaşlarla oturuyorum, ama kimi zaman kalabalığın bezdirdiği de olmuyor değil.

I

Kızların olduğu ilk resim, geçen gün Radikal gazetesinde Türker Alkan’ın “First Lady’nin Adı Yok” adlı yazısını okurken aklıma geldi. Alkan yazısında İran Cumhurbaşkanı Ahmedicenad’ın karısından bahsediyor ve şöyle diyor:

Ahmedinecad’ın eşi kara çarşafa bürünmüş, gözlük takmış, bir burnu, bir de ağzı gözüküyor. Karanlık içinde yitip gitmiş gibi bir hali var. Ve bayan Ahmedinecad’ın ne kızlık soyadı biliniyor, ne ilk adı, ne de yaşı! Sanki böyle bir insan yaşamamış ve yaşamıyormuş gibi!

Gerçi bizim memleketimizin cumhurbaşkanının ve başbakanının “First” ve “Second” Lady’leri o hâlde değiller, ama onlara oy veren çoğu kişinin karısının o hâlde olduğuna eminim. Zaten öyle olmasaydı büyük ihtimalle bunlara oy da vermezlerdi. Ben eskiden bu kadar çok kara çarşaflı kadın gördüğümü hatırlamıyorum. Bunu söylemenin ayrımcılık yapmakla bir ilgisi var mı? Hayır. Ancak o çarşaflı kadınların bizlerinkinden çok farklı bir yaşam tarzını temsil ettikleri de bir gerçek. Bakın, çok önceleri başka bir yazımda kullandığım bir kitapta, “Türkiye’deki Kadın Hakları” başlığı altında ne yazılmış (Richard Lewinshon, “Cinsi Âdetler Tarihi”, Varlık Yayınları, 1966 – Amazon’da İngilizce baskısını bulamadım maalesef):

Bin yıllık dinî evlilik hukukunun kalkmasıyla eski rejimin dış belirtileri de değişmiştir. Erkekler fes giymeyecekler, kadınlar peçe takmayacaklardı. Yüksek sınıf Türk hanımlarının kullandığı yaşmak, doğrusu erkeğin şehvetine karşı pek cılız bir zırhtı. Venedik maskesinin gizlediği yerleri, gözlerle burnun üst yarısını açık bırakıyordu. Üstelik öyle ince kumaştandı ki, kadının her bir çizgisi meydandaydı. Bununla birlikte, yirmi yıl süreyle Abdülhamit devrinde kadının sokakta yabancı erkeklere ağzını göstermesi iyi karşılanmamıştır. Kadınların peçe takmaması kanunu da kolay ve çabuk olmuştur. Bu bir izin değildi, boyun eğilmesi gereken bir kanundu; yoksa cezaya uğranırdı. 1926 yazında artık hiçbir Türk şehrinde peçeli kadın görülmez olmuştu. Ancak taşra bölgelerinde kadınlar, alışkanlık yüzünden, erkeğin yaklaştığını görünce yüzlerini mendille örterlerdi.

(…) Yeni Türkiye’ye bırakılmış olan alanda aşağı yukarı 14 milyon kişi yaşıyordu; dışta ise eski âdetlere ve eski evlilik hukukuna iyiden iyiye bağlı 250 milyon müslüman vardı. Suriye’de, Irak’ta ve Mısır’da hiçbir müslüman kadın kendini peçesiz teşhir edemezdi. İran’da kadınlar kalın siyah örtülere bürünürlerdi – tıpkı alt dünyanın gölgeleri gibi. Bununla birlikte, Türkiye’nin verdiği örnek bu memleketlere de geçti. Birbiri ardına bu memleketler, kadınların örtünmesini zorunlu kılan ortaçağ geleneğinden kurtuldular. Öteki rejimlerde bu, Mustafa Kemal’in rejimi gibi kökten olmadı. Yönetici sınıfların ve yargıçların hanımları peçeyi attılar; dekolte elbiseler içinde halkın içine çıkmaya ve eğlenmek üzere Avrupa’ya gitmeye başladılar. Halktan olan kadınlar ilkin bu davranış karşısında hayret içinde kaldılar; fakat zamanla onlar da gelirleri müsaade ettiği nispette kendilerini onlara uydurmaya, elbiselerini batılılaştırmaya başladılar.

