tag:blogger.com,1999:blog-365673132024-03-14T04:40:24.894+03:00Bliyaalbliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.comBlogger115125tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-12589197538408397742009-05-24T20:45:00.024+03:002009-05-25T00:22:32.881+03:00<div align="justify"><a href="http://www.freeclipartnow.com/d/40433-1/baggage-check-in-inv.jpg"><img style="margin: 0px auto 10px; text-align: center; width: 349px; display: block; height: 350px;" alt="" src="http://www.freeclipartnow.com/d/40433-1/baggage-check-in-inv.jpg" border="0" /></a><br /><strong>KISA BİR YOLCULUK<br /></strong><br />Geçtiğimiz kasım ayında evde oturmuş göbeğimi kaşıyordum. Telefon çaldı. Arayan, okul dışından tanıdığım hocalardan biriydi. Hoşbeşten sonra bana, “Falanca enstitünün bir bursu var, git oraya başvur, boş boş yatma,” dedi. Ben de “peki hocam,” diye yanıtladım. Hocanın bahsettiği enstitü Amerika’daydı ve benim tez konumla ilgili hocaların olduğu bir yerdi. Aslında aynı yere daha önceden başvuru yapmak istiyordum, ne de olsa doktora öğrencisi için bu tür bir burs iyi bir fırsattı. Ancak hem bir parça miskinliğime geldiğinden hem de orada ne yapacağımı kararlaştırmam gerektiğinden başvuru işini biraz geciktirmiştim.<br /><br />Hocanın telefonundan sonra enstitünün sitesine girip benim gibi yurt dışından başvuru yapacak öğrencilerden ne istediklerine baktım, ama kayda değer bir şey bulamadım. Bunun üzerine bir mail gönderip derdimi anlattım. Onlar da cevap verip, öğrenci belgesi, lisans ve yüksek lisans diploması, not çıktıları, yazı örneği ve araştırma konusu yazısı istediler. Neyse ki başvurular mail yoluyla yapılabiliyordu ve mart ayının sonuna kadar vakit vardı.<br /><br />Öğrenci belgesi ve not çıktısı almak için önce bizim okula gittim. Tabii, okul ne doktora belgelerinin ne de daha önce aldığım diploma ve not çıktılarının İngilizcelerini veriyordu. Bizim 100’lü not sistemini Amerikan not sistemine çeviren bir denklik belgesi dahi vermiyordu. Denklik belgesi dışındaki diğer belgeleri – Türkçe olarak şüphesiz – aldım, ama tüm bunları yeminli bir tercümana çevirtmek tuzluya patlardı. Üstelik tercüman ne derecede uygun bir çeviri yapacaktı? Sonunda belgeleri İngilizceye kendim çevirmek zorunda kaldım. Göndereceğim yerdekiler belgelerin asılları ile çevirilerini karşılaştırırken nerede neyin yazdığını bulmaya çalışırken zorlanmasınlar diye de çevirileri asıllarındaki sayfa düzeninde yazdım.<br /><br />Yazı örneği konusu için, bir “taktik” gereği olarak, enstitüdekilerin hiçbir bilgilerinin olmadığına emin olduğum Osmanlı’yı seçtim. Bildikleri bir konuyu seçsem, “bu niye böyle, neden bunu bu şekilde ele aldın,” diye adamı uğraştırabilirlerdi. Böyle bir hususta risk almak doğru olmazdı. Osmanlı üzerine yazılmış bazı İngilizce makaleleri internette bulmak mümkün olduğundan kaynak için kütüphane dolaşmam gerekmedi. Araştırma konusu yazısını da daha önce tuttuğum birtakım notları İngilizceye çevirerek ve konuyla ilgili makalelerden gerekli yerleri “tırtıklayarak” yazdım. Sağolsun, Herackles fikir vermesi için bana İngilizce bir proje önerisi örneği gönderdi.<br /><br />Tüm bu yazıları word dosyası olarak yazdım ve bilgisayarda sorun çıkarmadan açılabilsinler diye pdf formatına dönüştürdüm. Sonra da hepsini bir maile iliştirerek mart ayı ortasında enstitüye gönderdim. Bana gönderdikleri mailde sonuçların bizim yerel seçimlerin olduğu hafta sonu açıklanacağını söylediler. Ama seçimler geldi geçti, karşı taraftan bir ses çıkmadı. Başvuruyu yaptıktan bir ay sonra yeni bir mail geldi. Güya başvurular çok olduğu için öğrenci seçimini bitirememişlerdi; dahası sonuçların ne zaman açıklanacağı da belli değildi. Ben de burs işini unutup tezi yazmaya devam ettim.<br /><br />Böylece bayağı bir süre geçti ve tezi hemen hemen bitirdim. Önümüzdeki ay da vermeyi planlıyordum. Üç hafta kadar önce, bilgisayarı açmış son bölümleri yazacaktım ki şeytan dürttü, maillere bir bakayım dedim. Enstitüden sonunda mail gelmişti, bursu aldınız diye yazmışlardı. Böylesi bir işi neredeyse hiç evden çıkmadan ve biraz da kilo alarak başardığım için sevindim. Ancak yazılanları dikkatlice okuyunca “en geç 1 haziranda burada olun,” ibaresini gördüm. “İyi de kardeşim, hazirana şunun şurasında üç hafta var. Ben o kadar sürede gerekli belgeleri hazırlayıp nasıl vize başvurusu yapayım? Hem başvuru yapsam bile görüşme gününü kim bilir ne zamana verirler,” deyip kızdım. Zira sonuçları beş hafta gecikmeli açıklamışlardı.<br /><br />Bunun üzerine Amerikan konsolosluğunun sitesine girip baktım. Vize bölümünde “gideceğiniz tarihten 6-8 hafta önce başvuru yapınız,” şeklinde bir ifade vardı. Bunu görünce yattı bizim iş dedim. Sonra bir turizm şirketinde çalışan bir tanıdığım aklıma geldi, telefon açıp ona sordum. “Yok öyle bir şey, sen telefon aç randevu al, bu ay için görüşme günü alırsın,” dedi. Ben de “denemeden vazgeçmeyeyim bari,” diyerek evrakları hazırlamaya başladım. Şansıma, konsolosluk fazla evrak istemiyordu. Arada ilçe emniyet müdürlüğüne gidip pasaportumun geçerlilik süresini uzattım. Pasaport işlemleri öncesinde parmak izi alıyorlarmış. 3.5 sene kadar önce pasaport çıkartırken böyle bir uygulama yoktu; koymak nereden akıllarına gelmiş bilmiyorum. Emniyet müdürlüğü Amerika’ya özenmiş herhalde. Parmak izi alan memur milletin parmaklarını sürekli makineye dayamaktan bezmiş görünüyordu.<br /><br />Görüşme gününü ayarlayabilmek için önce konsolosluğa telefon açıp randevu almak gerekiyormuş. Bunun için bankaya 20 dolar yatırıp karşılığında bir “pin numarası” almak gerekti. Bu numarayı telefon açtığınızda karşıdaki operatöre söylüyorsunuz. Numara sadece bir arama için geçerli. Eğer sonraki günlerde aklınıza bir şeyler takılır da yeniden aramanız gerekirse, yeniden yeşil bir 20 kaat yatırıp numara almanız gerekiyor. Telefon ederken yanınızda pasaportunuzun da olması gerekiyormuş, yoksa randevu verilmiyormuş – telefon açtığınızda karşınıza çıkan bant kaydı öyle söylüyor. Etraftan işittiğime göre görüşme için en aşağı iki hafta kadar bekleniyormuş. Benim şansıma iki gün sonrasına randevu verdiler ve pasaportla ilgili hiçbir şey sormadılar. Bu arada, görüşme parası olarak da bankaya 131 dolar yatırdım. Banka parayı doğrudan dolar olarak istiyordu.<br /><br />Randevuyu bu kadar kısa bir süre sonrasına alınca onca koşuşturmaca arasında gerekli evrakları ancak görüşmeden bir gün önce doldurabildim. Bir evrakı internetten doldurup bilgisayar çıktısını aldım. Bir başka belgeyi de gene çıktısını alıp elle doldurdum. Bu sonuncu belgenin 15-45 yaş arası erkekler ve tüm üçüncü dünya ülkesi vatandaşları tarafından doldurması gerekiyormuş. İşin güzel tarafı(!), soruların arasında “Bağlı bulunduğunuz aşireti ismi (mevcut ise); Nükleer, biyolojik veya kimyasal madde eğitimi gördünüz mü? Silahlı çatışmaya katıldınız mı?” gibi sorular da vardı. Forma <a style="font-style: italic;" href="http://turkish.turkey.usembassy.gov/uploads/n6/x1/n6x1wBB9bRMCMq7iR89xug/DS-157tr_oct2006.pdf">şuradan</a> bakabilirsiniz. İşte, üçüncü dünya ülkesi olunca size lâyık görülen muamele bu! Şimdi AKP iktidarda olduğu için belki ileride üçten beşe de geçebiliriz; ne de olsa burası Türkiye.<br /><br />Konsolosluğun sitesinde yazdığına göre, görüşmeye en erken 15 dakika önce gelmek gerekiyormuş. Daha erken gelenleri içeri almıyorlar demek ki. Konsolosluğa gittiğimde görüşme saatlerinin gelmesi için binanın dışında bekleyen milleti gördüm. Önce en dış kapıdaki görevliye soyadımı söyledim. Görevli listede adımı bulduktan sonra beni küçük avlunun ötesindeki binaya gönderdi. Bina kapısının önünde bir başka görevliye gene adımı söyleyip listeden buldurdum. İçeri girince bir kez daha bir başka görevliyle aynı işi yaptım – üç görevli üç liste. Aslında 11 Eylül sonrası paranoyası aklıma geldiğimde daha fazlasını bekliyordum. Görevlileri geçtikten sonra asansörle üst katlardan birine çıktım; banka vezneleri gibi cam bölmelerin ardında görevlilerin işlemleri yaptığı ve bir evin salonundan biraz daha büyük olan bir odada evraklarımı kayıttan geçirdim ve karşılığında bir numara aldım. Görüşme öncesinde aynı numarayla iki defa çağrıldım; pasaportu ve doldurduğum evrakları teslim edip parmak izi verdim. Sonra görüşme için sanırım bir 20 dakika kadar bekledim.<br /><br />Daha önceden Amerikan vizesi alan bir arkadaşım görüşmeyi yapan Amerikalı görevlilerin Türkçe bildiklerini söylemişti. Çağrıldığımda görevli bana İngilizce nasılsınız dedi. Ben de, “Türkçe mi, yoksa İngilizce mi konuşacağız?” diye sordum – Türkçe tabii. Görevli fark etmez anlamında omuzlarını silkince milliyetçiliğim tuttu ve Türkçe konuşalım dedim. Adam sadece nereye gideceksiniz, ne kadar kalacaksınız gibi bildik soruları sormakla yetindi. Yanımda öğrenci belgesi ve enstitüden gelen davet mektubunu getirmiştim, hiçbirini istemedi; hiçbir evrak göstermemi istemedi. Sonra pat diye “vizenizi onaylıyorum” diyerek cam bölmenin altından bir kart verdi. Gerçi daha önceden enstitüye mesaj gönderip randevunun olduğu gün konsolosluğa bir mail göndermelerini ve benim durumumdan bahsetmelerini istemiştim, ama mail konsolosluğun eline geçti mi bilmiyorum. Böylece görüşme hepi topu “beş dakika” sürmüş oldu ve ben de burs maili geldikten tam bir hafta sonra vize almış oldum. Cam bölmelerin hemen karşısında kargo şirketi UPS’nin masası vardı. Vizesi onaylananların pasaportlarını kargoyla gönderiyorlarmış. Görevliden aldığım kartı verip adresimi yazdırdım ve kargo parası olarak 18 yeni Törkiş lira ödedim. İki gün sonra pasaport elime geçti; 10 senelik vize vermişlerdi. Genelde verdikleri vize süresi buymuş.<br /><br />Gideceğim yer Alabama’da. Öğrendiğime göre gezip görecek fazla yer yokmuş. Bildiğim kadarıyla burası Amerikalıların “bible belt” dedikleri muhafazakâr bölgede kalıyor. Öyle olduğu için en azından Hintliler, Pakistanlılar, Araplar, zenciler ve Türkler gibi beşeriyetin aşağı türden ırklarına mensup kişilerin sayısının fazla olmasını beklemiyorum. Ne yazık ki, 20 kişilik öğrenci listesinde bir Fransız gördüm. Fransız ırkından özel olarak nefret ettiğim için biraz sıkıldım. Diğer bir üzüntü verici husus da kız öğrenci sayısının fazla olmamasıydı. Enstitü ise piyasacı ve hâliyle liberal bir yer; amiyane tabiriyle sağcı bir “think tank.” O yüzden bir süreliğine emperyalist takılmak gerekecek. Bunun dışında, öğrencilere kalacak mobilyalı bir yer, enstitüde bir ofis ve belli bir miktar da para veriyorlarmış. Tabii para dışında bunların fiilen neye benzediklerini bilmiyorum. Bazı yemekli etkinliklere katılım da varmış. Hayat felsefem gereği beleş gelen para ve yemek benim için her zaman için makbul olduğundan biraz sevindim. Allah orada bir de Amerikalı bir avrat nasip ederse tamam olacak.<br /><br />Eh, bunları boş yere vermiyorlar şüphesiz. Karşılığında hafta içi her gün sabah 8 akşam 5 arası enstitüde olmamı ve bursun bitimine yakın o zamana değin araştırma namına ne halt yediğime ilişkin bir sunum yapmamı istiyorlar. Artık bir şeyler uyduracağız. Enstitüden bir masaüstü bilgisayar vereceklermiş. Becerebilirsem emperyalistlerin neler yaptıklarını yazmaya çalışacağım. Dolayısıyla bu perşembe gününden itibaren ağustos başına kadar başkanımız Obama’nın memleketinde olacağım. Döndükten sonra da tezi verip artık kurtulayım diyorum. Sonra da gelsin rejim …<br /><br /><div style="width: 300px;"><object width="300" height="110"><param name="movie" value="http://media.imeem.com/m/c68i5IyCE2/aus=false/"><param name="wmode" value="transparent"><embed src="http://media.imeem.com/m/c68i5IyCE2/aus=false/" type="application/x-shockwave-flash" width="300" height="110"></embed></object></div></div>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com13tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-14645455370463645812009-03-11T00:44:00.009+02:002009-03-11T01:41:02.527+02:00<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhUxgZL8DwEE7eFCnOMezE0E4LpfPg36YMu6r4dwACtfP-Y1R10f9rO_cG1Ko8Fz98NcKAbRFp-V2kfuphXphj3deWFEhdKEIUpDqUE8dETvitl17xXYiBgowpgFQSG4lWOiQRo/s1600-h/sket.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5311698716274043378" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; CURSOR: hand; HEIGHT: 255px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhUxgZL8DwEE7eFCnOMezE0E4LpfPg36YMu6r4dwACtfP-Y1R10f9rO_cG1Ko8Fz98NcKAbRFp-V2kfuphXphj3deWFEhdKEIUpDqUE8dETvitl17xXYiBgowpgFQSG4lWOiQRo/s400/sket.jpg" border="0" /></a><br /><div align="justify"><strong>BİLİM YERİNE CİNLER<br /></strong><br />Dünkü Radikal gazetesinde <a href="http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=925485&Date=11.03.2009&CategoryID=77"><em>şu haberi</em></a> gördüm. Tübitak’ta kümelenmiş olan dinciler Tübitak’ın çıkardığı kaç yıllık Bilim ve Teknik dergisinin bu ayki sayısında Darwin’i tamamıyla ortadan kaldırmışlar. Hikâyenin ayrıntılarını verdiğim linkte okuyabilirsiniz. Haberi okuyunca yazıklar olsun dedim. İnsan bu kadar mı geri kafalı olur? Hadi Darwin’in fikirlerinden hoşlanmıyorsunuz diyelim. Hiç değilse Darwin’le ilgili yazının yanına onun fikirlerini eleştiren bilimsel bir makale ya da dosya koysaydınız ya. Ama bu adamlar gerçekte bilimsel ilerlemeye tamamıyla karşı olduklarından ve ileri sürecek doğru düzgün fikirleri olmadığından, böyle davranmak yerine Darwin’i tamamıyla sansürlemeyi tercih etmişler. İnsan bu kadar mı bilim düşmanı olur?<br /><br /><strong>I<br /></strong><br />Bu aralar düzenli olarak okumaya çalıştığım bir kitap var. İsmi: <a href="http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=98719&sa=39578631">Büyü, Gizem ve Bilim: Batı Uygarlığında Okült</a>. (<a href="http://www.amazon.com/Magic-Mystery-Science-Western-Civilization/dp/0253216567/ref=sr_1_2?ie=UTF8&s=books&qid=1236724668&sr=1-2">İngilizcesi</a>) İki akademisyen tarafından yazılmış ayrıntılı, güzel bir kitap. Çevirisi de iyi. Kitabın arka kapağında şöyle yazıyor: “Zamanımızın büyük bir kısmını karanlıkta ve düşler âleminde geçirmekteyiz ve ayaklarımızın sağlam zemine basmasını yeğlememize karşın gizem ve sonsuzluk duygusuna olan inancımızı henüz yitirmedik.” Yazarlar, dünyayı bilmenin ve yaşamanın bu eski şeklini yeniden keşfetmeyi umuyoruz diyorlar.<br /><br />Kitabın “Şeytan, İblisler ve Cinler” adlı bölümünde, “İslâm, Şeytan ve Cinler” başlıklı alt kısımda bazı yerleri bayağı ilginç buldum. Bir kısmını aşağıya aktardım:<br /><br /><span style="color:#000099;">Eski Ahit’teki düşmüş melekler gibi, cinler de insanlarla aşk ilişkisine girmek için türleri ayıran çizgiyi aşmaya hevesliydiler. Pek çok yorumcu, cinlerle insanların cinsel ilişkiye girebileceklerini ve girdiklerini bizatihi Kuran’ın öğrettiğinde ısrarlıdır. Bu yargı birkaç fikre dayanır ve bunlardan biri de, cennete erişenler için Kuran’daki şu vaattir: “kara gözlü huriler (…) daha önce onları ne cin kirletmiştir ne de insan.” (55;70-73) Anlaşılan, cinler tarafından kirletilen ya da bekâreti bozulan insan kadınlar vardı. Bu görüş onuncu yüzyılda öylesine yaygındı ki, İbn-i Nedim’in Arapça “tüm” kitapları içeren dev kataloğu <em>Fihrist</em>’te, “Cinleri Seven İnsanların Adları ve Tam Tersi” ile “Cinlerin Sevgilileri” başlıklı iki bölüm yer alıyordu.<br /><br />Açıklaması yapılmamış da olsa, cinlerle insanlar arasındaki cinsel ilişkiler, görünüşe göre melez çocukların doğmasına yol açabiliyordu. Hadislere göre, Muhammed bir keresinde genç eşi Ayşe’ye son zamanlarda <em>muharibun</em> görüp görmediğini sorar. Ayşe <em>muharibun</em>’un anlamını sorduğunda ise, “içlerinde cinlerden iz taşıyanlar” diye yanıtlar.</span> (s. 180)<br /><br /><span style="color:#000099;">(…)<br /><br />İslâm insanoğlunun tüm çabalarını ilkeleri kapsamına almayı hedeflediği ve Kuran da cinlerin varlığını doğallıkla kabul ettiği için, cinlerin insanlarla ilişkileri konusunda sorunların doğması kaçınılmazdı. Sonuçta her iki tür de aynı yemekleri yiyor, benzer kaynaklar için rekabet ediyor, emek ve ödül takası yapıyor, hatta melez çocuklar üretmek için birbirleriyle ilişkiye giriyordu. İnsanlar ve cinlerden oluşan bir toplumda, dinsel açıdan uygun (dolayısıyla da yasal açıdan onaylanmış) etkileşime dayalı davranışlar nasıl olmalıydı?<br /><br />Örneğin, insanların cinlerle evlenmesi doğru muydu? Bu meselede görüşler ikiye ayrılıyordu. Sekizinci yüzyılda yaşayan mistik Hasan el Basri gibileri, insanın sadık bir müslüman olması koşuluyla bu tür evliliklerin kabul edilebilir olduğunda ısrarlıydı. Soyut düşünceleri bir kenara bırakan on dördüncü yüzyıl hayvan âlimi Damiri, meselenin büyük ölçüde gerçek koşullara bağlı olduğunu savunmaktaydı: kendisi şahsen “dört dişi cinin kocası olan bir şeyhle” ahbaptı. Bu mesele iki ucu kirli değnek gibiydi, çünkü melez çocukların yasal durumuyla ilgili başka sorunlara yol açıyordu. Üstelik, türler arası bu girift sorunlar ele alınmasa bile, âlimler yine de cinlerin ve onların “saf kan” cin çocuklarının yasal hakları üstünde düşünmek zorundaydılar.<br /><br />Bu meselelerin yasal açıdan gözden geçirilmesi, Ortaçağ sonlarında sona ermedi. Yirminci yüzyıla geçilirken, Mısır ve Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuk kitaplarında hâlâ cin-insan evliliği sorunlarıyla boğuşulmaktaydı. Osmanlılar, cinler erkek ya da dişi olarak cisimleşebildikleri için (görünümlerini değiştirmekte özgürdüler), sonuçta eşcinsel birleşmelerin ortaya çıkabileceği gerekçesiyle bu ilişkilere karşı çıkıyordu.<br /><br />Yasal olsun veya olmasın, cinlerle evlilik haberleri Yakın Doğu’da hâlâ dolanımdadır. Tanıdığımız bir Türk öğrenci, annesinin, dişi cinle evlenmiş bir adamı hatırladığını belirtti. Yakın tarihli bir diğer kaynağa göre, dişi cinle evlenmiş bir Faslının ondan iki çocuğu olmuştu. Sosyal (en azından insanlarla) ilişkilerden hoşlanmayan bu dişi cin, ne zaman ziyaretçiler gelse kendisini kurbağa kılığına sokmaktaydı.</span> (s. 184-5)<br /><br /><span class="Apple-style-span" style="FONT-WEIGHT: bold">II</span><br /><br />Sayfaları çevirirken bir de ne göreyim, kitapta Fethullah Gülen’den bahsediliyor. Ciddi bir kitapta Fethullah hocanın işi ne? Hocanın isminin geçtiği yerin tamamını aşağıya yazım.<br /><br /><span style="color:#000099;">Ancak pek çok müslümana göre, acayip ziyaretçiler uzay dışı başka mekânlardan da ortaya çıkabilirler; onların kültürü böyle olaylara muhalif değildir. Bunun bir örneği, tanınmış bir Türk din âlimi ve tartışmalı bir siyasî kişilik olan Fethullah Gülen’dir. Gülen, diğer dinlerle bir arada var olabilecek ve demokrasi içinde gelişebilecek liberal İslâm anlayışını savunmaktadır; Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında dinler arasında diyalogun ilerlemesine yardımcı olmak amacıyla bir süre önce papa ile görüşmüştür. Cinleri çok ciddiye alan Gülen, insanların onlarla işbirliği yapmayı öğrenmesi gerektiğini öne sürmektedir. Böyle bir işbirliğinin ödülü ona göre, madencilik, telekomünikasyon, uzay araştırmaları ve (cinlerin muazzam yaşı düşünüldüğünde) tarihsel çalışmalar gibi alanlarda ilerleme kaydetmek olacaktır.</span> (s. 184)<br /><br />Yazıyı okuyunca merak etmeden duramadım. Hoca efendi cinleri çok ciddiye alıyormuş. Acaba cinler de onu ciddiye alıyor mu? Madem bu cinlerden faydalanmak mümkün, hoca efendi niye onları çağırıp Türkiye’deki şu şeytan işi laik düzeni yıktırmıyor? Valla ben olsam şu cinleri İsrail denen şer milletinin ve onun destekçisi büyük Deccal Amerika’nın üstüne bir salıverirdim, Gazze’ye girmek, tek başına tüm Araplara ve İslâm âlemine kafa tutmak ne demekmiş görürdüler. Ama hâlâ bir şey olmadığına göre hoca efendi cinlerle temasa geçemedi herhalde. Neden acaba? Bu cinlerin cep telefonu, maili falan yok mu? Teknolojiyi bayağı geriden takip ediyorlar olsa gerek.<br /><br />Alıntıladığım pasaja ait dipnotta yazarlar hoca efendinin fikirlerini aldıkları yeri şöyle belirtmişler:<br /><br /><span style="color:#000099;">İnternetteki kısa makalesinin başlığı “Can We Employ E.Ts (Jinns) in Different Jobs?”, cinleri kuşkucu Batılılara hoş göstermek için dünya dışı yaratıklarla bir tutma çabası gibi görünüyor. [http://pearls.org/et/can_we_employe_jinns.htm] <http:>8 Temmuz 2002’de erişildi. </http:></span><span><span class="Apple-style-span" style="color: rgb(51, 51, 51);">(s. 428, dipnot 141)</span></span></div><div align="justify"><br />Fethullah hocanın cinlerle ilgili neler yazdığına bir bakayım dedim ve dipnotta verilen web adresini internette aradım, fakat sayfayı bulamadım. Bunun üzerine yazının başlığını girdim ve <a href="http://www.pearls.org/content/view/921/56/"><em>şu yazıyı</em></a> buldum. Ancak sitede yazının yazarı Fethullah Gülen değil, Bedüizzaman Said-i Nursi olarak geçiyordu ve tarihi de 2006 idi. Büyük ihtimalle esas yazı sonradan değiştirilmiş. Sanırım cinlerle ilgili bu uçuk kaçık yazının üstünde Fethullah hocanın isminin olması Fethullahçıları rahatsız etmiş olacak. Düşünsenize, düzgün ve aklı başında bir insan izlenimi vermeye çalışan hoca efendi meğer cinlerden faydalanmayı düşünüyormuş. Olacak şey mi bu şimdi? O yüzden yazıyı Said-i Nursi’ye atfetmişler. Eh, ne de olsa onun İstiklâl Mahkemesi’nden kaçmak için aldığı bir deli raporu var, o nedenle savunması kolay olur demişlerdir belki.<br /><br /><strong>III<br /></strong><br />İşte böyle! Bilimsel yayınları dinî gerekçelerle sansürleyeceksiniz, hoşunuza gitmeyen şeyleri bastırmayacaksınız, milleti susturmaya çalışacaksınız, sonra da bilimsel ve teknolojik gelişme için cinlerden medet umacaksınız. Ne güzel değil mi? Demek ki cinlerle bir temasa geçtik mi bizi kimse tutamayacak. Batı âlemi de avucunu yalayacak. Yav şu Fethullah hoca gerçekten çok büyük adam valla. Onca bilim adamı, araştırmacı ve akademisyen şu cinleri düşünemedi de bir bizim hoca efendimiz düşündü. Zaten başka kim düşünecekti ki? Laikler mi? Pööh! İşte biz o ahlâksız Batı âlemini böyle hoca efendiler ile ezip geçeceğiz. Savulun sünnetsiz mendeburlar! İslâm geliyor gümbür gümbür, laikler gidiyor hüngür hüngür!<br /><br />* * *<br /><br />1992’de çıkardıkları ve grupla aynı ismi taşıyan ilk albümlerindeki “No Rain” adlı parçasıyla iyi bir çıkış yapmıştı <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Blind_melon">Blind Melon</a>. Ama 1995’te çıkan “Soup” adlı ikinci albümlerinden sonra vokalist Shannon Noon aşırı dozda kokainden ölünce, grup için işler iyi gitmedi ve 1999’da dağıldılar. 2006’da yeni bir vokalistle bir araya geldiler, fakat eskisi gibi değiller. İşte ikinci albümlerinden favori parçam “Mouthful of Cavities”i aşağıya koydum. Geri vokaldeki konuk vokalist Jena Kraus’un sesine dikkat edin. Kraus’un Myspace’de bir <a href="http://www.myspace.com/jenakraus"><em>sayfası</em></a> da var. Ama o sese rağmen bir türlü iyi bir çıkış yapamadı.</div><br /><div style="WIDTH: 300px"><object height="110" width="300"><param name="movie" value="http://media.imeem.com/m/ADagO4e7FU/aus=false/"><param name="wmode" value="transparent"><embed src="http://media.imeem.com/m/ADagO4e7FU/aus=false/" type="application/x-shockwave-flash" width="300" height="110" wmode="transparent"></embed></object></div>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-30351400737684950072009-03-08T19:33:00.013+02:002009-03-08T20:49:27.886+02:00<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjZs5V0bvcWA1tPkD0Vbg1aJl28QFAfrSVhRB7_LvRRCQnkVYhAMzc7hhhSNTChc2YlOXELq6H4r6Lp_DK8q-7b0IXH_Dq7AUGfOp6_aK4OEZJiIWOkVdak1BNpliVYUtlJpZA6/s1600-h/06-114WFBERA00.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5310874031685293410" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 318px; CURSOR: hand; HEIGHT: 400px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjZs5V0bvcWA1tPkD0Vbg1aJl28QFAfrSVhRB7_LvRRCQnkVYhAMzc7hhhSNTChc2YlOXELq6H4r6Lp_DK8q-7b0IXH_Dq7AUGfOp6_aK4OEZJiIWOkVdak1BNpliVYUtlJpZA6/s400/06-114WFBERA00.jpg" border="0" /></a><br /><div align="justify"><strong>CEHENNEMDEKİ PEYGAMBER<br /></strong><br />Son günlerde internetteki torrent sitelerinden film indirip izleme hastası oldum. Bu işleri maalesef geç takip ediyoruz. İndirip izlediğim son filmlerden biri de M. Night Shyamalan’ın 2000 tarihli, başrolünde Bruce Willis ve Samuel L. Jackson’ın oynadığı <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Unbreakable_(film)">Unbreakable</a>. Son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden biri oldu. Gerçi film işlerinden pek anlamam, ama hem Willis hem de Jackson rollere tam oturmuşlar bence. Filmin özellikle müziklerini beğendim. Hatta dayanamayıp, filmin soundtrack’ini de malum sitelerden indirdim. Beğendiğim parçalardan birini de (The Orange Man) aşağıya ekledim. (Şarkının çaldığı sahne de güzeldi üstelik.) Beğendiğim bir diğer film de Hugh Jackman, Christian Bale ve Michael Caine’in oynadığı 2006 tarihli <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/The_Prestige_(film)">The Prestige</a> oldu. Başlangıçta olaylar biraz yavaş aksa da film sonlara doğru daha heyecanlı hâle geliyor. Her iki filmin sonu da sürpriz bir finalle bitiyor.<br /><br /><object height="50" width="150" align="middle"><param name="allowScriptAccess" value="sameDomain"><param name="wmode" value="transparent"><embed src="http://muzicons.com/musicon_v_srv_new.swf" width="150" height="50" menu="false" quality="high" align="middle" type="application/x-shockwave-flash" flashvars="&nomuz=muzicon%20unavailable&site=http://muzicons.com/&icon_pic=106.png&music_file=http://filekeeper.org/download/shared/wton_howard-unbreakable-the_orange_man_2_376.mp3&bg_color=000080&type_of_clip=simple_text&text_color=FFFFFF&text_message=Unbreakable" wmode="transparent"></embed></object><br /><br />Filmlere bakacağım deyip internette gezinirken evvelki gün ilginç bir habere rastladım. Haberde anlatıldığına göre, Müslüman kardeşlerimiz 2002 yılında İtalya’nın Bologna şehrindeki San Petronio bazilikasına bir saldırı düzenlemeyi planlamışlar. Nedeni de bazilikada bulunan 1415 tarihli bir freskin peygamber Muhammed’i cehennemde iblisler tarafından işkence ediliyor hâlde göstermesi imiş. Freski yapan İtalyan ressam Giovanni da Modena aslında resimde Dante’nin İlâhi Komedya’sından bir bölümü tasvir ediyormuş. Haberin yazıldığı tarihte kilisenin freskin olduğu bölümü ziyaretçilere kapalı imiş ve sadece belirli bir uzaklıktan görülebiliyormuş. (Olaydan bahseden iki haber şurada: <a href="http://www.voanews.com/english/archive/2002-06/a-2002-06-23-13-Islamic.cfm"><em>1</em></a> – <a href="http://www.foxnews.com/story/0,2933,56014,00.html"><em>2</em></a>; bir de İtalyanca bir sitede <a href="http://www.corriere.it/Primo_Piano/Esteri/2002/06_Giugno/23/tunisia.shtml">bahsediliyor</a>. En tepedeki resim İlâhi Komedya’yı resimleyen Gustave Dore’nin peygamberin olduğu sahneyi anlatan resmi, aşağıdaki iki resim de malum freske ait.)</div><br /><div><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi4P8cunr1nAfXIYePALad2iSVBG0lHTog0vz57sQAICtNVo3kIon-rdS2b7XqLGETQowMKDsSu49IsLQD5VnkIGAEaCupjboGyfQwvnGZMB-MCg38KU1pDn4NMN4JumPcRYCBD/s1600-h/machomet.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5310873445910591522" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; CURSOR: hand; HEIGHT: 286px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi4P8cunr1nAfXIYePALad2iSVBG0lHTog0vz57sQAICtNVo3kIon-rdS2b7XqLGETQowMKDsSu49IsLQD5VnkIGAEaCupjboGyfQwvnGZMB-MCg38KU1pDn4NMN4JumPcRYCBD/s400/machomet.jpg" border="0" /></a><br /><div><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhkuRiiX_DOJWdPHljjGZpXQIkvjZ0Ldy2x_iHbxoLZ5HOtNcBAk6KlF7t1qemxUSbCc4b9zexX-IIDRj7dJlHRjn3PiMkpFZYSyEQTo4ZT0HmknWQ8hka_yIpqkj2eF1O-usKJ/s1600-h/bologna-fresco_062602.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5310873149234244850" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; CURSOR: hand; HEIGHT: 266px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhkuRiiX_DOJWdPHljjGZpXQIkvjZ0Ldy2x_iHbxoLZ5HOtNcBAk6KlF7t1qemxUSbCc4b9zexX-IIDRj7dJlHRjn3PiMkpFZYSyEQTo4ZT0HmknWQ8hka_yIpqkj2eF1O-usKJ/s400/bologna-fresco_062602.jpg" border="0" /></a></div><br /><div align="justify">Merak edip Dante’nin kitabından ilgili bölümü buldum. Kitabı okuyalı neredeyse 10 sene olmuş, unutup gitmişiz. Malum kısım şöyle:<br /><br /><span style="color:#000099;">(22) Dibi delik, tahtası eksik hiçbir fıçı,<br />benim gördüğüm, tepesinden tırnağına bağarı<br />deşik biri gibi parçalanmış olamazdı.<br /><br />(25) Bacakları arkasından sarkıyordu bağırsakları;<br />iç organları ortadaydı,<br />yenilenlerden bok yapan murdar keseyle birlikte.<br /><br />(28) Onu görmek için olanca dikkatimi verince,<br />bana baktı, göğsünü açtı elleriyle,<br />“Bak nasıl paralıyorum kendimi” dedi,<br /><br />(31) “Bak Muhammed de nasıl sakat edildi!<br />Önümde ağlayarak giden de Ali,<br />çenesinden tepesine yüzü kesili.<br /><br />(34) Burada gördüğün öteki kişiler<br />yeryüzünde bölücülük, bozgunculuk tohumu ektiler,<br />bu nedenle ikiye bölündüler.<br /><br />(37) Arkamızdaki zebani bizi denetler,<br />bu acılı yolu her döndüğümüzde,<br />bu sürüdeki herkesi</span></div><div align="justify"><br /><span style="color:#000099;">(40) gözünü kırpmadan kılıcıyla bir daha şişler;<br />çünkü yaralarımız kapanmıştır yine,<br />yeniden onun önüne geldiğimizde.<br /><br />(43) Sen kimsin peki,<br />yoksa günahına biçilen diyeti geciktirmek için mi,<br />oyalanmaktasın bu köprüde?”<br /><br />(…)<br /><br />(61) Bu sözleri bana Muhammed söyledi,<br />daha önce kaldırmış olduğu ayağını indirdi,<br />yere bastı, uzaklaşıp gitti.<br /></span><br />Kitabı İtalyanca orijinalinden çeviren Rekin Teksoy daha önce Boccacio’nun <span class="Apple-style-span" style="font-style: italic;">Decameron</span>’ununu çevirdiği için İtalya cumhurbaşkanından şövalye ünvanı almış. İlâhi Komedya çevirisi için de İtalya senatosundan çeviri ödülü almış. Olay kitapta 28. kantoda geçiyor. Türkçede Teksoy’un çevirisinin biri beyaz, diğeri de saman kâğıda olmak üzere iki baskısı var. Ben <a href="http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=37988&sa=39824386"><em>şu</em></a> baskıyı kullandım (s. 231-233). Hadi Irak’ın işgali yüzünden bu adamların Londra’da metro bombalamalarını, otobüs havaya uçurmalarını, İstanbul’da HSBC binasını yerle bir etmelerini anladık da, sırf bir resim yüzünden kilisenin tekine saldırı düzenlemek de ne oluyor?<br /><br />Hatırlayın, Danimarka’da yayınlanan peygamber karikatürleri yüzünden burada iki rahip öldürmüşlerdi. Facebook’da bu karikatür olayı ile ilişkili olarak Danimarkalıların açtığı bir gruba üyeyim. Oraya da ara ara bu tarz tiplerden tehdit ve küfür yorumları geliyor ve ne yazık ki bunların çoğu Türkler tarafından yazılıyor. Üstelik grubun tanıtım yazısında söz konusu grubun İslâm dinine karşı olmadığı da belirtiliyor. Ancak işin matrak tarafı, Türklerin yazılarının neredeyse tamamı Türkçe oluyor. Hâliyle Danimarkalılar hiçbir şey anlamıyorlar ve yorumları siliyorlar. Bir kısım tip de grubun moderatörlerine mesaj atarak tehditte bulunup küfür ediyor. Bu nedenle normalde herkese açık olan grup zaman zaman dışarıya kapatılıyor ve üyeler arasından böyleleri temizleniyor.<br /><br />Hatta bir defasında gruba yazdığım bir yorum yüzünden bir Türk kızından bir mesaj aldım. İmlâsına hiç dokunmadan mesajını aşağıya yazdım:<br /><br /><span style="color:#000099;">sizi merak ediyorum hiç mi merak edip kur-an okumuyorsunuz???şu bedendeki kusursuz bir şekilde işleyen organizmaya bak güneşe bak ay'a bak bunların hepsi tesadüf mü???sana bir hisse birgün sahabelerden biri otururken yanına biri gelir derki sen ALLAH'a inanıyormuşsun bna ALLAH'ıgöster.ben puta buna inanıyorum diyerek elindeki çamurdan yapılmış aciz nesneyi gösterir.bunun üzerine sahabe(a.s.)bana bi ayran getirin der.ayran neyden yapılır diye sorar adam yoğurt we sudan der sahabe ise cevap werir o zaman yoğurt we ayranı bana göster der tabi adam gösteremz ve kelime-şahadet getirerek müslüman olur eşşehedü enla ilahe illallah ve eşhedü enle muhammeden resürullah..inşallah anlamışsındır eğer merak eder şüpheye düşersen araştır..<br /></span><br />Böyle olunca kıza bir mesaj gönderip şöyle dedim:<br /><br /><span style="color:#3333ff;"><span style="color:#000099;">Başkalarına sizin gibi düşünmedikleri için kızacağınıza, insanların arasındaki farklılıkları kabul edip hoşgörülü davranmayı ve onlarla barış içinde yaşamayı denerseniz çok mu zor olur sizin için? Körü körüne inanmak yerine sorgulamayı ve anlamayı denerseniz hayattan alacağınız nasip daha fazla olur sanırım.</span><br /></span><br />Tabii kız beni anlamadı ve yine kendi bildiğini okuduğunu gösteren bir mesaj daha gönderdi; ben de işi orada bıraktım. Aydınlanma devrinin önemli yapıtlarından olan <a href="http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=17673&sa=39824424">Ansiklopedi</a>’nin hoşgörü maddesinde Diderot şöyle yazıyor (Ansiklopedi’nin sadece metin bölümü 17 ciltten oluşuyor, Türkçesi ise sadece seçilmiş parçalardan yapılan küçük bir derleme. Bu nedenle tam bir İngilizce kaynak da veremedim):<br /><br /><span style="color:#000099;">Sizin kanılarınız benden nefret etme hakkını size tanıyorsa, benim kanılarım sizden nefret etme hakkını bana niçin tanımasın? “Hakikati ben biliyorum” diye haykırırsanız, ben de aynı yüksek sesle “hakikati ben biliyorum,” diye haykırırım. Ve ayrıca şunları da eklerim: aramızda barış olduktan sonra, sizin mi yoksa benim mi yanıldığımın benim için ne önemi var? Ben körsem, bir körün yüzüne sizin şamar indirmeniz gerekir mi?</span> (s. 218)</div><div align="justify"><br />Ansiklopedi’nin 18. yüzyılda yayınlandığını (ciltlerinin basılışının tamamlanma tarihi 1765) düşünürseniz, bizim müslüman kardeşlerimizin nefret ettikleri Batılılardan bu gibi konularda ne kadar geri olduklarını tahmin edebilirsiniz. Bu durumları düzelir mi peki? Bence ı-ıh! <div style="WIDTH: 300px"><br /><object height="110" width="300"><param name="movie" value="http://media.imeem.com/m/hsuF7713oL/aus=false/"><param name="wmode" value="transparent"><embed src="http://media.imeem.com/m/hsuF7713oL/aus=false/" type="application/x-shockwave-flash" width="300" height="110" wmode="transparent"></embed></object></div></div></div>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-75700600608590366372009-02-19T14:44:00.018+02:002009-02-19T15:55:57.097+02:00<div align="justify"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhjycxoG4EMi4mHlGuY9hVM0_E1GFOIS4RpkrRuIuD-zvb7gDMJ28ub_jfSVpHxogn1x9s3QQvLuk9u0WSrmjguvPv63DZwsbHLNjGngH-iAoetxkN8JVPHD58mXdk_xadNiRvo/s1600-h/n648081741_970118_9421.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5304491015887522834" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; CURSOR: hand; HEIGHT: 284px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhjycxoG4EMi4mHlGuY9hVM0_E1GFOIS4RpkrRuIuD-zvb7gDMJ28ub_jfSVpHxogn1x9s3QQvLuk9u0WSrmjguvPv63DZwsbHLNjGngH-iAoetxkN8JVPHD58mXdk_xadNiRvo/s400/n648081741_970118_9421.jpg" border="0" /></a><strong><br /></strong></div><div align="justify"><strong>NAMAZLI KURTULUŞ</strong><br /><br />Son iki gündür bizim evin yakınlarındaki bir marketten poşet kahve alıp duruyorum. Piyasadaki hemen hemen her çeşidi denedim sanırım. Nescàfe ile Ülker’in Cafe Crown’ından iki, Jacobs’dan da bir ürünü beğendim; diğer markalar pek iyi değildi. (Bir zamanlar Jacops’un büyük poşet ve farklı çeşitte cappuccinoları olurdu, artık bulamıyorum.) Bu arada, bir marketler zincirinin şubesi olan bu markette her alışverişten sonra bana promosyon olarak Star gazetesi verdiler. Star gazetesi okumam, sadece hükümet yanlısı bir gazete olduğunu ve uzaktan aşinalığım olan bazı liberal hocaların gazetede yazarlık yaptığını biliyorum. İki gün boyunca verilen gazeteleri okudum – felaket! Gazetenin neredeyse her yanından iktidar yalakalığı akıyordu. Sırf bazı yazarların ismi bile gazetenin tipi hakkında rahatça bir fikir verebilir: Eser Karakaş, Mehmet Altan, Mustafa Akyol ve Mahir Kaynak.<br /><br />Eski MİT ajanı Kaynak’ı görünce bir “yuh” dedim zaten. Mahir Kaynak 70’li yılların başlarında İstanbul Üniversitesi’nde iktisat bölümünde hocaymış, matematiksel iktisat derslerine giriyormuş. Tesadüf, hem tez danışmanım hem de bizim peder o dönemde orada öğrencilermiş. Tez danışmanım bir defasında bana Kaynak için, “Ajan olduğunu düşüneceğimiz en son kişilerden biriydi,” demişti. Pedere sorduğumda da, “Derste öğrencileri kışkırtırdı, sonradan öğrendik ki, meğer onları ispiyonluyormuş,” dedi. Ne güzel değil mi, liberal hocalar işte böyle adamlarla aynı gazetede yazıyorlar.<br /><br />Eser Karakaş’ı dört sene kadar önce Bahçeşehir Üniversitesi’nde görmüştüm. Yabancı liberal bir hocanın verdiği seminere katılıyordum. Karakaş da tam gelip benim arkamdaki koltuğa oturdu. Hocanın konuşması boyunca arkadan koltuğumu sallandırdı, titreştirdi ve garip garip, “hohohrgghg, höörgghrth” gibisinden sesler çıkarttı. Böyle bir yerde arkanızda oturan kişi böyle sesler çıkartıp koltuğunuzu sarsarsa ne düşünürsünüz? Korkudan arkama da bakamadım. Bir ara yabancı liberal hoca devletin verdiği tüm hizmetleri özel sektörün de verebileceğini söylediğinde, Karakaş benim ve etrafımdakilerin duyabileceği kadar yüksek bir sesle adama “salak” dedi. Aslında düşüncelerine katılmasam da liberal hoca gayet güzel konuşmuştu – özelikle de özel güvenlikle ilgili meselelerde. Seminer bittikten sonra Karakaş gidip bir köpek getirdi – sanırım kendi köpeğiydi – ve hocaya göstererek, “işte güvenlik sorununu bu hâlledecek,” dedi. Yanlış hatırlamıyorsam Karakaş o dönem o üniversitede dekandı – yazık.<br /><br />Gazetede yazan kişilerden biri de şu Avrupa Yakası adlı diziyi yapan Gülse Birsel’in kocası Murat Birsel imiş. Kendisi çok önceleri NTV’de Gündemdekiler diye bir program yapardı. Sonra ATV’ye geçip ana haberleri sunmaya başladı. Şu anda ne yapıyor bilmiyorum. Marketten ilk gün verdikleri gazetede Birsel’in yazını görünce pek bir güldüm, zira başlığı <a href="http://www.stargazete.com/gazete/yazar/murat-birsel/namaz-sucu-engelliyor-169647.htm">“Namaz Suçu Engelliyor”</a> idi. Yazısının bir yerinde şöyle diyor: “Ve dünya genelinde bir ülkede namaz kılınıyorsa toplam suç istatistiklerinin hemen hepsinde Müslüman toplumlarda suça eğilim düşük çıkıyor.” Birsel’in ifadesiyle “bir huzur, iç güzellik, huşu ve iyiliklere dair titreşimler barındıran namaz” meğer işlenen suçları azaltıyormuş. Vay anasını! Üstelik Birsel bu konuda bilimsel araştırmaların da olduğunu söylüyor.<br /><br />Şimdi, Murat Birsel’in mantığıyla düşünürsek, Ortadoğu’daki pek çok sorunu namazla çözebiliriz – en azından müslüman Arap kardeşlerimizin vırt zırt yanı başımızda çıkarttıkları sorunları. (O musibet Yahudiler de imana gelseler, Müslüman olup namaz kılsalardı onların çıkarttıkları sorunlar da çözülürdü.) Müslümanlar bir namaz kılmaya başlasalar ne El-Kaide kalacak ne de Hamas. İntihar bombacıları kendiliğinden silinip gidecek. Kızları ve kadınları kapatmayacaklar. Hem sadece Ortadoğu mu? Bizdeki sorunlar bile namazla çözülebilir. Mesela şu AKP’liler bir namaz kılsalar, ne yobazlıkları kalacak, ne rüşvetçilikleri, ne de üçkağıtçılıkları; hepsinden kurtulacaklar. Tayyip kardeşimiz de namaz kılsaydı keşke; biraz yontulur, adama benzerdi. Ya Fethullah hocamız? Namaz kılsaydı taa Amerikalardan cumhuriyeti yıkmaya kalkışır mıydı hiç? Namaz kılsalardı Vakit gazetesindeki yazarların arasından Hüseyin Üzmez gibi bir tecavüzcü çıkar mıydı? Ya Deniz Feneri? Demek ki iş namazda bitiyor. Tabii o laikçi-faşist, ulusalcı, statükocu, darbeci, cuntacı ve Ergenekoncu Kemalistlerin namaz kılmalarını beklemek saflık olur. Onlar hayatta namaz kılmaz – mendebur herifler! </div><br /><p align="justify"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhHR6DVnyEHuyrdSfhy0gL3xMPK4G4xTUkVlyZlAmlKLS5-iggG-O5jNmMa7M27OkcH5PuT2f1Gi0LdbXf-HDzOZr3itTC_POwDfwWTwKAaKnSVbaqnotUbeIAfh3yt3TWRAPN3/s1600-h/06.09.05.Purging101-X.gif"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5304490747495097570" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; CURSOR: hand; HEIGHT: 295px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhHR6DVnyEHuyrdSfhy0gL3xMPK4G4xTUkVlyZlAmlKLS5-iggG-O5jNmMa7M27OkcH5PuT2f1Gi0LdbXf-HDzOZr3itTC_POwDfwWTwKAaKnSVbaqnotUbeIAfh3yt3TWRAPN3/s400/06.09.05.Purging101-X.gif" border="0" /></a></p><p align="justify">Bu adamlar böyle AKP yalakalığı yapadursun, geçen hafta Cumhuriyet gazetesinde (10 Şubat Salı) İran’da zamanında Şah’a karşı yapılan halk ayaklanmalarına liderlik etmiş yazar Bahman Nirumand ile yapılan bir röportaj vardı. Gazetede yazdığına göre, 1936 doğumlu Nirumand Tahran Üniversitesi’nde doçent olarak çalışırken Şah’a karşı eylemleri nedeniyle 1965’de İran’ı terk etmiş ve Almanya’ya gitmiş. Orada 68 öğrenci hareketine katılmış. 1979’da Şah’ın devrilmesinden sonra İran’a dönmüş ve 1.5 yılı yeraltında olmak üzere toplam üç yıl İran’da kaldıktan sonra bu defa molla rejiminden kaçarak yeniden Almanya’ya gitmiş. Molla rejimi, siyasal İslâm gibi konularda kitapları varmış. Bunlardan biri Türkiye’de de <a href="http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=39984&sa=39655357">yayınlanmış</a>. Nirumand’ın röportajından önemli gördüğüm yerleri aşağıya yazdım.<br /></p><p align="justify"><br /><span style="color:#000099;">Şah’ı devirdikten sonra iktidarı mollaların ele geçireceğini hiç düşünmemiştik. Her şey çok çabuk değişti. (…) Eğer gerçekleri görmeyen bir ütopya ile hareket ederseniz, başarıya ulaşamazsınız. Örneğin bu, yaptığımız önemli bir hataydı. Hepimiz o zaman daha çok gençtik, tecrübesizdik. Kafalarımızdaki ütopya, ayaklanmadan sonra sosyalist bir İran kurmaktı. Oysa bu ütopyanın gerçeklerle ilgisi yoktu. Başta biz solcular, o zamanki İran halkını, İran halkının yapısını tanımıyorduk. Şah diktatörlüğünü karşımıza almıştık, başka bir şey düşünmüyorduk. Halk ne düşünüyor, onların beklentileri, ihtiyaçları neler, bunları pek dikkate almamıştık. Kısacası İran halkını tanımıyorduk. Halkın beklentilerine, taleplerine cevap vermeyen, bunları dikkate almayan bir devrimin başarıya ulaşması imkânsız. Halkın sadece bir kesiminin istemleri doğrultusunda hareket ederseniz, bu da başarıya ulaşamaz. (…) Önemli olan halkın aydınlatılmasıdır. Aydınlanma olmadan toplumsal kalkınma, demokratik ilerleme de olmaz. Halkı toplumsal değişikliklerin gerekli olduğuna inandırmak ve bu doğrultuda halkla birlikte uzun süreli bir mücadele vermek gerekiyor. İşte 1979 yenilgisinden çıkardığım dersler bunlar.<br /></span><br /><span style="color:#000099;">(…)<br /><br />70’li yılların ortalarından itibaren İran’da Şah’a karşı bir hareket başlamıştı. Ancak bu hareket işçi-köylüden ya da yoksul-fakir halktan gelmiyordu. Tam tersine, petrolden zengin olmuş bir tabakadan veya zengin olma umutları besleyen orta sınıftan geliyordu. Bunlar iktidarda söz sahibi olmak istiyorlardı. Her şeye kendi karar veren Şah rejimi, bu sözünü ettiğim kesim için bir engeldi. Onlar daha da zengin olabilmek için eşitlik, demokrasi talep ediyorlardı.<br /><br />(…)<br /><br />Humeyni Paris’e yerleştikten sonra yaptığı açıklamalarla bir anda dünya basınının odak noktası oldu. İşkencelerin sona ermesi, gizli servisin kaldırılması, İran’a demokrasinin gelmesi, kadınlara eşit haklar verilmesi gibi, herkesin şaşkınlıkla karşıladığı açıklamalar yapıyordu. Bütün dünya Humeyni’yi konuşur olmuştu. İranlı solcuların veya aydınların büyük bir kısmı Humeyni’yi desteklemeye başladılar. Humeyni modern, demokrat bir din adamı olarak görülüyordu.<br /></span><br />Allah Allah, Humeyni’nin bu tavırları bana bizdeki modern ve demokrat görünümlü bir dinî cemaat liderini hatırlattı. Bu cemaat lideri de aynen Humeyni'nin o dönem yaptığı gibi yurt dışında yaşıyor ve bizdeki bazı liberal “aydınlardan” destek görüyor. Allah hayra çıkarsın. Devam:<br /><br /><span style="color:#000099;">İşte bu gelişmelerle birlikte İran’daki İslâmî kesim ön plana çıkmaya, Şah’a karşı ayaklanmada öncü rolü oynamaya başladı. İran’daki binlerce din adamı camilerdeki vaazlarında halkı Şah’a karşı ayaklanmaya katılmaya, isyana çağırmaya başladılar. Bu arada Humeyni’nin kendi sesinden kasetleri de kaçak yollardan sık sık ülkeye sokuluyor, bu kasetler bir anda binlerce camiye dağıtılıyordu. Camiler parti merkezlerine dönüşmüştü ve çok iyi organize olmuşlardı. Şah’a karşı ayaklanan diğer güçler, Humeyni yandaşları kadar organize ve disiplinli değillerdi.<br /><br />Humeyni ve yüz binlerce molla artık Şah’a karşı ayaklanmada itici ve belirleyici güç hâline gelmişlerdi. Dizginler onların eline geçmişti. Biz ise hâlâ Humeyni’nin demokrat bir din adamı olduğuna inanıyor, “Şah devrilsin yeter,” diyorduk.<br /></span><br />Nirumand’ın dediğine göre İran-Irak savaşı Humeyni’nin yerini daha da sağlamlaştırmış. Gerçi bizde savaş yok, ama onun yerine Ergenekon var:<br /><br /><span style="color:#000099;">(…) Humeyni’nin kendisi bu savaş için “Allah’ın lütfu” derdi. Milyonlarca İranlı genç, bütün millet, bu savaş için seferber oldu. Molla rejiminin baskıları ikinci plana itildi, hatta unutuldu. Savaşa ya da molla rejimine karşı çıkan on binlerce İranlı ise derhal idam edildi. Yani savaş, bir yandan İran halkının molaların peşinde bütünleşmesini sağladı, diğer yandan molla rejimine karşı olanların savaş bahane edilerek yok edilmesine hizmet etti.<br /></span><br /><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5304490228495480882" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; CURSOR: hand; HEIGHT: 299px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgyEMYhWCx7xal18tJEIiF60ORdM5FU6E9yfsNovBuS3OKQu4V3hxj8tT6KzDZPJsER3hV2qMDgW6MjdMY2KPHj94HupblbcTKRZcGr15aJ0_YaHTbmoULxuv2tdWYaOJLwqwKo/s400/Cartoon20081217.jpg" border="0" /></p><p align="justify">Ben yazıyı okurken bazı yerlerin bizdeki duruma benzer olduğunu düşünmeden edemedim. O dönem İran’da Şah’a karşı çıkan solcuların ve aydınların gösterdikleri tavır ve mollalar hakkındaki düşünceleri bana bizdeki birtakım kişileri hatırlattı. Acaba evham mı diye düşünüyorum. Ama bizdekilerin İran’daki solcu ve aydınlar kadar “saf” olduklarını hiç sanmıyorum. Eh, bakalım yarın öbür gün Türkiye’de İslâmî bir rejim kurulursa ya da bizim İslâmcılar toplumu istedikleri şekle sokarlarsa ne olacak? Bunlar şimdi kendilerine destek veren bu tiplere yardımlarından dolayı minnet duyacaklar mı, yoksa molla yöntemini mi tercih edecekler? Belki bizdeki sözde aydınlar işi en baştan sağlama alıp doğrudan molla olur ve namaz kılmaya başlarlar, kim bilir.</p><div style="WIDTH: 300px"><object height="110" width="300"><param name="movie" value="http://media.imeem.com/m/5PRfZw1sV5/aus=false/"><param name="wmode" value="transparent"><br /><embed src="http://media.imeem.com/m/5PRfZw1sV5/aus=false/" type="application/x-shockwave-flash" width="300" height="110" wmode="transparent"></embed></object></div><p></p>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-80262918095301358312009-02-14T21:27:00.009+02:002009-02-15T12:38:05.646+02:00<a href="http://www.myturkiye.com/turkce/images/istanbul/4_istanbul_osmanli_gravur.jpg"><img style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 300px; CURSOR: hand; HEIGHT: 421px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="http://www.myturkiye.com/turkce/images/istanbul/4_istanbul_osmanli_gravur.jpg" border="0" /></a><br /><div align="justify"><strong>ESKİ İSTANBUL<br /></strong><br />Son iki-üç aydır bayağı yoğun hâldeyim. Bir türlü fırsat bulup da bloga yazamadım. Bununla birlikte diğer blogları izlemeye düzenli olarak devam ediyorum. Bu arada, blog dışında iki siteye birden daha yazar oldum. Gerçi bloga bile düzenli hâlde yazamazken iki siteye birden yazar olmak akıl kârı değil gibi görünebilir. Ancak sitelerden bir tanesi Herackles’in iktisat teorisi üzerine yazan kişileri topladığı bir site, dolayısıyla oraya yazdığım yazıları blogda yazmam mümkün değil. İktisat teorisi üzerine bu tarz yazılar yayınlayan Türkçe siteler benim bildiğim kadarıyla fazla yok. O nedenle güncel meselelerle ilişkili olmayan iktisat konuları üzerine bir sitenin olması iyi olur dedim. Hoş, Herackles ayda sadece bir yazı istiyor, ama ona da yazıları vaktinde gönderemiyoruz. :)) Diğer site de güncel politik meselelerle ilgili bir site. Oraya yazar olmam da tesadüf eseri oldu. İşin güzel tarafı, sitede ciddi üslupla yazıp liberallerle dalga geçebilmem. Neyse ki yazıları belirli bir düzenlilikte göndermeme gerek yok, arada geniş boşluklar olabiliyor.<br /><br />Bu nedenle, boş durmadığımı göstermek için aşağıya iki resim koydum. Biri çalışma masamın normal bir okuma-yazma günündeki hâlini, diğeri de sürekli kitap almaktan şişmiş, ıkış tıkış hâle gelmeye başlayan kütüphanemin bir bölümünü gösteriyor. (Resimde rafların sadece ön tarafı görünüyor. Arka taraflar da bir o kadar kitap dolu.) Sonuncu resmi yatağımın bir köşesine biraz büzülerek çektim. Resmin bulanık olması iyi oldu, böylece rafların bazı yerlerindeki tozlar görünmüyor. Böylece yatmadığımızı, çalıştığımızı da kanıtlamış oluyoruz. </div><div align="justify"><br /></div><div align="justify"></div><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh_T5Ve7iz9x2El8Wbs620FB2oZuMnN_OEUbEZHBQsKqdnhpV8qfyzWI1D6pTn71ZVcyMR61jh6xkgPC2eilyTSX5czsqDBcnzSDxrvl0Oor4ISRc3Q9k2JAgnswpdW8YQZxMmO/s1600-h/HPIM2147.JPG"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5302737570180206386" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 320px; CURSOR: hand; HEIGHT: 240px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh_T5Ve7iz9x2El8Wbs620FB2oZuMnN_OEUbEZHBQsKqdnhpV8qfyzWI1D6pTn71ZVcyMR61jh6xkgPC2eilyTSX5czsqDBcnzSDxrvl0Oor4ISRc3Q9k2JAgnswpdW8YQZxMmO/s320/HPIM2147.JPG" border="0" /></a><br /><div align="justify"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjj_oU7f3zdDuiexq7yeXu4jqee5hHLOS8Z8hmBWFNkwcS3k2OPMIT-vqubibndVgNVHDuLLi8Imary8dziPfOg3TgnBGdq7Poov-5RHo5gwMrbNo4k_dOni0PbavkNDyhSWJl7/s1600-h/HPIM2153.JPG"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5302737270160709666" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 240px; CURSOR: hand; HEIGHT: 320px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjj_oU7f3zdDuiexq7yeXu4jqee5hHLOS8Z8hmBWFNkwcS3k2OPMIT-vqubibndVgNVHDuLLi8Imary8dziPfOg3TgnBGdq7Poov-5RHo5gwMrbNo4k_dOni0PbavkNDyhSWJl7/s320/HPIM2153.JPG" border="0" /></a><br />Bu ayki National Geographic dergisi kapak konusu olarak “İstanbul’un Tılsımları”nı seçmiş. Dergideki yazı Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde anlattığı ve İstanbul’u âfet, yangın ve sel gibi musibetlerden koruyan tılsımları anlatıyor. Çelebi’nin dediğine göre şehrin yedi tepesinde 24 tane tılsım varmış. (Derginin sitesinden yazının küçük bir kısmına <a href="http://www.nationalgeographic.com.tr/ngm/0902/konu.aspx?Konu=1">bakılabilir</a>.) Dergideki yazıyı okuyunca, aklıma, zamanında İstanbul’daki gündelik hayatın tarihi üzerine aldığım bir kitap geldi: Robert Mantran, <a href="http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=36207&sa=39757787">16. ve 17. Yüzyılda İstanbul’da Gündelik Hayat</a>. (Kitabın İngilizcesini Amazon’da bulamadım. Aslı ise Fransızca.) Kitabı okulda İstanbul tarihi üzerine bir ders alırken hoca tavsiye etmişti. Neyse ki, kitabın içeriği dersler kadar sıkıcı değildi. Kitaptan ilginç bulduğum yerleri aşağıda aktardım. (Çevirmenin üslubunu beğenmediğim yerlerde bazı ufak değişiklikler yaptım.)<br /><br /><strong>I<br /></strong><br />Mantran’ın dediğine göre İstanbul dıştan güzel görünmesine rağmen, içine girildiğinde hiç de öyle değilmiş. Günümüzde kentin pisliğinden ve çamurundan yakınıyoruz, ama 400 sene kadar öncesine gidildiğinde de durum o kadar farklı değilmiş:<br /><br /><span style="color:#000099;">İstanbul’un görünüşü dıştan bakıldığında büyüleyici olarak görünüyorsa da, (…) kentin iç görüntüsünün aynı övgüleri hak etmesi için kırk fırın ekmek yemesi gerekmektedir. Aynı dönemde Paris veya Londra caddeleri de birer temizlik veya dolaşım kolaylığı örneği olmanın uzağındadırlar, ama İstanbul’da kentin dış görünüşünden sonra beklentileri artan yabancıların hayal kırıklıkları büyük olmuşa benzemektedir. Çeşitli kökenlerden gözlemcilerin bazı kanılarını zikredelim. Örneğin Pietro della Valle: “Kentin içi, dış görüntüsünün güzelliğine uymamaktadır. Onun tamamen tersine çirkindir, çünkü sokakları eskisi gibi temiz ve düzenli tutmak için hiçbir özen gösterilmemektedir. Bugün halkın ihmaliyle bu sokaklar pis ve kullanışsız hâle gelmişlerdir.” d’Arvieux: “Sokaklara döşenen taşlar ya kötüdür ya da bazılarına hiç döşenmemiştir ve hepsi genel olarak pistir.” Thèvenot: “İstanbul sokakları çok sefildir; çoğu dar, eğri büğrü, yüksek ve alçaktır.” Ve Wheeler: “Sokaklar sıkışık, karanlık, derindir ve küçük basık evlerden meydana gelmektedir.”</span> (s. 29-30)<br /><br /><span style="color:#000099;">Çoğu taş kaplı olmayan caddeler yağmurla birlikte çamur deryasına dönmektedirler. Üstelik buraların bol bol atılan çirkef ve çöpler için depo olmalarından ötürü “yürümekte güçlük çekilmektedir.” Fakat belediye yöneticileri tarafında çıkartılan kararnameler caddelerin temizlenmesi gerektiğini, sokakların bozulduğunda onarılmalarını, çöplerin toplanıp denize atılmalarını vb. açıkça emretmektedirler. Bu kararnamelere harfiyen uyulmuşa benzememektedir.<br /><br />Bu caddelerin kenarındaki evler ve dükkânlar genellikle mütevazı, hatta ekâbir konakları hariç sefil görünüştedirler. Yabancı seyyahlar bu konuda öylesine bir kanaat birliği içindedirler ki, onları hiçbir çekince koymadan izlemek mümkündür: “Özel evler vasat ve fakir olmanın bile altındadır. Yalnızca padişahın sarayı, camiler, hamamlar, çarşılar ve bazestanlar (bedestenler) uzaktan bakıldığında muhteşem olarak gözükmektedirler.” Wheeler’ın bu kanısına diğer gözlemcilerde de rastlanmaktadır. Örneğin Fermanel’i zikredelim: “Özel evler kötü inşa edilmişlerdir ve pek kullanışlı değillerdir.” Ve Pètis de la Croix: “Evlerin sayısı otuz altı bin veya buna yaklaşan bir sayıdadır. Bunlar çok kötü yapılmışlardır; … bütün evler dıştan ne kadar dökük olurlarsa olsunlar, içleri iyi bezenmiştir.”<br /><br />Bu durumun sonucu olarak kent göründüğünde yükselen hayranlık çığlıkları, içlerine girildiğinde ittifak hâlinde hayal kırıklığına dönüşmektedir: “Özel kişilere ait evlerin çoğu yalnızca ahşaptır ve üstelik çok kötü yapılmışlardır. Özellikle çarşıdaki dükkânlar hemen yalnızca tek katlıdır. Dıştan o kadar güzel gözükmesine karşılık, içeri girildiğinde insan kendini başka bir kentte sanmaktadır.”</span> (s. 30-31)<br /><br /><strong>II</strong><br /><br /><span style="color:#000099;">İstanbullular saat kullanmayı hemen hemen hiç bilmemektedirler. Bazen bir caminin duvarına takılmış güneş saatleri vardır, ama bunları kullanmak her zaman mümkün değildir. Buna karşılık camilerde ve medreselerde çeşitli ibadet saatlerini tam olarak belirleyebilmek için su saatleri bulunur. Evliya Çelebi hepsinden çok, Bayezıd camisinin saatine güvenildiğini yazmıştır. Böylece müezzinin görevi bir de saati bildirmek gibi bir işe katlanmaktır. Ama namaz çağrısı güneşin gündelik ritmine uyarlandığından, yazın İstanbullunun günü kıştakinden daha uzun olmaktadır. Çünkü her faaliyet güneşin ilk ışıklarıyla başlamakta, batışıyla da sona ermektedir. Aydınlatma araçlarının henüz ilkel olmaları nedeniyle bu durum daha da kolay anlaşılmaktadır. Halkın güneş ışığını ikâme etmek için sahip olabileceği aydınlatma araçlarına göre kandiller, mumlar veya meşaleler kullanılmaktadır. Fakat herkes gece olmadan evine gitmektedir ve geç saatlere kadar oturmak nadir bir durumdur. Camide kılınan teravih namazı hariç, geceleri dışarı çıkılmamaktadır ve zaten asayiş güçleri de ilke olarak gece sokakta dolaşılmasını yasaklamaktadır. </span>(s. 201)<br /><br /><span style="color:#000099;">Günü ritmi yavaştır, acelesizdir. Telaş bilinmemektedir. Bunun tamamen tersine, dostlarla, komşularla, meslektaşlarla olan selamlaşmalarda; iş konuşmalarının, pazarlıkların uzayıp gitmesinde uslu bir yavaşlık görülmektedir. Hiçbir şey aceleyi gerektirmemekte, her şey bir sonuca varmaktadır. Türklerin pratik felsefelerinin ifadesi buradadır. Sokakta acele ettikleri görülen yegâne kişiler, sarhoş olmuş veya tavırlarıyla önemlerini ve kendilerine saygı gösterilmesi gerektiğini vurgulayan yeniçerilerdir. Bu yavaşlık, tembellik veya kayıtsızlık anlamına gelmemektedir. Bu tutum belli bir karakter yapısına tekabül etmekte ve Türkün bir şeyi sonuca ulaştırmak istediğinde bunu başarmasını hiç de engellememektedir. Türk manevî açıdan ağır davranmaktadır, ama bu onun hiç olmazsa yere sağlam basmasını sağlamaktadır.<br /><br />Demek ki gün, mahalleliyi sabah namazına çağıran müezzinin okuduğu ezanla başlamaktadır. İstanbullu az veya çok rahat olan döşeğinden kalkmakta, onu katlayıp çarşaflarıyla birlikte gömme dolaplarından birine kaldırmakta veya bu işi karısına veya hizmetkârlarına bırakmaktadır.</span> (s. 202)<br /><br /><strong>III<br /></strong><br />Kadınların kıyafetleri bana biraz teferruatlı geldi. Kapanan kişilerin bu kadar şey takıştırmalarına gerek var mı? (Mantran burada başka birinden alıntı yapıyor.)<br /><br /><span style="color:#000099;">Kadınlara gelince, “hepsi, tıpkı erkekler gibi, gömleklerinin altına topuklarına kadar inen donlar giymektedirler. Bunlar mevsimine göre kadife, yünlü, kenarı işli saten veya bezdir. Ayrıca <em>guipon</em></span><em> </em>[cüppe] <span style="color:#000099;">denilen ve olağan ev kıyafeti olarak kullandıkları küçük bir pamuklu mintanı her zaman giymektedirler. İyi konumdaki kadınlar ayrıca Fars tarzı bir mintanı daha giymektedirler. Bütün kadınların bu <em>guipon</em>’un üzerine giydikleri ceket, vücuda tam oturmaktadır ve üstüne parlak gümüş veya altından, üzerinde değerli taşları olan bir kemer sarmaktadırlar. Bu kemer beli iyice sıkmakta ve karnın altında kavuşarak vücudu daha güzel göstermektedir. Bu ceket, tıpkı kemer gibi, altın ve taşlarla süslü düğmelerle boyuna kadar kapatılmakta, yalnızca göğüs bölgesinde baskın olmasın diye genişlemektedir. (…) Kadınlar dışarı çıktıklarında, tıpkı erkekler gibi, manto yerine geçen ikinci bir ceket giymektedirler. Bunun kol ağızları o kadar uzundur ki, yalnızca parmak uçları gözükmektedir. Sokakta bu ceketin bir yanını tutarak, ön taraftan diğeriyle kavuşturmaktadırlar. Saçlarını, başlarını alınlarına kadar örten beyaz bir bezin altına saklamaktadırlar. Alttan gelen başka bir bez de, yalnızca yaşlı kadınların açıkta bırakmaya haklarının olduğu burnu örtmektedir. Genç kadınları gözlerini bile gösterme özgürlükleri yoktur ve at kılından siyah bir peçeyle bunu örtmektedirler.”</span> (s. 206)<br /><br /><strong>IV<br /></strong><br />Aşağıda kitabın yemeklerle ilgili bölümünden bazı yerleri alıntıladım. Kaç defa okursanız okuyun hep aynı etkiyi yapıyor: acıktırıyor.<br /><br /><span style="color:#000099;">Süt mamulleri bilinmektedir ve manda, inek veya keçi sütünden yapılan yoğurt Türklerin büyük spesiyalitelerinden biridir. Kaymaklı ara yemekler çok sayıdadır ve yemeğin üzerine çok çeşitli harika lezzetleri olan meyveler yenilmektedir. Meyve ve kaymak, Batı’daki dondurma gibi, gün boyu da yenilmektedir. Başta Eyüp’tekiler olmak üzere, bazı kaymakçı dükkânları ünlüdür ve buluşma ve sohbet yeri olarak da işe yaramaktadırlar. Ziyafetlerde esas yemekten önce, az veya çok sayıda meze yenilmektedir. Bunların arasında etli, ıspanaklı veya peynirli börekler; yaprak dolması, Arnavut ciğeri, koyun yüreği, beyaz peynir, turşu vs. sayılabilir. Basık veya kabarık olan ekmekler Avrupalılar tarafından az çok beğenilmektedir. Fırıncı ve pastacılar ayrıca çok çeşitli adları olan bir sürü kurabiye ve pasta yapmaktadırlar: çörek, gevrek, kurabiye, simit, özellikle kadayıf, lokma, gözleme, baklava ve tabii helva – bugün tüm Doğu’da çok yaygın olan ve çok beğenilen lati lokumunu da unutmadan.<br /><br />Padişahın sarayı yiyecek maddesi yutan bir gayya kuyusudur – yalnızca kalabalık bir nüfusun doyurulma zorunluluğundan değil, burada harcamalara aldırılmamasından da. Pètis de la Croix bir örnek vermektedir: “Salatalarda zeytin, kapari, turp, pancar, hıyar, taze sarımsak, gül yaprağı ve mevsimine göre bu cins her şey vardır. Etler martaban denilen toprak leğenlerde getirilmektedir. Bu leğenler kızartılmış ya da parçalar hâlinde kesilmiş kuzu ve piliç ile, tereyağ ve soğanda kızartılmış, sonra da kaymak, şeker ve gül suyuyla fırınlanmış güvercin etleriyle doludur. Kızartılmış ve buğulama balıklar vardır. Pirinç ve soğanla birlikte pişirilmiş piliçler, üzerinde yumurta ve baharat yüzen suyuyla birlikte sunulmaktadır. Soğanla birlikte kıyılmış ve yapraklarla dürüm yapılmış etten toplar vardır. Etli küçük börekler, bir cins güvercin eti vardır. Ve içinde badem, korent üzümü, çam fıstığı olan pirinç pilavı vardır. Çorbalardan, tavuk suyuna taze veya kuru bezelye çorbası vardır ve üzerine ekmek yerine tereyağda kızartılmış ekmek parçaları ve yumurta sarısı konulmaktadır. Bir başka çorba da tavuk çorbasıdır ve çok yoğun bir et suyuyla yapılmaktadır. Bir başkası ise içine çok ince doğranmış her otun konulduğu ve yumurta ve limonla terbiye edilmiş tavuk suyuna olanıdır.<br /><br />“Daha sonra tavuk göğsü, şeker, süt, pirinç unu, amber ve miskten yapılan bir cins ara yemek gelmektedir. Bir başkası ise süt, nişasta, şeker, misk ve amberle pişirilen incirdir. Bir üçüncüsü de birlikte pişirilen kiraz suyu, nişasta, şeker ve gül suyundan meydana gelmektedir. Bunlara kevgirden geçirildikten sonra misk ve amber eklenmektedir. İçine badem döşenmiş bir cins pasta vardır. Her cins meyveden hoşaf yapmaktadırlar. Şeker, gül suyu, amber ve miskle pişirilen elma ve armudun çekirdekleri temizlenerek, şekerde pişmiş badem eklenmektedir.<br /><br />“Arkadan, küçük kâselerde getirilen içecekler gelmektedir. Bunlar, her biri ayrı ayrı pişirilmiş ve meyvenin kâsenin dibinde tam olarak durduğu kayısı, armut, elma, şam üzümü, şeftali ve fıstık hoşaflarıdır. Bunlar derin kaşıklarla içilmektedir.”</span> (s. 209-210)<br /><br /><strong>V<br /></strong><br />Fahişelere denk gelince alıntılamadan edemedim. Bazı Osmanlı milliyetçisi tiplerin anlattıklarının aksine, bu tür şeyler eskiden de varmış.<br /><br /><span style="color:#000099;">İstanbul fahişeliğin bilinmediği bir yer değildir ve bazı dönemlerde güpegündüz yapılır hâle gelmektedir. Öylesine ki, II. Selim döneminde o çağın şairlerininkine eşit derecede ün kazanan fahişeler vardır. Sermayelerini Rum, Ermeni, Çerkez, hatta Avrupalı ve müslüman (Suriyeli, İranlı veya Türk) kadınlardan sağlayan genelevler vardır. Bazı fahişeler tezgâhlarını meyhanelerde, diğer bazıları da kaymakçı dükkânlarında kurmuşlardır. 