Özellikle Mısır’da, spor hareketleri ve kadınların askere alınması gelenekten kopmayı keskinleştirdi. Genç müslüman kızlar caddelerde şortlar içinde resmî geçit yapıyorlardı. Erkekler alışmıştı buna, artık kadının çıplak baldırını görmek cinsel bir kışkırtma konusu olmuyordu. Doğu’nun cinsî bakımdan aşırı derecede kışkırtılmaya hazır olmasının, değişen zamana karşı koyamayan, sırf bir alışkanlık işi olduğu meydana çıktı. Elli yıl içinde erkekleri batılılaştı.

Eskiden kalma birtakım kalıntılar ister istemez yaşadı. Bugün dahi müslüman kadınların çoğu iktisadî bakımdan erkeklere bağlıdır. Sırf bu, erkeklerin kadına karşı zayıflıklarıyla biraz yumuşayan, cinsî bir mertebenin kurulmasına yetmektedir. Çok karılı evlilikler hâlâ Kuzey Afrika’da ve Arabistan’da yaşamaktadır, ama Ortadoğu memleketlerinden kalkmaktadır. Bu bakımdan da, Mustafa Kemal’in başardığı sadece ulusal değil, aynı zamanda uluslararası bir devrim de olmuştur.
(s. 229-330).

Yazının bazı yerlerindeki ifadeler ne kadar iyimser, değil mi? Hele son cümledeki “devrim” ifadesi. Oysa o devrimin kazanımlarını daha ileri götürecek yerde, mevcut durumunu muhafaza etmeye, daha doğrusu eldekini yitirmemeye çalışıyoruz. Ne yazık ki, bugün olup bitenler sadece bir gerilemeye tekabül ediyor.

II

Yukarıdaki alıntıda İslâm ülkelerinden de bahsediliyor. Öyle olunca aklıma Kahire geldi. 30 sene kadar önce Batı tarzı bir şehir iken ve “Ortadoğu’nun Paris’i” olarak adlandırılırken, şimdi tam manasıyla “İslâmi” olmuş – ya da tipik bir Ortadoğu şehri hâline gelmiş. Yazık.

Burada ara sıra kitaplarından alıntı yaptığım sosyolog Niyazi Berkes 1965 sonlarında bazı Arap ülkelerine üç aylık bir gezi yapmış ve gördüklerini “İslâmlık, Ulusçuluk, Sosyalizm” (Bilgi Yayınevi, 2. basım, 1975 – baskısı yok maalesef) adlı bir kitapta anlatmış. 1965 Ekim’inde Kahire’ye gittiğinde kendisini bir tiyatroda piyes izlemeye götürmüşler. Berkes “Avant-Garde Tiyatro” başlığı altında şunları yazmış:

Tiyatro salonuna girdiğimizde perdesiz çok geniş bir sahne ile karşılaştık. Karşıda kalabalık bir koro. Sağ yanda aklar, sol yanda karalar giyinmiş iki oyuncu grubu. Korodakiler oyunun gerekli yerlerinde bir ağızdan konuşuyor ya da halk türkülerinden parçalar söylüyorlar. Bazı yerlerde de halk müziği araçları ile oyunlar oynuyorlar. Aklar ilerici güçleri, karalar gerici kuvvetleri temsil ediyor. Konu krallık, feodalizm ve emperyalizm döneminde bir Mısır köyündeki sınıf çatışmaları üzerine: köylüler, muhtar, hoca, toprak ağası ve arkasındaki jandarmaları. Asıl oyun üç kişi üzerine: Köyün genç ve güzel oynak kızı, köy abdalı, değirmen işçisi; savaş, toprak, su, değirmen ve kadın üzerine. Dikkatimi çeken şey, sarıklı hocanın karalar grubuna konması. Toprak ağası şık, bastonlu, fesli bir Osmanlı efendisine benzeyen bir genç. Siyah üniforma, siyah fes ve pala bıyıklarıyla jandarmalar fevkalâde. Köy abdalı halk hikmetini temsil ediyor. Fakat köy kızını oynayan genç oyuncu harika bir güzellikte. Profesyonel Mısır dansözlerini gölgede bırakacak şehvanî bir kıvraklıkla oynuyor. Çok alkış topladı. Oyundan sonra da bana bir fotoğrafı hediye edildi. Değirmen işçisi nihayet halkın önderi oluyor; direnmesi ile zafere ulaşıyor. Yazar belli ki tarih yapmıyor, temsilî bir şey yapıyor.

Bu kadar kör kör parmağım bir ideolojik propaganda oyunu göreceğimi anlayınca umutsuzluğa kapıldım. Mutlaka berbat, gülünç bir şey olacaktı. Bugüne değin Arapça bir piyes de görmemiştim. Kim bilir ne kadar sıkıcı olacak diye düşünüyordum. Âdeta geldiğime pişman oldum.