16. yüzyılın sonunda en kötü şöhretli semtler Galata, Tophane ve kutsal karakterine rağmen Eyüp’tür. Eyüp kutsaldır, ama çok sayıda insan çekmektedir ve bu semtte çok sayıda dükkân bulunmaktadır. Hatta kâfirler burada, tıpkı kaymakçı dükkânları gibi, randevu evi olarak çalışan meyhaneler açmışladır.<br /><br />Fahişeliğin yaygınlaşması üzerine, sultan IV. Murat sert tedbirler almaya karar vermiştir. Çok sayıda fahişe tutuklanmış, azınlıklar Eyüp’ten atılmış, çok ahlâkî amaçlarla kullanılmadığı belirlenen dükkânlar kapatılmıştır. Ama padişahın her şeyi öngörmesi mümkün olmadığından, İstanbul’un çeşitli semtlerinde masum temizleyici dükkânları ve çamaşırhaneler açılmıştır. Gerçekte, kolay kızların mesleklerini icra ettikleri yeni randevu evlerinden başka bir şey söz konusu değildir. Kolluk kuvvetleri bunları yasaklamaktan çok hoş görmekte ve muhtemelen bunun ücretini de tahsil etmektedirler.<br /><br />Özel toplantılar çok sık yapılmaktadır. İstanbullular konuk evine gitmeyi ve kabul etmeyi, kahve ve çubuk içerek gevezelik etmeyi sevmektedirler. Bazen bu toplantılara şairler davet edilmektedir ve eğer evin sahibi yüksek sosyeteye mensupsa ve yeterli olanakları varsa, konuklarını bir müzik ve raks gösterisine davet etmektedir. Evliya Çelebi’ye göre 17. yüzyılın ortalarında İstanbul’da 6000’den fazla musikişinas olmalıdır. Bunların arasında yer alan ve saray yakınlarındaki kışlalarda oturan “resmî musikişinasları” ayrı bir yere koymak gerekir. Bunlar padişaha ve terfi eden yüksek devlet görevlilerine nevbet çalmakta ve saray halkını sabah namazı için uyandırmakla görevlidirler. Bunlar kent esnafı arasında yer almayan, iyi ücretli mehter sınıfını meydana getirmektedirler. Diğer musikişinaslar kullandıkları müzik aletlerine göre gruplara ayrılmışlardır ve yaylı, nefesli veya vurmalı çalgı çalan 71 musikişinas esnafının yöneticisi olan sazendebaşına bağlıdırlar. Bu musikişinaslar konaklarda konser vermeye davet edilmektedirler; bunlara bazen rakkaseler de katılmaktadır. Rakkaselerin çoğu Çerkez veya çingenedir ve bu raks oturumları bazen II. Selim veya I. İbrahim’in kötü örneklerini oluşturdukları içki ve sefahat âlemlerine dönüşmektedirler. İstanbul esnafı arasında Evliya Çelebi’nin eğlendiriciler ve hoşça vakit geçirticiler olarak nitelendirdiği gruplar da vardır. Türk yazara göre bunlar oyuncular, cambazlar, hokkabazlar gibi 12 gruba ayrılmışlardır. Türk, Arap, Rum, Yahudi, Ermeni ve çingene gibi çok çeşitli kökenlere mensupturlar. Bu eğlendiricilerin bazıları, Evliya Çelebi’nin dediğine göre, sefihlikleriyle ünlü “edepsizlerden” başka bir şey değillerdir ve katıldıkları eğlenceler, bu edepsizlerin konuklara erkek fahişe olarak hizmet ettikleri içki ve sefahat âlemlerine dönüşmektedir.</span> (s. 220-221)<br /><br /><strong>VI</strong><br /><br />National Geographic’deki yazıda İstanbul’u koruyan tüm tılsımlardan bahsedilmemiş, ama merak etmeden duramadım, acaba bu tılsımların arasında şehri göç, gecekondu, kapkaççı, seyyar satıcı ve dilenci gibi tiplerden koruyacak, trafik sıkışıklığı gibi “âfetleri” önleyecek tılsımlar da var mıdır? Taksim gibi yerlerde başıboş gezen, etrafı pisleten ve kalabalık yaratmaktan başka bir şey yapmayan ayak takımını yıldırım gibi çarpıp, ağzını burnunu büken ya da yamultan bir tılsım olsa fena mı oldurdu hani? Aslında böyleleri için bir tılsım da yetmez ya. Bir de deprem tılsımı olsa diyeceğim, ama âfet önleyici tılsımlar depremi de kapsıyor olsa gerek. Fakat eskiden var olan tılsımların bir kısmı zarar görmüş ya da kaydolmuş. O yüzden şehrin işi – her işimizde olduğu gibi – gene Allah’a kaldı.<br /><br />* * *<br />Yedinci Oda son yazısına 80’li yıllardan Pet Shop Boys’a ait bir şarkı koymuş. Ben de dayanamayıp o dönemden bir şarkı koydum aşağıya. Martika’nın 1988 tarihli tek önemli hiti “Toy Soldiers”. Dinlerken gençmişiz o zamanlar demeden de edemedim. :))<br /><br /><div></div></div><div style="WIDTH: 300px"><object height="110" width="300"><param name="movie" value="http://media.imeem.com/m/niFW_R0sIx/aus=false/"><param name="wmode" value="transparent"><embed src="http://media.imeem.com/m/niFW_R0sIx/aus=false/" type="application/x-shockwave-flash" wmode="transparent" width="300" height="110"></embed></object></div>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-91832908797829922882008-11-30T20:49:00.008+02:002008-11-30T22:37:09.724+02:00<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhYSfasaXYKvT9QjENBgOisI__Ux-yILDHM24BbUNjqpVZKAqG9v6eXxreqTS4wg32RS8UPVhRfLQGvONlqCI4RW8Jdnoa62yJuX3kpfSm8pJK_8z2rNICbmXER5kJuB6cggJf2/s1600-h/n1066994857_1805189_7006.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5274525385621432546" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 251px; CURSOR: hand; HEIGHT: 400px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhYSfasaXYKvT9QjENBgOisI__Ux-yILDHM24BbUNjqpVZKAqG9v6eXxreqTS4wg32RS8UPVhRfLQGvONlqCI4RW8Jdnoa62yJuX3kpfSm8pJK_8z2rNICbmXER5kJuB6cggJf2/s400/n1066994857_1805189_7006.jpg" border="0" /></a><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjTkGFKDsIjG3IL4XIxJHPZUn8ApNy-gCnxXGESXEnepNpNLQjakzso6jiLNa7gJfl53bzhWVhYLomeG3gpY6ME1AR-6ak3a-Uv5mXbm-QMyPVMDT1b4ilu75LDuZ5_yrKVscil/s1600-h/n1066994857_1805188_5896.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5274525136511742258" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 279px; CURSOR: hand; HEIGHT: 400px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjTkGFKDsIjG3IL4XIxJHPZUn8ApNy-gCnxXGESXEnepNpNLQjakzso6jiLNa7gJfl53bzhWVhYLomeG3gpY6ME1AR-6ak3a-Uv5mXbm-QMyPVMDT1b4ilu75LDuZ5_yrKVscil/s400/n1066994857_1805188_5896.jpg" border="0" /></a><br /><div align="justify"><strong>LUPANAR<br /></strong><br />Yukarıdaki resimler sizce nerede ve ne zaman çekilmiştir? Ben ilk resmi gördüğümde, kızların saçlarından ve giyimlerinden hareketle 50’li yıllarda Amerika’da üniversiteye giden gençlere ait olduğunu düşünmüştüm. Resmin altındaki yazıyı okuyunca şaşırdım, çünkü İstanbul’daki Amerikan Koleji’ne (Boğaziçi Üniversitesi) ait 1957 tarihli bir resimmiş. İkinci resmi tahmin etmek ise Türkçe yazılar sayesinde daha kolaydı. O da 1958 yılında Beyoğlu’nda çekilmiş. İlk resimdeki kızların şıklığına dikkat ettiniz mi? Belki Türkçe yazılar olmasaydı ikinci resmi Amerika’da 40’ların sonunda çekilmiş zannedebilirdim.<br /><br />Peki, resimlerin yer ve tarihlerine ilişkin bu şaşkınlığım nereden kaynaklanıyor? Şüphesiz, bugün bin defa tartışıp da bir yere varamadığımız şu kılık-kıyafet ve başörtüsü meselelerinden. İyi de, 50’lerde Türkiye’de bugünkü gibi başörtülü kızlar yok muydu? Varsa neredeydiler? Ya Beyoğlu’na ait resim? Bugün Taksim’in hâline bakın bir. O bezdirici karmaşa ve insan topluluğu dışında ne var? Hele hafta sonları? Sırf dışarı çıkmış olmak için oraya gelen bir sürü insan Meydan ve Tünel arasında bir aşağı bir yukarı amaçsızca yürüyüp duruyor. Hoş, arada ben de Taksim’e gidiyorum, arkadaşlarla oturuyorum, ama kimi zaman kalabalığın bezdirdiği de olmuyor değil.<br /><br /><strong>I<br /></strong><br />Kızların olduğu ilk resim, geçen gün Radikal gazetesinde Türker Alkan’ın <a href="http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=YazarYazisi&ArticleID=910401&Yazar=%20&Date=30.11.2008&PAGE=">“First Lady’nin Adı Yok”</a> adlı yazısını okurken aklıma geldi. Alkan yazısında İran Cumhurbaşkanı Ahmedicenad’ın karısından bahsediyor ve şöyle diyor:<br /><br /><span style="color:#000099;">Ahmedinecad’ın eşi kara çarşafa bürünmüş, gözlük takmış, bir burnu, bir de ağzı gözüküyor. Karanlık içinde yitip gitmiş gibi bir hali var. Ve bayan Ahmedinecad’ın ne kızlık soyadı biliniyor, ne ilk adı, ne de yaşı! Sanki böyle bir insan yaşamamış ve yaşamıyormuş gibi!<br /></span><br />Gerçi bizim memleketimizin cumhurbaşkanının ve başbakanının “First” ve “Second” Lady’leri o hâlde değiller, ama onlara oy veren çoğu kişinin karısının o hâlde olduğuna eminim. Zaten öyle olmasaydı büyük ihtimalle bunlara oy da vermezlerdi. Ben eskiden bu kadar çok kara çarşaflı kadın gördüğümü hatırlamıyorum. Bunu söylemenin ayrımcılık yapmakla bir ilgisi var mı? Hayır. Ancak o çarşaflı kadınların bizlerinkinden çok farklı bir yaşam tarzını temsil ettikleri de bir gerçek. Bakın, çok önceleri başka bir <a href="http://bliyaal.blogspot.com/2007/06/ukur-ileri-snava-almaktan-sklnca.html">yazımda</a> kullandığım bir kitapta, “Türkiye’deki Kadın Hakları” başlığı altında ne yazılmış (Richard Lewinshon, “Cinsi Âdetler Tarihi”, Varlık Yayınları, 1966 – Amazon’da İngilizce baskısını bulamadım maalesef):<br /><br /><span style="color:#000099;">Bin yıllık dinî evlilik hukukunun kalkmasıyla eski rejimin dış belirtileri de değişmiştir. Erkekler fes giymeyecekler, kadınlar peçe takmayacaklardı. Yüksek sınıf Türk hanımlarının kullandığı yaşmak, doğrusu erkeğin şehvetine karşı pek cılız bir zırhtı. Venedik maskesinin gizlediği yerleri, gözlerle burnun üst yarısını açık bırakıyordu. Üstelik öyle ince kumaştandı ki, kadının her bir çizgisi meydandaydı. Bununla birlikte, yirmi yıl süreyle Abdülhamit devrinde kadının sokakta yabancı erkeklere ağzını göstermesi iyi karşılanmamıştır. Kadınların peçe takmaması kanunu da kolay ve çabuk olmuştur. Bu bir izin değildi, boyun eğilmesi gereken bir kanundu; yoksa cezaya uğranırdı. 1926 yazında artık hiçbir Türk şehrinde peçeli kadın görülmez olmuştu. Ancak taşra bölgelerinde kadınlar, alışkanlık yüzünden, erkeğin yaklaştığını görünce yüzlerini mendille örterlerdi.<br /><br />(…) Yeni Türkiye’ye bırakılmış olan alanda aşağı yukarı 14 milyon kişi yaşıyordu; dışta ise eski âdetlere ve eski evlilik hukukuna iyiden iyiye bağlı 250 milyon müslüman vardı. Suriye’de, Irak’ta ve Mısır’da hiçbir müslüman kadın kendini peçesiz teşhir edemezdi. İran’da kadınlar kalın siyah örtülere bürünürlerdi – tıpkı alt dünyanın gölgeleri gibi. Bununla birlikte, Türkiye’nin verdiği örnek bu memleketlere de geçti. Birbiri ardına bu memleketler, kadınların örtünmesini zorunlu kılan ortaçağ geleneğinden kurtuldular. Öteki rejimlerde bu, Mustafa Kemal’in rejimi gibi kökten olmadı. Yönetici sınıfların ve yargıçların hanımları peçeyi attılar; dekolte elbiseler içinde halkın içine çıkmaya ve eğlenmek üzere Avrupa’ya gitmeye başladılar. Halktan olan kadınlar ilkin bu davranış karşısında hayret içinde kaldılar; fakat zamanla onlar da gelirleri müsaade ettiği nispette kendilerini onlara uydurmaya, elbiselerini batılılaştırmaya başladılar.<br /><br />Özellikle Mısır’da, spor hareketleri ve kadınların askere alınması gelenekten kopmayı keskinleştirdi. Genç müslüman kızlar caddelerde şortlar içinde resmî geçit yapıyorlardı. Erkekler alışmıştı buna, artık kadının çıplak baldırını görmek cinsel bir kışkırtma konusu olmuyordu. Doğu’nun cinsî bakımdan aşırı derecede kışkırtılmaya hazır olmasının, değişen zamana karşı koyamayan, sırf bir alışkanlık işi olduğu meydana çıktı. Elli yıl içinde erkekleri batılılaştı.<br /><br />Eskiden kalma birtakım kalıntılar ister istemez yaşadı. Bugün dahi müslüman kadınların çoğu iktisadî bakımdan erkeklere bağlıdır. Sırf bu, erkeklerin kadına karşı zayıflıklarıyla biraz yumuşayan, cinsî bir mertebenin kurulmasına yetmektedir. Çok karılı evlilikler hâlâ Kuzey Afrika’da ve Arabistan’da yaşamaktadır, ama Ortadoğu memleketlerinden kalkmaktadır. Bu bakımdan da, Mustafa Kemal’in başardığı sadece ulusal değil, aynı zamanda uluslararası bir devrim de olmuştur.</span> (s. 229-330).<br /><br />Yazının bazı yerlerindeki ifadeler ne kadar iyimser, değil mi? Hele son cümledeki “devrim” ifadesi. Oysa o devrimin kazanımlarını daha ileri götürecek yerde, mevcut durumunu muhafaza etmeye, daha doğrusu eldekini yitirmemeye çalışıyoruz. Ne yazık ki, bugün olup bitenler sadece bir gerilemeye tekabül ediyor.<br /><br /><strong>II<br /></strong><br />Yukarıdaki alıntıda İslâm ülkelerinden de bahsediliyor. Öyle olunca aklıma Kahire geldi. 30 sene kadar önce Batı tarzı bir şehir iken ve “Ortadoğu’nun Paris’i” olarak adlandırılırken, şimdi tam manasıyla “İslâmi” olmuş – ya da tipik bir Ortadoğu şehri hâline gelmiş. Yazık.<br /><br />Burada ara sıra kitaplarından alıntı yaptığım sosyolog Niyazi Berkes 1965 sonlarında bazı Arap ülkelerine üç aylık bir gezi yapmış ve gördüklerini “İslâmlık, Ulusçuluk, Sosyalizm” (Bilgi Yayınevi, 2. basım, 1975 – baskısı yok maalesef) adlı bir kitapta anlatmış. 1965 Ekim’inde Kahire’ye gittiğinde kendisini bir tiyatroda piyes izlemeye götürmüşler. Berkes “Avant-Garde Tiyatro” başlığı altında şunları yazmış:<br /><br /><span style="color:#000099;">Tiyatro salonuna girdiğimizde perdesiz çok geniş bir sahne ile karşılaştık. Karşıda kalabalık bir koro. Sağ yanda aklar, sol yanda karalar giyinmiş iki oyuncu grubu. Korodakiler oyunun gerekli yerlerinde bir ağızdan konuşuyor ya da halk türkülerinden parçalar söylüyorlar. Bazı yerlerde de halk müziği araçları ile oyunlar oynuyorlar. Aklar ilerici güçleri, karalar gerici kuvvetleri temsil ediyor. Konu krallık, feodalizm ve emperyalizm döneminde bir Mısır köyündeki sınıf çatışmaları üzerine: köylüler, muhtar, hoca, toprak ağası ve arkasındaki jandarmaları. Asıl oyun üç kişi üzerine: Köyün genç ve güzel oynak kızı, köy abdalı, değirmen işçisi; savaş, toprak, su, değirmen ve kadın üzerine. Dikkatimi çeken şey, sarıklı hocanın karalar grubuna konması. Toprak ağası şık, bastonlu, fesli bir Osmanlı efendisine benzeyen bir genç. Siyah üniforma, siyah fes ve pala bıyıklarıyla jandarmalar fevkalâde. Köy abdalı halk hikmetini temsil ediyor. Fakat köy kızını oynayan genç oyuncu harika bir güzellikte. Profesyonel Mısır dansözlerini gölgede bırakacak şehvanî bir kıvraklıkla oynuyor. Çok alkış topladı. Oyundan sonra da bana bir fotoğrafı hediye edildi. Değirmen işçisi nihayet halkın önderi oluyor; direnmesi ile zafere ulaşıyor. Yazar belli ki tarih yapmıyor, temsilî bir şey yapıyor.<br /><br />Bu kadar kör kör parmağım bir ideolojik propaganda oyunu göreceğimi anlayınca umutsuzluğa kapıldım. Mutlaka berbat, gülünç bir şey olacaktı. Bugüne değin Arapça bir piyes de görmemiştim. Kim bilir ne kadar sıkıcı olacak diye düşünüyordum. Âdeta geldiğime pişman oldum.<br /><br />Oyun bittiğinde ise hayatımda az duyduğum bir sanat zevki içindeydim. (…) Oyuncular mükemmel oynuyorlardı ve Arapça sahnede çok güçlü bir dildi. Hiç yadırgamadım. Gülünç ve zayıf bir yan bulamadım. Oyunun bir kusuru uzun ve ayrıntılı olmasıydı. Bunu da dışarıda tanıştırıldığımız zaman yazara söyledim. Haklı buldu ve kısaltmalar yapacağını söyledi.<br /><br />Yazara, eserinin bana, kısa bir süre önce İstanbul’da gördüğüm “Ayak Bacak Fabrikası”nı hatırlattığını söyledim. Sermet Çağan’ın eserinin bir kopyasını yollayacağımı vaat ettim, çok ilgilendi. Holde, çevremde halka olan Mustafa Behçet Bedevî, Mahmut Emin, eserin yazarı, Ahmed Salih Abbas ve Mısır’ın daha birçok ilerici aydın ve yazarı, Türkiye’de de bu ayarda ve janrda oyunlar yazıldığını ve oynandığını söylediğimde, hem ilgilendiler hem de memnun oldular; tabiî oldukça da hayret ettiler. Mısır’da Türkiye’nin hâlâ Menderes Türkiye’si olduğu kanısı egemen. Bu çevrelerin tanıdığı ve sevdiği Türkiye, Atatürk Türkiye’sidir.</span> (s. 129-130)<br /><br />Bugün Türkiye’de belirli bir kesim sürekli olarak Menderes’i ve onun dönemindeki Türkiye’yi övüyor, o dönemde Türkiye’ye demokrasi geldiğini söylüyor, Atatürk dönemine ise sövüyor. Oysa Berkes’in anlattıklarına göre, 43 sene önce Mısır’daki aydınların kafasında Menderes Türkiye’si hiç de hoş bir yere sahip değilmiş. Nereden nereye!<br /><br /><strong>III</strong><br /><br />Zamanında eski Roma’da büyük genelev mahalleleri varmış. Bunların en ünlüsü Pompei’deki "Subura" adlı bir kenar mahallesi imiş. Bu mahalledeki çoğu basit, görünüşleri hiç de çekici olmayan genelevlere <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Lupanar_(Pompeii)">“lupanar”</a> deniliyormuş. Latince’de “lupa” kelimesi “dişi kurt” ve “lupanar” da “dişi kurdun ini” anlamına geliyor. Geneleve “lupanar” denmesinin nedeni, kadınların müşteri çağırmak için geceleri kurt gibi ulumalarından kaynaklanıyor. Aslında bizde de böyle yerler var: uluyan kadınların yerine laikliğe ve Atatürk’e söven hacı-hocalar, malum inlerin yerine de ışık evleri, yurtlar gibi yerler var. Ha, bunların müşterileri derseniz, o da bizim fakir ve cahil Türk halkı oluyor. </div><br /><object height="110" width="300"><param name="movie" value="http://media.imeem.com/m/9Z8h_9AmsC/aus=false/"><param name="wmode" value="transparent"><embed src="http://media.imeem.com/m/9Z8h_9AmsC/aus=false/" type="application/x-shockwave-flash" width="300" height="110" wmode="transparent"></embed></object>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com15tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-72594432012704426702008-11-18T01:20:00.014+02:002008-11-18T12:17:05.392+02:00<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiBlADAtmp9wl4JIfr6j1lIO7IFag0RFl-syVg6koLt7Z9TlJ3-HhTg8MZIWGVhP3IrlToKyO3PW_zGUMTBcWAmixAX-i5P6eiqIJV5biT_fqFOEkVEweJfCrYcepaF9gUTyhpv/s1600-h/HedwigandtheAngryInchMoviePoster.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5269775735276426690" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 267px; CURSOR: hand; HEIGHT: 400px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiBlADAtmp9wl4JIfr6j1lIO7IFag0RFl-syVg6koLt7Z9TlJ3-HhTg8MZIWGVhP3IrlToKyO3PW_zGUMTBcWAmixAX-i5P6eiqIJV5biT_fqFOEkVEweJfCrYcepaF9gUTyhpv/s400/HedwigandtheAngryInchMoviePoster.jpg" border="0" /></a><br /><div><div><div align="justify"><strong>HEDWIG and the ANGRY INCH<br /></strong><br />Facebook’ta bir gruba ait fotoğraflara bakarken yorumların birinde, “bu fotoğraf The Origin of Love’a benziyor,” diyen bir yorumla karşılaştım. “O da neyin nesiymiş?” diye yorumdaki linke tıklayınca Youtube’da bir şarkı videosu çıktı karşıma. Şarkı hoşuma gidince dinlemeye başladım, ama şarkıyı söyleyen vatandaşın tam olarak kadın olup olmadığını, öyle değilse bile sesinden hareketle ona benzer bir şey(!) olup olmadığını anlamaya çalışırken şarkı bitiverdi.<br /><br />Aynı vatandaşın olduğu başka şarkı videoları da görünce işin aslına bir bakayım dedim. Meğersem gördüğüm şey, 1998’de sahnelenmeye başlanan “Hedwig and the Angry Inch” adlı rock müzikalinin 2001 yılında yapılan filmine ait bir videoymuş. Müzikalin (ve filmin) konusu Hedwig adında cinsiyet değiştiren bir Doğu Alman’la ilgili; dolayısıyla film 80’lerin sonlarında geçiyor. Filme ait bazı parçaları internette izledim – oldukça ilgi çekici; hatta kimi yerlerde duygusal sahneler var. Şüphesiz <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Hedwig_and_the_Angry_Inch_(musical)">müzikale</a> ve <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Hedwig_and_the_Angry_Inch_(film)">filme</a> ait detaylar her zamanki gibi Wikipedia’da bulunuyor. O yüzden ayrıntılarına girmeyeyim.<br /><br />Diğer ilginç bir husus, hem müzikalin hem de filmin metin yazarı olan <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/John_Cameron_Mitchell">James Cameron Mitchell</a> ile ilgili. Zira Mitchell hem ana karakter Hedwig’i filmde canlandırmış hem de şarkıları söylemiş; kendisi de aslen gay. Aynı zamanda oyuncu, yazar ve yönetmenmiş. Bu arada, filmde Hedwig’in erkek arkadaşını bir kadın oynuyor. Videoda sakallı ve kafası bandanalı şahıs olarak gördüğüm kişi oymuş. Valla kadın olduğu hiç anlamadım.<br /><br />Diğer şarkılar da hoşuma gidince bir kısmını <a href="http://aresgalaxy.sourceforge.net/">Ares</a> adlı programla internetten indirdim. Başta dinlediğim şarkı olan The Origin of Love’ın videosunu aşağıya koydum. <a href="http://www.youtube.com/watch?v=6f_AqX5WIss&feature=related">Burada</a> da Mitchell şarkıyı “unplugged” (ve erkek) olarak söylüyor. Diğer güzel bir şarkı da <a href="http://www.youtube.com/watch?v=7mnrwmmhkCI&feature=related">Midnight Radio</a>. Burada Mitchell erkek olarak görünüyor. Hedwig’in cinsiyet değiştirme hikayesini anlatan "Angry Inch" şarkısı da <a href="http://www.youtube.com/watch?v=kgBPYB63gLc&feature=related">burada</a>. Tüm şarkılar aslen filmden alınan parçalar. Filmdeki gayet ilginç sahnelerden biri de <a href="http://www.youtube.com/watch?v=TQXMER975zg&feature=related">burada</a>. Film bizim buralarda var mıdır, bilmiyorum. Amazon’da ise <a href="http://www.amazon.com/Hedwig-Angry-Inch-Line-Platinum/dp/B00005QW5X/ref=pd_bbs_sr_1?ie=UTF8&s=dvd&qid=1226963556&sr=8-1">şurada</a>. Şarkıların olduğu albüm <a href="http://www.amazon.com/Hedwig-Angry-Inch-Original-Recording/dp/B00000HZFP/ref=pd_bbs_sr_3?ie=UTF8&s=music&qid=1226963556&sr=8-3">burada</a>. Ama ben şarkıları filmdeki hâlleriyle Youtube’dan dinleyip, Ares’ten indirdim. Mitchell’in yine cinsellikle ilgili ikinci filmi Shortbus hakkındaki bilgi <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Shortbus">burada</a>. Fragmanı da <a href="http://www.youtube.com/watch?v=Q0RQR8KOVjU&feature=related">şu</a>. Kendisiyle filmle ilgili olarak yapılan röportaj da <a href="http://www.youtube.com/watch?v=FrP-ufdjFds">burada</a>. Oldukça rahat tavırlı bir adam.<br /><br />Böyle filmler bizim memlekette sinemalarda gösterilir mi? Bilemiyorum, ama belki film festivallerinde veya CNBC-e’de olabilir. Bu arada ben de bir yerlerden filmi beleşe getirmeye çalışacağım. Bu defaki yazı biraz kısa oldu, ama arayı soğutmamaktan iyidir diyorum. <br /><br /><object height="344" width="425"><param name="movie" value="http://www.youtube.com/v/-YO9FpWX57E&hl=en&fs=1"><param name="allowFullScreen" value="true"><param name="allowscriptaccess" value="always"><embed src="http://www.youtube.com/v/-YO9FpWX57E&hl=en&fs=1" type="application/x-shockwave-flash" allowscriptaccess="always" allowfullscreen="true" width="425" height="344"></embed></object></div></div></div>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com8tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-44680786776468286552008-11-03T13:23:00.025+02:002008-11-03T21:23:38.678+02:00<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh2RZp0O-S879ka-nsh7VbO5YZZwAVrHFiou9tBYHm-ZY_MdeBmRULJPU6V-bXXD8N7nnXcPF16JYD5E5ZqTw-fNwi175RaHIvXb2I8A0DTPLA9C9a7_sVcGTVu4HMa-tQzCOQo/s1600-h/11773440o.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5264477004050053666" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; CURSOR: pointer; HEIGHT: 382px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh2RZp0O-S879ka-nsh7VbO5YZZwAVrHFiou9tBYHm-ZY_MdeBmRULJPU6V-bXXD8N7nnXcPF16JYD5E5ZqTw-fNwi175RaHIvXb2I8A0DTPLA9C9a7_sVcGTVu4HMa-tQzCOQo/s400/11773440o.jpg" border="0" /></a><br /><div><div align="justify"><strong>YENİDEN …</strong><br /><br />Ne zamandan beridir bloga yazamadım. Neredeyse dört ay olacak. Özellikle yaz sıcakları yüzünden fenalık geçirdiğim için, ardından da – malum – teze daldığım için blog kaldı. Tezi de önümüzdeki haziran ayında “ver-kurtul” yapayım diyorum. Yazmadığım süre içinde bir kitap çevirisi bitirdim, yenisine başladım. Dişçiyi yeniden ziyaret ettim ve ağzımdaki sağlam dişlerin sayısı daha da azaldı. Arada <a href="http://fullytopia.blogspot.com/">Fulya</a> ile buluştuk, Kadıköy’de kitapçıları dolaştık. Yaz ayında sıcaklar yüzünden dışarı fazla çıkamayıp hareket edemediğimden göbeğimin hacminde bir artış hissettim ve rejime girdim. Haftada neredeyse iki kilo veriyorum. (Şüphesiz sağlıklı değil.) Geçen defa böyle rejim yaptığımda lisede giydiğim bir pantolonun içine yeniden girmeyi başarmıştım; sadece öne doğru eğilemiyordum. (1993’deki ilk Metallica konserinde giydiğim için pantolonun hatırası var.)<br /><br />Geçtiğimiz cuma akşamı İzlenimler’den Fethi bey ile Taksim’de buluştum, yanında arkadaşları da vardı. Sonradan aramıza Bülent Mürtezağolu da katıldı. İlk oturduğumuz yerde Fethi beyin arkadaşının, ardından gittiğimiz yerde Bülent beyin, son gittiğimiz yerde de Fethi beyin cömertlikleri sayesinde yediklerimiz ve içtiklerimiz için cebimden para çıkmadı – yarabbi şükür. Rejim biraz aksadı, ama olsun.<br /><br /><strong>I</strong><br /><br />Bu hafta sonu liberallerin yıllık kongresi vardı. Kongreyi uzun süreden beridir bekliyordum, zira bu sene katılımcıların arasında hem dinlemek hem de konuşmak istediğim pek çok kişi olacağını tahmin ediyordum. Nitekim konuşmacılar listesinde bayağı tanıdık kişinin ismi geçiyordu. Listede ilk günün katılımcılarının arasında Gülay Göktürk, Etyen Mahçupyan, Asaf Savaş Akat, Mümtazer Türköne, Ali Bayramoğlu, Mustafa Akyol gibileri vardı.<br /><br />Ne yazık ki, kongrede ilk günü dahi tamamlayamadım. Öğle yemeği vakti geldiğinde başıma müthiş bir ağrı saplandı ve ayrılmak zorunda kaldım. O vakte kadar beklediğim kişiler gelmemiş, ben de çok sıkılmıştım. Üstelik geçen seneki gibi açık büfe de yoktu. Halbuki kongrenin en heyecanlı yeri orasıydı. Öğle yemeği için ara verildiğinde, “bu sene yiyecek sunumu yapmayacağız, herkes ihtiyacını kendisi temin edecek,” şeklinde yapılan bir anons her şeye tuz biber ekti. Fenalaştım ve daha fazla kalamadım. Neyse ki, sabahleyin arkadaşlardan biri (beleş) salamlı sandviç ve çay ısmarladığı için, ayrılmadan önce bir diğeri de (beleş) kakaolu kek verdiği için eve aç karnına gitmedim.<br /><br />Cuma günkü ısrarımıza rağmen Bülent bey kongreye gelmedi, ancak bana ayrılırken “İhsan Dağı’ya sor bakalım, milletvekili kocası olmak nasıl bir şeymiş,” dedi. İhsan Dağı ODTÜ’de uluslararası ilişkiler profesörü ve Zaman gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor. Karısı da AKP’den milletvekili. Tabii, Dağı aynı zamanda liberal. Cumartesi günü katılımcıların arasında Mümtazer Türköne’nin de olacağını bildiğimden soruyu esas ona sorayım dedim. Ama arkadaşlardan biri beni yarı şaka yarı ciddi, “aman ha, kongre falan takmaz, dövmeye kalkışır, zaten dengesiz bir adam, sakın deneme,” diye uyarınca vazgeçmeyi düşündüm. Hatırlayın, Türköne zamanında Okan Bayülgen’e kafa atmak istediğini söylemişti. Üstelik ilk eşini de birkaç kez <a href="http://www.aksam.com.tr/haber.asp?a=90454,3">dövmüş</a>. Zaten kongreye de gelmedi, geçen sene de gelmemişti.<br /><br />Etyen Mahçupyan’ın ismi oturum yöneticisi olarak geçiyordu. Oturumlar başladıktan kısa bir süre sonra salona geldi, arka sıraların birinde sessizce oturup konuşmacıları dinledi, tek soru dahi sormadı. Kendi oturumunda da aynı şekilde davrandı, konuşmalar bittikten sonra sadece iki cümlelik, devleti eleştiren bir laf etti ve ardından aceleyle salonu terk etti. Sanki “bunu da başımızdan savdık” der gibi bir hâli vardı. Açıkçası, Atilla Yayla ile bir ara yaptığı liberalizm tartışması nedeniyle oturumda bazı şeyler söylemesini, biraz canlılık getirmesini bekliyordum, ama her nedense yapmadı.<br /><br />Gülay Göktürk de saçını boyatmıştı sanırım, zira normalden fazla parlak ve siyah bir rengi vardı. Bir oturumda konuşmacılardan birine soru sordu, ama sesini bir türlü net duyamadım. Kendisiyle konuşmadım, her nedense kibirli bir kadınmış izlenimini verdi. Emre Aköz'ü de arkadan gördüm. Ensesi ne kalın adammış - kat kat. Öte yandan, yorumcu olarak yer almalarına rağmen ne Ali Bayramoğlu ne de Mustafa Akyol kendi oturumlarına geldiler.<br /><br />Yeni Şafak gazetesinde yazan ve sürekli olarak dinci televizyon kanallarında boy gösteren Ali Bayramoğlu’nu yıllar önce üniversiteden bir arkadaşla birlikte görmeye gitmiştim. O zamanlar son sınıf lisans öğrencisiydim ve bir ödev için kendisiyle konuşacaktık. Arkadaşla Bayramoğlu’nun çalıştığı Star gazetesine gittik. O dönem Star Uzanların elindeydi. Bayramoğlu bizi odasına aldı. Tam oturmuştuk ki, “Kusura bakmazsanız ben yemek yiyeceğim” dedi ve bir tabldotu masasının üzerine koydu. “Arkadaşlar, siz de yiyecek bir şeyler ister misiniz? Ya da içecek bir şeyler alır mısınız?” diye sormadan oturup şapır şupur yemeye başladı – gerçekten de şapır şupur yedi. Ben de tam dişçiden çıkıp gelmiştim, o yedikçe sinirlendim. Yanlış hatırlamıyorsam bamya yemişti, her neyse. Biraz kendini beğenmiş, bizi pek öyle takmayan bir hâli vardı. Hatta bir ara, “Ben Uzanları da takmıyorum zaten," gibi bir şey söyledi. Nitekim çok uzun bir süre geçmeden de gazeteden ayrıldı. Benim canım sıkılmıştı. Gazeteden çıktıktan sonra arkadaşa sordum: “Yahu, sen bu adamdan nasıl görüşme kopardın?” Cevap verdi: “Bayramoğlu’na, falanca şahısla konuştum, sizi görmemizi tavsiye etti dedim.” Şaşırdım, “Gerçekten mi?” diye sordum, o da “Yok yav, salladım, o da inandı,” dedi.<br /><br />Kongrede Mustafa Akyol ile biraz da olsa konuşmayı planlıyorum, maalesef o da olmadı. İşittiğime göre rahat, kolay konuşulabilen, sakin bir adammış. Ama Adnan hocaya bulaştığı için zamanında babası Taha Akyol’dan “biraz” azar işitmiş. Bunu daha önce de duymuştum. Yeniden duyduğuma göre içinde doğruluk payı olsa gerek. Akyol şimdi de Fethullahçıların arasındaymış. Bir hocadan diğer bir hocaya geçmiş – eh, en azından istikrar var.<br /><br />Bu arada, kulağıma Fethullahçılar arasında “düşünür” sıkıntısı çekildiği lafı geldi. Hoş, bizim İslâmî kesimde düşünen adam olmadığını arada söylerim. Baksanıza, Zaman gazetesinde Mümtazer Türköne gibi adamlar yazıyor; daha ne diyeyim? Hatta, Ali Bulaç’ın fazla derin bir adam olmadığını, kolay etki altında kaldığını, ikna edici olan kişilere inanmaya eğilimli olduğunu, ama tüm bunlara rağmen Fethullahçılar arasında “düşünür” olarak itibar gördüğünü de işittim. </div><br /><div align="justify"><span class="Apple-style-span" style="FONT-WEIGHT: bold">II</span></div><div align="justify"></div><br /><div align="justify">Bu arada, Hürriyet gazetesinden Cüneyt Ülsever geçen hafta liberallerin kongresi, liberaller ve iktidar hakkında bir <a href="http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=10240758&yazarid=3">yazı</a> yazdı. Gerçekten çok ilginç bir yazı. Zamanında Recai Kutan yaptığı bir konuşma nedeniyle Genelkurmay’dan azar işitince ertesi gün açıklama yapmış, “O sözler bana ait değil, Cüneyt Ülsever’indir, ben de ondan aldım,” demiş, Ülsever’i resmen “satmıştı.” O zamandan beridir Ülsever bu adamlara hoş bakmaz. 5 sene kadar önce, liberal gençlerin düzenlediği bir toplantıda Ülsever’i dinlemeye gitmiştim. “Amerika’da 8 sene kaldım, sonra Türkiye’ye döndüm. Ama neden döndüm, bilmiyorum,” demişti. Ben de içimden pes demiştim kendisine.<br /><br />Ülsever yazısında şöyle demiş.<br /><br /><span style="color:#000099;">Bakalım Kongre; Deniz Feneri'ni, Dişli'yi, Fırat'ı, belediye ihalelerini, Alevi haklarını, davalara getirilen yayın yasaklarını, 1 Mayıs rezaletini, Kürt meselesini, cinsel sapık Üzmez'i koruma kepazeliğini, aksayan AB adaylığını vb. ne seviyede tartışacak, yaşayıp göreceğiz.<br /></span><br />Kongrede bundan bir arkadaşa bahsederken, ön sıradaki bir başka liberal arkadaş dayanamayıp bize döndü ve kızgınca, “Yahu, bizim Hüseyin Üzmez ile ne ilgimiz var? Niye onun hakkında konuşmak zorundayız ki?” diye sordu. Aslında liberallerin pek güzel ilgisi var. İktidarı destekleyen gazetelerin Üzmez’e sahip çıktığı, olayı görmezden geldiği, hükümetin evlenme yaşını 14’e indirmeye çalıştığı bir esnada (hatırlayın, Üzmez’in tecavüz ettiği kız 14 yaşındaydı), aynı iktidara destek veren, onu destekleyen gazetelerde yazı yazan ve onu destekleyen televizyonlarda boy gösteren liberallerin bu adamla çok güzel ilgileri var. Acaba bunlardan herhangi biri kongrede konuşuldu mu? Sorup öğrenmek lazım.