Oyun bittiğinde ise hayatımda az duyduğum bir sanat zevki içindeydim. (…) Oyuncular mükemmel oynuyorlardı ve Arapça sahnede çok güçlü bir dildi. Hiç yadırgamadım. Gülünç ve zayıf bir yan bulamadım. Oyunun bir kusuru uzun ve ayrıntılı olmasıydı. Bunu da dışarıda tanıştırıldığımız zaman yazara söyledim. Haklı buldu ve kısaltmalar yapacağını söyledi.

Yazara, eserinin bana, kısa bir süre önce İstanbul’da gördüğüm “Ayak Bacak Fabrikası”nı hatırlattığını söyledim. Sermet Çağan’ın eserinin bir kopyasını yollayacağımı vaat ettim, çok ilgilendi. Holde, çevremde halka olan Mustafa Behçet Bedevî, Mahmut Emin, eserin yazarı, Ahmed Salih Abbas ve Mısır’ın daha birçok ilerici aydın ve yazarı, Türkiye’de de bu ayarda ve janrda oyunlar yazıldığını ve oynandığını söylediğimde, hem ilgilendiler hem de memnun oldular; tabiî oldukça da hayret ettiler. Mısır’da Türkiye’nin hâlâ Menderes Türkiye’si olduğu kanısı egemen. Bu çevrelerin tanıdığı ve sevdiği Türkiye, Atatürk Türkiye’sidir.
(s. 129-130)

Bugün Türkiye’de belirli bir kesim sürekli olarak Menderes’i ve onun dönemindeki Türkiye’yi övüyor, o dönemde Türkiye’ye demokrasi geldiğini söylüyor, Atatürk dönemine ise sövüyor. Oysa Berkes’in anlattıklarına göre, 43 sene önce Mısır’daki aydınların kafasında Menderes Türkiye’si hiç de hoş bir yere sahip değilmiş. Nereden nereye!

III

Zamanında eski Roma’da büyük genelev mahalleleri varmış. Bunların en ünlüsü Pompei’deki "Subura" adlı bir kenar mahallesi imiş. Bu mahalledeki çoğu basit, görünüşleri hiç de çekici olmayan genelevlere “lupanar” deniliyormuş. Latince’de “lupa” kelimesi “dişi kurt” ve “lupanar” da “dişi kurdun ini” anlamına geliyor. Geneleve “lupanar” denmesinin nedeni, kadınların müşteri çağırmak için geceleri kurt gibi ulumalarından kaynaklanıyor. Aslında bizde de böyle yerler var: uluyan kadınların yerine laikliğe ve Atatürk’e söven hacı-hocalar, malum inlerin yerine de ışık evleri, yurtlar gibi yerler var. Ha, bunların müşterileri derseniz, o da bizim fakir ve cahil Türk halkı oluyor.

Tuesday, November 18, 2008


HEDWIG and the ANGRY INCH

Facebook’ta bir gruba ait fotoğraflara bakarken yorumların birinde, “bu fotoğraf The Origin of Love’a benziyor,” diyen bir yorumla karşılaştım. “O da neyin nesiymiş?” diye yorumdaki linke tıklayınca Youtube’da bir şarkı videosu çıktı karşıma. Şarkı hoşuma gidince dinlemeye başladım, ama şarkıyı söyleyen vatandaşın tam olarak kadın olup olmadığını, öyle değilse bile sesinden hareketle ona benzer bir şey(!) olup olmadığını anlamaya çalışırken şarkı bitiverdi.

Aynı vatandaşın olduğu başka şarkı videoları da görünce işin aslına bir bakayım dedim. Meğersem gördüğüm şey, 1998’de sahnelenmeye başlanan “Hedwig and the Angry Inch” adlı rock müzikalinin 2001 yılında yapılan filmine ait bir videoymuş. Müzikalin (ve filmin) konusu Hedwig adında cinsiyet değiştiren bir Doğu Alman’la ilgili; dolayısıyla film 80’lerin sonlarında geçiyor. Filme ait bazı parçaları internette izledim – oldukça ilgi çekici; hatta kimi yerlerde duygusal sahneler var. Şüphesiz müzikale ve filme ait detaylar her zamanki gibi Wikipedia’da bulunuyor. O yüzden ayrıntılarına girmeyeyim.

Diğer ilginç bir husus, hem müzikalin hem de filmin metin yazarı olan James Cameron Mitchell ile ilgili. Zira Mitchell hem ana karakter Hedwig’i filmde canlandırmış hem de şarkıları söylemiş; kendisi de aslen gay. Aynı zamanda oyuncu, yazar ve yönetmenmiş. Bu arada, filmde Hedwig’in erkek arkadaşını bir kadın oynuyor. Videoda sakallı ve kafası bandanalı şahıs olarak gördüğüm kişi oymuş. Valla kadın olduğu hiç anlamadım.

Diğer şarkılar da hoşuma gidince bir kısmını Ares adlı programla internetten indirdim. Başta dinlediğim şarkı olan The Origin of Love’ın videosunu aşağıya koydum. Burada da Mitchell şarkıyı “unplugged” (ve erkek) olarak söylüyor. Diğer güzel bir şarkı da Midnight Radio. Burada Mitchell erkek olarak görünüyor. Hedwig’in cinsiyet değiştirme hikayesini anlatan "Angry Inch" şarkısı da burada. Tüm şarkılar aslen filmden alınan parçalar. Filmdeki gayet ilginç sahnelerden biri de burada. Film bizim buralarda var mıdır, bilmiyorum. Amazon’da ise şurada. Şarkıların olduğu albüm burada. Ama ben şarkıları filmdeki hâlleriyle Youtube’dan dinleyip, Ares’ten indirdim. Mitchell’in yine cinsellikle ilgili ikinci filmi Shortbus hakkındaki bilgi burada. Fragmanı da şu. Kendisiyle filmle ilgili olarak yapılan röportaj da burada. Oldukça rahat tavırlı bir adam.

Böyle filmler bizim memlekette sinemalarda gösterilir mi? Bilemiyorum, ama belki film festivallerinde veya CNBC-e’de olabilir. Bu arada ben de bir yerlerden filmi beleşe getirmeye çalışacağım. Bu defaki yazı biraz kısa oldu, ama arayı soğutmamaktan iyidir diyorum. 

Monday, November 03, 2008


YENİDEN …

Ne zamandan beridir bloga yazamadım. Neredeyse dört ay olacak. Özellikle yaz sıcakları yüzünden fenalık geçirdiğim için, ardından da – malum – teze daldığım için blog kaldı. Tezi de önümüzdeki haziran ayında “ver-kurtul” yapayım diyorum. Yazmadığım süre içinde bir kitap çevirisi bitirdim, yenisine başladım. Dişçiyi yeniden ziyaret ettim ve ağzımdaki sağlam dişlerin sayısı daha da azaldı. Arada Fulya ile buluştuk, Kadıköy’de kitapçıları dolaştık. Yaz ayında sıcaklar yüzünden dışarı fazla çıkamayıp hareket edemediğimden göbeğimin hacminde bir artış hissettim ve rejime girdim. Haftada neredeyse iki kilo veriyorum. (Şüphesiz sağlıklı değil.) Geçen defa böyle rejim yaptığımda lisede giydiğim bir pantolonun içine yeniden girmeyi başarmıştım; sadece öne doğru eğilemiyordum. (1993’deki ilk Metallica konserinde giydiğim için pantolonun hatırası var.)

Geçtiğimiz cuma akşamı İzlenimler’den Fethi bey ile Taksim’de buluştum, yanında arkadaşları da vardı. Sonradan aramıza Bülent Mürtezağolu da katıldı. İlk oturduğumuz yerde Fethi beyin arkadaşının, ardından gittiğimiz yerde Bülent beyin, son gittiğimiz yerde de Fethi beyin cömertlikleri sayesinde yediklerimiz ve içtiklerimiz için cebimden para çıkmadı – yarabbi şükür. Rejim biraz aksadı, ama olsun.

I

Bu hafta sonu liberallerin yıllık kongresi vardı. Kongreyi uzun süreden beridir bekliyordum, zira bu sene katılımcıların arasında hem dinlemek hem de konuşmak istediğim pek çok kişi olacağını tahmin ediyordum. Nitekim konuşmacılar listesinde bayağı tanıdık kişinin ismi geçiyordu. Listede ilk günün katılımcılarının arasında Gülay Göktürk, Etyen Mahçupyan, Asaf Savaş Akat, Mümtazer Türköne, Ali Bayramoğlu, Mustafa Akyol gibileri vardı.