<br /><br />Tüm bu hususlarda liberallere şu nedenlerden dolayı kızıyorum:<br /><br />Bir liberalin en başta dikkat ettiği şeylerden bir tanesi, devletin bireysel özgürlüklere müdahale edip bunları kısıtlaması ya da ortadan kaldırmasıdır. Bireylerin haklarının devletin karşısında korunması, liberallerin bireysellik anlayışının olmazsa olmaz bir parçasıdır. Devlet diyorum, ama aslında devlet sadece bir mekanizmadan ibarettir. Esas olan, devletin gücünü elinde tutan iktidar partisidir. Yoksa “devlet” adında, tüm partilerden bağımsız olarak işleyen bir kurum yoktur. Dolayısıyla “devlet” kavramı soyut bir kavramdır, onu somut hâle getiren ise işbaşına gelen partidir. Bu açıdan devlet dediğimizde kastettiğimiz şey, onun organlarını kullanma yetkisine sahip olan bu iktidar partisidir.<br /><br />Türkiye’de liberaller AKP’ye destek veriyorlar. Arada bir, baştaki parti hak ve özgürlükler adına önemli bir iş yaptığında ya da yapmaya niyetlendiğinde onu desteklemenin bir mahzuru yoktur. Bu desteği vermek için illa liberal olmak gerekmez. Öte yandan, bizim liberaller AKP’ye verdikleri destekte haddi aşıyorlar. Bir bakıyorsunuz, kendini liberal olarak adlandıran adamlar iktidar partisine destek veren gazetelerde köşe yazarlığı yapıyorlar, aynı partiye destek veren televizyon kanallarında boy gösteriyorlar, karılarını aynı partiden milletvekili yapıyorlar, devletin kurumlarında çalışıp para alıyorlar, iktidar partisinin savunduğu şeyleri savunuyor, karşı çıktığı şeylere karşı çıkıyorlar. Diğer yandan iktidar partisinin hoşlanmadığı şeyleri görmezden geliyor, ona yöneltilen eleştirileri sanki parti üyesiymiş gibi yanıtlıyorlar.<br /><br />Halbuki liberallerin devletin gücünü elinde tutan partinin mevcut rejimi baskıcı bir şekle sokmasından, dolayısıyla bu gücü kötüye kullanmasından endişe duymaları gerekir. Bu partinin hak ve özgürlüklere zarar verdiği ya da ihlâl ettiği her defasında liberallerin devleti eleştirmeleri, olup bitenlere karşı çıkmaları gerekir. Bunu yapmak, bir nevi emniyet sübabı görevi görmek demektir. İşte bizim liberaller bunu yapmıyorlar – hem de bilinçli olarak yapmıyorlar. Böylece kendilerini bile bile iktidar partisine kullandırtmış oluyorlar. O yüzden samimi davranmıyorlar. Bunlardan bazıları sadece “liberal” etiketini kullanıyorlar. Yarın öbür gün solcu bir parti işbaşına gelse ve iş gereği solculuk yapmak gerekse, bunlar onu da yaparlar.<br /><br />Kızdığım şeylerden biri de, bazı kişilerin hak ve özgürlükleri, hatta demokrasiyi savunmayı özellikle liberalizmin tekeline sokmaya çalışması. Sanki bunları savunmak için illa liberal olmak gerekiyor. Bunu en çok yapanlar da yeni liberal olmuş saftirik üniversiteli gençler. Hayır, işin aslı öyle değil. Bir insan hem demokrat hem sosyalist olabilir; hem komünist olup hem bireylerin özgürlüklerini savunabilir. Bu türden haklar hiçbir ideolojinin tescilli malı değildir. Bu tür laflar eden kişilere iyi dikkat etmek gerekir. İşin aslını okuyup öğrenmeyen ve milletin cahilliğinden yararlanan tipler, liberalizmi neredeyse piyasa ekonomisini savunmaya dek indirdiler.<br /><br />Tarihçi Erik Jan Zürcher’in Hürriyet gazetesinde bir <a href="http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=10205497&tarih=2008-10-28">röportajı</a> yayınlandı. Orada şunu diyor:<br /><br /><span style="color:#000099;">2000'lerin başında AKP modernleşme açısından umut verici bir değişimi simgeliyordu. Eski elit meşruluğunu ve gücünü kaybetmişti. AKP sistemin tükenmiş enerjisini yenilemişti. Fakat şu anda görüyorum ki AKP Türkiye'yi daha da modern bir ülkeye dönüştürmeye kabil değil. Bunun İslami kökenli bir parti olmasıyla hiç ilgisi yok. Kuruluşundaki hiyerarşik yapıdan ve ataerkilliğinden kaynaklanıyor. Türkiye eğer azınlık, kadın, eşcinsel vb. haklarına önem veren daha modern bir ülke olmak istiyorsa bu AKP'yle zor. Çünkü onlarda buna yetecek ne ideoloji var ne zihniyet ne de kadro. Modernleşme için liberalizm gerekir. Liberalizm serbest pazardan ibaret değildir.<br /><br />(…) Endişem, Türkiye'nin şu anda bu avantajlarını iyi kullanacak bir politikayla yönetilmiyor olması. Bakın size bir örnek vereyim: Bundan 30 yıl önce Mısır, Türkiye'den eğitim ve sağlık sistemi bakımından daha ileriydi. Şimdi Türkiye'den çıkıp Mısır'a gittiğinizde geri kalmışlık karşısında şaşkına dönüyorsunuz. Türkiye çok hızlı gelişti ama politik sistemi bu hızı yakalayamadı. Sert laik güçler ve aşırı milliyetçiler Türkiye'yi sosyal liberal bir ülke yoluna götürmüyor. CHP şu anda demokrasi için çalışan bir parti değil, AKP ülkeyi modernleştirecek donanımdan yoksun. Nereye döneceksiniz bilmiyorum. Çok ama çok büyük bir boşluk var şu anda siyasi sistemde. Sırtını orduya ya da dine yaslamayan liberal, şehirli, seküler bir siyasi akıma acilen ihtiyaç var.</span><br /><br /><strong>III</strong><br /><br />Pazar günü Tüyap Kitap Fuarı’ndaydım. Her sene öncelikle gittiğim yer Tübitak’ın standıdır. Ne zamandan beridir okumak istediğim bir kitabı basmışlar bu sene (Brian Greene, <a href="http://www.tubitak.gov.tr/home.do?ot=5&rt=3&sid=0&cid=11184">Evrenin Zarafeti</a>; İngilizcesi de <a href="http://www.amazon.com/Elegant-Universe-Superstrings-Dimensions-Ultimate/dp/0393058581/ref=sr_1_5?ie=UTF8&s=books&qid=1225707240&sr=8-5">şurada</a>). İlk defa fuarda satıyorlarmış. <a href="http://www.pbs.org/wgbh/nova/elegant/program.html">Şurada</a> da Greene’nin sunduğu, kitapla aynı ismi taşıyan “The Elegant Universe” adlı toplam 3 bölümlük ve 3 saatlik, bir nevi kitabın görüntülü hâli sayılabilecek bir belgesel var. Tübitak’da bir de <a href="http://www.tubitak.gov.tr/home.do?ot=5&rt=3&sid=0&cid=1443">Galileo’nun Buyruğu</a>’nu aldım (<a href="http://www.amazon.com/Galileos-Commandment-Years-Science-Writing/dp/0805073493/ref=sr_1_4?ie=UTF8&s=books&qid=1225707456&sr=8-4">İngilizcesi</a>). İletişim filozof Spinoza’nın <a href="http://www.kitapyurdu.com/kitap/439769/spinozabiryasam?sa=39482714">biyografisini</a> basmış (<a href="http://www.amazon.com/Spinoza-Life-Steven-Nadler/dp/0521002931/ref=sr_1_1?ie=UTF8&s=books&qid=1225707377&sr=8-1">İngilizcesi</a>), Spinoza’nın kitaplarını da Dost Yayınevi basıyormuş. İletişim yakında anarşist Bakunin’in biyografisini de basacakmış.<br /><br />Şu aralar 1929’daki Büyük Bunalım’dan bu yana en önemli ekonomik kriz yaşandığından Marx’ın kitaplarına ilgi artmış. Gazetede haberi bile çıktı. Türkiye’de Marx’ın kitaplarını basan Sol Yayınevi bu sene baskısı uzun süre önce tükenmiş olan “Doğu Sorunu” kitabını yeniden basmış. Tüm kitaplarını fuarda %50 indirimle satıyorlar. Standı da kalabalıktı zaten. Aslında krizle ilgili olarak Marx’ı değil, Keynes’i okumak lazım. Keynes’le ilgili yeni bir <a href="http://www.kitapyurdu.com/kitap/437509/keynes?sa=39479286">kitap</a> da Dost’tan çıkmış.<br /><br />Gazetelerde Marx’ın kitapları hakkında çıkan haberlerde Sorun Yayınları’nın Marx’ın biyografisini bastığını okumuştum. Maalesef bu biyografiyi zamanında alma hatasını yaptım. Ruslar tarafından yazılmış, tamamıyla resmî bir biyografi. Son derece sıkıcı; bir türlü bitiremedim. Onun yerine Francis Wheen’in <a href="http://www.amazon.com/Karl-Marx-Life-Francis-Wheen/dp/0393321576/ref=sr_1_1?ie=UTF8&s=books&qid=1225707246&sr=8-1">biyografisini</a> alın derim, ancak kitabın Türkçesi yok.<br /><br />Richard Dawkins’in ne zamandan beri almak istediğim kitabı <a href="http://www.kitapyurdu.com/kitap/439294/atalarinhikayesiyasaminkokenineyolculuk?sa=39478861">Ataların Hikayesi</a>'ni satan yayınevi ise fuarda yoktu (<a href="http://www.amazon.com/Ancestors-Tale-Pilgrimage-Dawn-Evolution/dp/061861916X/ref=sr_1_8?ie=UTF8&s=books&qid=1225707354&sr=8-8">İngilizcesi</a>). Artık normal kitapçıdan satın almak zorunda kalacağız. Çeviri özenliymiş diye okudum. Dawkins’in bir de <a href="http://www.kitapyurdu.com/kitap/440567/birseytaninpapazi?sa=39479171">şu kitabı</a> çıkmış (<a href="http://www.amazon.com/Devils-Chaplain-Reflections-Hope-Science/dp/0618485392/ref=sr_1_1?ie=UTF8&s=books&qid=1225712069&sr=8-1">İngilizcesi</a>). “Tanrı Yanılgısı” kitabını basan yayınevi çıkarmış, ama çevirisi nasıldır bilmiyorum. Bir de <a href="http://www.kitapyurdu.com/kitap/93321/eskiyakindogu?sa=39478911">Eski Yakındoğu</a> adında, yabancı yazarların makalelerinden oluşan hoş bir derleme kitap aldım (<a href="http://www.amazon.com/Everyday-Life-Ancient-Mesopotamia-Bott%C3%A9ro/dp/0801868645/ref=sr_1_4?ie=UTF8&s=books&qid=1225707593&sr=8-4">İngilizcesi</a>). Özellikle kadınlar ve yiyecekler hakkındaki yazılar ilgi çekici.<br /><br /><strong>IV<br /></strong><br />Yukarıda Ülsever’in katıldığı toplantıdan bahsettim. Toplantıyı düzenleyen liberal gençler şimdi ne yapıyorlar derseniz, onlar artık ortalıkta yoklar. Çoğunun nerede olduğunu ben de bilmiyorum. Şimdi yeni liberal gençler var. Bir kitap ve bir makale okuyup liberal olmuş, neyin ne olduğunu adam gibi bilmeyen, olmadık dandik adamların peşine takılan sığ tipler bunların çoğu. Böylelerine liberal oldukları için kızmıyorum; "liberalim" deyip malı götüren adamların avukatlığına soyunup kendilerini kullandırttıkları için, bir şeyi adam gibi öğrenmeye çalışmadıkları için, bu kadar boş kafalı ve bu kadar cahil olmakta ısrar ettikleri için kızıyorum. Bakalım, 4-5 sene sonra bunların kaçı hâlâ meydanda olacak? Sağlam adam sayısı o kadar az ki.<br /><br />* * *<br /><br />Yıllar önce ben lisedeyken, Ankaralı dört tıp öğrencisinden oluşan Dr. Skull adında bir heavy metal grubu vardı. Toplam üç albüm çıkarttılar, sonra dağılıp gittiler. Aşağıya 1992'de çıkan “Rools 4 Fools” adlı ikinci albümlerinin en sevdiğim parçasını koydum. Unutmayalım, unutturmayalım.</div><br /><object height="110" width="300"><param name="movie" value="http://media.imeem.com/m/9kilaIRHRJ/aus=false/"><param name="wmode" value="transparent"><embed src="http://media.imeem.com/m/9kilaIRHRJ/aus=false/" type="application/x-shockwave-flash" wmode="transparent" height="110" width="300"></embed></object></div>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com10tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-19121968291126609732008-07-11T00:12:00.018+03:002008-07-11T19:52:50.285+03:00<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFOs0s6nANM0wAnfpK9vMfKkYMUaQjQMfnWQtfWNlNfa4N6yKpOOUzCnggfPngFYbzYuufvNXZvATXIaiVu53iRef_CvLz3gCxi2RMvNKieH5t3-ChfWuCHXDRI9lyMJbw9RWp/s1600-h/vhxkp3.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5221497198706654754" style="margin: 0px auto 10px; display: block; text-align: center;" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFOs0s6nANM0wAnfpK9vMfKkYMUaQjQMfnWQtfWNlNfa4N6yKpOOUzCnggfPngFYbzYuufvNXZvATXIaiVu53iRef_CvLz3gCxi2RMvNKieH5t3-ChfWuCHXDRI9lyMJbw9RWp/s400/vhxkp3.jpg" border="0" /></a><br /><div align="justify"><strong>SAVULUN, İSLÂM GELİYOR!</strong><br /><br />Yukarıdaki resmi Goddess-Artemis göndermiş. İnternette biraz dolanınca resmin 4-6 Mayıs tarihleri arasında Tahran’da yapılan 21. İslâm Birliği Konferansı’na ait olduğunu <a href="http://www.twocircles.net/2008may05/international_islamic_unity_conference_underway_tehran.html">buldum</a>. Konferansa 45 ülkeden düşünürler, din adamları, entelektüeller, âlimler vs. katılmış. Konferansın konuları arasında İslâm dünyasında birlik ve dayanışma için gerekli ortamı hazırlamak, çeşitli kültürel ve bilimsel görüşleri bir araya getirmek, düşman entrikaları ve seküler düşünce gibi mevcut engellerden kurtulmak için çıkış yolları aramak ve bir arada yaşamayı teşvik etmek gibi meseleler varmış. Konferansta yayınlanan İslâm birliği beyannamesini de 2000’in üzerinde Müslüman düşünür ve âlim imzalamış. (Dikkat isterim, mevcut engellerin arasında “seküler düşünce” de geçiyor.)<br /><br />Yukarıdaki resmin ana kaynağı şu <a href="http://heidariam.blogfa.com/post-384.aspx">site</a>. Sitedeki diğer resimler de bundan farklı değil. Eh, adamlar İslâm birliğini kurdular, şeriatı getirdiler, karıları da çarşafa soktular ya, rahat rahat uyuyorlar tabii. Programda yer alan tüm o gösterişli konuları bu adamların ciddî ciddî tartışacağını düşünmek saflık olurdu zaten. Onun yerine en iyi bildikleri şeyi yapmışlar: uyumuşlar! Aslında resimler bugün İslâm dünyasının içinde bulunduğu durumu pek güzel gösteriyor. Bu saatten sonra fazla bir şey beklememek lazım.<br /><br /><strong>I<br /></strong><br />Şüphesiz, konferansa Türkiye’den katılanlar da olmuş. Acaba bizden hangi Müslüman düşünürler, âlimler, enteller katıldı? Bizde Müslüman entelektüel ya da düşünür denince benim aklıma hep Fethullah Gülen hocamızın gazetesi Zaman’da yazan Ali Bulaç beyefendi gelir. Ali bey, gazetedeki köşesinde her gün entelektüel muhabbetler uydurmak için bir tarafını yırtan köşe yazarlarına hiç benzemez. Düşünme denilen o zorlu eylemin tam hakkını verir. İşte bir örnek: radikal İslâmcı teorisyenlerden Mısırlı Seyyid Kutub’un idam edilişinin 40. yılı nedeniyle İstanbul’da düzenlenen sempozyumda konuşan Ali bey, modern kadınları "kolay ulaşılabilir ve ucuz" olarak <a href="http://www.hurriyet.com.tr/gundem/5063007.asp?m=1&gid=69&srid=3047&oid=6">nitelendirmiş</a>. Müthiş bir tespit! Ancak böyle bir düşünür böylesine bir tespiti yapabilirdi. Ne yani, laikler mi yapacaktı?<br /><br />Zaten Ali Bulaç gibi bir düşünür de ancak Fethullah Gülen gibi bir âlimin gazetesinde yazabilirdi. Nitekim Fethullah hocamız da İngiliz “Prospect” ve Amerikan “Foreign Policy” dergilerinin ortaklaşa düzenledikleri <a href="http://www.prospect-magazine.co.uk/article_details.php?id=10261">100 önemli entelektüel anketinde </a>Müslüman Nurcu kardeşlerimizin ısrarla verdikleri oylarla birinci olmadı mı? Prospect dergisinin editörü David Goodhart hoca efendimiz için verilen bazı oyların hackerlar tarafından yaratıldığını <a href="http://www.prospect-magazine.co.uk/article_details.php?id=10264">söylemiş</a> – resmen Müslümanlara iftira bu! Başka kim birinci olacaktı ki? "Travma geçirenlerin" uydurmacası! Bakın, hocamız 28. olan Samuel Huntington’ı ve 43. olan Francis Fukuyama’yı dahi ezip geçmiş. Richard Dawkins denilen kâfir bile 19. olmuş – beter olsun inşallah! Bir de David Goodhart, Fethullah hocamızı daha bir ay öncesine kadar kimsenin tanımadığını söylemiş. Pöh! Tanımıyorlarsa kendileri kaybederler. O Fethullah hocamız ki, sahip olduğu iman, ilim ve irfan ile CIA ajanlarını bile kendisine hayran bırakmış, dize gelen adamlar yeşil kart başvurusu yaparken kendisine kefil olmuşlardır. Titreyin ve utanın laikler!<br /><br />Böyle haberleri okudukça kalbim sevinçle doluyor. Heyecandan kendimi tutamayıp bilgisayar karşısında tekbir getiriyorum. Alın size Müslüman kardeşlerimizin kafa yapısına ilişkin güzel bir <a href="http://www.dailymail.co.uk/news/article-1030798/Muslim-outrage-police-advert-featuring-cute-puppy-sitting-policemans-hat.html">haber</a>. Bu kafayla bunlar ne yapar? Bir de İkinci Cumhuriyetçi Mehmet Altan'ın Ali Bulaç'a yaptığı şakanın <a href="http://www.internethaber.com/news_detail.php?id=10010">haberini</a> ekleyeyim. Utan Mehmet efendi, utan! Yapılır mı Ali bey gibi "sapına kadar" Müslüman olan adama böyle şaka? Laik misin sen?<br /><br /><strong>II<br /></strong><br />Geçtiğimiz ay cep telefonuma bir mesaj geldi. Büyük harflerle aynen şöyle yazılmıştı: <span style="color: rgb(0, 0, 153);">İhtilale hayır! Cumartesi saat 17’de Taksim Tünel’deyiz. Genç Siviller ile “İhtilale Hayır” deyip İstiklâl Caddesi’nde yürüyeceğiz. </span>Genç Siviller denilen tipleri belki duymuşsunuzdur. Demokrasi ve özgürlük lafları ardına sığınarak AKP şakşakçılığı yapan sözde gençlerin kurduğu bir topluluk bu. Hatta işittiğime göre AKP’den para alıyorlarmış, ama doğru mu bilmiyorum. Haberlerde gördüğüm kadarıyla yürüyüşe katılanların arasında Abdurrahman Dilipak ve Nazlı Ilıcak gibi özgürlük “delileri” de varmış. Tabii, emekli 70’lik paşalar ellerinde mavzerler ve Kırıkkaleler ile darbe yapacaklar ya, koşup gelmiş hepsi.<br /><br />Genç Siviller kendilerine amblem olarak Converse marka ayakkabıyı seçmişler. Eh, ne de olsa memleketteki tüm demokrasi ve özgürlük düşkünü gençler Converse giyiyor. İnternetteki sitelerinde yazdığına göre bu “siviller” rahatsızlarmış. AKP hakkında bildiri yayınlanır, bunlar rahatsız. AKP cumhurbaşkanını seçemez, bunlar rahatsız. AKP türbanı serbest bırakamaz, bunlar rahatsız. AKP'ye kapatma davası açılır, bunlar yine rahatsız. Ama 1 Mayıs’ta Taksim'de insanlar cop yer, gaz yutar, turistler dövülür; 200'e yakın ülkede kutlanan işçi bayramı Türkiye'de insanlara zehir olur, bu sivil arkadaşlar hiç rahatsız olmaz. Aslında ben de rahatsızım, ama bunların yaptığı yalakalıktan. Nitekim 1 Mayıs’ta milleti döven polisler bunlara hiç dokunmadı bile.<br /><br />Bu sözde sivillerden bazılarını birkaç ay önce Ürgüp’teki konferansta görmüştüm. Bir baltaya sap olma ve kendince önemli bir şeyler yapma heveslisi üniversiteli tipler. Elbette aralarında bu cahil gençleri kullanıp kendilerine avanta sağlamaya çalışan tipler de vardır. AKP gider, bunlar da biter diyorum.<br /><br /><strong>III<br /></strong><br />Yine geçtiğimiz hafta bir e-mail aldım. Mailde denildiğine göre Genel Kurmay Askerî Savcılığı Taraf gazetesine 7 Temmuz’da bir baskın yapmayı planlıyormuş. Baskının nedeni Dağlıca haberleri ile olarak Taraf’ın elinde bulunan belgelere el koymakmış. Mailin geri kalanında şöyle yazıyordu:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Aslında amaç Taraf'ı yıldırmak, örselemek, yormak. Bu antidemokratik gelişme karşısında, Taraf okurları olarak gazetemize sahip çıkalım. Gazeteyi çıkaran ekibin morale ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz. Onları moral olarak desteklemeli ve cesaretlerini ödüllendirmeliyiz.<br /><br />İKİ VARDİYALI NÖBET (Sabah 11 Akşam 5 / Akşam 5 gece 12) </span></div><div align="justify"><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Baskının yapılması muhtemel tarih olan 7 Temmuz Pazartesi günü toplanalım. Toplantı o günün iş günü olduğu düşünülerek şöyle hesaplandı. İsteyen okurlar sabah 11'den akşam 5'e kadar gelir nöbetini tutar, isteyen akşam 5'den gece 12'ye kadar gelir nobetini tutar. İsteyen sabah 11 den akşam 12 ye kadar tüm gün nöbet tutar.<br /><br />SAAT 11.00'DE KADIKOY İSKELESİ ÖNÜNDE BULUŞUYORUZ<br /></span><br />Bunun üzerine dayanamayıp şöyle bir mesaj gönderdim:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Ben şimdi merak ettim. Herkes baskının 7 Temmuz’da olacağını öğrendi. Ya askerler tarih değiştirip baskını 8 Temmuz’da yaparsa? O zaman 8 Temmuz’da da nöbet tutmak gerekecek mi? Ya da tarihi öne alıp 6 Temmuz’da baskın yaparlarsa? Bence en iyisi Taraf gazetesinin önünde 1 hafta boyunca nöbet tutmak. Bir de nöbet tutacaklar yanlarında bira falan getirsinler. Öyle kuru kuruna nöbet olmaz. Burası ordu mu?<br /></span><br />Dalga geçmeyip de ne yapalım? Memlekette savunacak hiç mi adam gibi bir şey kalmadı? Yazıktır. Askerlerin işi yok da, AKP’nin gayri resmî yayın organı Taraf gazetesini mi basacaklar? Benim asıl merak ettiğim, her yerde bulunmayan, fazla satmayan, fiyatı ucuz, arkasında sadece bir yayınevinin olduğu Taraf gazetesi acaba nasıl ayakta duruyor? Bazı tanınmış yazarlarının her ay maaşlarını nasıl ödüyor? En son Radikal gazetesinden Türk Solu'nun “Son Mohikan”ı Murat Belge’yi transfer ettiler. Bu transferin parası nasıl çıktı? AKP’nin verdiği tam sayfa kamu ilanlarından olmasın sakın? Gazetenin başında Ahmet Altan var. Zaten nerede bir Altan ismi geçiyorsa, orada bir sakatlık var demektir. “Gerçekleşmeyen” baskına ilişkin haber <a href="http://www.haberturk.com/haber.asp?id=83782&cat=110&dt=2008/07/04">şurada</a>.<br /><br /><strong>IV<br /></strong><br />Ben esas AKP’nin kapatılma davasının sonucunu bekliyorum. Anayasa Mahkemesi’nin tatile girmeyeceği açıklandığına göre, dava en geç ağustos ayı başında sonuçlanır diye tahmin ediyorum. Nitekim AKP de ek savunma yapmak için süre istemedi. Hele şu AKP bir kapatılsın, nasıl bir cümbüş olacak. Bu şakşakçılar önce âdet yerini bulsun diye “demokrasi darbe aldı” deyip tepinecekler, ağlaşacaklar, sonra da biat edecek, yalakalık yapacak yeni efendiler arayacaklar. Hep böyle olmaz mı zaten? Burası Türkiye. </div><br /><object width="300" height="80"><param name="movie" value="http://media.imeem.com/m/P9XCcUG87k/aus=false/"><param name="wmode" value="transparent"><embed src="http://media.imeem.com/m/P9XCcUG87k/aus=false/" type="application/x-shockwave-flash" wmode="transparent" width="300" height="110"></embed></object>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com34tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-74137200170581631652008-07-01T23:46:00.008+03:002008-07-02T10:51:54.708+03:00<a href="http://fotograf.edebyahu.com/data/media/6/Osmanli_Armasi_Duvar_Kagidi_by_Mthan.jpg"><img style="margin: 0px auto 10px; display: block; width: 400px; text-align: center;" alt="" src="http://fotograf.edebyahu.com/data/media/6/Osmanli_Armasi_Duvar_Kagidi_by_Mthan.jpg" border="0" /></a><br /><div align="justify"><strong>OSMANLI’DA "İLERLEMEME" DÜŞÜNCESİ</strong><br /><br />Geçtiğimiz hafta sürekli olarak okul işlerim ile uğraştım. Artık tez yazdığımızdan, bu tezde ne haltlar yediğimi altı ayda bir “tez izleme komitesi” adında bir komiteye rapor olarak verip, komitedeki üç hocadan imza almam gerekiyor. Tabii bu komitenin varlığı sadece kağıt üzerinde, çünkü resmî prosedüre göre komitenin toplanması ve benim de hocaların önünde konuşma yapmam gerekiyor. Ama onun yerine hocaları dolaşıp imza topluyorum, çünkü bizim memlekette işler böyle yürüyor. Hocaları bulabildiğiniz sürece sorun yok, fakat “makamlarına” gelmeyenleri sizin bulmanız lazım.<br /><br />İşte bu hocalardan biri de benim tez danışmanım. Geçen hafta imza almak için kendisine gittiğimde Osmanlı üzerine biraz sohbet ettik. Nitekim kendisi de bir Osmanlı uzmanı. Esas olarak konuştuğumuz şey, Osmanlı’da neden bilimsel ve düşünsel bir ilerleme olmadığıydı. Söz dönüp dolaşıp Osmanlı’nın kendi sisteminin mükemmelliğine olan inancına geldi. Hocanın dediklerini yanlış hatırlamıyorsam, bu inanç çok erken bir dönemde, 13. veya 14. yüzyıl gibi Osmanlılarda yerleşmişti. Böylece Osmanlılar sistemlerine duydukları güven nedeniyle her iki alanda da bir kısırlığa yakalanmışlardı. Daha da vahimi bunun farkında değillerdi. Bunun üzerine ben de konuyla ilgili bir şeyler karalayayım dedim.<br /><br /><strong>I<br /></strong><br />Osmanlılar kuruluşlarından itibaren sürekli olarak fetihler yoluyla başarı kazandıkları için, içinde bulundukları düzenin bu başarılarının kaynağı olduğunu ve bu düzeni korudukları müddetçe muzaffer hâlde kalacaklarına inanıyorlardı. Eğer böyle bir düzen elinizde mevcut ise alternatif sistemler hakkında fikir yürütmeye gerek yoktur, zira söz konusu düzen tüm ihtiyaçlarınıza cevap vermektedir. O zaman böyle bir sistemde değişme olduğu takdirde, bu ancak kötü yönde olabilir. Bu düşünceleri maalesef Osmanlıların düşünsel alanda hiçbir ilerleme kaydedememelerine yol açacaktı. Sorun çıktığında dahi sürekli olarak eskiye dönmekten bahsedeceklerdi. Gerisini <a href="http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=40911&sa=39536915">Mehmet Genç</a>’ten aktarayım. Kendisi bir konuşmasında şöyle diyor (bazı yerlerdeki konuşma aksaklıklarını düzelttim):<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Osmanlıların zihin dünyalarında ekonomiye ilişkin tasavvur, en genel anlamıyla, ihtiyaçların karşılanması noktasında toplanıyordu. Devletin ve toplumun bütün katmanlarının ihtiyaçlarını karşılamak, iktisadî faaliyetin hedefi ve meşruiyet temeli idi. Yani kısaca “provizyonist” idiler. Mal ve hizmet üretenler önce kendi ihtiyaçlarını karşılamalı, ondan sonra da kademe kademe tüm toplumun ihtiyaçlarına cevap vermeliydiler. Bu sebepten, Osmanlılar ithalat ve ihracat konusunda çağdaşları olan Batı’nın ve bugünün değerlerine hiç uymayan bir tutum içindeydiler. İthalatı serbest bırakıyor, buna karşılık ihracat üzerinde, bazen yasaklamalara varan ölçüde, sıkı bir kontrol rejimi uyguluyorlardı. Devletin misyonu, bu ekonomi anlayışını sağlayacak kanunları, ilişkileri, kurumları oluşturmaktan ibaretti. Ekonominin sektörleri, ziraat, madencilik, esnaflık ve ticaret alanlarındaki temel düzenlemelerinin hedefi, niteliği bu idi.<br /><br />Bütün bu karar, ilişki ve kurumlar; teknolojik değişmenin, büyümenin, gelişmenin, yahut en genel ifadesiyle, ilerlemenin hiçbir şekilde söz konusu olmadığı, düşünülmediği ve tabii beklenmediği bir ortamda söz konusuydu. Bu sebepten de, değişmeleri için bir neden yoktu. Daha doğrusu, değişmemeleri idealdi. İlerlemenin kötüden iyiye yahut iyiden çok iyiye doğru olduğu, önü açık, kademeli bir değişme olduğu fikrine de hiçbir şekilde [Osmanlıların] zihinlerinde yer yoktu. Evren hakkındaki temel doktrinlerini, yani dinin yapısında buldukları modeli, sosyo-ekonomik dünyaya da uygulamakta, yansıtmakta tereddüt etmiyorlardı. Yani hakikat, tıpkı dinde olduğu gibi sosyo-ekonomik dünyada da tekti. Buna karşılık yanlışlar sonsuzdu. Yanlışların okyanusunda tek olan hakikati dinde ve doktrinde Allah vahiy yoluyla vermişti. Bir ölçüde o vahye uyarak yerleştirilen gelenek ve tecrübelerle oluşan sistemin unsurlarını da, tıpkı dindeki tek hakikat gibi, sımsıkı muhafaza etmemiz gerekir diye düşünüyorlardı. Buna da kısaca “gelenekçilik” diye isim verebiliriz. Bu tutumun daha sade, anlaşılabilir bir açıklamasını belki organik bir örnekle yapmam mümkündür. İnsan vücudunun sağlığı bir değerdir, ideal bir değerdir. Vücudumuzda kötülüklerden kaynaklanan bir değişme olduğu zaman tek bir amacımız vardır: bu değişmeyi ortadan kaldırmak ve eski sağlıklı hâle dönmek. Sosyo-ekonomik alanda da yapmamız gereken, iyice denenmiş, kanıtlanmış olan kurumları, ilişkileri korumak, sürdürmektir. Değişme olursa, tıpkı hastalıkta olduğu gibi, tekrar eskiye dönmekten başka düşünülecek herhangi bir yön yoktur. Bu tutumu sosyo-ekonomik alandaki karar ve icraatın her safhasında, kağıdın filigranı gibi görmek mümkündür. Kadîm olana, eski olana uygun hareket edilmesini emreden sayısız örnekte bunları görmek mümkündür. Aynı tutumu siyasî kurumlarla ilgili, daha genel düzeyde de sistemle ilgili deneme, risale, rayiha gibi eserlerde 19. yüzyıla kadar görüyoruz ve hep eskiyi yücelten, ondan sapmaları yanlış ve kötü sayan zihnin ürünlerinde de gözlemliyoruz.</span> (s. 59-60)<br /><br />Anlaşılacağı üzere Osmanlıların düşüncesinde “gelenekçilik”, toplumsal ve ekonomik dengeleri mümkün olduğu kadar korumak ve değişme eğilimlerini engellemek, eğer bir değişme ortaya çıkarsa eskiye dönmek için değişmeyi ortadan kaldırmak şeklindeydi. Değişme olduğunda geri dönmek istedikleri eski düzeni de Osmanlılar “kadîm” olarak adlandırıyorlardı. Genç’ten devam edelim:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">İktisadî hayatın çeşitli alanlarını düzenleyen kuralların ana kaynağı şeriat idi. Ama şeriatın açık bir şekilde düzenlemediği, içine almadığı, herhangi bir çözüm yolu göstermediği ve sonradan ortaya çıkan birçok ilişkiyi düzenleyen başka kurallar da vardı. Padişahların devlet başkanı sıfatıyla çıkardıkları kanunnâme denilen kurallar bunların başında gelir. Bundan başka, mahallî örf ve âdetlerden kaynaklanan düzenlemeler de mevcuttu. Kanunnâmeler ile örf ve âdetler, şeriatın dışında olmakla beraber ona aykırı olmamak şartıyla yürürlüğe girmiş oldukları için, uyulması zorunlu olan kurallardı. Hukukun kaynağı olarak şeriatın ve yetkili dinî otorite tarafından şeraite uygunluğu kabul ve tasdik edilen kanun ve örflerin vücut verdiği bütün bu düzenlemeler manzumesinde, gelenekçilik sıkı bir şekilde riayet edilen bir ilke niteliğindeydi. İktisadî hayatın türlü alanlarında doğan çatışma ve ihtilâfların çözülmesiyle ilgili olarak verilen kararlarda 16. ve 18. yüzyıllar arasında kullanılan deyim, hep aynı formülde olmak üzere “kadîmden ola gelene aykırı iş yapılmaması” şeklindedir. Kadîm olan nedir sorusuna bir kanunnâmede “kadîm odur ki, onun öncesini kimse hatırlamaz” diye verilen cevap, gelenekçiliğin ilke olarak ne ölçüde ve nitelikte yerleşmiş olduğunu gösteren en veciz ifadedir.</span> (s. 63-4)<br /><br />Genç konuşmasında din hakkında da kısaca bir şeyler söylüyor:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Osmanlı düzeninde İslâm’ın tasavvuf yanı benimsendiği için gelişme yollarının tıkanmış olduğu tezine ekleyeceğim şudur: Osmanlılar müslümandılar, kendilerince ve kendilerine göre müslümandılar. (…) Amaçları, ahiret ile dünya arasında, din ve devlet arasında çağın koşullarına uygun, ahenkli ve dengeyi gözeten bir düzen oluşturmaktı. Bunu yaparken oluşturdukları yolu tasavvufî olarak nitelendirmek mümkündür. Kurdukları düzenin bu sebepten ilerleme yollarını tıkadığını söylemek de mümkündür. Ancak bu eksik bir söylemdir; gerilemenin yollarını aynı derecede tıkayan bir düzenin de olduğunu eklemek gerekir diye düşünüyorum.</span> (s. 77)<br /><br />Genç’in son cümlesine katılmak mümkün değil. Bu cümle açıkçası önceki cümlenin dinle ilişkili olumsuz etkisini hafifletmek için söylenmiş. Kaldı ki, ilerlemeyi engelleyen sistemin karşısında aynı derecede gerilemeyi de engelleyen bir sistem olsaydı, Osmanlı’nın durumu değişmezdi. Elimizde sadece birbiriyle çatışan iki farklı güç olurdu. Zira önemli olan “ilerleme” fikrinin ağır basmasıdır. Nitekim Osmanlı’da 18. yüzyılın sonunda başlayan reform denemelerine kadar olan tüm “ıslahat” denemeleri hep eskiye yöneliktir. Bu gelenekçilik düşüncesi ancak 19. yüzyılın ilk yarısında terk edilmiştir – yani iş işten geçtikten sonra.<br /><br /><strong>II<br /></strong><br />İkinci olarak ekonomiye baktığımızda durum şöyle:<br /><br />Osmanlılar ticaret ve sanayi faaliyetlerine karşı sürekli olarak kuşku beslemişlerdi, çünkü ekonomik güç aynı zamanda siyasî güç demektir. Devletin dışındaki siyasî güç de tahtın mutlak gücünün tehlikeye girmesi demektir. Bu nedenle Osmanlı Devleti reayanın, yani halkın ticarî ve sınaî faaliyetlerini sürekli olarak denetlemiş ve bunları çoğunlukla tahta siyasî rakip olma imkânları bulunmayan gayri-müslimlere bırakmıştır. Bu ekonomi-siyaset anlayışına ve yukarıda bahsettiğim gelenekçiliğe uygun olarak, toplumun örgütlenmesi de her bireyi uygun yerde tutacak biçimde idi. Örneğin Avrupa toplumlarında toplumsal sınıflar devletin yapısını belirlerken, Osmanlı’da devletin kendisi sınıfsal yapıyı belirliyordu.<br /><br />Tüm ekonomik düzen tarımdan elde edilen fazla gelirin, yani kırsal kesimin ihtiyaçları karşılandıktan sonra kalan ürünün devlet tarafından alınmasını sağlayacak geleneksel yolların korunmasına yönelmişti. Bu nedenle Osmanlılarda sermaye birikimine yol açabilecek tüm faaliyetler devlet tarafından engellenmiştir. Örnek vermek gerekirse, tüccarlar için meşru olarak kabul edilen kâr oranı %5 ile %15 arasında, çoğunlukla %10 civarındaydı. Bundan daha yüksek düzeyde kâr elde etme eğilimi sıkı ceza tehdidi altında tutularak engelleniyordu. Hâliyle, bu derecede düşük bir kâr oranı ile sermayeyi büyütme ve sanayi sermayesine çevirme imkânı yoktur.