Ne yazık ki, kongrede ilk günü dahi tamamlayamadım. Öğle yemeği vakti geldiğinde başıma müthiş bir ağrı saplandı ve ayrılmak zorunda kaldım. O vakte kadar beklediğim kişiler gelmemiş, ben de çok sıkılmıştım. Üstelik geçen seneki gibi açık büfe de yoktu. Halbuki kongrenin en heyecanlı yeri orasıydı. Öğle yemeği için ara verildiğinde, “bu sene yiyecek sunumu yapmayacağız, herkes ihtiyacını kendisi temin edecek,” şeklinde yapılan bir anons her şeye tuz biber ekti. Fenalaştım ve daha fazla kalamadım. Neyse ki, sabahleyin arkadaşlardan biri (beleş) salamlı sandviç ve çay ısmarladığı için, ayrılmadan önce bir diğeri de (beleş) kakaolu kek verdiği için eve aç karnına gitmedim.

Cuma günkü ısrarımıza rağmen Bülent bey kongreye gelmedi, ancak bana ayrılırken “İhsan Dağı’ya sor bakalım, milletvekili kocası olmak nasıl bir şeymiş,” dedi. İhsan Dağı ODTÜ’de uluslararası ilişkiler profesörü ve Zaman gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor. Karısı da AKP’den milletvekili. Tabii, Dağı aynı zamanda liberal. Cumartesi günü katılımcıların arasında Mümtazer Türköne’nin de olacağını bildiğimden soruyu esas ona sorayım dedim. Ama arkadaşlardan biri beni yarı şaka yarı ciddi, “aman ha, kongre falan takmaz, dövmeye kalkışır, zaten dengesiz bir adam, sakın deneme,” diye uyarınca vazgeçmeyi düşündüm. Hatırlayın, Türköne zamanında Okan Bayülgen’e kafa atmak istediğini söylemişti. Üstelik ilk eşini de birkaç kez dövmüş. Zaten kongreye de gelmedi, geçen sene de gelmemişti.

Etyen Mahçupyan’ın ismi oturum yöneticisi olarak geçiyordu. Oturumlar başladıktan kısa bir süre sonra salona geldi, arka sıraların birinde sessizce oturup konuşmacıları dinledi, tek soru dahi sormadı. Kendi oturumunda da aynı şekilde davrandı, konuşmalar bittikten sonra sadece iki cümlelik, devleti eleştiren bir laf etti ve ardından aceleyle salonu terk etti. Sanki “bunu da başımızdan savdık” der gibi bir hâli vardı. Açıkçası, Atilla Yayla ile bir ara yaptığı liberalizm tartışması nedeniyle oturumda bazı şeyler söylemesini, biraz canlılık getirmesini bekliyordum, ama her nedense yapmadı.

Gülay Göktürk de saçını boyatmıştı sanırım, zira normalden fazla parlak ve siyah bir rengi vardı. Bir oturumda konuşmacılardan birine soru sordu, ama sesini bir türlü net duyamadım. Kendisiyle konuşmadım, her nedense kibirli bir kadınmış izlenimini verdi. Emre Aköz'ü de arkadan gördüm. Ensesi ne kalın adammış - kat kat. Öte yandan, yorumcu olarak yer almalarına rağmen ne Ali Bayramoğlu ne de Mustafa Akyol kendi oturumlarına geldiler.

Yeni Şafak gazetesinde yazan ve sürekli olarak dinci televizyon kanallarında boy gösteren Ali Bayramoğlu’nu yıllar önce üniversiteden bir arkadaşla birlikte görmeye gitmiştim. O zamanlar son sınıf lisans öğrencisiydim ve bir ödev için kendisiyle konuşacaktık. Arkadaşla Bayramoğlu’nun çalıştığı Star gazetesine gittik. O dönem Star Uzanların elindeydi. Bayramoğlu bizi odasına aldı. Tam oturmuştuk ki, “Kusura bakmazsanız ben yemek yiyeceğim” dedi ve bir tabldotu masasının üzerine koydu. “Arkadaşlar, siz de yiyecek bir şeyler ister misiniz? Ya da içecek bir şeyler alır mısınız?” diye sormadan oturup şapır şupur yemeye başladı – gerçekten de şapır şupur yedi. Ben de tam dişçiden çıkıp gelmiştim, o yedikçe sinirlendim. Yanlış hatırlamıyorsam bamya yemişti, her neyse. Biraz kendini beğenmiş, bizi pek öyle takmayan bir hâli vardı. Hatta bir ara, “Ben Uzanları da takmıyorum zaten," gibi bir şey söyledi. Nitekim çok uzun bir süre geçmeden de gazeteden ayrıldı. Benim canım sıkılmıştı. Gazeteden çıktıktan sonra arkadaşa sordum: “Yahu, sen bu adamdan nasıl görüşme kopardın?” Cevap verdi: “Bayramoğlu’na, falanca şahısla konuştum, sizi görmemizi tavsiye etti dedim.” Şaşırdım, “Gerçekten mi?” diye sordum, o da “Yok yav, salladım, o da inandı,” dedi.