<br /><br />Devletin amacı toplumun geleneksel örgütlenmesinin değişmesini engellemek olunca, Osmanlılar merkantilist bir ekonomi politikası da izlemediler. Bu politika, Avrupalıların sanayi kapitalizmine geçiş öncesinde izledikleri politikadır. Geri kalanını <a href="http://www.kitapyurdu.com/kitap/47277/osmanli%DDmparatorlugununekonomikvesosyaltarihicilt113001600">Halil İnalcık</a>’tan aktarayım:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">İran devlet geleneğinde ekonomi, yalnızca devlet maliyesini ve dolayısıyla hükümdarın iktidarını güçlendirmenin bir aracı olarak görülürdü. İmparatorluk ekonomisi ve ticaretinin örgütlenmesine yaklaşımında Osmanlı rejimi, öncelikle merkezî hazinede mümkün olduğu kadar çok kıymetli maden (külçe veya para hâlinde altın ve gümüş) biriktirmeyi amaçlıyordu. (…) fiskalizm (gelircilik), “her durumda kamu gelirlerini ekonomi dışı amaçlarla azamiye çıkarma çabasıdır.” Gerçekten de bu, Osmanlı İmparatorluğu’nun temel ilkeleri arasındaydı.<br /><br />Öte yandan, askerî güç zenginliğin başlıca aracı olarak görüldüğünden, fiskalizmle birlikte askerî emperyalizm İran-Osmanlı fetih devleti anlayışının temelini oluşturuyor, Osmanlı fetih ve imparatorluk inşası sürecinin dinamikleri bu iki kavramın içeriğinden kaynaklanıyordu.</span> (s. 81)<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Buna karşılık, batılı merkantilist hükümetleri Osmanlı Devlet’inden farklı kılan şey, Avrupa devletlerinin zenginlik-güç-zenginlik denkleminde sanayi ve manifaktüre büyük ağırlık tanıması, böylece tüccar sınıfının ve merkantilizmin toplumda önderlik konumuna yerleşmesiydi. Başka bir deyişle Batı, kapitalist bir sistem altında biteviye genişleyen sanayi ve pazar aracılığıyla gelişen bir ulusal zenginlik ekonomisine doğru yol alırken, Osmanlılar fetihle toprak kazanmayı vurgulayan bir imparatorluk politikasına bağlı kalıyorlar ve manifaktür alanında lonca sistemine, toprak tasarrufu ve tarım alanında mîrî devlet kontrolü yöntemine önem veriyorlardı.</span> (s. 82)<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Doğulular, siyasal iktidarın, hükümdarın merkezî imparatorluk hazinesinde ne kadar altın ve gümüş biriktirebildiğine bağlı olduğunu; dolayısıyla vergi yükümlülerinin zenginleşip o hazineyi besleyecek duruma gelebilmeleri amacıyla korunmaları gerektiğini kabul ediyorlardı. Ne var ki merkantilistler buna yeni bir fikir ekleyerek, altın ve gümüş birikiminin yerli sanayilerde ve ihracatta sürekli bir büyümeyle sağlanacak elverişli bir ticaret dengesine bağlı olduğunu öne sürdüler. İşte bu fikir Batı’yı özellikle 18. yüzyılda Doğu ekonomilerinden farklılaşmaya, sanayi devrimine ve serbest piyasa ekonomisine götürdü.</span> (s. 86)<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Osmanlılar, Batı merkantilizmi gibi, bütünlüğü içinde ülke ekonomisini sistematik olarak düzenlemeyi öngören bir ekonomik doktrine hiçbir zaman ulaşamamışlardı. Ödemeler dengesi, sanayi üretiminin korunması ya da emek-yoğun ürünlerin tarım ürünleriyle değişimi yoluyla emeğin korunması gibi bir ekonomik kaygı olmaksızın, ithalat, pazarda mal bolluğu sağlamak açısından yararlı görülüyordu. Bu zihniyet çerçevesinde Osmanlılar, ticaret imtiyazlarını, yani kapitülasyonları imparatorluk için yararlı saymakta, imparatorluğun çıkarına olduğu gerekçesiyle bu tür imtiyazları merkantilist Avrupa ülkelerine seve seve tanımaktaydılar.<br /><br />(…) Osmanlılar açısından esas kaygı, daima devletin fiskal (gelirci) çıkarları ile iç pazardaki tüketicilerin korunmasıydı; oysa merkantilist ekonomilerde rekabete dayalı bir uluslararası piyasanın icapları ekonomik düzenlemeleri belirliyordu. Son tahlilde bu uçurum, otoriter bir hükümdarın kontrolündeki bir statü toplumunun sosyal yapısı ile, serbestçe oluşmuş sınıflardan meydana gelen bir yapıya erişmiş ve burjuva sınıfının iktidarı paylaştığı bir sivil toplum arasındaki tezattan doğmakta idi.</span> (s. 88)<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">(…) Osmanlılar zenginliği, yeni teknolojiler sayesinde tarımın, çeşitli sanayi ve ticaret gelirlerinin azamiye çıkarılması gibi entansif yöntemlerden değil, fetih yoluyla ilhak edilen topraklardaki yeni vergi kaynaklarından bekliyorlardı.</span> (s. 89)<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">(…) Osmanlı toplumunda devletin sıkı denetimi ve patrimonyal ilişkileri, vazgeçilmez bir ekonomik bölüşümcülük mekanizması olarak kalmaktadır. İmparatorluk ekonomisi ve maliyesi, esas olarak, devletin toprak mülkiyetini elinde tutması ve başlıca zenginlik kaynağı olan tarımsal üretimi kontrol etmesi olgusuna bağlıydı.</span> (s. 85-6)<br /><br /><strong>III<br /></strong><br />Osmanlı’nın yukarıda bahsettiğim ekonomik ve toplumsal yapısı bizim “sınıf bilinci” dediğimiz şeyin ortaya çıkmasını engellemiştir. Bu da bizim memlekette niye Cumhuriyet kurulurken devlet eliyle işadamı yetiştirilmeye çalışıldığını anlamaya yeter sanırım. Avrupa devletlerinde bunlar tarihsel gelişme seyri içinde kendiliğinden ortaya çıkarken, bizde ortaya çıkmaları Osmanlı tarafından bilinçli olarak engellendiği için, Cumhuriyet’in ilk yıllarında devletin ekonomiye el atması kaçınılmazdı. Zira Osmanlı'nın mülkiyet yapısı, ne üretim biçimini değiştirme imkânı sağlamış ne de mevcut sınıflar arasında önemli bir farklılaşmaya yol açmıştı. Şunu da eklemek gerekir ki, her ne kadar Cumhuriyet’in ilk yıllarında devlet eliyle sanayileşme politikası uygulanmışsa da, aslında 20’li yıllarda bu işleri özel sektörün yapması beklenmiştir. Dolayısıyla 30'lu yıllarda devletçilik politikasının uygulanma nedeni esas itibariyle özel sektörün yetersiz kalmasıdır.<br /><br />Öyle görülüyor ki, ilerleme ancak zorunluluktan doğuyor. Eğer mevcut hâlinizden memnunsanız fazla düşünmenize gerek yoktur, çünkü düşünme bir anlama çabasıdır. Her şey yerli yerindeyken anlaşılmayacak ne olabilir ki? Eğer sizin için her şeyi açıklayan yol gösterici bir kitap ya da doktrin varsa, bütün aradığınız cevapları orada bulabilirsiniz, onları sizin aramanıza gerek yoktur. Maalesef bu da araştırma ve öğrenme çabasını engeller. Cemil Meriç’in ifadesiyle, “Düşünmek bir mücadeledir, bir aczin ifadesidir.” Bizim memleketin hâlini biraz da bu açıdan düşünmek lazım.<br /><br />* * *<br /><br />Geçen sene bir yazımda kardeşimin bir arkadaşının nikâhına gittiğini <a href="http://bliyaal.blogspot.com/2007/06/otlatirma-snav-ileri-peinde-kotururken.html">yazmıştım</a>. Kızı nikâhın olduğu gün apar topar tesettüre sokmuşlar ve salona öyle çıkarmışlardı hani. Geçen gün laf açılınca kardeşime kıza ne olduğunu sordum. Dediğine göre kız adamdan boşanmış, hatta yeni bir erkek arkadaş bile bulmuş. Gerçi kardeşim kızın ne zaman boşandığını bilmiyor, ama olayın üzerinden bir sene geçmeden boşanmış. Eh, mutlu son sayılır bu. </div><br /><object height="80" width="300"><param name="movie" value="http://media.imeem.com/m/HWmYh4XSsR/aus=false/"><param name="wmode" value="transparent"><embed src="http://media.imeem.com/m/HWmYh4XSsR/aus=false/" type="application/x-shockwave-flash" wmode="transparent" height="110" width="300"></embed></object>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com9tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-61333528870402746472008-06-26T01:50:00.007+03:002008-06-26T15:37:02.262+03:00<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi2wotMQ8oIlidrESFT4xxar7eTkxOurJX8m2SkjYxMOvsJZe2STje4sVhol_7mA_wmjQ7Qu2zMmUehOz1QG9jz7pVaqPI7IfMu07Qq46G5WjJ00EbUuUh3mXb9Viw3qUaqktIE/s1600-h/ayaan_hirsi_ali_muslim_women_8.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5215964001411782546" style="margin: 0px auto 10px; display: block; text-align: center;" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi2wotMQ8oIlidrESFT4xxar7eTkxOurJX8m2SkjYxMOvsJZe2STje4sVhol_7mA_wmjQ7Qu2zMmUehOz1QG9jz7pVaqPI7IfMu07Qq46G5WjJ00EbUuUh3mXb9Viw3qUaqktIE/s320/ayaan_hirsi_ali_muslim_women_8.jpg" border="0" /></a><br /><div><div><div><div><div><div align="justify"><strong>KÂFİR<br /></strong><br />Ne zamandan beridir Ayaan Hirsi Ali’nin “<a href="http://www.amazon.com/Infidel-Ayaan-Hirsi-Ali/dp/0743289692/ref=pd_bbs_sr_1?ie=UTF8&s=books&qid=1214435650&sr=8-1">Infidel</a>” adlı kitabını alıp okumak istiyordum. Bir ara internetten kitabı word dosyası biçiminde bulmuştum, ama okumaya fırsatım olmamıştı. Sonunda, ben okuyuncaya kadar Türkçe çevirisi “<a href="http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=434647&sa=39567721">Kâfir</a>” adıyla çıktı. Kitabın reklamını görür görmez kardeşime aldırdım.<br /><br />Ayaan Hirsi Ali aslen Somalili. İstemediği bir adamlar evlendirilmek zorunda kalınca Hollanda’ya kaçıyor ve mülteci oluyor. Kendini yetiştirip üniversitede siyasal bilimler okuyor ve sonunda Hollanda meclisine milletvekili olarak seçiliyor. Kendisi aynı zamanda Theo van Gogh ile birlikte “İtaat” filmini çekmiş. Ancak van Gogh’un öldürülmesinden sonra aldığı tehditler ve bazı politik olaylar yüzünden Amerika’ya yerleşmek zorunda kalıyor. Zaten Hollanda’daki Müslümanlar İslâm hakkında yaptığı açıklamalar yüzünden ona kin besliyorlar. Nitekim Ali de bir ateist. İşte “Kâfir” de onun otobiyografisi.<br /><br />Kitap oldukça akıcı bir olay örgüsüne sahip ve Afrika’daki İslâm ülkelerinin içler acısı hâlini ilk elden anlatıyor. Özellikle kadınlar hakkındaki – sünnet ve erkek baskısı gibi – olaylar oldukça ibret verici; okudukça bir kez daha Türkiye’deki laik sistemin nimetlerini anlıyorsunuz. Dincilerin Ali’ye kin beslemelerine ve ölümle tehdit etmelerine şaşmamak gerek.<br /><br /><strong>I</strong><br /><br />Bütün bunlar pek güzel de, kitabın güzelliğini bozan bir şey var: çevirisi özensiz. Kitap baştan sona imlâ hataları ile dolu. Bazı yerlerde virgül ya hiç kullanılmamış ya da yanlış kullanılmış, ayrı yazılması gereken -de’ler, -da’lar bitişik yazılmış, yer yer dizgi hataları var. Kimi yerlerde çeviriler yanlış olmuş, orijinali ile ilgisi olmayan şeyler yazılmış. Eksik kelimeler bile var.<br /><br />Yanlış ve eksik çeviriler için üç örnek vereyim. Çevirilerdeki imlâya hiç dokunmadım. İlk örnek şöyle:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Yüz yıllar boyunca, herhangi bir şeyi sorgulamayı reddederek işleyişi reddederek sadece Kuran’ın söyledikleriyle davranıyorduk. Bu kadar uzun bir süre sebeplerden kaçmıştık, çünkü inancımızın bütünleştiriciliğiyle yüzleşme kabiliyetimiz yoktu.</span> (s. 353)<br /><br />Hangi işleyiş reddediliyor? Hangi sebeplerden kaçınılıyor? İnancın bütünleştiriciliği ile yüzleşmek ne demek? Zaten bir virgül de eksik. Bir de İngilizcesine bakın:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">For centuries we had been behaving as though all knowledge was in the Quran, refusing to question anything, refusing to progress. We had been hiding from reason for so long because we were incapable of facing up to the need to integrate it into our beliefs.<br /></span><br />Türkçe çeviri ile tamamıyla alâkasız bir cümle. O kadar baştan savma bir çeviri ki, “reason” kelimesi ilk anlamı olan “neden” kelimesiyle çevrilmiş. Halbuki cümlede “akıl” anlamına geliyor. Ben kabaca şöyle çevirdim:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Yüzyıllar boyunca sanki tüm bilgiler Kuran’da yer alıyormuş gibi davranmıştık; herhangi bir şeyi sorgulamayı reddetmiştik, ilerlemeyi reddetmiştik. Bu kadar uzun bir süre boyunca akıldan saklanmıştık, çünkü onu kendi inançlarımız ile birleştirme ihtiyacı ile yüzleşmeyi beceremiyorduk.<br /></span><br />Diğer örnek de şöyle:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">O günün Hollanda hükümeti, eski Yugoslavya’da, gözü dönmüş Sırpların Srebreniska’daki katliamlarına karşı görev yapan Birleşmiş Milletler Barış Gücü’ne asker göndermişti. Bunun üzerine hiçbir politikacı istifa etmemişti.</span> (s. 369)<br /><br />Bir mantıksızlık dikkatinizi çekti mi? İşte cümlenin İngilizcesi:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">The Dutch government of the day had sent troops to the UN peacekeeping force in the former Yugoslavia, troops who turned a blind eye to the Serbian massacres at Srebrenitsa. Yet not one politician resigned over it.<br /></span><br />Anlayacağınız, “göz yummak” ya da “görmezden gelmek” anlamına gelen “turn a blind eye” ifadesi “gözü dönmüş” diye çevrilmiş. Yuh be kardeşim! Bu kadar da olmaz. Demek “turn” ve “eye” kelimeleri bir arada kullanılınca “gözü dönüyor” anlamını veriyorlar; zaten yanlarında “Serbian” kelimesi de var. Eh, o zaman al sana “gözü dönmüş Sırplar.” Sadece Türkçesini okuduğunuz zaman bile bir mantık hatası olduğunu görüyorsunuz. Bu kadar mı baştan savma çevrilir? </div><br /><div align="justify">Sonuncu örnek biraz uzun:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Doğru düşünüyordum. Kendimi kötü hissetmemiştim, aksine her şey çok açıktı. İnanç yapımdaki aksaklıkları gördüğüm uzun süreç ve parçalanmaya başlayan yapının kenarlarında dolaştıktan sonra parça parça sökülüp gitmişti – her şey sona ermişti. Omuzlarımın üstünden beni izleyen melekler, evli olmadan seks yapmanın gerginliği, içki içmenin suçluluğu, hissettiğim bütün dini kısıtlamalar uçup gitmişti. Cehennemde yanma korkusu kalktıktan sonra ufuk çok daha genişlemişti. Allah, melekler, şeytan bütün bunlar insanoğlunun hayal ürünüydü. Artık bundan sonra kendi nedenlerimle ve kendime olan saygımla ayaklarımın üzerinde durup yolumu bulabilirdim. Bana yönümü gösterecek pusula içimdeydi, kutsal kitabın sayfalarında değil. </span>(s. 366)<br /><br />İngilizcesi de şöyle:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">It felt right. There was no pain, but a real clarity. The long process of seeing the flaws in my belief structure and carefully tiptoeing around the frayed edges as parts of it were torn out, piece by piece—that was all over. The angels, watching from my shoulders; the mental tension about having sex without marriage, and drinking alcohol, and not observing any religious obligations—they were gone. The ever-present prospect of hellfire lifted, and my horizon seemed broader. God, Satan, angels: these were all figments of human imagination. From now on I could step firmly on the ground that was under my feet and navigate based on my own reason and self-respect. My moral compass was within myself, not in the pages of a sacred book.<br /></span><br />Adam gitmiş “reason” kelimesini yine “neden” diye çevirmiş. “Obligation” kelimesi “yükümlülük” yerine “kısıtlama” diye çevrilmiş. “God” olmuş “Allah.” Bazı kelimeler çevrilmemiş bile. Benim kendimce yaptığım çeviri şöyle:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Yaptığımın doğru olduğunu hissediyordum. Hiçbir acı duymuyordum, sadece gerçek bir berraklık vardı. İnanç yapımdaki kusurları gördüğüm uzun süreç ve yıpranmış kenarlarının etrafında ayaklarımın ucuna basarak dikkatlice dolaştığım bu yapı, parça parça sökülüp gitmişti – her şey sona ermişti. Omuzlarımın üzerinden beni izleyen melekler; evli olmadan seks yapmanın, içki içmenin ve hiçbir dinî yükümlülüğü yerine getirmemenin yarattığı zihinsel gerginlik – hepsi uçup gitmişti. Sürekli varolan cehennem ateşi olasılığı ortadan kalkmıştı ve ufkum daha geniş görünüyordu. Tanrı, şeytan, melekler; bunların hepsi insan hayalinin ürünüydüler. Bundan sonra ayaklarımın altındaki toprağa sağlam bir şekilde basabilir, aklıma ve öz saygıma dayanarak yolumu bulabilirdim. Ahlâkî pusulam benim içimdeydi, kutsal bir kitabın sayfalarında değildi.<br /></span><br /><strong>II<br /></strong><br />Yine de kitaptan ilginç gördüğüm iki yeri aktarayım dedim. İlki Ali’nin küçükken Arabistan’da yaşadığı bir Ay tutulması ile ilgili. Türkçe çevirideki imlâ hatalarını düzelterek aktarıyorum:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">16 Eylül 1978’de Riyad’ta bir Ay tutulması olmuştu. Akşama doğru Ay tutulması gözle görülmeye başlamış, mavi gökyüzü yavaş yavaş kararmaya, Ay’ın rengi sönmeye başlamıştı. Birden kapının hızla çalındığını duyduk. Kapıyı açtığımızda yan komşumuz her şeyin yolunda olup olmadığını sormuştu. Kıyamet Günü’nün geldiğini söylemişti. Kuran’da yazıldığına göre güneş batıdan doğacak, denizler yükselip taşacak, bütün ölüler dirilecek ve Allah’ın melekleri günahlarımızı ve sevaplarımızı tartıp iyileri cennete, kötüleri ise cehenneme göndereceklerdi.<br /><br />Hava henüz aydınlık olmasına rağmen müezzin aniden ezan okumaya başlamıştı. Bu sefer her zamanki gibi birisi bitirip diğeri başlamamıştı, hep bir ağızdan şehri ayağa kaldırırcasına okuyorlardı. Mahalleden bağırtılar çağırtılar geliyordu. Dışarı çıkıp baktığımda herkesin caddelerde namaz kıldığını görmüştüm. Annem bizi içeriye çağırıp, “herkes namaz kılıyor, bizim de kılmamız lazım,” demişti.<br /><br />Gökyüzü daha da kararmıştı ve bu bir işaretti. Daha çok komşu kapımızı çalıp, geçmiş hataları yüzünden af dileyip bağışlanmayı istiyorlardı, çünkü çocukların duaları mutlaka kabul olunurdu. Cehennemin kapıları sonuna kadar açılmıştı. Hepimiz paniğe kapılmıştık. Sonunda, hava karardıktan sonra babam eve gelmişti. “Baba,” diye bağırarak ona koşmuştuk. “Bugün Kıyamet Günü. Seni bağışlaması için anneme yalvarmalısın!”<br /><br />Babam diz çöküp bize sarılmıştı. Yavaşça konuşuyordu: “Eğer bir Suudi’ye gidip bunu yaparsanız,” – bize doğru seslice el çırpmıştı – “bunun kıyamet olduğunu sanırlar, çünkü onların hepsi koyun.”<br /><br />“Peki öyleyse bu Kıyamet Günü değil mi?”<br /><br />“Sadece Ay’ın gölgesiydi,” diye açıkladı. “Bu çok normal bir şey; merak etmeyin, geçecek.”<br /><br />Babam haklıydı. Kıyamet Günü güneş batıdan doğacaktı, ama ertesi günü aynı dolgunluk ve kudretiyle, her zamanki yerinden çıkıp gelmişti ve Dünya batmıyordu.</span> (s. 74-5)<br /><br />Ali’nin babası kitabın başka bir yerinde Araplar için “inek” diyor. Bu kafayla bunlar nereye gider? Onlar bir yere gitmez gerçi, ama Amerika gelir.<br /><br /><strong>III</strong><br /><br />Bu aktaracağım kısım ise hepimizin aşina olduğu bir şey: başörtüsü. Ali mülteci olmak için beklediği kampta Etiyopyalı kızlar ile örtünme meselesini tartışıyor. O esnada Ali kapalı gezen bir Müslüman – henüz “kefere” olmamış.<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">“Ben neden örtünmeyip tenimi göstereyim?” diye sormuştum Mina’ya. “Sizin hiç utanmanız yok mu? Ortalıkta çıplak dolaşarak ne elde etmeyi umuyorsunuz? Bunun erkekleri etkilediğini bilmiyor musunuz?”<br /><br />“Mini etek giymeyi seviyorum, çünkü bacaklarımın güzel olduğunu düşünüyorum. Sonsuza kadar böyle kalmayacaklar ve ben de şimdi keyfini çıkarıyorum,” dedi bir bacağını bana doğru sallayarak. “Eğer bundan hoşlanan başka birileri varsa, bu çok daha güzel.”<br /><br />Buna inanamamıştım. “Bu bana öğretilerek büyüdüğüm şeyin <em>tam</em> tersi,” demiştim. Çene çalmak için kızların hepsi başıma toplanmışlardı ve “<em>Neden</em> Müslümanlar bu kadar zor insanlar?” demişlerdi.<br /><br />“Fakat erkekler sizi böyle kolları açık ve her yeri çıplak gördüklerinde kafaları karışıp, cinsel duyguları uyanıp baştan çıkıyorlar,” demiştim onlara. “Arzuları onları kör ediyor.”<br /><br />Kızlar gülmeye başlamışlardı. “Gerçekten öyle olduğunu sanmıyorum,” demişti Mina. “Ve biliyorsun, eğer baştan çıkıyorlarsa, bu çok da büyük bir sorun değil.”<br /><br />Ben bağırmaya başlamıştım, neyin gelmekte olduğunu görüyordum. “Fakat bu durumda çalışmayacaklar, otobüsler birbirine çarpacak ve fitne her yeri kaplayacak.”<br /><br />“Peki o zaman neden Avrupa’da, çevremizdeki her yer kaos hâlinde değil?” diye sormuştu Mina.<br /><br />Doğruydu. Bütün yapmam gereken gözlerimi kullanmaktı. Avrupa’da her şey mükemmel işliyordu, bütün otobüsler saat gibi çalışıyordu. Kaosun ilk sarsıntısı bile ortalıkta görünmüyordu. “Bilmiyorum,” demiştim umutsuzca. “Belki de buradakiler gerçek erkek değillerdir.”<br /><br />“Öyle mi? Bu güçlü sarışın Hollandalı işçiler gerçekten erkek değiller mi?” O anda bütün kızlar bana bakıp gözlerinden yaş gelinceye kadar gülmeye başlamışlardı. Bunun bir İslâm saçmalığı olduğunu düşünüyorlardı. Biz Müslümanlar şunla ya da bunla övünüyorduk, ama bizim kültürümüz cinsel açıdan tamamen engellenmişti. Ve yeryüzünde fitnenin en çok zarar verdiği kişinin kendim olduğunu mu sanıyordum? Onlar çok samimiydiler, bunun benim suçum olmadığını biliyorlardı. Ben böyle düşünüyordum, ama gerçekten bunun yapmamı sağlamışlardı.<br /><br />Ayağa kalkıp, başörtümü çıkarıp bungalovun önüne çıktım. Biraz ötede bir grup Bosnalı mülteci oturmuş, güneşlenerek sohbet ediyorlardı. Bu kadınlar Müslüman olmalıydılar, ama hemen hemen çıplak sayılırlardı. Kısacık şortlar ve tişörtler giymişlerdi, hatta sutyen bile takmamışlardı, meme uçları belli oluyordu. Biraz ilerilerinde erkekler normal bir şekilde çalışıyorlar, oturuyorlar ya da sohbet ediyorlardı. Açıkça hiçbiri onları fark etmiyordu bile. Onlara bakarak, uzun süre Etiyopyalı kızların söylediklerinde haklı olabileceklerini düşündüm.<br /><br />Ertesi sabah bir şey denemeye karar vermiştim. Başörtüm olmadan dışarıya çıktım. Uzun yeşil bir eteğim ve uzun bir tuniğim vardı. Başörtümü herhangi bir olumsuz durum için yanımdaki çantaya koymuştum, fakat saçlarımı örmemiştim. Ne olacağını görmeyi planlıyordum. Terliyordum. Bu gerçekten haramdı ve on altı yaşımdan beri ilk kez halka açık bir yerde başörtüsüz dolaşıyordum.<br /><br />Tam olarak hiçbir şey olmamıştı. Bahçıvanlar makaslarıyla çalılıkları kesip düzeltiyorlardı. Kimse dönüp bakmamıştı bile. Bunlar Hollandalıydı ve belki de gerçekten erkek değillerdi. Etiyopyalılar ve Zahirelilerin arasından geçmiştim, kimse benimle ilgilenmemişti. Fakat bunlar da Müslüman değillerdi. Ben de Bosnalı gruba doğru yürümüştüm. Kimse bana bakmamıştı. Hatta başörtülü dolaşmamdan daha az ilgi görmüştüm. Hiçbir erkek heyecanlanmamıştı.</span> (s. 255-7)<br /><br /><strong>IV</strong><br /><br />Bu arada, Ali’nin bir özelliği var: kendisi tüm bunların kültürden değil, dinin kendisinden kaynaklandığını düşünüyor. Yani bazılarının yaptığı gibi, “İslâm bir barış dinidir, olup bitenler ise sadece bu ülkelerin geriliğinden kaynaklanmaktadır,” demiyor. Asıl sorunun İslâm dininde olduğunu söylüyor ve lafını hiç sakınmıyor. Bakın, BBC’de katıldığı “Hard Talk” adlı programda bir soruya nasıl cevap veriyor (programı Youtube’dan izledim):<br /><br />Soru şöyle:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">And you stand by your clear, unambiguous view that Islam is a religion of violence, that it legitimates the killing of the unbeliever, that it legitimates all sorts of violence against women, including rape, and you justify all of these by saying that it is in the Quran. Is that still your unambiguous position?<br /></span><br />Ali’nin cevabı da bu:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">That is my unambiguous position. It is also in the hadith. And there is a distinction between Islam as it is today and Islam as we would all like it to be or to become. And in these debates between people who defend Islam as a religion of peace and people who say they know there’s something wrong with Islam, what I notice is that those who defend Islam as a religion of peace are talking about an Islam that is not there yet – a sort of normative Islam. And I think that Islam of peace will come if we acknowledge that there is a lot of violence in the Quran, Muhammed was a very violent man when he wanted to (…)<br /></span><br />Kendini eleştiren birtakım Müslüman kişiler için de şöyle diyor:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">You know, what is curious about such reactions is that they are always very quiet when in the name Islam of Islam people are beheaded, all sorts of anti-semitic, anti-jewish acts are carried out (…)</span><br /><br /><strong>V</strong><br /><br />Böylesine önemli bir kitabın böylesine özensiz bir çevirisi ile karşılaşmak canımı sıktı. Hiç mi okuyup düzelteni yok bu çevirilerin? Böylesine kepazelik olur mu? Eğer kitabı alacaksanız Amazon’dan İngilizcesini alın derim; zaten dili çok ağır değil. İş sadece imlâ hataları ile kalsa belki buna katlanılabilirdi, ama yanlış çeviri olmadık bir şey.<br /><br />Bu arada, Ali'nin Türkiye hakkında yazdığı bir yazı da <a href="http://www.digitalnpq.org/articles/global/173/05-08-2007/ayaan_hirsi_ali">şurada</a>. Yazıda Erdoğan, Gül ve AKP için şöyle demiş: <span style="color: rgb(0, 0, 153);">"They have understood and exploited the fact that you can use democratic means to erode democracy."</span> Haksız mı? Kitabı okuduktan sonra İslâmcılara kızmakta ve laik düzeni savunmakta ne kadar haklı olduğumu bir kez daha gördüm – kim ne derse nesin. </div></div></div></div></div></div><br /><object height="80" width="300"><param name="movie" value="http://media.imeem.com/m/B1QjmwwwSA/aus=false/"><param name="wmode" value="transparent"><embed src="http://media.imeem.com/m/B1QjmwwwSA/aus=false/" type="application/x-shockwave-flash" wmode="transparent" height="110" width="300"></embed></object>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com14tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-55171865457994433962008-06-02T12:19:00.010+03:002008-06-02T23:17:22.146+03:00<div align="justify"><a href="http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/7/71/PaleBlueDot.jpg"><img style="margin: 0px auto 10px; display: block; width: 320px; text-align: center;" alt="" src="http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/7/71/PaleBlueDot.jpg" border="0" /></a><br /><div align="justify"><strong>SOLUK MAVİ NOKTA<br /></strong><br />Geçtiğimiz ay Einstein hakkında bir <a href="http://www.guardian.co.uk/science/2008/may/12/peopleinscience.religion">haber</a> yayınlandı gazetelerde. Einstein’in 50 yıl boyunca özel bir koleksiyonda saklanan ve dolayısıyla daha önce hiç yayınlanmamış bir mektubu bulunmuş. Habere göre 3 Ocak 1954 tarihli bu mektubu Einstein, kendisine “Choose Life: Biblical Revolt” adlı kitabının bir nüshasını gönderen filozof Eric Gutking’e yazmış. Mektubun özelliği ise Einstein’ın dinî görüşleri hakkında bazı ifadeler taşıması. Nitekim mektubun bir yerinde şöyle bir ifade geçiyor:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">... The word God is for me nothing more than the expression and product of human weaknesses, the Bible a collection of honourable, but still primitive legends which are nevertheless pretty childish. No interpretation no matter how subtle can (for me) change this.<br /></span><br />Daha önceleri Einstein’in dinî görüşleri hakkında bayağı yazılıp çizilmişti, ama bu mektup son sözü söylemiş görünüyor. (Mektubun kısaltılmış hâli <a href="http://www.guardian.co.uk/science/2008/may/13/peopleinscience.religion">burada</a>.) Dahası, mektup yine geçtiğimiz ay Londra’daki Bloomsbury müzayede evinde 170.000 pounda (ya da dolar cinsinden 404.000$) <a href="http://www.nytimes.com/2008/05/17/science/17einsteinw.html">satılmış</a>. Hatta satın almak isteyenler arasında Richard Dawkins de <a href="http://www.guardian.co.uk/science/2008/may/16/peopleinscience.controversiesinscience">varmış</a>. Dawkins mektubu kendi adını taşıyan vakfa bağışlamayı planlıyormuş, ama müzayedeye katılamamış.<br /><br />Einstein hakkındaki haberi okurken aklıma Carl Sagan geldi. Sagan Amerikalı ünlü bir astronom. Yıllar önce TRT 2’de onun sunduğu “Cosmos” adlı bir belgesel gösterilirdi. Bu aynı zamanda onu ünlü yapan belgesel. Kitaplarından biri olan “Contact” 1997’de aynı adla filme çekildi. Başrolünde Jodie Foster oynuyordu. Sagan tanrı meselesinde kuşkucu (skeptic) biri olarak tanınıyor; Foster ise <a href="http://www.ew.com/ew/article/0,,20054140_3,00.html">ateist</a>.<br /><br /><strong>I<br /></strong><br />Yukarıda yazının başına koyduğum ve “Soluk Mavi Nokta” olarak bilinen (The Pale Blue Dot) fotoğraf "Voyager 1" adlı uzay aracı tarafından çekilmiş. Mavi halka içerisindeki küçük nokta Dünya’yı gösteriyor. Fotoğrafın çekilmesini yetkililere Sagan önermiş, ancak kabul ettirmesi biraz zor olmuş. Sonunda Voyager’ın kamerası 14 Şubat 1990’da, 6.4 milyar kilometre öteden bu fotoğrafı çekmiş. Fotoğrafta görünen renkli ışın çizgileri güneş ışığından değil, güneşe bu derecede yakın bir noktaya yöneltilmesi sonucunda kameranın optiğinden dağılan ışıktan kaynaklanıyor. Sagan bu fotoğraf hakkında “<a href="http://www.amazon.com/Pale-Blue-Dot-Vision-Future/dp/0345376595/ref=pd_bbs_sr_1?ie=UTF8&s=books&qid=1212395752&sr=8-1">The Pale Blue Dot</a>” adlı kitabında şunları demiş:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Look again at that dot. That's here. That's home. That's us. On it everyone you love, everyone you know, everyone you ever heard of, every human being who ever was, lived out their lives. The aggregate of our joy and suffering, thousands of confident religions, ideologies, and economic doctrines, every hunter and forager, every hero and coward, every creator and destroyer of civilization, every king and peasant, every young couple in love, every mother and father, hopeful child, inventor and explorer, every teacher of morals, every corrupt politician, every "superstar," every "supreme leader", every saint and sinner in the history of our species lived there-on a mote of dust suspended in a sunbeam. </span></div><div align="justify"><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">The Earth is a very small stage in a vast cosmic arena. Think of the rivers of blood spilled by all those generals and emperors so that, in glory and triumph, they could become the momentary masters of a fraction of a dot. Think of the endless cruelties visited by the inhabitants of one corner of this pixel on the scarcely distinguishable inhabitants of some other corner, how frequent their misunderstandings, how eager they are to kill one another, how fervent their hatreds.</span></div><div align="justify"><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Our posturings, our imagined self-importance, the delusion that we have some privileged position in the Universe, are challenged by this point of pale light. Our planet is a lonely speck in the great enveloping cosmic dark. In our obscurity, in all this vastness, there is no hint that help will come from elsewhere to save us from ourselves.</span></div><div align="justify"><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">The Earth is the only world known so far to harbor life. There is nowhere else, at least in the near future, to which our species could migrate. Visit, yes. Settle, not yet. Like it or not, for the moment the Earth is where we make our stand.</span></div><div align="justify"><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">It has been said that astronomy is a humbling and character-building experience. There is perhaps no better demonstration of the folly of human conceits than this distant image of our tiny world. To me, it underscores our responsibility to deal more kindly with one another, and to preserve and cherish the pale blue dot, the only home we've ever known.