Kongrede Mustafa Akyol ile biraz da olsa konuşmayı planlıyorum, maalesef o da olmadı. İşittiğime göre rahat, kolay konuşulabilen, sakin bir adammış. Ama Adnan hocaya bulaştığı için zamanında babası Taha Akyol’dan “biraz” azar işitmiş. Bunu daha önce de duymuştum. Yeniden duyduğuma göre içinde doğruluk payı olsa gerek. Akyol şimdi de Fethullahçıların arasındaymış. Bir hocadan diğer bir hocaya geçmiş – eh, en azından istikrar var.

Bu arada, kulağıma Fethullahçılar arasında “düşünür” sıkıntısı çekildiği lafı geldi. Hoş, bizim İslâmî kesimde düşünen adam olmadığını arada söylerim. Baksanıza, Zaman gazetesinde Mümtazer Türköne gibi adamlar yazıyor; daha ne diyeyim? Hatta, Ali Bulaç’ın fazla derin bir adam olmadığını, kolay etki altında kaldığını, ikna edici olan kişilere inanmaya eğilimli olduğunu, ama tüm bunlara rağmen Fethullahçılar arasında “düşünür” olarak itibar gördüğünü de işittim.

II

Bu arada, Hürriyet gazetesinden Cüneyt Ülsever geçen hafta liberallerin kongresi, liberaller ve iktidar hakkında bir yazı yazdı. Gerçekten çok ilginç bir yazı. Zamanında Recai Kutan yaptığı bir konuşma nedeniyle Genelkurmay’dan azar işitince ertesi gün açıklama yapmış, “O sözler bana ait değil, Cüneyt Ülsever’indir, ben de ondan aldım,” demiş, Ülsever’i resmen “satmıştı.” O zamandan beridir Ülsever bu adamlara hoş bakmaz. 5 sene kadar önce, liberal gençlerin düzenlediği bir toplantıda Ülsever’i dinlemeye gitmiştim. “Amerika’da 8 sene kaldım, sonra Türkiye’ye döndüm. Ama neden döndüm, bilmiyorum,” demişti. Ben de içimden pes demiştim kendisine.

Ülsever yazısında şöyle demiş.

Bakalım Kongre; Deniz Feneri'ni, Dişli'yi, Fırat'ı, belediye ihalelerini, Alevi haklarını, davalara getirilen yayın yasaklarını, 1 Mayıs rezaletini, Kürt meselesini, cinsel sapık Üzmez'i koruma kepazeliğini, aksayan AB adaylığını vb. ne seviyede tartışacak, yaşayıp göreceğiz.

Kongrede bundan bir arkadaşa bahsederken, ön sıradaki bir başka liberal arkadaş dayanamayıp bize döndü ve kızgınca, “Yahu, bizim Hüseyin Üzmez ile ne ilgimiz var? Niye onun hakkında konuşmak zorundayız ki?” diye sordu. Aslında liberallerin pek güzel ilgisi var. İktidarı destekleyen gazetelerin Üzmez’e sahip çıktığı, olayı görmezden geldiği, hükümetin evlenme yaşını 14’e indirmeye çalıştığı bir esnada (hatırlayın, Üzmez’in tecavüz ettiği kız 14 yaşındaydı), aynı iktidara destek veren, onu destekleyen gazetelerde yazı yazan ve onu destekleyen televizyonlarda boy gösteren liberallerin bu adamla çok güzel ilgileri var. Acaba bunlardan herhangi biri kongrede konuşuldu mu? Sorup öğrenmek lazım.

Tüm bu hususlarda liberallere şu nedenlerden dolayı kızıyorum:

Bir liberalin en başta dikkat ettiği şeylerden bir tanesi, devletin bireysel özgürlüklere müdahale edip bunları kısıtlaması ya da ortadan kaldırmasıdır. Bireylerin haklarının devletin karşısında korunması, liberallerin bireysellik anlayışının olmazsa olmaz bir parçasıdır. Devlet diyorum, ama aslında devlet sadece bir mekanizmadan ibarettir. Esas olan, devletin gücünü elinde tutan iktidar partisidir. Yoksa “devlet” adında, tüm partilerden bağımsız olarak işleyen bir kurum yoktur. Dolayısıyla “devlet” kavramı soyut bir kavramdır, onu somut hâle getiren ise işbaşına gelen partidir. Bu açıdan devlet dediğimizde kastettiğimiz şey, onun organlarını kullanma yetkisine sahip olan bu iktidar partisidir.