</span></div><div align="justify"><br /><strong>II<br /></strong><br />Dünya’ya bu kadar uzaktan bakınca din ve inanç farklılıklarından kaynaklanan çatışmalar o kadar anlamsız görünüyor ki. Bir seneden daha fazla bir süre önce blogdaki yorumlardan birinde Hollandalı bilgin Erasmus’tan bir alıntı yapmıştım, tekrar ekleyeyim dedim. Erasmus 16. yüzyılın başında yayınlanan “Deliliğe Övgü” (Encomium Morias) adlı kitabından şöyle demiş (Orhan Hançerlioğlu, "Düşünce Tarihi", İstanbul: Remzi Kitabevi, 8. baskı, 1999, s. 177):</div><br /><div align="justify"><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Ah şu mutlu deliler … Yaptıkları bin bir deliliğe ne de güvenirler. Tanrı katına yüz akıyla çıkmak için nasıl da hazırlanıyorlar, deliliklerini armağanlandırmak için cennet bile az gelecek. Tanrının karşısına dizilince kimi balıkla dolmuş karnını gösterecek. Kimi günde şu kadar yüz hesabıyla okunmuş bin ölçek duayı ortaya dökecek. Bir üçüncüsü, uzun uzun tuttuğu oruçları sayacak ve günde bir kez yediğinden ötürü karnının kaç kez patlamak üzere olduğunu anlatacak. Biri, taşımaya yedi geminin yetmeyeceği kadar çok tören, tespih, mırıltı götürecek. Bir başkası altmış yıl eldivensiz parmakla hiçbir paraya dokumadığını söyleyerek övünecek. Öteki, gemicilerin en yoksulunun bile giymekten utanacağı pis cüppesini gösterecek. Başka biri de kayaya yapışık sünger gibi elli yıl aynı manastıra bağlı kaldığını haykıracak. Kimileri ilahi okumaktan seslerinin kısıldığını ileri sürecek. Kimileri de yalnızlıktan avanaklaştıklarını ya da susmaktan dillerinin uyuştuğunu anlatacaklar. Tanrıyı iyice şaşırtacaklar. Bütün bunlardan hiçbir şey anlamıyorum, diyecek Tanrı, benden daha mübarek olmak isteyenlere verecek cennetim yok benim, gidin kendinize benimkinden başka bir cennet arayın!<br /></span><br /><strong>III</strong><br /><br />DNA’nın yapısını keşfettiği için James Watson ile birlikte 1962 yılında Nobel ödülü alan İngiliz biyolog Francis Crick de “<a href="http://www.tubitak.gov.tr/home.do?ot=5&rt=3&sid=0&cid=1685">Şaşırtan Varsayım</a>” (<a href="http://www.amazon.com/Astonishing-Hypothesis-Scientific-Search-Soul/dp/0684801582/ref=sr_1_4?ie=UTF8&s=books&qid=1212397058&sr=8-4">İngilizcesi</a>) adlı kitabında şöyle diyor:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Geçmişte dinî inançların bilimsel olayları açıklamadaki başarısı o kadar zayıf olmuştur ki, geleneksel dinlerin gelecekte daha iyi sonuç elde edeceğine inanmak için pek bir neden yoktur. Bilincin, ussal nitelikler gibi, bilimin açıklayamayabileceği bazı yanları olduğu kabul edilebilir elbette. Geçmişte bu tür eksikliklerle (örneğin kuantum mekaniğinin sınırlılığı) yaşamayı öğrendik, ileride de böyle idare edebiliriz. Geleneksel dinî inançları kucaklamaya itileceğiz anlamına gelmemeli bu. Yaygın dinlerin inançlarının çoğu sadece birbirleriyle çelişmekle kalmıyor, aynı zamanda bilimsel ölçütler uygulandığında da o kadar çürük tanıtlara dayanıyorlar ki, ancak kör bir imanla kabul edilebilirler. Bir kiliseye bağlı kişiler ölümden sonraki yaşama inanıyorlarsa, neden bunu saptamak için sağlam deneyler yapmıyorlar? Başaramayabilirler, ama en azından deneyebilirler. Yalnızca kilisenin açıklayabileceği gizemlerin (dünyanın yaşı gibi) yoğun bir bilimsel saldırı karşısında yok olduğunu tarih gösterdi. Üstelik, doğru yanıtların geleneksel dinlerin söylediğiyle uzaktan yakından bir ilişkisi olmadığı ortaya çıktı. Vahiyle inen dinlerin vahyettikleri bir şey varsa, o da genellikle yanlıştır. <span style="color: rgb(0, 0, 0);">(s. 285)<br /></span><br />İnsanların çoğunun deneysel bulgular karşısında ikna olup, görüşlerini hemen değiştireceklerine inanmak ne kadar da rahat olurdu. Maalesef tarih bunun tersini gösteriyor. Yerkürenin yaşının artık hiçbir mantıklı şüpheye yer bırakmayacak biçimde saptanmış olmasına karşın, ABD’de milyonlarca köktendinci, Hıristiyan İncil’inin kelimesi kelimesine okunmasından çıkardıkları bir görüşe göre, bu yaşın çok az olduğu gibi çocukça bir iddiayı hâlâ inatla savunmaktalar. Ayrıca, uzun zamanda bitkilerin ve hayvanların evrimleşip büyük değişimler geçirdiği de aynı ölçüde kesinlikle belirlenmiş olmasına karşın, bunu da genellikle yadsıyorlar. Doğal ayıklanma sürecine ilişkin söyleyeceklerinin de tarafsız olması beklenemez, çünkü görüşleri dinî dogmalara körü körüne bağlılıkla önceden belirlenmiştir.<br /><br />Çöpe atılmış düşüncelere keçi inadıyla sarılmanın altında birkaç neden varmış gibi geliyor bana. Bize ilk yaşlarda verilen genel düşünceler, özellikle ahlâkî olanlar, beynimizin derinliklerine yerleşiyor. Bu durum dinî inançların kuşaktan kuşağa nasıl aktarıldığını açıklamaya yardım edebilir, ama böyle düşünceler ilkin nereden çıkıyor ve neden çoğu sonunda yanlış çıkıyor?<br /><br />Bir etmen, kendimizin ve dünyanın doğasına ilişkin genel açıklamalara olan çok temel gereksinimimizdir. Çeşitli dinler böyle açıklamaları, ortalama insana kolayca hitap edebilecek deyimlerle dile getiriyorlar. Unutulmamalı ki, beynimiz büyük ölçüde gelişimini insanların avcı-toplayıcı olduğu dönemlerde tamamladı. Küçük insan takımları içinde işbirliği ve komşu rakip kabilelerle düşmanlık için kuvvetli bir seçici baskı vardı. Bu yüzyılda bile Amazon ormanlarında, Ekvator’un ücra köşelerindeki rakip kabilelerde en başta gelen ölüm nedeni düşman kabile üyelerinin mızraklarının açtığı yaralardır. Böylesi koşullarda ortak genel inançlar kabile üyeleri arasındaki bağlılığı kuvvetlendirmektedir. Bunlara olan gereksinim evrim sonucu beynimizde yer etmiş olabilir pekâla. Bu yüksek gelişmeyi sağlamış olan beynimiz, hiç de bilimsel gerçeklikleri bulma baskısı altında değil, yalnızca yaşamı sürdürmeye ve ardıllar bırakmaya yetecek kadar becerikli olmayı sağlamak üzere evrim geçirmiştir.<br /><br />Bu noktadan bakıldığında, bu ortak inançların tamamıyla doğru olmalarına gerek yoktur; insanların bunlara inanmaları yeterlidir. İnsan yeteneklerinin en belirgin olanı, karmaşık bir dili akıcı biçimde kullanabilmesidir. Yalnızca dış dünyadaki nesneleri ve olayları değil, aynı zamanda daha soyut kavramları belirleyecek sözcükler de kullanabiliyoruz. Bu yetenek, insanın çok az sözü edilen bir başka çarpıcı özelliğine götürüyor bizi: kendimizi aldatmak için sınırsız bir yeti. Eldeki sınırlı bulgunun en uygun yorumunu çıkarmak üzere evrimleşmiş beynimizin doğasının ta kendisi, bilimsel araştırma disiplini yoksa, özellikle oldukça soyut konularda, çoğu kez yanlış vargılara sıçramayı neredeyse kaçınılmaz kılmaktadır.<br /><br />(…) Yanıt ne olursa olsun, buna ulaşmak için tek akılcı yol ayrıntılı bilimsel araştırmadan geçmektedir. Başka yaklaşımların hepsi de karanlıkta kendini yüreklendirmek için ıslık çalmaktan öte bir şey değildir. İnsana dünyaya ilişkin bitip tükenmeyen bir merak bahşedilmiştir. Gelenek ve göreneklerin çekiciliği dünün tahminlerinin geçerliliğine ilişkin kuşkularımızı ne kadar bastırırsa bastırsın, bunlara karşı sonsuza dek hoşnut kalamayız. Yalnızca içinde yaşadığımız bu uçsuz bucaksız evrenin değil, ta kendimizin de açık ve doğru bir şeklini elde edinceye dek çekici sallamayı sürdürmeliyiz.</span> (s. 288-90)</div><br /><a href="http://www.cannabisculture.com/library/images/uploads/2010-Sagan_Druyan.jpg"><img style="margin: 0px auto 10px; display: block; width: 200px; text-align: center;" alt="" src="http://www.cannabisculture.com/library/images/uploads/2010-Sagan_Druyan.jpg" border="0" /></a> <strong>IV<br /></strong><br />Son olarak Sagan’dan bitirelim. Kendisi 1994’te tedavisi olmayan Myelodysplasia adlı bir hastalığa yakalanıyor ve 1996’da ölüyor. (Yukarıdaki Sagan’ın eşi ile birlikte çekilmiş bir resmi, hoşuma gidince koydum.) Ölümünden sonra yayınlanan “<a href="http://www.tubitak.gov.tr/home.do;jsessionid=9E30100C7B37418B6F2B9283B4C1E4A1?ot=5&rt=12&rid=1981&pid=541&cid=1674&sid=0">Milyarlarca ve Milyarlarca</a>” (<a href="http://www.amazon.com/Billions-Thoughts-Death-Brink-Millennium/dp/0345379187/ref=pd_bbs_10?ie=UTF8&s=books&qid=1212397460&sr=8-10">İngilizcesi</a>) adlı kitabında hastalık ile olan savaşını anlattığı son bölümde şöyle diyor Sagan:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Dünya öylesine sevgi dolu ve tinsel derinliği olan, o kadar nefis bir yer ki, sağlam kanıtı olmayan hoş öykülerle kendimiz aldatmak için bir sebep yok. Bana göre, ne kadar kırılgan olsak da, ölümün gözünün içine korkmadan bakmak ve yaşamın sağladığı kısa ama muhteşem fırsat için her gün şükran duymak çok daha iyi.</span> (s. 248)<br /><br />* * *<br /><br /></div><div align="justify">Bu da Billy Joel’in 1989 tarihli “Storm Front” albümünden The Downeaster “Alexa” adlı parça. Joel bunu Long Island’daki balıkçılar hakkında yazmış; kendisi de gençliğinde orada bir gemide çalışmış. En sevdiğim kısmı şurası:</div><div align="justify"><br />I’ve got bills to pay and children who need clothes </div><div align="justify">I know there’s fish out there but where God only knows</div><div align="justify">They say these waters aren't what they used to be</div><div align="justify">But I've got people back on land who count on me </div><br /><object height="80" width="300"><param name="movie" value="http://media.imeem.com/m/Xjspm_GGlw/aus=false/"><param name="wmode" value="transparent"><embed src="http://media.imeem.com/m/Xjspm_GGlw/aus=false/" type="application/x-shockwave-flash" wmode="transparent" height="110" width="300"></embed></object>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com8tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-41883747406841434422008-05-13T03:27:00.007+03:002008-05-13T04:29:55.654+03:00<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://sirismm.si.edu/saam/scan1/P46600219_b.jpg"><img style="margin: 0px auto 10px; display: block; text-align: center; cursor: pointer; width: 320px;" src="http://sirismm.si.edu/saam/scan1/P46600219_b.jpg" alt="" border="0" /></a><br /><div align="justify"><strong>İKİ HİKAYE<br /></strong><br />İlkokuldan başlayıp üniversitenin ilk yıllarına değin sıkı bir çizgi roman okuyucusuydum. Türkiye’de yayınlanan çizgi romanların önemli bir kısmını, hatta orijinal Amerikan çizgi romanlarını dahi takip ederdim. Ancak hem yaş ilerleyip ilgi alanları değiştiğinden hem de çizgi romanlar eski çekiciliklerini kaybettiğinden, bir süre sonra bunları okumayı bıraktım. Örneğin Süpermen’in ve Örümcek Adam’ın yeni maceraları eskileri kadar güzel değildi; çizimleri de bozulmuştu. Süpermen 80’lerin ilk yarısında yenilenmiş, ama artık macera açısından tükenmeye başlamıştı. Örümcek Adam’ın 90’lardaki maceraları 70’lerdekileri aratıyordu. Zaten Barbar Conan gibi yayınlar da Amerika’da bitmişti (öğrendiğime göre şimdi yeniden başlamış, fakat takip etmiyorum).<br /><br />Açıkçası eski maceralar daha güzeldi – hele Zagor, Mister No gibi İtalyan serilerinin bizde 80’lerde yayınlanan maceraları. Dayım da eski bir çizgi roman okuyucusu olduğu için Zagor gibi serilerin 70’lerde yayınlanan sayılarını ondan okuma fırsatını bulmuştum. Bunların arasında Zagor ile Çiko’nun tanıştığı macera da vardı, ama o macera daha sonra yeniden yayınlandı mı bilmiyorum. Bu İtalyan karakterlerin arasında Martin Mystere en entelektüel olanıydı. Jorge Luis Borges ve Ambrose Bierce gibi yazarları onun sayesinde tanıdım. Borges’in “Kum Kitabı” adlı hikayesi ile ilişkili bir macerası vardı Mystere’nin, Bierce ise güya bir uzaylı tarafından öldürülmüştü (nitekim Bierce gerçekte kaybolmuştur). Ama sonradan Mystere’nin maceralarının ve çizimlerinin eski tadı kalmadı; ben de almayı bıraktım.<br /><br />Buna rağmen Mystere’den Borges miras kaldı. O dönem merak edip Borges’in <a href="http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=33050&sa=39508424">“Alçaklığın Evrensel Tarihi”</a> kitabını almıştım. Okudukça kısa hikayeleri hoşuma gitmeye başladı, böylece ben de kitaplarını almaya devam ettim. Evvelki gün rafları karıştırırken elime <a href="http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=33051&sa=39508424">“Brodie Raporu”</a> adlı kitabı geçti. Kitaptaki ilk hikaye benim en sevdiğim Borges hikayesidir. Kısa olduğundan aktarayım dedim.<br /><br /><strong>I<br /></strong><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);"><strong>Araya Giren</strong><br /><br />(2 Samuel, I, 26)<br /><br />Bu öyküyü Nelsonların en küçük çocuğu Eduardo’nun bin sekiz yüz doksan küsur yılına doğru, Moròn çiftliğinde, eceliyle ölen ağabeyi Cristian’ın ölüsünün başında (pek olası değil ama) anlattığı söylenir. Gerçek olan, peşpeşe Paraguay çayı içilen o üzüntülü uzun gecede, bu öyküyü birisinin bir başkasından duyduğu, o başkasının da bunu, bana anlatacak olan Santiago Dabove’ye yinelediğidir. Yıllar sonra aynı öyküyü olayın geçtiği yerde, Turdera’da anlattılar bana. Biraz daha ayrıntılı olan ikinci anlatım, doğal olarak ufak birkaç değişiklik ve çelişkiye karşın sonuçta Santiago’nun anlattıklarını doğruluyordu. Bugün bu öyküyü yazmamın nedeni, bunun, eğer yanılmıyorsam, eski kırsal kesim insanlarının vicdanına küçücük trajik bir ayna tutmasıdır. Aslına bağlı kalacağım, ama kimi ayrıntıları eklemek ya da öne çıkarmak konusunda yazının baştan çıkarıcılığına dayanamayacağımı şimdiden görür gibiyim.<br /><br />Turdera’da onlara Nilsenler derlermiş. Rahip, kendisinden önceki rahibin bu insanların evinde, gotik harflerle kaleme alınmış, kara ciltli eski bir İncil gördüğünü ve buna şaştığını anımsadığını anlattı bana; el yazısıyla son sayfalarına adlar ve tarihler yazılıymış. Evde bulunan tek kitapmış. Her şey gibi yitip gidecek olan, Nilsenlerin rastlantı sonucu kalan tarihçesi. Şimdi yerinde yeller esen harabe ev, sıvasız, tuğladanmış; dış kapıdan sonra birisi kırmızı taş döşeli, birisi toprak iki avlu ayrılıyordu. Bu eve yabancılar pek girmezmiş. Nilsenler yalnızlıklarını özenle korurlarmış. Boş odalardaki portatif karyolalarda yatarlarmış; bütün lüksleri atlar, eyerler, kısa saplı bıçaklar, cumartesi günleri giyilen şık giysiler ve kavga çıkarmalarına neden olan içkilermiş. Uzun boylu ve kızıl saçlı olduklarını biliyorum. Bu iki Arjantin yerlisi damarlarında, kuşkusuz adlarını bile duymadıkları Danimarka’nın ya da İrlanda’nın kanını taşıyorlardı. Mahalleli bu iki kızıl saçlıdan korkuyorlardı; adlarının bir cinayete karışmış olması olanaksız değildi. Bir kez omuz omuza verip polisle çatıştılar. Küçüklerinin Juan İberra ile çatıştığı ve bu işten anlayanlara göre de hiç de altta kalmadığı anlatılır. Sürü güdücülüğü, araba sürücülüğü, at hırsızlığı ve kimi kez de kumarda hile yapmışlar. İçki içerken, kumar oynarken eli açık olmaları dışında, cimrilikleriyle ün kazanmışlardı. Akrabaları var mıydı, nereden gelmişlerdi, kimse bilmiyordu. Bir kağnıları, bir çift de öküzleri vardı.<br /><br />Costa Brava’ya damgasını vuran kabadayılardan bedensel açıdan farklıydılar. Bu durum ve bilmediğimiz başka şeyler aralarındaki ilişkiyi anlamamıza yardımcı oluyor. Bunlardan birisiyle arayı bozmak iki düşman kazanmak demekti.<br /><br />Nilsenler çapkındılar, ama aşk öyküleri o zamana değin batakhanelerden ve genelevlerden öte gitmiyordu. Bu yüzden, Cristiàn birlikte yaşamak üzere Juliana Burgos’u eve getirdiğinde dedikodunun ardı arkası kesilmedi. Hizmetçisi olduğu doğruydu, ama kadına çirkin, sahte takılar takıp eğlenceye götürdüğü, insan önüne çıkardığı da en az onun kadar doğruydu. Kimi tango figürlerinin ve kadınlara sulanmanın yasak olduğu, hâlâ bol ışık altında dans edildiği yoksul mahalle eğlenceleriydi bunlar; Juliana esmer tenli, badem gözlü bir kızdı, gülümsemesi için birinin bakması yeterdi. Çalışmanın ve bakımsızlığın kadınları yıprattığı yoksul bir mahallede fena sayılmazdı.<br /><br />Başta, Eduardo onlara eşlik ediyordu. Sonra bilmem ne işi için Arrecifes’e gitmesi gerekti; dönüşte yolda bulduğu bir kızı eve getirmiş, birkaç gün sonra da kapının önüne koymuştu; gittikçe asık suratlı olmuştu, barda tek başına kafayı buluyor, kimseyle konuşmuyordu. Cristiàn’ın kadınına tutulmuştu. Belki de bunu kendisinden önce anlamış olan mahalleli, iki kardeş arasındaki gizli rekabeti haince bir zevk alarak gözetliyordu.<br /><br />Bir gece Eduardo, geç vakit köşeyi döndüğünde Cristiàn’ın siyah atının evin önündeki kazığa bağlanmış olduğunu gördü. En güzel giysilerini giymiş olan ağabeyi avluda onu bekliyordu. Kadın elinde Paraguay çayı gidip geliyordu. Cristiàn, Eduardo’ya:<br /><br />“Farias’lardaki bir eğlenceye gidiyorum,” dedi. “Al, Juliana senin olsun; istediğin gibi kullan.”<br /><br />Ses tonu yarı buyurgan, yarı içtendi. Eduardo bir süre ona bakakaldı, ne yapacağını bilemiyordu. Cristiàn kalktı, bir nesneden başka bir şey olmayan Juliana’ya değil de Eduardo’ya veda etti, atına bindi, hiç acele etmeden sürüp gitti.<br /><br />O geceden sonra kadını ortaklaşa kullandılar. Mahalleliyi çileden çıkara bu üçlü ilişkinin ayrıntılarını kimse bilmeyecekti. İşler birkaç hafta iyi gitti, fakat böyle süremezdi. Kardeşler kendi aralarında Juliana’nın adını hiç kullanmıyorlardı, hatta ona seslenirken bile; fakat birbirleriyle dalaşmak için bahane arıyorlardı ve buluyorlardı da. Hayvan postlarını satarken tartışıyorlardı, ama asıl tartıştıkları başka şeydi. Cristiàn sesini yükseltiyor, Eduardo ise susuyordu. Ayrımında olmadan birbirlerini kıskanıyorlardı. Bu berbat mahallede bir erkek bir kadının kendisi için çok önemli olduğunu, onu arzuladığını, sahip olmak istediğini ne başkasına ne de kendine söylerdi, fakat iki kardeş de âşıktılar. Bu da bir biçimde onları küçük düşürüyordu.<br /><br />Bir gün, öğleden sonra Lomas alanında Eduardo, Juan İberra ile karşılaştı, çalıştırdığı bu güzel parçadan ötürü kutladı onu Juan. Öyle sanıyorum ki, işte o zaman Eduardo ona küfretti. Onun yanında hiç kimse Cristiàn’la alay edemezdi.<br /><br />Kadın, hayvansı bir boyun eğmeyle ikisine de hizmet ediyordu, fakat paylaşmaya karşı çıkmayan ama hiç sözünü de etmeyen küçük kardeşi yeğlediğini de saklamıyordu.<br /><br />Bir gün Juliana’ya birinci avluya iki iskemle çıkarmasını ve ortalarda görünmemesini buyurdular, çünkü konuşmaları gerekiyordu. Juliana konuşmanın uzun süreceğini umuyordu ve öğle uykusuna yattı, fakat kısa bir süre sonra onu uyandırdılar. Cam tesbihi ve annesinin bıraktığı haçı unutmadan, nesi var nesi yok bir torbaya doldurttular. Hiçbir açıklamada bulunmadan kadını arabaya bindirdiler ve sessiz ve yorucu bir yolculuğa çıktılar; yağmur yağmıştı, yollar berbattı, Moròn’a geldiklerinde saat sabahın beşi olmalıydı. Orada kadıncağızı genelev patronuna sattılar. Önceden anlaşmışlardı; bütün parayı Christiàn aldı, sonra kardeşiyle paylaştı.<br /><br />Turdera’da o zamana dek, o korkunç aşkın (aynı zamanda bir alışkanlık olmuştu) hay huyu arasında yuvarlanıp giden Nilsen kardeşler yeniden erkek erkeğe sürdürdükleri o eski yaşamlarına dönmek istediler. Kumar oynamaya, horoz dövüştürmeye ve sazlı sözlü eğlenceli yaşamlarına yeniden başladılar. Kimbilir, belki pislikten kurtulduklarını sanıyorlardı, fakat her ikisi de ayrı ayrı zamanlarda, nedenli nedensiz ortalarda görünmez oluyordu. Yılbaşından az önce kardeşlerden küçüğü başkentte bir işi olduğunu söyledi. Cristiàn, Moròn’a gitti; bizim de artık bildiğimiz o evin önündeki direğe bağlanmış olan Eduardo’nun atını tanıdı. Girdi içeri; kardeşi içerde sırasının gelmesini bekliyordu. Cristiàn ona:<br /><br />“Böyle sürerse atları yoracağız. Yanımıza alsak daha iyi olur,” demiş olmalı.<br /><br />Patronla konuştu, kemerinden parayı çıkardı ve kadını eve götürdüler. Juliana, Cristiàn ile arkaya oturmuştu; Eduardo ise onları görmemek için atını mahmuzladı.<br /><br />Sözünü ettiğimiz eski yaşamlarına döndüler. İğrenç çözüm yolu başarısızlıkla sonuçlanmıştı; her ikisi de birbirlerini aldatma çabasına yenik düşmüşlerdi. Kabil oralarda dolaşıyordu, ama Nilsenlerin birbirlerine duydukları sevgi derindi – birlikte ne sıkıntılara, ne tehlikelere göğüs germişlerdi – hınçlarını başkalarından çıkarmayı yeğlediler. Hiç tanımadıkları bir insandan, köpeklerden, aralarının açılmasına neden olan Juliana’dan.<br /><br />Mart ayı sona ermek üzereydi ve sıcaklar hâlâ azalmamıştı. Bir pazar günü (pazarları insanlar erken yatmaya alışıktırlar) bardan dönen Eduardo, Cristiàn’ın öküzleri arabaya koştuğunu gördü. Cristiàn:<br /><br />“Gel,” dedi ona, “şu derileri Pardo’nun dükkânına bırakmamız gerekiyor. Ben zaten yükledim, hava serinken yararlanalım.”<br /><br />Pardo’nun dükkânı sanırım daha güneydeydi; Tropas Yolu’nu tuttular, daha sonra başka yola saptılar. Gece ilerledikçe kırlar daha da bir büyüyordu.<br /><br />Çayır boyunca yürüdüler; Cristiàn yaktığı sigarayı fırlatıp attı ve ağır ağır:<br /><br />“Hadi iş başına birader. Daha sonra akbabalar yardımımıza gelirler. Bugün onu öldürdüm. Üstü başıyla şurada kalsın. Artık kimseye zararı dokunamaz.”<br /><br />Kucaklaştılar, neredeyse ağlamak üzereydiler. Şimdi başka bir bağ birleştiriyordu onları: acı bir biçimde kurban edilmiş olan kadın ve onu unutma zorunluluğu.<br /></span><br /><strong>II<br /></strong><br />Bir defasında internette bir İsrailli ile Borges hakkında konuşuyordum. Bana, “Eğer Borges’i seviyorsan, İtalo Calvino’yu da seversin,” demişti. Calvino’yu hiç okumamıştım, ancak çok sonraları denk getirip kitabını aldım. <a href="http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=14780&sa=39508433">“Zor Sevdalar” </a>adlı kitabında bazı hoş kısa hikayeleri vardır. Benim en beğendiğim bir karı-kocanın sıradan bir gününü anlattığı hikayesi.<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);"><strong>Bir Karı-Kocanın Serüveni<br /></strong><br />Arturo Massolari işçiydi, sabah altıda sona eren gece vardiyasında çalışıyordu. Eve dönmek için güzel havalarda bisikletle, yağışlı aylarda ve kışın da tramvayla uzun bir yol giderdi. Eve altı kırkbeşle yedi arasında, yani karısı Elide’nin çalar saatinin çalmasından bazen az önce, bazen de az sonra varırdı.<br /><br />İki gürültü: çalar saatin sesiyle, kapıdan giren ayakların sesi çoğu kez Elide’nin zihninde birleşir, uykusunun, yüzü yastığa gömülü, daha birkaç saniyenin tadını çıkartmaya çalıştığı tıkız sabah uykusunun derinliklerinde yakalardı onu. Sonra birden yataktan fırlar, saçları gözlerinin önünde, kör gibi kollarını sabahlığa geçiriverirdi. Mutfakta, işe götürdüğü çantadan boş kapları çıkartıp sefertasını, termosu musluğun içine koymakta olan Arturo’nun karşısına böyle çıkardı. Arturo ocağı yakmış, kahveyi koymuş olurdu. Arturo ona bakar bakmaz, Elide’nin içini birden elini saçlarına götürmek, gözlerini iyice açmak gelirdi; eve dönen kocasının kendisini hep böyle dağınık, yarı uykulu görmesinden sanki biraz utanırdı. Birlikte uyuduklarında böyle olmazdı, sabah ikisi birlikte uyku mahmurluğunu atmaya çalışır, aynı durumda olurlardı.<br /><br />Bazen de çalar saatin çalmasından bir dakika önce elinde kahve fincanı, Arturo odaya girip onu uyandırırdı; bu durumda her şey daha doğal olurdu, uykudan sıyrılma tatlı bir tembelliğe bürünürdü. Gerinmek için kalkan çıplak kollar en sonunda onun boynuna dolanırlardı. Sarılırlardı birbirlerine. Arturo’nun üstünde su geçirmez montu olurdu, buna değince havanın nasıl olduğunu anlardı kadın: nemli ya da soğuk oluşuna göre yağmur mu yağıyordu, sis mi vardı, kar mı yağıyordu anlardı. Ama yine de sorardı ona: “Hava nasıl?” O ise her zamanki gibi yarı alaycı, anlatmaya koyulurdu, sondan başlayarak karşılaştığı aksilikleri sıralardı. Bisikletle gelişini, fabrikadan çıktığında havanın bir akşam önce fabrikaya gidişteki havadan değişik olduğunu, işle ilgili sorunları, işyerindeki dedikoduları anlatıp dururdu.<br /><br />O saatte ev yeteri kadar ısıtılmamış olurdu hep, ama Elide soyunur, biraz ürpererek banyoda yıkanırdı. Arkasından Arturo gider, daha telaşsız soyunur, o da yıkanırdı ağır ağır; işyerinin kirini pasını atardı üstünden. İkisi de yarı çıplak, biraz üşüyerek, aynı lavabonun başında dururlar, arada itişip, birbirlerinin elinden sabunu, diş macununu kaparlar, bir yandan da birbirlerine söyleyeceklerini söylemeyi sürdürürlerdi. Sonra yakınlaşma zamanı gelirdi, kimi kez sırayla sırtlarını ovalamaya yardım ederken araya okşamalar girer, birbirlerine sarılırlardı.<br /><br />Ama birden Elide, “Saat kaç olmuş” der, koşup acele ayakta jartiyerini takar, etekliğini giyerken fırçayı saçlarında aşağı yukarı dolaştırır, dudakları arasında tokalar, yüzünü komodinin aynasına yapıştırırdı. Arturo peşinden gelirdi, bir sigara yakmış olurdu. Ayakta durur, sigarasını içip ona bakardı. Her seferinde de hiçbir şey yapmadan orada durmanın sıkıntısını yaşadığı görülürdü. Elide hazırdı artık, paltosunu koridorda giyerdi, öpüşürlerdi, kapıyı açmasıyla merdivenlerden aşağı indiğinin duyulması bir olurdu.<br /><br />Arturo tek başına kalırdı. Elide’nin topuklarının basamaklardaki sesini dinlerdi, artık duyulmaz olunca da, hızlı adımların avludan, dış kapıdan geçip kaldırımdan tramvay durağına gidişini zihninden izlemeyi sürdürürdü. Tramvayın gıcırtısını, durmasını, her yolcu binişinde basamağın çıkarttığı sesi iyice duyardı. “Tamam, bindi,” diye düşünür, her günkü gibi onu fabrikaya götüren “on bir” numaranın kadınlı erkekli işçi kalabalığı arasına sıkışmış karısını görürdü. Sigarayı söndürür, pencerenin panjurlarını kapatırdı, karanlık olurdu, yatağa girerdi.<br /><br />Yatak Elide’nin kalktığında bıraktığı gibi olurdu, ama onun, Arturo’nun tarafı neredeyse bozulmamış, sanki yeni yapılmış gibi olurdu. Arturo önce kendi tarafına iyice uzanır, ama sonra bir bacağını öteye, karısının sıcaklığının kaldığı yere uzatırdı. Sonra öbür ayağını da uzatırdı oraya, böylece yavaş yavaş Elide’nin tarafına, hâlâ karısının bedeninin biçimini koruyan o ılık çöküntüye geçer, yüzünü onun yastığına, kokusuna gömer, uykuya dalardı.<br /><br />Akşam Elide döndüğünde, Arturo bir süredir odalarda dolaşıyor olurdu; ocağı yakar, pişirmesi için bir şey koyardı. Yatağı düzeltmek, biraz ortalığı süpürmek, yıkanacak kirlileri banyoya götürmek gibi kimi işleri yemekten önceki bir-iki saat içinde o yapardı. Elide hiçbirini beğenmezdi, ama doğrusunu söylemek gerekirse bu nedenle daha fazla çaba göstermezdi o; onun yaptığı bir tür bekleme töreniydi, evin duvarları arasında kalsa da, dışarıda ışıklar yanınca, kadınların akşamları alışveriş yaptıkları mahallelerin o saatle bağdaşmayan kalabalığına karışarak dükkânlara uğramakta olan karısını, bir tür karşılamaydı.<br /><br />Sonunda merdivende ayak sesini duyardı, sabahkine benzemezdi, daha ağır olurdu; çünkü gün boyunca çalışmanın yorgunluğu içindeki Elide, eli kolu paket içinde tırmanırdı merdiveni. Arturo sahanlığa çıkar, elinden paketleri alır, konuşarak içeri girerlerdi. O paketleri açarken, kadın paltosunu çıkartmadan kendini mutfaktaki bir iskemlenin üstüne atardı. Sonra, “Hadi bakalım iş başına,” deyip yerinden kalkar, paltosunu çıkartır, ev entarisini giyerdi. Yemeği hazırlamaya koyulurlardı: ikisi için aksam yemeğini, gece yarısından sonra bir paydosu için erkeğin götüreceği kahvaltılığı, kadının ertesi gün fabrikaya götüreceği öğle yemeğini, ertesi sabah erkek kalktığında hazır olması gerekenleri.<br /><br />Kadın biraz iş görür, biraz hasır iskemlede oturur, erkeğe ne yapması gerektiğini söylerdi. Erkek o saatte dinlenmiş olurdu. Dört döner, hatta her işi yapmak isterdi, ama hep biraz dalgın, aklı başka yerde olurdu. Bu sıralarda zaman zaman çatışmalarına, ağızlarından çirkin bir sözcüğün çıkmasına ramak kalırdı; çünkü kadın erkeğin yaptığı işe daha dikkat etmesini, daha özen göstermesini ya da kendisine daha bağlı, daha yakın, daha destek olmasını isterdi. Onun ise, kadının dönmüş olmasının ilk coşkusu geçtikten sonra aklı evin dışına kayar, gideceği, acele etmesi gerektiği düşüncesine takılırdı.<br /><br />Masa hazırlandıktan, her şey bir daha kalkılmayacak biçimde yerine konulduktan sonra, ikisini de bu kadar az bir arada olabilmenin yıkımı kaplar, el ele tutuşmak isteği kaşıkları ağızlarına götürmelerini neredeyse engellerdi.<br /><br />Ama daha kahvenin hepsi bitmeden erkek, her şeyin yerli yerinde olup olmadığına bakmak için bisikletin arkasında olurdu. Kucaklaşırlardı. Arturo ancak o zaman anlardı sanki, karısının nasıl yumuşak, ılık olduğunu. Ama bisikletin borusunu omzuna yüklenip dikkatle merdivenlerden inmeye başlardı.<br /><br />Elide bulaşığı yıkar, evi tepeden tırnağa gözden geçirip kocasının yaptığı işlere başını sallayarak bakardı. Şimdi o, az sayıda lambanın bulunduğu karanlık sokaklarda yol alıyordu, belki de havagazı deposunu geçmişti bile. Elide yatağa gider, ışığı söndürürdü. Kendi tarafına uzanırdı, bir ayağını kocasının yerine doğru uzatırdı onun sıcaklığını duymak için, ama her seferinde kendi yatmakta olduğu yerin daha sıcak olduğunu fark ederdi. Arturo’nun da burada yatmış olduğunu anlardı ve büyük bir sevecenlik kaplardı içini.<br /></span><br /><strong>III<br /></strong><br />Yine de Borges’in favorim olduğunu söylemem lazım. Tez yüzünden istediğim kitapları okuyacak vaktim olmuyor, ama ne yapıp edip tezin içine bile bazı kitaplardan alıntılar koymayı becerdim: mesela Stalin dönemi Rusya’sından esinlenerek yazılmış George Orwell'ın “Hayvan Çiftliği”, Arthur Miller’ın "Satıcının Ölümü”, hele John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri” – bunların hepsinden kısa birer alıntı koydum. Özellikle Gazap Üzümleri’nin sonu çok güzel biter; her okuduğumda etkiler beni. Bir de Oscar Wilde’ın “The Soul of Man Under Socialism” adlı denemesinden ütopyalar ile ilgili bir alıntı koydum. (tahminimce Wilde’ın bu denemesi Türkçeye tamamıyla çevrilmedi). Şöyle diyor Wilde:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Ütopyayı içermeyen bir dünya haritası göz atmaya dahi değmezdir, çünkü insanlığın sürekli ayak bastığı bir ülkeyi dışarıda bırakmaktadır. Ve insanlık buraya ayak bastığında etrafına bakar, daha iyi bir ülke görür görmez de yelkenlerini açar. İlerleme ütopyaların gerçekleştirilmesi demektir.<br /></span><br />Sanırım en anlamlısı bu oldu.</div><br /><object height="80" width="300"><param name="movie" value="http://media.imeem.com/m/bSytR_WGCp/aus=false/"><param name="wmode" value="transparent"><embed src="http://media.imeem.com/m/bSytR_WGCp/aus=false/" type="application/x-shockwave-flash" wmode="transparent" height="110" width="300"></embed></object>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-42780272639664501212008-05-08T01:04:00.006+03:002008-05-08T02:16:36.910+03:00<a href="http://www.kgb8.com/KGB/Flyer2/PartyOnComrades.gif"><img style="margin: 0px auto 10px; display: block; width: 400px; text-align: center;" alt="" src="http://www.kgb8.com/KGB/Flyer2/PartyOnComrades.gif" border="0" /></a><br /><div><div><div align="justify"><strong>MARX’TAN ANILAR<br /></strong><br />Gündemi geriden takip etmeye devam ediyorum. Arada yazılası bayağı hoş(!) olaylar oluyor, ama zaman olmadığı için yazamıyorum. En son “İslâmcı-tecavüzcü” Hüseyin Üzmez’in olayı çıktı. Bizim İslâmcıların neredeyse hepsi sus-pus oldu. Vakit gazetesindekiler ise komplo diyerek geçiştirmeye çalıştılar. Şimdi bunun hakkında yazılmaz mı? İslâmcılar kendilerinden olanların rezilliklerini nasıl da görmezden geliyorlar. Teşbihte hata olmaz, o yüzden it iti ısırmaz diyorum. Adamların derdi ahlâk ya da din değil, sadece avanta kapmak. Aklıma her defasında Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul” adlı romanındaki satırları geliyor: “Sarıklı milletini bana sen mi anlatacaksın? Menfaat göster: Vapur bacası gibi bağırarak sana Allah’ı da inkâr etsinler; Peygamber’i de! … ” (İstanbul: Oğlak Yayınları, 1998, s. 309)<br /><br />Yaklaşık yirmi gün önce işadamı İshak Alaton, General Electric’in Ceo’su Jack Welch’in burada verdiği bir konferansta “Marx’ı yeniden keşfetmemiz lazım,” <a href="http://www.nethaber.com/Haber/61511/Ishak-Alaton-serbest-piyasa-ekonomisi">demiş</a>. Alaton’u büyük ihtimalle Allah konuşturmuş olmalı. Yoksa durduk yerde bizim işadamları nereden Marx’tan bahsedecek? Alaton serbest piyasa ekonomisinin artık işlevini yerine getirip getirmediğini sormuş ve iktisat biliminin babası Adam Smith için “öldü sanırım,” demiş. Valla bu laflar bir işadamı için açıkça küfre girer. Allah korusun, insanı “piyasadan” çıkarır haa.