Türkiye’de liberaller AKP’ye destek veriyorlar. Arada bir, baştaki parti hak ve özgürlükler adına önemli bir iş yaptığında ya da yapmaya niyetlendiğinde onu desteklemenin bir mahzuru yoktur. Bu desteği vermek için illa liberal olmak gerekmez. Öte yandan, bizim liberaller AKP’ye verdikleri destekte haddi aşıyorlar. Bir bakıyorsunuz, kendini liberal olarak adlandıran adamlar iktidar partisine destek veren gazetelerde köşe yazarlığı yapıyorlar, aynı partiye destek veren televizyon kanallarında boy gösteriyorlar, karılarını aynı partiden milletvekili yapıyorlar, devletin kurumlarında çalışıp para alıyorlar, iktidar partisinin savunduğu şeyleri savunuyor, karşı çıktığı şeylere karşı çıkıyorlar. Diğer yandan iktidar partisinin hoşlanmadığı şeyleri görmezden geliyor, ona yöneltilen eleştirileri sanki parti üyesiymiş gibi yanıtlıyorlar.

Halbuki liberallerin devletin gücünü elinde tutan partinin mevcut rejimi baskıcı bir şekle sokmasından, dolayısıyla bu gücü kötüye kullanmasından endişe duymaları gerekir. Bu partinin hak ve özgürlüklere zarar verdiği ya da ihlâl ettiği her defasında liberallerin devleti eleştirmeleri, olup bitenlere karşı çıkmaları gerekir. Bunu yapmak, bir nevi emniyet sübabı görevi görmek demektir. İşte bizim liberaller bunu yapmıyorlar – hem de bilinçli olarak yapmıyorlar. Böylece kendilerini bile bile iktidar partisine kullandırtmış oluyorlar. O yüzden samimi davranmıyorlar. Bunlardan bazıları sadece “liberal” etiketini kullanıyorlar. Yarın öbür gün solcu bir parti işbaşına gelse ve iş gereği solculuk yapmak gerekse, bunlar onu da yaparlar.

Kızdığım şeylerden biri de, bazı kişilerin hak ve özgürlükleri, hatta demokrasiyi savunmayı özellikle liberalizmin tekeline sokmaya çalışması. Sanki bunları savunmak için illa liberal olmak gerekiyor. Bunu en çok yapanlar da yeni liberal olmuş saftirik üniversiteli gençler. Hayır, işin aslı öyle değil. Bir insan hem demokrat hem sosyalist olabilir; hem komünist olup hem bireylerin özgürlüklerini savunabilir. Bu türden haklar hiçbir ideolojinin tescilli malı değildir. Bu tür laflar eden kişilere iyi dikkat etmek gerekir. İşin aslını okuyup öğrenmeyen ve milletin cahilliğinden yararlanan tipler, liberalizmi neredeyse piyasa ekonomisini savunmaya dek indirdiler.

Tarihçi Erik Jan Zürcher’in Hürriyet gazetesinde bir röportajı yayınlandı. Orada şunu diyor:

2000'lerin başında AKP modernleşme açısından umut verici bir değişimi simgeliyordu. Eski elit meşruluğunu ve gücünü kaybetmişti. AKP sistemin tükenmiş enerjisini yenilemişti. Fakat şu anda görüyorum ki AKP Türkiye'yi daha da modern bir ülkeye dönüştürmeye kabil değil. Bunun İslami kökenli bir parti olmasıyla hiç ilgisi yok. Kuruluşundaki hiyerarşik yapıdan ve ataerkilliğinden kaynaklanıyor. Türkiye eğer azınlık, kadın, eşcinsel vb. haklarına önem veren daha modern bir ülke olmak istiyorsa bu AKP'yle zor. Çünkü onlarda buna yetecek ne ideoloji var ne zihniyet ne de kadro. Modernleşme için liberalizm gerekir. Liberalizm serbest pazardan ibaret değildir.

(…) Endişem, Türkiye'nin şu anda bu avantajlarını iyi kullanacak bir politikayla yönetilmiyor olması. Bakın size bir örnek vereyim: Bundan 30 yıl önce Mısır, Türkiye'den eğitim ve sağlık sistemi bakımından daha ileriydi. Şimdi Türkiye'den çıkıp Mısır'a gittiğinizde geri kalmışlık karşısında şaşkına dönüyorsunuz. Türkiye çok hızlı gelişti ama politik sistemi bu hızı yakalayamadı. Sert laik güçler ve aşırı milliyetçiler Türkiye'yi sosyal liberal bir ülke yoluna götürmüyor. CHP şu anda demokrasi için çalışan bir parti değil, AKP ülkeyi modernleştirecek donanımdan yoksun. Nereye döneceksiniz bilmiyorum. Çok ama çok büyük bir boşluk var şu anda siyasi sistemde. Sırtını orduya ya da dine yaslamayan liberal, şehirli, seküler bir siyasi akıma acilen ihtiyaç var.