<br /><br />İlginçtir, Alaton’un dedikleri Marx’la ilgili bir yıldönümüne denk geldi. Bu sene Komünist Manifesto’nun ilk yayınlanışının 160. yılı. Manifestonun yayınlandığı 1848’de Marx 30, Engels de 28 yaşındalarmış. İki genç adamın yazdığı manifesto hâlâ basılıyor ve okunuyor. Bizim memlekette bile tonla baskısı var. İçlerinde eksik ve hatalı çeviriler olmasına rağmen, Marx ve Engels’in, Lenin’in, hatta Stalin’in kitapları Türkçeye çevrilmiş bulunuyor.<br /><br />Buna rağmen sosyalistler de dahil olmak üzere pek çok kişi Marx’ı doğru düzgün bilmez. Özellikle liberallerle olan konuşmalarımda bunu sık sık görürüm. Birkaç doğru bilinen yanlışa burada değineyim. Örneğin Marx hiçbir zaman ekonomideki endüstrilerin devletleştirilmesinden bahsetmemiş, serbest piyasa ekonomisinin kaldırılıp yerine merkezî bir planlama komitesinin kurulmasını savunmamıştır. Devlete, hatta sosyalist devlete bile, işçilerin yaşam koşullarındaki zorlukları hafifletecek bir araç gözüyle bakmamıştır. Daha da şaşırtıcı olanı, Marx serbest dış ticareti savunmuş ve gümrük tarifelerini hoş karşılamamıştır. Şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz ki, piyasa ekonomisi ile, devlet tarafından idare edilen bir ekonomi arasında bir seçim yapmak zorunda olsaydı, Marx piyasa ekonomisini seçerdi. Öte yandan kendisi devlette tek parti tekelini de savunmamış ve komünist bir partinin işçilere önderlik etmesi gerektiğine dair bir şey söylememiştir. Sosyalizmin devlet eliyle kurulması düşüncesi Marx’a tamamıyla yabancıdır. Şüphesiz Marx kapitalizmin savunucusu değildir, ama onun oldukça çalışkan bir öğrencisidir. Kapitalizm konusunda Komünist Manifesto’da bazı ilginç pasajlar vardır.<br /><br />Böyle olunca Marx hakkında bazı şeyler aktarayım dedim. Birkaç sene önce çeşitli kişilerin Marx ve Engels hakkındaki anılarını anlattıkları bir <a href="http://www.netkitap.com/kitap/21430/marx_engels_anilari.htm">kitap </a>almıştım. İçinde kişi olarak Marx ve Engels hakkında ilginç şeyler var. Ne yazık ki kitapları basılmış olmasına rağmen bizim memlekette adam gibi bir Marx biyografisi yok.<br /><br /><strong>I<br /></strong><br />İlk olarak Marx’ın damadı Paul Lafargue’den aktaralım (kitapta “Marx’tan Anılar” başlıklı yazı). Lafargue Marx’ın çalışma odasını anlatarak başlıyor.<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Burası, birinci katta parka bakan geniş pencereden giren aydınlığın doldurduğu genişçe bir odaydı. Pencerenin karşısında duvar boyunca ve şöminenin iki yanındaki duvarlar, rafları dolu kitaplıklar ile kaplıydı; üst gözlerde tavana kadar gazete ve elyazmaları yığılıydı. Şöminenin karşısında, pencerenin bir yanında, üst üste kağıtların, kitapların ve gazetelerin bulunduğu iki masa vardı; odanın ortasında, aydınlık bir yerde, ufak basit bir masa ile tahta bir koltuk duruyordu. Koltuk ile kitaplığın arasında, pencerenin karşısında, Marx’ın zaman zaman uzanıp dinlendiği deri bir divan vardı. Şöminenin üzerinde yine kitaplar, purolar, kibritler, tütün kutuları, kağıtları bastırmak için ağırlıklar ile, Marx’ın kızları ile eşinin, Wilhelm Wolff’un ve Friedrich Engels’in fotoğrafları diziliydi.<br /><br />Marx koyu bir sigara tiryakisi idi. “Kapital için aldığım miktar,” demişti bir kez, “yazarken içtiğim tütünün parasını bile karşılamaz.” Kibrit harcama konusunda daha da beterdi; içtiği pipoyu ya da puroyu çoğu kez unutur, bunları yeniden yakmak için her seferinde kutu kutu kibrit harcardı.<br /><br />Hiç kimsenin, kitaplarını ya da kağıtlarını düzene sokmasına – ya da ona göre, düzenini bozmasına – izin vermezdi. Kitapların ve kağıtların bu görünüşteki düzensizliği aldatıcıydı; her şey aslında bulunması gereken yerdeydi ve onun için, gerekli kitabı ya da defteri hemen bulması çok kolaydı. Konuşma sırasında bile şöyle bir duralar, sözü edilen alıntıyı ya da rakamı ilgili kitaptan hemen bulup çıkartırdı. O ve çalışma odası yekvücut olmuştu. Buradaki kitaplar ve kağıtlar, sanki kendi organlarıymış gibi denetimi altındaydı.<br /><br />Marx’ın kitaplarının düzenlenmesinde resmi simetri hiç dikkate alınmamıştı; çok farklı boyuttaki kitap ve kitapçıklar yan yana dizilmişti. Bu ciltleri boyutlarına göre değil, içeriklerine göre sıralamıştı. Kitaplar lüks nesneler değil, beyni için araçlardı. “Onlar benim kölelerim; benim istediğim gibi bana hizmet etmek zorundalar,” derdi. Kitabın boyutuna, cildine, kağıdının cinsine falan hiç önem vermezdi; sayfalarının uçlarını kıvırır, kenarlarına kalemle işaretler koyar, satırların altını baştan sona çizerdi. Kitaplar üzerine yazı yazmazdı, ama kimi zaman, eğer yazarı fazla ileri gitmişse, bir ünlem ya da soru işareti koymaktan kendisini alamazdı. Satırların altını çizme usulü hangi kitapta olursa olsun istediği pasajı bulmasını kolaylaştırırdı. Belleğini tazelemek için uzun yıllar aradan sonra, not defterlerini karıştırmayı ve kitaplarda altları çizilen pasajları yeniden okumayı âdet edinmişti. Hegel’in tavsiyesine uyarak gençliğinde, bilmediği yabancı bir dildeki dizeleri ezberlemek yoluyla eğittiği olağanüstü güvenilir bir belleğe sahipti.<br /><br />Haine ile Goethe’yi ezbere bilir, konuşmalarında çoğu kez bunlardan alıntılar yapardı; bütün Avrupa dillerindeki şairlerin yılmaz bir okuyucusu idi. Her yıl Aşil’i Yunanca aslından okurdu ve onu, Shakespeare ile birlikte, o güne değin yaşamış en büyük dramatik deha olarak kabul ederdi. Shakespeare’e saygısı sonsuzdu. Yapıtlarını ayrıntılı bir biçimde incelemişti ve yarattığı dramatik kişilerden önemsiz olanlarını bile öğrenmişti. </span>(s. 86-7)<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Marx bütün Avrupa dillerinde yazılanları okuyabilir ve üç dilde yazabilirdi: Almanca, Fransızca ve İngilizce. Bu dillerde dil uzmanlarının hayranlığını uyandıran bir üslupla yazardı. Sık sık şöyle derdi: “Yabancı bir dil, yaşam mücadelesinde bir silah gibidir.”<br /><br />Yabancı dile karşı büyük bir yeteneğe sahipti. Kızları bu yeteneği ondan almışlardı. Rusça öğrenmeye ellili yaşlarında başlamıştı. Bu dilin onun bildiği eski ya da daha yeni dillerle yakın bir benzerliği olmamasına karşın, altı ayda Rus şairlerinden ya da yazarlarında zevk duyacak derecede bu dili öğrenmişti. Gözde yazarları arasında Puşkin, Gogol, Sçedrin başta gelirdi. Rusça öğrenmeyi, içerdikleri politik açıklamalar nedeniyle Rus hükümeti tarafından üzeri örtülmek istenen resmî araştırma dökümanlarını okuyabilmek için istemişti. (…)<br /><br />Şairler ile romancılar dışında Marx’ın bir başka dikkate değer zihinsel dinlenme biçimi daha vardı: özel zevki olan matematik. Cebir ile ilgilenmek ona manevî bir rahatlama verirdi; mücadeleler ile geçen hayatında en sıkıntılı anlarda matematiğe sığındığı görülürdü. Eşinin son hastalığı sırasında, bilimsel çalışmalarına kendisini bütünüyle vermediği günlerde, eşinin çektiği acıların yarattığı çöküntüyü üzerinden atmak için tek çıkar yol olarak matematiğe gömülürdü. Istırapla geçen bu günler boyunca, matematikteki sonsuz küçükler hesabı üzerine bir eser yazmıştı ki, uzmanlar bu yapıtın büyük bir bilimsel değeri bulunduğunu söylüyorlardı ve toplu yapıtları içinde bu da yer alacaktı. Yüksek matematikte o, diyalektik hareketin en mantıkî ve aynı zamanda en yalın biçimini buluyordu. Bir bilimin, matematiği kullanmayı öğrenmediği sürece, gerçekten gelişmiş olamayacağı kanısındaydı.</span> (s. 88-9)<br /><br /><span style="font-weight: bold;">II</span><br /><br />Şu dil meselesinde insan Marx’a özenmeden edemiyor. Bu konu hakkında biraz daha aktarayım. Bu defa Wilhem Liebknecht’den (kitapta “Marx’dan Anılar” başlıklı yazı):<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Marx modern diller konusunda da eski diller konusunda olduğu kadar rahattı. Ben de dilbilimciydim, ama bana Aristo’dan ya da Aşil’den hemen doğru biçimde çözemediğim zor bir pasaj gösterdiği zaman bu ona çocukça bir zevk verirdi. İspanyolca bilmediğim için bir gün beni nasıl da azarlamıştı. Kitaplar arasından Don Quixote’u çekti çıkardı ve bana ders vermeye başladı. Diez’in, Roman dilleri karşılaştırmalı gramer kitabından gramerin temel ilkelerini ve cümle kurmasını öğrenmiştim. Bu yüzden, içinden çıkamadığım ya da takıldığım bir yer olunca onun mükemmel yönlendirmesi ve özenli yardımlarıyla kısa zamanda bayağı bir ilerleme gösterdim. Başka zamanlarda öfkesi burnunda olan Marx, öğretirken çok sabırlıydı. Dersler uzar gider ve ancak bir ziyaretçinin gelmesiyle sona ererdi. Hemen her gün sınavdan geçerdim ve benim artık yetiştiğime kanaat getirene kadar, Don Quixote’tan ya da İspanyolca bir başka kitaptan bir pasaj çevirmek zorundaydım. </span>(s. 117)<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Marx dilin özünü anladığı ve kökenini, gelişmesini ve yapısını incelediği için yabancı bir dil öğrenmesi kolay oluyordu. Kırım savaşı sırasında Rusça öğrenmişti ve hatta Türkçe ve Arapça öğrenmeye de niyet ettiği hâlde, bu isteğini gerçekleştirememişti.</span> (s. 118)<br /><br /><span style="font-weight: bold;">III</span><br /><br />Liebknecht, Marx’ın çocuklara düşkün olduğundan da bahsediyor:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Her güçlü ve sağlıklı insan gibi Marx’ın da çocuklara karşı aşırı bir sevgisi vardı. Kendi çocuklarıyla saatlerce çocuk gibi oynayan içi sevgi dolu bir baba olmakla birlikte, özellikle rastladığı yoksunluk içerisindeki başka çocuklara da bir mıknatıs çekimiyle daima yaklaşırdı. Yüzlerce kez, fakir mahallelerden geçerken yanımızdan ayrılmış, kapı eşiklerinde paçavralar içerisinde oturan bir çocuğun başını okşayarak cebindeki son kuruşları avucuna sıkıştırmıştır. Dilencilik Londra’da ticaret hâlini aldığı için dilencilere güvenmezdi. Parası olduğu zamanlar bunlara sadaka vermekle beraber, dilenciliğin meslek hâline getirilmesine karşıydı. Bunlardan birisi, sözde hastaymış gibi numara yaparak kendisine yaklaşırsa müthiş içerlerdi; insanın merhamet duygularını sömürmeyi hırsızlıkla eş tutardı. Üstelik, bunu yoksul insanlara karşı yapılmış bir haksızlık sayardı. Ancak bir kadın ya da erkek, kucağında ağlayan çocukla kendisine yaklaşırsa, çocuğun yalvaran bakışlarına dayanamaz, adamın ya da kadının gözündeki hilekârlık belirtilerini fark etmekle beraber, bunlara yardım ederdi.</span> (s. 135-6)<br /><br />Hatta bir ateist olan Marx, kızının dediğine göre İsa’dan hareketle şunları dahi söylemiş (Eleanor Marx-Aveling, “Karl Marx”):<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Yine de biz Hıristiyanlığı bir ölçüde affedebiliriz; bize en azından bir çocuğa tapınmayı öğretti. </span>(s. 294)<br /><br /><strong>IV<br /></strong><br />Daha önce Marx hakkında bir yazı <a href="http://bliyaal.blogspot.com/2007/05/hangi-marx-drt-sene-kadar-nce-master.html">yazmıştım</a>. Orada da kızının biyografisinden bazı alıntılar yapmıştım. Ama bunlar buradaki Marx’tan daha farklı bir portre çiziyorlardı.<br /><br />Bir de Londra’daki bir sosyalist konferans hakkında <a href="http://bliyaal.blogspot.com/2006/12/kahrolsun-parali-sosyalizm-gecen-hafta.html">yazmıştım</a>. Günümüzdeki sosyalistlerin devrimci pratikten nasıl da saptıklarını gösteriyor :))<br /><br />Londra’dayken Marx’ın mezarını iki defa ziyaret etmiştim. Giriş için 2 pound, resim çekmek için de 1 pound para alıyorlardı.<br /><br />Son olarak, bir önceki yazıda olduğu gibi kendi reklamımı yapmadan duramıyorum ve bu defa da master tezimin son paragraflarından bazı parçalar ile bitiriyorum:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Marx’ın amacı toplumların hayatlarına yön veren dinamikleri meydana çıkarmak ve bu dinamiklerin ileride sömürünün son bulmasını sağlayacak olan koşulları yaratıp yaratmadığını bulmaktır. Bu araştırması esnasında Marx’ın zenginliğin giderek daha az elde toplanması ve işçileşme sonucu toplumsal bir devrim olacağı yönündeki öngörüleri gerçekleşmemiş olmakla birlikte, Marx’ın temel kavramsal yapısı çökmüş hâlde değildir. Bu yapıdan kastedilen, toplumun hayatına üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki etkileşimin yön vermesidir. Marx kapitalizmin çöküşü konusunda başarılı teoriler ortaya koymuş değildir. Bunun en önemli nedeni teorilerini yetkinleştirmeye zamanının yetmemiş olmasıdır. Yine de ardında, yeni teoriler geliştirecek olanlara pek çok ipucu bırakmıştır.<br /></span><br />* * *<br /><br />Dündü sanırım, Hürriyet gazetesinde John Travolta’nın göbekli ve memeli bir resmini gördüm. Amcam bayağı kilo almış, memeleri sarkmış. Resmi görünce, masa başında tez yazıp kapitalizmi yıkacağız derken biz de onun gibi olacağız diye korktum. Travolta’nın göbekli resmi yanında 1983’de oynadığı ve Sylvester Stallone’un yönettiği “Staying Alive” adlı filminden kaslı bir resmi vardı. Böyle olunca filmin soundtrackinden Tommy Faragher’ın bir parçası aklıma geldi. Faragher bu albümdeki iki parçası ile grammy almış. Benim favorim aşağıdaki.</div></div></div><br /><object height="80" width="300"><param name="movie" value="http://media.imeem.com/m/DRGSJ0Nc8v/aus=false/"><param name="wmode" value="transparent"><embed src="http://media.imeem.com/m/DRGSJ0Nc8v/aus=false/" type="application/x-shockwave-flash" wmode="transparent" height="110" width="300"></embed></object>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-10240638053732147182008-04-14T23:26:00.014+03:002008-04-15T20:00:51.294+03:00<a href="http://www.cartoonblues.com/Gallery_for_web/Cartoons_for_web/Editorial_cartoons/Heil_democracy.jpg"><img style="margin: 0px auto 10px; display: block; width: 320px; text-align: center;" alt="" src="http://www.cartoonblues.com/Gallery_for_web/Cartoons_for_web/Editorial_cartoons/Heil_democracy.jpg" border="0" /></a><br /><div align="justify"><strong>DEMOKRASİNİN SINIRI</strong><br /><br />Gene uzunca bir süre bloga yazı yazamadım. Durumumuz malum, tezle ilgileniyoruz. Aslında 10 gün kadar önce bir yazı yazmıştım, ama bloga koyduktan 3-4 saat sonra kaldırmak zorunda kaldım. Nedeni biraz eskiye gidiyor. Yaz ayında bir sitede birkaç İslâmcı ile tartışmıştım, hatta olup bitenleri burada da <a href="http://bliyaal.blogspot.com/2007/08/slup-meselesi-izlenimler-adl-arada.html">yazmıştım</a>. Bunlardan Amerika’da oturan bir tanesi bu tartışmadan sonra bana husumet besleye başlamış. Ara ara bloga girip, benim aleyhime kullanabileceğini düşündüğü bazı yazılarımı bilgisayarına kopyalayıp duruyormuş.<br /><br />İki hafta önce Atilla Yayla’nın yaptığı ufak bir sohbete katıldım. Aslında sohbetten ziyade ufak bir açık toplantı demek daha doğru olur. Atilla hoca hemen hemen üç saat konuştu; bana göre kendisinin uzunca bir süreden beri dinlediğim en iyi konuşmasıydı. Normalde böyle konuşmalarda not tutmam, ama dediklerini beğenince önemli gördüğüm yerleri becerebildiğim kadarıyla not aldım. Ertesi günü bunları temize çekip bloga koydum.<br /><br />İşte bu İslâmcı şahıs bu yazıyı görmüş ve hocanın bazı ifadelerini beğenmemiş. Bunun üzerine hocanın bu ifadelerini birtakım yerlere iletmeye niyetlendi. Bunu anlar anlamaz yazıyı hemen kaldırdım, zira hocaya sorun çıkartmasından endişelendim. Hatta ne olur ne olmaz diyerek blogu da bir süreliğine kilitledim. Öte yandan bu şahıs benim yazdıklarıma güvenmediği için önce hocaya mesaj gönderip bunların doğru olup olmadığını sormuş. Onun gönderdiği mesajı alınca hoca da bana mesaj gönderdi. Bunun üzerine kendisine telefon açtım ve durumu izah ettim. O da kesik kesik not aldığımdan yazdığım cümlelerin bağlamdan kopuk olacağını ve tam olarak anlaşılmama durumları olduğunu söyledi ve yazıyı kaldırmamı istedi.<br /><br />Burada canımı en fazla sıkan şey, birilerinin beni kullanarak başkalarına bir şekilde zarar verme ihtimalinin olmasıydı. Birilerinin benim başıma iş açması ile, benim yazımdan hareketle başkasının başına iş açması çok farklı şeyler. Çünkü ikinci durumda benim yüzümden başkalarının zarar görme ihtimali var ve burada benim doğrudan müdahalede bulunma imkânım yok. Ancak böyle durumlarda şaşırmamak da lazım, zira internette nasıl ve hangi niyette insanlar ile muhatap olduğumuzu birebir öğrenme imkânımız yok; üstelik her türden kötü niyetli ve başka şeylerin peşinde olan insanların bir şekilde karşımıza çıkması da mümkün. Bu türden sorunlu kişilerin bize ve başkalarına musallat olmalarından sakınmayı her zaman için başaramıyoruz ne yazık ki.<br /><br /><strong>I<br /></strong><br />Gündemi sürekli olarak takip edemiyorum. Ama geçtiğimiz günlerde ilgimi çeken bir olay oldu. Televizyonda program yapan Aysun Kayacı bir süre önce “benim oyumla bir çobanın oyu niye eşit olsun” türünde bir laf etmiş. Birtakım tipler de Kayacı’ya demokrasi-memokrasi lafları edip karşı çıkmış. Hatta tekerleme gibi ismi olan AKP’li Dengir Mir Mehmet Fırat abidik-gubidik laflar bilem etmiş. Ben de o sıralarda tezde bu konuyla ilgisi olan bir bölüm üzerine bir şeyler karalıyordum. Kayacı’nın sözünü işitince dediklerine katılmadan edemedim, zira kendisi farkında olmadan liberalizmin temel çelişkilerinden birine değinmiş.<br /><br />Bahsettiğim mesele eşit oy ve demokrasi meselesi. Bu ikisi liberalleri oldukça sıkan konulardan biridir. O yüzden ben de teze yazdığım bölümün bir kısmını buraya koyayım dedim. Böylece kendi reklamımı da yapmış oluyorum :)) Dili biraz “akademik” olabilir, ama önemli konulardan bahsediyoruz vesselam. Alıntı yaptığım kaynakları fazlalık olmasın diye göstermedim. Önce demokrasi hakkında bir-iki kelam edeyim:<br /><br />Demokrasi kelimesi antik Yunan’da halkın kendi kendisi yönetmesi anlamına geliyordu. Ancak Yunanlılara göre demokrasinin anlamı halk yönetimi değil, tiranlık tehlikesinden kaçınmaktı; “demokrasi” kelimesi de tiranlığı ve diktatörlüğü önlemek amacıyla hazırlanan bir anayasanın geleneksel adı idi. Yunanlılara göre demokrasinin üç kusuru vardı: <em>(a)</em> çoğunlukta olanlar güçlerini azınlıkta kalanları bastırmak için kullanabilirlerdi; <em>(b)</em> mantıkları tarafından yönlendirilmeyen halk, heyecan ve hırs dalgasına kapılabilirdi; <em>(c)</em> insanlar kendi özel çıkarlarını toplumun aleyhine kullanabilirlerdi. Dolayısıyla Yunanlılar için demokrasi uzak durulması gereken bir sistemi ifade ediyordu. Halk iktidarı hayaleti M.Ö. 4. yüzyıl Atina’sında zenginler arasında 19. yüzyıl sonundaki liberal kapitalist toplumların çoğunda görülen kaygıları uyandırmıştı. Aristoteles bunu şöyle ifade ediyor:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Oligarşi ile demokrasiyi gerçekte birbirinden ayıran şey, zenginliğin mevcut olup olmamasıdır. Buradan hareketle kaçınılmaz olarak şu ortaya çıkar: Sayıları ister az ister çok olsun, zenginliğe sahip insanların egemen olduğu yerde oligarşi vardır; yoksullar egemen olduğunda da demokrasi vardır. Fakat (…) gerçek hayatta ilkinin sayısı az, ikincisinin sayısı çoktur. Refah içinde olan insanların sayısı azdır, fakat bunlar aynı özgürlükleri paylaşırlar</span> (<a href="http://www.amazon.co.uk/Politics-Classics-Aristotle/dp/0140444211/ref=sr_1_1/026-7404787-9234846?ie=UTF8&s=books&qid=1208207056&sr=8-1">"The Politics"</a>, Penguin Books, 1992, s. 192).</div><div align="justify"><br />Gerçekten de doğru demiş adam. Şimdi reklamlara – ööhh – teze geçeyim:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">1960 yılının 1 Şubat’ında, Kuzey Carolina’daki Greensboro kasabasında, sadece siyahların gittiği Carolina A-T College’dan dört öğrenci bir kafeye yemek yemeye gittiler. Burası Woolworth’s adlı mağazalar zincirinin bir şubesiydi. Kafede tüm ırklardan insanlara hizmet verilmesine rağmen restoran kısmı sadece beyazlara açıktı. Öğrenciler yemek siparişi vermeye çalıştıklarında reddedildiler ve kendilerinden kafeyi terk etmeleri istendi. Bunun üzerine onlar da tezgâhın başından ayrılmayı reddederek oturma eylemi yaptılar.</span></div><div align="justify"><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Bu olay bunu takip edecek olan bir dizi oturma eyleminin ilkini oluşturuyordu. Ertesi günü kafenin restoran kısmında eylem yapan 19 öğrenci vardı, üçüncü gün bu sayı 300’e çıktı; dördüncü gün 1000 kişi vardı. Bir hafta sonra eylemlerin sayısı dokuz eyaletteki 15 şehirde toplam 54’e çıkmıştı. Sonunda temmuz ayına gelindiğinde Greensboro’daki Woolworth’s’ün restoran kısmı siyahlara da açılmıştı, fakat kafe 200.000 dolar kaybetmiş ve tahminî satışları %20 oranında gerilemişti. </span></div><div align="justify"><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Eylemleri esnasında bela çıkarmakla suçlanan gençler aslında liberal hakların basit bir savunusunu yapıyorlardı. Mülkiyetin karşısına metayı çıkarıyor, piyasanın ideolojisine uyulmasını istiyorlardı: “Kim olursa olsun, bedelini ödedikten sonra herkesin istediği malı satın almaya hakkı vardır.” Aynı şeyi Milton Friedman şöyle ifade ediyor:</span></div><div align="justify"><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);"><strong>"</strong>Ekmek satın alan hiç kimse, bunu oluşturan buğdayın bir komünist ya da cumhuriyetçi, bir meşrutiyetçi ya da bir faşist, zenci ya da beyaz tarafından yetiştirilip yetiştirilmediğini bilmez. Bu da, kişisel olmayan piyasanın ekonomik etkinlikleri siyasal görüşlerden nasıl ayırdığını ve insanları ekonomik etkinliklerinde, üretimleriyle ilgili olmayan nedenlerle – bu nedenler görünüşleriyle ya da renkleriyle ilişkili olsa bile – ayırıma uğramaktan nasıl koruduğunu göstermektedir.<strong>"</strong></span></div><div align="justify"><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Eylemler bir yandan da liberalizmin bir boyutunun (kişi hakları) diğer bir boyutu (mülkiyet hakları) karşısında öncelik taşıdığını ilan ediyorlardı. Liberalizmin bu ilk boyutu, yalnızca mülkiyet hakları üzerine temellenmiş ve mülkiyete dayalı bir özgürlük anlayışına odaklanmış liberal geleneğin istenmeyen bir sonucuydu ve mülkiyet hakları ile çelişiyordu. Bu çelişki liberal cumhuriyetçiliğin doğduğu andan bu yana sürekli olarak hissedilmişti. 19. yüzyıldaki liberal düşünürlerin çoğu kişi hakları ile mülkiyet haklarının genişlemesinde bir uyum görememişler, kamusal açıdan eşitliğe ve iktisadî açıdan eşitsizliğe dayalı bir toplumda istikrarı sağlamada sorunlar ile karşılaşılacağını düşünmüşlerdi. Alexis de Tocqueville bunu şu şekilde ifade ediyordu:</span></div><div align="justify"><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);"><strong>"</strong>Eşitlik, hizmetçiden ve efendiden yeni insanlar yaratıp, aralarında yeni bağlar kurar. (…) Öyleyse efendi emir verme, hizmetçi de itaat etme hakkını nereden bulur? (…) Sözleşme kurallarına göre, biri hizmetçi, diğeri de efendidir; bunun ötesinde her ikisi de yurttaştırlar. (…) Hizmetçiler kendilerine emir veren insanı kendi haklarını haksız yere gaspeden biri olarak görme eğilimindedirler.<strong>"</strong></span></div><div align="justify"><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Eğitimsiz kitlelerin elinde demokrasinin bir mediokrasiye dönüşeceğinden korkan Mill bile şunları yazıyordu: </span></div><div align="justify"><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);"><strong>"</strong>(…) ilerleme ruhu ile dolu bir hükümdar belirli bir amaca ulaşmaya yarayan her türlü aracı kullanmakta yetki sahibidir; aksi durumda bu amaca ulaşılamayabilir. Despotizm, amacın onların ıslah edilmesi olmak koşuluyla, barbarlar ile başa çıkmak için meşru bir yönetim biçimidir ve bu amacın fiilen gerçekleştirilmesi kullanılan araçları haklı kılar. İlke olarak özgürlük, insanlığın özgür ve eşit tartışmalar vasıtasıyla ilerleyebileceği duruma ulaşmasından önceki koşullarda hiçbir biçimde uygulanma imkânına sahip değildir. O zamana değin, bulabilecek kadar talihli olmaları durumunda, insanlık için bir Ekber’e ya da Şarlman’a kesin bir itaatten başka bir yol yoktur.<strong>"</strong></span></div><div align="justify"><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Bunun öncesinde, 17. yüzyılda İngiltere’de Oliver Cromwell eşit kanunî haklar konusunda radikal bir anlayışı savunan düzleyici hareket (Levellers) ile mücadele etmek zorunda kalmıştı. Düzleyici general Thomas Raisborough 1647’de şöyle diyordu: “Bence İngiltere’de, en yoksul insanın da en zengin insan kadar yaşama hakkı vardır; bu yüzden … bir yönetime bağlı olarak yaşayacak her insan, bu yönetimin altına girmeyi önce kendisi onaylamalıdır.” Buna karşılık Cromwell’in generallerinden Henry Ireton, “Krallıkla daha önce sürekli olarak ilgilenmemiş hiç kimsenin krallık işlerinin idaresinden pay almaya hakkı yoktur,” diyordu. Düzleyicilerin haklar konusundaki radikal anlayışları da Ireton’a şunları söyletiyordu: “Ancak aynı şekilde … bir insanın en doğal hakkının kendisini idare edecek olanları başka bir insanla eşit düzeyde seçme hakkına sahip olmak olduğunu söyleyebilirsiniz. Yararlı gördüğü şeyi yapmak ya da istemek aynı mantıkla kişinin doğal hakkıdır.” Ancak bu kadar genişletilmiş olan haklar bir soruna neden oluyordu. Ireton, “O zaman bana bir sınır gösterin derim, nerede duracaksınız, mülkiyet diye bir şey bırakmayacak mısınız?” diye soruyordu. Albay Rich de mülk sahiplerinin bu endişesini daha açık bir dille ifade ediyordu: “Eğer efendi ile köle eşit seçim hakkına sahip olacaklarsa, o zaman bir yasa çıkarılıp mallarda ve mülklerde de bir eşitlik sağlansın.”</span></div><div align="justify"><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Bu nedenle, liberaller uzunca bir süre boyunca eşit oy hakkı ilkesine karşı çıktılar. Bu karşı çıkışın temelinde toplumdaki mevcut mülkiyet rejimini güvence altına alma kaygısı yatmaktaydı. Zira eşit oy hakkının toplumdaki mülklü sınıfların yanında mülksüz sınıflara da tanınması mevcut rejimi temelinden sarsma tehlikesi taşıyordu. Bu düşünürlerin anlayışa göre, mevcut mülkiyet rejiminin yıkılmaması, demokrasinin ancak mülklüler arasında geçerli olması durumunda mümkündü. Böylece oy kullanma hakkı bir yüzyıl boyunca mülk sahipleri veya vergi veren kesimler ile sınırlandırıldı. Bu sınırlandırmanın ilk biçimi John Locke’un fikirlerinden hareketle oluşturulan <em>Lockecu düzenleme </em>idi.</span></div><div align="justify"><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Lockecu düzenlemeye göre, toplumsal uyum, siyasî katılımın mülk sahipleri ve onların üst sınıflar içindeki müttefikleriyle sınırlı tutulması sayesinde sağlanmaktadır. 19. yüzyıldaki liberaller oy kullanma konusunda genellikle Lockecu bir nitelik taşıyan üç kısıtlamayı kabul ediyorlardı: <em>(a)</em> Oy kullanma hakkını servet sahibi olmaya ya da vergi ödemeye bağlayan <em>regime censitaire</em>; <em>(b)</em> Oy kullanma hakkını okuma-yazma bilme ve temel eğitim görme temelinde kısıtlayan <em>regime capacitaire</em>; <em>(c)</em> Siyasî katılımı asgarî büyüklükte ya da kiralık meskenlerde oturan aile reisleriyle sınırlayan <em>hane sorumluluğu taşıma kriteri</em>. Bu kısıtlamalar arasında üzerinde en fazla durulanı mülkiyete bağlı olanlardı. Buna göre, toplumda işleri yürütmenin en uygun biçimi, bu işleri mülkiyet ve yatırım gibi “gerçek dayanaklara” sahip bağımsız kişilere bırakmak idi. Lockecu düzenleme bu şekilde, servet sahiplerinin mülklerini tehdit etme potansiyeli en güçlü olan gruba – işçilere – oy kullanma hakkı tanımayarak, temsilî yönetimi piyasa ekonomisi ile uzlaştırıyordu. Bununla birlikte, 20. yüzyılda toplumsal mücadeleler sonucunda oy kullanma hakkının yaygınlaşması, mülkiyet rejiminin değişmesinden kaygı duyanları yeni yollar aramaya itti. Nitekim Lockecu düzenleme 1920’lere gelindiğinde Avrupa’da fiilen ortadan kalkmıştı.</span></div><div align="justify"><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Kişi hakları ile mülkiyet hakları arasındaki çatışmadan kaynaklanan toplumsal istikrarsızlığı önlemede tutulan bir diğer yol, mülksüz kesimlerin ortak bir siyasî program ile ortaya çıkmalarını önlemek amacıyla yurttaşlar arasındaki çıkar heterojenliğini desteklemeye dayanan <em>Madisoncu düzenleme</em> idi. Buna göre, toplumda çok sayıda temel ve enlemesine ayrılık bulunduğu müddetçe, liberal bir demokratik ortamda dahi mülk sahibi azınlığın mülksüz çoğunluktan korunması mümkün olabilirdi. Bu düzenleme biçimi, oy hakkının kapsamının genişlemesinin ayrıcalıklı olanlara yöneltebileceği tehdidi önlemek için, önde gelen üretici sınıfların (çiftçiler, ücretli işçiler ve zanaatkârlar) heterojen nitelikli iktisadî ve toplumsal durumuna, bazı grupların (siyahlar ve kadınlar gibi) stratejik biçimde dışlanmasına ve etnik köken, din ve bölge temelindeki düşmanlıklara dayanıyordu.</span></div><div align="justify"><br />Ben şahsen oy kullanma hakkını kısıtlayan Lockecu düzenlemeye sıcak bakıyorum. Tabii bizim memlekette kısıtlama hususunda daha farklı bir kıstas uygulanabilir.<br /><br /><strong>II<br /></strong><br />Yukarıdakileri yazarken okuduğum kitaplardan biri de Karl Popper’in “Yüzyılın Dersi” adlı kitabıydı (Plato Film Yayınları, Çev. Ceyhan Aksoy, 2006. İngilizcesi de <a href="http://www.amazon.co.uk/Lesson-This-Century-Freedom-Democratic/dp/0415129591/ref=sr_1_1?ie=UTF8&s=books&qid=1208207091&sr=8-1">burada</a>.) Popper kitapta demokrasi hakkında hoşuma giden bazı şeyler söylüyor ve çoban meselesi ile dolaylı yoldan ilgili bazı “demokratik” şeylere değiniyor.<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Peki ama bu seçilmiş hükümetin bir hata yapmayacağından, veya daha da kötüsü, bir suç işlemeyeceğinden nasıl emin olabiliyoruz? Halk ne biliyor?<br /><br />Aradan bir süre geçtikten sonra bir hükümeti veya politikayı yargılamayı başarabilir, belki de onları ve yaptıklarını onayladığımız için aynı hükümeti bir kez daha seçebiliriz. Belki hükümeti, yaptıklarını onaylamadan önce de yeniden seçebiliriz. Ama o zaman hiçbir şey bilmiyor oluruz, hiçbir şey bilemeyiz, hükümet hakkında hiçbir bilgimiz olmaz. Tabii, onlara duyduğumuz güveni kötüye kullanıp kullanmayacaklarından da emin olamayız.<br /><br />Thucydides’e göre, Perikles bu görüşünü çok basit bir şekilde “Bir politika belirleme veya bunu uygulama yeteneğine içimizden birkaç kişi sahip olsa bile, hepimiz bunu yargılayabilecek yetenekteyiz,” diyerek özetlemiştir <span style="color: rgb(51, 0, 51);">[Perikles’in ünlü konuşmasının linki <a href="http://www.wsu.edu:8080/%7Ewldciv/world_civ_reader/world_civ_reader_1/pericles.html">burada</a>]</span>. Bana sorarsanız işin temelinde bu kısa ve öz formül yatıyor. Bu ifadenin halk iktidarı kavramını ve hatta halk inisiyatifini bile hesaba katmadığına dikkatinizi çekerim. Her ikisinin de yerini halk tarafından yargılanma görüşü alıyor.<br /><br />Perikles (ya da belki de Thucydides – muhtemelen her ikisi de aynı görüştedir) başka türlü bir zorluk olmadığı hâlde, halkın neden kendi kendini yönetemeyeceğini burada özlü bir şekilde açıklıyor. Fikirler – özellikle de yeni fikirler – sonradan başkaları tarafından geliştirilip açıklık kazansalar bile, sadece bireyler tarafından gerçekleştirilen bir çabanın ürünü olabilirler. İnsanlar ise ancak bu fikirlerin sonuçlarına ilişkin tecrübeye sahip oldukları zaman, bu fikirlerin iyi ya da kötü olduğuna karar verebilirler. Bu tür değerlendirmeler ve evet-hayır kararları, daha geniş bir seçmen kitlesi tarafından da dile getirilmelidir.