III

Pazar günü Tüyap Kitap Fuarı’ndaydım. Her sene öncelikle gittiğim yer Tübitak’ın standıdır. Ne zamandan beridir okumak istediğim bir kitabı basmışlar bu sene (Brian Greene, Evrenin Zarafeti; İngilizcesi de şurada). İlk defa fuarda satıyorlarmış. Şurada da Greene’nin sunduğu, kitapla aynı ismi taşıyan “The Elegant Universe” adlı toplam 3 bölümlük ve 3 saatlik, bir nevi kitabın görüntülü hâli sayılabilecek bir belgesel var. Tübitak’da bir de Galileo’nun Buyruğu’nu aldım (İngilizcesi). İletişim filozof Spinoza’nın biyografisini basmış (İngilizcesi), Spinoza’nın kitaplarını da Dost Yayınevi basıyormuş. İletişim yakında anarşist Bakunin’in biyografisini de basacakmış.

Şu aralar 1929’daki Büyük Bunalım’dan bu yana en önemli ekonomik kriz yaşandığından Marx’ın kitaplarına ilgi artmış. Gazetede haberi bile çıktı. Türkiye’de Marx’ın kitaplarını basan Sol Yayınevi bu sene baskısı uzun süre önce tükenmiş olan “Doğu Sorunu” kitabını yeniden basmış. Tüm kitaplarını fuarda %50 indirimle satıyorlar. Standı da kalabalıktı zaten. Aslında krizle ilgili olarak Marx’ı değil, Keynes’i okumak lazım. Keynes’le ilgili yeni bir kitap da Dost’tan çıkmış.

Gazetelerde Marx’ın kitapları hakkında çıkan haberlerde Sorun Yayınları’nın Marx’ın biyografisini bastığını okumuştum. Maalesef bu biyografiyi zamanında alma hatasını yaptım. Ruslar tarafından yazılmış, tamamıyla resmî bir biyografi. Son derece sıkıcı; bir türlü bitiremedim. Onun yerine Francis Wheen’in biyografisini alın derim, ancak kitabın Türkçesi yok.

Richard Dawkins’in ne zamandan beri almak istediğim kitabı Ataların Hikayesi'ni satan yayınevi ise fuarda yoktu (İngilizcesi). Artık normal kitapçıdan satın almak zorunda kalacağız. Çeviri özenliymiş diye okudum. Dawkins’in bir de şu kitabı çıkmış (İngilizcesi). “Tanrı Yanılgısı” kitabını basan yayınevi çıkarmış, ama çevirisi nasıldır bilmiyorum. Bir de Eski Yakındoğu adında, yabancı yazarların makalelerinden oluşan hoş bir derleme kitap aldım (İngilizcesi). Özellikle kadınlar ve yiyecekler hakkındaki yazılar ilgi çekici.

IV

Yukarıda Ülsever’in katıldığı toplantıdan bahsettim. Toplantıyı düzenleyen liberal gençler şimdi ne yapıyorlar derseniz, onlar artık ortalıkta yoklar. Çoğunun nerede olduğunu ben de bilmiyorum. Şimdi yeni liberal gençler var. Bir kitap ve bir makale okuyup liberal olmuş, neyin ne olduğunu adam gibi bilmeyen, olmadık dandik adamların peşine takılan sığ tipler bunların çoğu. Böylelerine liberal oldukları için kızmıyorum; "liberalim" deyip malı götüren adamların avukatlığına soyunup kendilerini kullandırttıkları için, bir şeyi adam gibi öğrenmeye çalışmadıkları için, bu kadar boş kafalı ve bu kadar cahil olmakta ısrar ettikleri için kızıyorum. Bakalım, 4-5 sene sonra bunların kaçı hâlâ meydanda olacak? Sağlam adam sayısı o kadar az ki.

* * *

Yıllar önce ben lisedeyken, Ankaralı dört tıp öğrencisinden oluşan Dr. Skull adında bir heavy metal grubu vardı. Toplam üç albüm çıkarttılar, sonra dağılıp gittiler. Aşağıya 1992'de çıkan “Rools 4 Fools” adlı ikinci albümlerinin en sevdiğim parçasını koydum. Unutmayalım, unutturmayalım.