<br /><br />Bu nedenle “halk inisiyatifi” şeklindeki bir ifade hem yanıltıcı hem de propaganda amaçlıdır. Bu, genellikle birkaç kişinin inisiyatifindedir ve eleştirel bir değerlendirme yapılabilmesi için en iyi şekliyle halka sunulmuştur. O hâlde, bu tür durumlarda önerilen önlemlerin, bunları değerlendiren seçmen kitlesinin yeterlilik sınırları dışında olup olmadığını bilmek önem kazanmaktadır.</span> (s. 94-5)<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Devletin gücünü kötüye kullanmasına engel olmak için özgürlüğe ihtiyacımız olduğu gibi, özgürlüğün kötüye kullanılmasına engel olmak için de devlete ihtiyacımız vardır. Bunun kuramsal yasalarla asla çözümlenemeyecek bir sorun olduğu çok açık. Bu sorunun çözülebilmesi için bir anayasa mahkemesine, ama her şeyden çok, iyi niyete ihtiyaç var.<br /><br />Bunun tam olarak çözülmesi imkânsız bir sorun olduğunu, ya da daha açık konuşmak gerekirse, sadece (tüm gücün devlete ait olması prensibini ahlâkî nedenlerle reddettiğimiz) bir dikta rejiminde tam olarak çözülebileceğini kabul etmek zorundayız. Kısmî çözümlerle ve uzlaşmalarla yetinmek zorundayız; özgürlüğe olan tutkumuzun, onun kötüye kullanılmasından kaynaklanan sorunlara karşı gözlerimizi körleştirmesine izin vermemeliyiz.</span> (s. 96-7)<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Bana kalırsa siyasî partilerin çoğalması çok kötü bir şey. Tabii, seçimlerdeki nispî temsil de öyle. Partilerin bölünmesi, kimsenin halk önünde sorumluluğu kabullenmediği koalisyon hükümetlerine neden olur. Kimse sorumluluğu üstlenmez, çünkü bu tür hükümetler tarafından alınan kararlar bir uzlaşmadan öteye gidemez. (…) Eğer parti sayısı az olursa çoğunluk hükümetlerinin kurulması daha da kolaylaşır. Sorumluluklar da herkesin kolayca görebileceği kadar açık ve net olur.</span> (s. 115)<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Ama halk egemenliği teorisine yönelik en büyük itiraz, belki de bunun mantıksız bir ideolojiyi, bir hurafeyi desteklediği iddiasıdır. Bu da halkın (veya halk çoğunluğunun) hatalı olamayacağı ya da adaletsiz davranamayacağı şeklindeki bir görüş, baskıcı ve göreceli bir hurafeden başka bir şey değildir. bu ideoloji ahlâk dışıdır ve reddedilmelidir. Thucydides’den beri biliyoruz ki, Atina demokrasisi (ki bu yönetim tarzına birçok açıdan hayranlık duyuyorum) suç sayılabilecek bazı kararlar da almıştır. Bir kent-devlet olan Melos adasına saldırmış (evet, belki önceden haber vererek) bütün erkekleri öldürmüş, bütün kadın ve çocukları da büyük köle pazarlarında satmıştır. Atina demokrasisinin gücü buna yetiyordu.<br /><br />Ve Weimar Cumhuriyeti’nin serbest seçimde göreve gelen Alman Parlamentosu, Yetki Yasası’nın sağladığı anayasal kurallar sayesinde Hitler’i diktatör yapmayı başarmıştır. Her ne kadar Hitler Almanya’da yapılan bir serbest seçimi kazanmışsa da, Avusturya’nın ilhakını zorladıktan sonra bu ülkede büyük bir seçim zaferi kazanmıştır.<br /><br />Hepimiz hata yapmaya meyilliyiz; o hâlde bir ülkenin halkının veya herhangi bir insan topluluğunun da hata yapabileceğini kabul etmeliyiz. Eğer bir halkın kendi hükümetini görevden alabilmesi gerektiği görüşünü destekliyorsam, bunu sadece diktatörlükten korunmanın daha iyi bir yolunu bilmediğim için yapıyorum. Demokrasiyi bir halk mahkemesi olarak yorumlasak bile – ki ben böyle düşünüyorum – hiç hata yapılmayacağını söylemek mümkün değildir.</span> (s. 116)<br /><br /><span style="font-weight: bold;">III</span><br /><br />Diyeceğim, bu tür meselelerde hemen karara varmamalıyız. Her kafadan bir ses çıkıyor. Öte yandan kullandığımız siyasî kavramlar gerçekte neye işaret ediyor, hangi anlamları taşıyor, eksikleri ve kusurları nelerdir, işte bunları bilmek gerekiyor. Nitekim demokrasi yeri geldiğinde en kötü yönetim biçimi de olabilir.<br /><br />Bir örnek vereyim. Herkese eşit oy hakkı vermek kişi haklarının kapsamına girer. İnsanların özel mülk edinmeye haklarının olması ve bu mülkün korunması da mülkiyet haklarına girer. Diyelim ki, komünist bir parti bizim dağdaki çobanları ve toplumun diğer kesimlerini bir şekilde ikna ederek oylarını topladı ve seçimlerde tek başına iktidara geldi. Eh, komünist olduğuna göre yapacağı ilk iş üretim araçlarını devletleştirmek olacaktır. Bunun için de Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi anlı şanlı iş adamlarımızın fabrikalarına ve tesislerine, hatta küçük üreticinin birtakım araçlarına el koyacaktır.<br /><br />Peki işbaşındaki komünist partinin böyle davranması meşru mudur? Aslında kişi hakları açısından bakarsak meşrudur, çünkü seçimle iş başına gelmiştir. Meşruluğunu ve hâliyle gücünü ona oy veren çoğunluktan almaktadır. Ama mülkiyet hakları açısından baktığımızda, partinin yaptıkları kabul edilecek türden şeyler değillerdir. Halbuki bu iki hak da liberal demokrasinin vazgeçilmez unsurlarındandır, ama bu örnekte iki hakkın kullanımı birbiriyle çelişiyor. O yüzden yukarıda verdiğim örneğe hiçbir liberal gak-guk edemeden cevap veremez. İşte en yukarıda bahsettiğim düzenleme biçimleri liberallerin bu çelişmeyi aşmak için uyguladıkları düzenlerdir. Ama son 30-35 yılda, özellikle azgelişmiş ülkelerde bu çelişmeyi aşmak için liberaller diktatörleri desteklediler. Bunun en güzel örneği de Şili’dir.<br /><br />Şimdi, verdiğim örnekteki komünist partinin yerine bir başka partiyi, mesela faşist bir partiyi koyun. Hatta daha güzeli, İslâmcı bir partiyi koyun. Ülkenin durumu sizce ne olur? Ben İslâmcı partiyi koydum, resmen Türkiye çıktı ayol! E, o zaman demokrasi iyi bir şey mi şimdi?</div><br /><object height="80" width="300"><param name="movie" value="http://media.imeem.com/m/iLflqnfewN/aus=false/"><param name="wmode" value="transparent"><embed src="http://media.imeem.com/m/iLflqnfewN/aus=false/" type="application/x-shockwave-flash" wmode="transparent" height="110" width="300"></embed></object>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com27tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-72210234011166007342008-03-12T00:13:00.024+02:002008-03-16T12:53:06.980+02:00<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjRIySx9HGRV00LS0oBwox9CgXUjI0oIWMtx2S5Wdmfh-_sg0lbkBJOUd55HwvvPnbaeu34XSHxlkCGQI_EIrAXAwnQzbjCWZcVOiJpoLKUSyUVEOT6zID5fkjxXCUp5NaCjJPk/s1600-h/n530786619_412656_2713.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5176617887412267938" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjRIySx9HGRV00LS0oBwox9CgXUjI0oIWMtx2S5Wdmfh-_sg0lbkBJOUd55HwvvPnbaeu34XSHxlkCGQI_EIrAXAwnQzbjCWZcVOiJpoLKUSyUVEOT6zID5fkjxXCUp5NaCjJPk/s400/n530786619_412656_2713.jpg" border="0" /></a><br /><div align="justify"><strong>HANGİSİ ÖNCE GELİR: KANIT MI, İNANÇ MI?</strong><br /><br />Tez ile ilgilendiğimden bu aralar pek sık yazamadım. Evde oturup makale ve kitap okumak, sonra da bunlardan bir şeyler derleyip yazmak bir süre sonra hem sıkıcı hâle geliyor hem de kilo aldırıyor. Can sıkıntısını gidermek için internete giriyorum. Arada ilginç şeyler çıktığı oluyor. İşte bunlardan birine evvelki gün rastladım.<br /><br /><strong>I<br /></strong><br />Bilim Araştırma Vakfı’nı (BAV) biliyor musunuz? Hani şu Adnan Hoca lakabıyla bilinen Adnan Oktar var ya, işte onun başında olduğu vakıf. BAV’ın ismini tam manasıyla ilk kez haklarında yapılan seks haberleri esnasında duymuştum. Bunlar günah olduğu gerekçesiyle normal seks yerine oral ve anal seks yapıyorlardı. Hatta ne olur ne olmaz diye de seks sırasında bir de gözcü bulunduruyorlardı. Seks yaptıkları kadınların bazılarını “motor” diye adlandırıyorlardı. <a href="http://www.kocatepe.azbuz.com/readArticle.jsp?objectID=5000000000561314">Şurada </a>bunlarla ilgili bir yazı buldum. Burada da bunların ağına düşenlerle ilgili <a href="http://www.haberturk.com/haber.asp?id=23028&cat=200&dt=2007/05/13">iki </a>yazı <a href="http://www.haberturk.com/haber.asp?id=17460&cat=110&dt=2007/03/15">var</a>. </div><div align="justify"><br />BAV’dan bahsetmemin nedeni internette gezinirken tesadüf eseri Mustafa Akyol ile ilgili bir <a href="http://www.pitch.com/2005-05-05/news/your-official-program-to-the-scopes-ii-kansas-monkey-trial/1">yazıya</a> denk gelmem. Arada sırada Akyol’u ve onun savunduğu Akıllı Tasarım’ı (AT) burada yazıyorum. Gördüğüm yazı da bunun hakkında idi. 2005 yılında Amerika’da Kansas eyaletinde Akıllı Tasarım’ın okullarda okutulması ile ilgili bir dava görülmüş ve Akyol da tanık olarak çağırılmış. Yazıya göre Akyol BAV’ın sözcülüğünü yapıyormuş. Yazı beş sayfa uzunluğunda, linkten okuyabilirsiniz, ama ilginç gördüğüm yerleri burada aktarmadan geçemeyeceğim:</div><div align="justify"><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Turkey is a secular country that aspires to join the European Union and boasts several institutions of higher learning on a par with good Western universities. But beginning in 1998, BAV spearheaded an effort to attack Turkish academics who taught Darwinian theory. Professors there say they were harassed and threatened, and some of them were slandered in fliers that labeled them “Maoists” for teaching evolution. In 1999, six of the professors won a civil court case against BAV for defamation and were awarded $4,000 each.</span></div><div align="justify"><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">But seven years after BAV’s offensive began, says Istanbul University forensics professor Umit Sayin (one of the slandered faculty members), the battle is over.</span></div><div align="justify"><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">“There is no fight against the creationists now. They have won the war,” Sayin tells the Pitch from his home in Istanbul. “In 1998, I was able to motivate six members of the Turkish Academy of Sciences to speak out against the creationist movement. Today, it’s impossible to motivate anyone. They’re afraid they’ll be attacked by the radical Islamists and the BAV.”</span></div><div align="justify"><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Sayin is well aware of Mustafa Akyol, whom he identifies as one of BAV’s many volunteers. (Akyol himself has described his role for the group as that of a spokesman.) The organization’s source of funding and internal structure are well-guarded secrets, Sayin says. The Turkish government, he adds, refuses to take an interest, tacitly encouraging the ongoing effort against scientists.</span></div><div align="justify"><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">“It’s hopeless here,” Sayin says. “I’ve been fighting with these guys for six years, and it’s come to nothing.” As a result of the BAV campaign and other efforts to denounce evolution, he adds, most members of Turkey’s parliament today not only discount evolution but consider it a hoax. “Now creationism is in [high school] biology books,” Sayin says. “Evolution is presented [by BAV] as a conspiracy of the Jewish and American imperialists to promote new world order and fascist motives … and the majority of the people believe it.”</span></div><div align="justify"><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">The secret to BAV’s success is the huge popularity of the Harun Yahya books, says a professor closer to home, Truman State University physicist Taner Edis, who was born in Turkey. “They’re fairly lavishly produced, on good-quality paper with full-color illustrations all over the place,” he says. “They’re trying to compete with any sort of science publication you can find in the Western world. And in a place like Turkey, Yahya books look considerably better-published than most scientific publications.”</span></div><div align="justify"><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">The books are slick, but BAV has had plenty of help. Sayin says that creationism in Turkey got key support in the 1980s and 1990s from American creationist organizations, and Edis points out that BAV’s Yahya books resemble the same sorts of works put out by California’s Institute for Creation Research. Except in Yahya’s books, it’s Allah that’s doing the creating.</span></div><div align="justify"><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">In 2001, Science magazine called BAV “one of the world’s strongest anti-evolution movements outside of North America,” and Edis tells the Pitch that Yahya books are gaining popularity in other parts of the world, including London (which is increasingly becoming a global center for Islamic publishing) and Indonesia.</span></div><div align="justify"><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">(…)<br /><br />"It's perfectly bizarre, in that Akyol really has nothing to contribute in terms of substance to the whole thing," Edis says. "I think it's fairly blatantly obvious the only reason he's coming in is to present the case that this isn't just a Christian thing."</span></div><div align="justify"><span style="COLOR: rgb(0,0,153)"><br />"It's stupid," Sayin adds. "Akyol's not a scientist at all. He's just an activist." </span></div><div align="justify"><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">But imagine the pride that Akyol must feel. (We wanted to ask him about it directly, but Akyol didn't answer our e-mail.) After getting a leg up from American creationists, BAV sparked a revolution in its own country and is now so successful that it's been asked to send an emissary to return the favor.</span> </div><br /><div align="justify"></div><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgbXZG29bEFEkEvWpKmyK9M1NxG2wD157tPd7dbhY83xgQRHKujRxHulm33XrE3_PnU2rWj4EkiyG0rAwRLtNIua34l8WVWxMOiFPmb6HcCRSykUz_fqwb8enR8tDmfZV0OmKTA/s1600-h/n528855464_948452_7320.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5176617664073968530" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgbXZG29bEFEkEvWpKmyK9M1NxG2wD157tPd7dbhY83xgQRHKujRxHulm33XrE3_PnU2rWj4EkiyG0rAwRLtNIua34l8WVWxMOiFPmb6HcCRSykUz_fqwb8enR8tDmfZV0OmKTA/s400/n528855464_948452_7320.jpg" border="0" /></a><strong>II</strong><br /><div align="justify"><br />Bunları okuduktan sonra Akyol’un mahkemede neler söylediğini merak ettim ve internetten mahkemenin oturum <a href="http://www.talkorigins.org/faqs/kansas/kangaroo.html">tutanaklarına</a> ulaşmayı başardım. Akyol <a href="http://www.talkorigins.org/faqs/kansas/kangaroo9.html">ifadesinin</a> hemen başında şunları söylüyor:<br /><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">In all the years I attended debates on national TV, I have given seminars in many universities in the United Kingdom, in Turkey, about these issues, and <strong>I believe Intelligent Design theory is a scientifically valid understanding of origins.</strong><br /></span><br />Çok daha ileride, soru cevap kısmında da şöyle diyor:</div><div align="justify"><br /><a href="http://www.talkorigins.org/faqs/kansas/kangaroo9.html#p4052"><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Q.</span></a><span style="COLOR: rgb(0,0,153)"> Do you have a belief in the general principle of common descent, which is that all life is biologically related back to the beginning of life? Do you agree with that statement?</span></div><div align="justify"><br /><a href="http://www.talkorigins.org/faqs/kansas/kangaroo9.html#p4053"><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">A.</span></a><span style="COLOR: rgb(0,0,153)"> I agree with limited common descent, but I don't believe in universal common descent because <strong>I don't see any scientific evidence for it</strong>, <strong>compelling evidence</strong>.</span></div><div align="justify"><br /><a href="http://www.talkorigins.org/faqs/kansas/kangaroo9.html#p4054"><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Q.</span></a><span style="COLOR: rgb(0,0,153)"> Do you accept that human beings are related by common descent to prehominid ancestors, yes or no?</span></div><div align="justify"><br /><a href="http://www.talkorigins.org/faqs/kansas/kangaroo9.html#p4055"><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">A.</span></a><span style="COLOR: rgb(0,0,153)"> I'm skeptical about it because I don't see any <strong>compelling evidence</strong> that there's a lineage between prehominids and humans.</span></div><div align="justify"><br /><a href="http://www.talkorigins.org/faqs/kansas/kangaroo9.html#p4056"><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Q.</span></a><span style="COLOR: rgb(0,0,153)"> You've mentioned ID theory. Would you please tell us precisely what ID theory is?</span></div><div align="justify"><br /><a href="http://www.talkorigins.org/faqs/kansas/kangaroo9.html#p4057"><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">A.</span></a><span style="COLOR: rgb(0,0,153)"> <strong>Intelligent Design theory is a scientific theory</strong> which argues that life on earth can be explained as a result of natural laws, chance, and intelligence. So it's a theory which argues that intelligence can be detected in nature and, yes, it is being detected. So - and it's also a theory which disagrees with Neo-Darwinian theory, which argues that life on earth is the product of chance and laws.</span></div><div align="justify"><br />Bunları okuyunca oldukça şaşırdım, çünkü Akyol Akıllı Tasarım teorisinin hayatın kökenlerini <strong>bilimsel açıdan</strong> geçerli bir şekilde kavradığına inanıyormuş, bu teori <strong>bilimsel bir teori</strong> imiş; ayrıca kendisi evrensel açıdan ortak bir atadan türemeye herhangi bir <strong>bilimsel kanıt</strong> olmadığı için inanmıyormuş. Şimdi, bunları okuyan biri Akyol’un AT’yi bilimsel olduğu için savunduğunu ve Darwin’in teorisine bilimsel nedenler yüzünden karşı çıktığını düşünebilir (bu arada dikkatinizi çekerim, Akyol AT için “teori” diyor). Iyi de, <a href="http://www.mustafaakyol.org/arsiv/2007/04/akilli_tasarim_teorisine_yonelik_bir_elestiri_ve_c.php">şunları</a> söyleyen de yine Akyol değil miydi? </div><br /><div align="justify"><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Kuşkusuz vahiy mutlak doğrudur; bilim gibi beşeri bilgi kaynakları ise eksik, kusurlu ve değişkendir.<br /></span><br />Burada apaçık bir çelişki yok mu? Akyol burada bilimi vahyin önüne mi geçiriyor? Asla! İkisini eşit mi tutuyor? Hiç zannetmiyorum. Yoksa vahyi bilimin önüne mi geçiriyor? Tabii ki! Acaba Akyol bunları Amerika’daki mahkemede yanlışlıkla ağzından kaçırsa ne olurdu? Nitekim oradaki Akıllı Tasarım yandaşları bazı şeyleri Türkiye’de olduğu gibi açık açık söyleyemiyorlar, yoksa Akıllı Tasarım’ı mahkemelerde savunmaları imkânsız hâle gelecek.<br /><br />Aslında Akyol yazısında bu cümlesi ile gerçekte ne düşündüğünü ağzından kaçırıvermiş. O yüzden oldukça tehlikeli bir cümle bu. Zira Akyol’un Akıllı Tasarım’ı bilimsel olduğu gerekçesiyle savunmaya kalkıştığı bir yerde aleyhine kullanılabilir. Gerçi hatasını farkedince iki defa <a href="http://www.mustafaakyol.org/arsiv/2007/04/vahiy_ve_bilim_uzerine_bir_not.php">düzeltmeye</a> <a href="http://www.mustafaakyol.org/arsiv/2007/04/vahiy_ve_bilim_uzerine_bir_not_daha_ve_de_at.php">çalıştı</a>, ama yazı yayınlandı bir kere.<br /><br />Akyol neden Akıllı Tasarım’ı savunduğunu da şu şekilde açıklamış:</div><div align="justify"><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">When I was a child, I loved watching documentaries in Turkish TV about nature, about animals, about plants. And actually, these were American or European made films which involved education, and I loved watching them. And I had a great grandfather that I loved, and he was a pious Muslim, and he said to me one day, "<strong>Well, watch these films. They're good, they're beautiful, but be careful. These films always talk about the wonders of nature. They never talk about who made those wonders. They never talk about the Creator of nature."</strong> So that was a message that I found important.</span></div><div align="justify"><br /><a name="p4019"></a><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">And my grandfather - they don't like - and I asked my grandfather, "Why don't they talk about the Creator of those wonders in nature?" And he said, <strong>"Well, the westerners are people who are blind to the reality that there is a God. They are completely materialistic related to issues like that. Be careful about it."</strong> And I was - I said, <strong>"Here's a point that I should be careful about."</strong></span></div><div align="justify"><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">But later on in the 1970's, I just, you know, by reading and writing and searching the Internet, I discovered that there are some people in the west, especially in the United States, some scientists who don't have that approach, <strong>who don't have that materialist bias</strong> my grandfather told me about, but who are objectively looking into nature, and <strong>they are tracing the evidence of Design, which you cannot see if you have a materialist bias.</strong></span></div><div align="justify"><br />Dikkat ederseniz, kendisinin burada öne sürdüğü neden “bilimsel” değil, tamamıyla “dinî”. Materyalizm vurgusu dikkatinizi çekti mi? Batı uygarlığının materyalist olduğu gerekçesi ile reddine dayanan bir açıklama bu. Yani Batı uygarlığı materyalist olduğu için bazı “gerçeklere” gözlerini kapıyormuş, bu da “tasarıma” ilişkin kanıtları takip etmelerini engelliyormuş. Çok dikkat edin, burada bir tasarımın olduğu zaten önceden “varsayılıyor”. Yani Akyol zaten önceden bir tasarımcının olduğunu biliyor ve bunun ardından kanıtları aramaya geçiyor. Yoksa önce kanıtları bulup, ardından tasarımcının varolduğuna ikna oluyor değil.<br /><br />İleride aynı ters mantığa ilişkin örnekler devam ediyor:</div><div align="justify"><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">(…) in my childhood, I remember that one of the most popular TV series in the 1980's was The Little House on the Prairie [<em>bizim “Küçük Ev” olarak izlediğimiz dizi</em>]. Muslim culture with families all loved it, and they said, "Oh, look at these American values, and they're so noble values," and they just admired it. And now times have changed. <strong>Now they see MTV, they see Hollywood, and I mean that's, of course, materialism in a cultural sense, in terms of hedonism and just caring about profit and don't have any ethical values.</strong></span></div><div align="justify"><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">(…)</span></div><div align="justify"><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">I mean, <strong>materialism could be very bad, but it could be scientifically true</strong>. Then you should have to come through with it. You could say, "Well, if it is a fact, maybe we can adopt several of our beliefs." Well, that's not the case. It doesn't have any scientific evidence. I mean, you have listened to experts here in the last few days. I mean, look at the old fossil record, the Cambrian explosion, the irreducible complexity in the cell. <strong>It is clear that blind chance and natural law cannot create complexity of life. It's very evident.</strong><br /></span><a name="p4020"></a><a name="p4021"></a><span style="COLOR: rgb(0,0,153)"><br />(…)</span></div><div align="justify"><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">(…) But what we should care about is not the opinions of scientists, but <strong>the scientific evidence on the ground</strong>, because scientists, yes, sometimes become misled.</span></div><div align="justify"><br /><a name="p4041"></a><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">If you were just a century ago - living a century ago, you would find that most of the major established scientific institutions, most prestigious scientists, would be believing that some races are inferior. Racism was very much popular at the turn of the century. And also you can find eugenics was preached among scientists. So scientific opinion might be shifted because scientists are people, scientists are humans, and they're affected by the cultural trends in society, so they might go along. And <strong>what we have had to do is just to follow the evidence</strong>, not what necessarily a group of scientists claim.</span></div><div align="justify"><br />Sürekli bilime vurgu yapan Akyol kanıtları takip etmemiz gerektiğini söylüyor. Ama hangi kanıtları? Gerçekleri gösteren bilimsel kanıtları mı, yoksa akıllı bir tasarımcının olduğunu gösteren (ve Akyol’un bize konuşmasında açıklama “inceliğini” göstermediği) kanıtları mı? Kendisinin burayı muğlak bıraktığına dikkat edin. Ben olsaydım sürekli bilimden bahseden Akyol’a şöyle sorardım: “Bilimin verileri vahyin dedikleri ile çeliştiğinde hangisini tercih edersiniz?” </div><br /><div align="justify"></div><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjvgWJ5hR8Ozw5RAmaO1pMFeOzJvKbRW3WM8gxB_QlMxELuchg0122FPhRQnAi6Ct4MpasAf5BW740VO8voY1ai931oyknvqt0Z-MovnpGJUTSRCB3c-6faRvC4Fg8B1e3klIoe/s1600-h/spo051005gif.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5176617449325603714" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjvgWJ5hR8Ozw5RAmaO1pMFeOzJvKbRW3WM8gxB_QlMxELuchg0122FPhRQnAi6Ct4MpasAf5BW740VO8voY1ai931oyknvqt0Z-MovnpGJUTSRCB3c-6faRvC4Fg8B1e3klIoe/s400/spo051005gif.jpg" border="0" /></a><strong>III</strong><br /><div align="justify"><br />Ne yazık ki Kansas’ta bilim değil, dinî gericilik kazandı. Akyol sitesinde bununla ilgili iki yazı <a href="http://www.mustafaakyol.org/arsiv/2005/05/kansasta_darwin_ve_tasarim_tartismasi.php">yazmış</a>. Son <a href="http://www.mustafaakyol.org/arsiv/2005/11/kansasta_akilli_tasarim_kazandi.php">yazıda</a> bu “zaferi” sevinçle ilan ederken şöyle diyor: </div><div align="justify"><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Ve bu sadece bir başlangıç ... Kansas'ı başka eyaletler ve ülkeler izleyecek ... </span></div><div align="justify"><br />Temenni mi, yoksa tehdit mi? </div><div align="justify"><br />İlgilisine, burada Dawkins’in 2006 yılında televizyonda yayınlanan iki bölümlük “The Root of All Evil?” adlı belgeselinin linklerini veriyorum. Her bölüm beş parça hâlinde youtube’da bulunuyor:<br /><br />İlk bölüm “The God Delusion”: <a href="http://youtube.com/watch?v=mkGpO1lQrLY">1</a> – <a href="http://youtube.com/watch?v=UNZcnmhA4fs&feature=related">2</a> – <a href="http://youtube.com/watch?v=INV2LeUuuDY&feature=related">3 </a>– <a href="http://youtube.com/watch?v=RrPRnwYz28w&feature=related">4</a> – <a href="http://youtube.com/watch?v=yTnbtSvjAQc&feature=related">5 </a><br /><br />İkinci bölüm “The Virus of Faith”: <a href="http://youtube.com/watch?v=t4FpdYCLWFs">1</a> – <a href="http://youtube.com/watch?v=PsHSpE-2NvM&feature=related">2</a> – <a href="http://youtube.com/watch?v=NnK3Qq2MxUw&feature=related">3</a> – <a href="http://youtube.com/watch?v=9T703JeL--0&feature=related">4 </a>– <a href="http://youtube.com/watch?v=Dw0eC6oDM5g&feature=related">5<br /></a><br />Ayrıca önde gelen dört ateist yazar <a href="http://www.amazon.com/God-Not-Great-Religion-Everything/dp/0446579807/ref=pd_bbs_sr_1?ie=UTF8&s=books&qid=1205278101&sr=8-1">Christopher Hitchens</a>, <a href="http://www.amazon.com/End-Faith-Religion-Terror-Future/dp/0393035158/ref=sr_1_5?ie=UTF8&s=books&qid=1205278189&sr=1-5">Sam Harris</a>, <a href="http://www.amazon.com/God-Delusion-Richard-Dawkins/dp/0618918248/ref=pd_bbs_sr_1?ie=UTF8&s=books&qid=1205278269&sr=1-1">Richard Dawkins </a>ve <a href="http://www.amazon.com/Breaking-Spell-Religion-Natural-Phenomenon/dp/0143038338/ref=pd_bbs_sr_1?ie=UTF8&s=books&qid=1205278425&sr=1-1">Daniel Dennett</a>’ın 2007 yılında yaptıkları ve iki saat süren "The Four Horsemen" adlı tartışmalarının linklerini de veriyorum:<br /><br /><a href="http://youtube.com/watch?v=MuyUz2XLp1E">1</a> – <a href="http://youtube.com/watch?v=8PhmUyFUFyk&feature=related">2</a> – <a href="http://youtube.com/watch?v=tq4Q42ZjVNA&feature=related">3 </a>– <a href="http://youtube.com/watch?v=TlzuS1_Gyog&feature=related">4 </a>– <a href="http://youtube.com/watch?v=iV7GCeDEZ9Q&feature=related">5</a> – <a href="http://youtube.com/watch?v=ZQx7xQuVfQg&feature=related">6</a> – <a href="http://youtube.com/watch?v=QSC7avFs-sM&feature=related">7</a> – <a href="http://youtube.com/watch?v=vGvT8j411mk&feature=related">8</a> – <a href="http://youtube.com/watch?v=GlGgB63ZBbE&feature=related">9 </a>– <a href="http://youtube.com/watch?v=m04weVowbIA&feature=related">10 </a>– <a href="http://youtube.com/watch?v=slVMRv3GDe0&feature=related">11 </a>– <a href="http://youtube.com/watch?v=ShzphSB7E5A&feature=related">12</a><br /><br />Ya da daha kısa olarak: <a href="http://video.google.com/videoplay?docid=-869630813464694890">1 </a>- <a href="http://video.google.com/videoplay?docid=-225595257312538919">2</a><br /><br />Daha önce gene Akyol ve bu mesele ile ilgili yazdığım bir yazının <a href="http://bliyaal.blogspot.com/2007/04/akilli-tasarim-internette-gezinirken.html">linkini</a> de vereyim.<br /><br />Akyol ve Adnan Hoca gibileri ile uğraşan Da Vinci’nin <a href="http://bilimfelsefedin.blogspot.com/">linki</a> ise zaten yanda bulunuyor.<br /><br />Zorbalığın ve kötülüğün çoğunlukla karşılık görmeksizin ve durmaksızın kendisini hissettirdiği bir çağda yaşıyoruz. Her ikisinin de salt ahlâksal cehaletin ötesinde olduğunu, bireyi aşan ve amaçları olan bir bütünlük olduğunu görüyoruz. Ancak, İngiliz muhafazakâr yazar Edmund Burke’ün kendisine atfedilen bir sözle dediği gibi: “Kötülüğün zaferi için gerekli olan tek şey, iyi insanların hiçbir şey yapmamasıdır.” </div><div align="justify"></div><div align="justify"></div><div align="justify"><br />* * *<br /><br />Ek: Da Vinci'nin yazdığı yorumu ilgilenenler için buraya taşıyorum:<br /><br /><span style="color:#000099;">Ufak bir ekleme yapmak istiyorum. Mayıs 2005'de değişen Kansas eğitim standartları </span><a href="http://pandasthumb.org/archives/2007/03/odds-and-ends-f.html"><span style="color:#000099;"><strong>Şubat 2007'de tekrar değişti</strong></span></a><span style="color:#000099;"> ve Akyol'un zafer çığlıklarına neden olan herşey </span><a href="http://www.kcfs.org/kcfsnews/?page_id=240"><span style="color:#000099;"><strong>ortadan kalktı</strong></span></a><span style="color:#000099;">. </span></div><div align="justify"><span style="color:#000099;"></span></div><div align="justify"></div><div align="justify"><span style="color:#000099;"></span></div><div align="justify"><span style="color:#000099;"><br />Ayrıca Akyol'un umudettiği gibi yeni eyaletler ve ülkeler bu yoldan devam etmedi. Hatta tam tersine Dover'daki meşhur davada AT sert bir tokat yeni. Meşru bilimsel platformda kendini kanıtlamadan direk okullara girerek öğrencilerin aklını bulandırmaya çalışmanın bedeli ağır oldu. Olması gereken bilimsel prosedürleri kısa devre ederek okullara girmeye çalışmak gibi aptalca bir strateji izlemek onlara pahalıya patladı ve AT, yaratılışçılığın farklı bir adlandırması olarak <a href="http://bilimfelsefedin.blogspot.com/2005/12/akll-tasarm-bilim-mi-din-mi.html"><strong><span style="color:#000099;">damgalanmış oldu</span></strong></a>.</span></div><div align="justify"><span style="color:#000099;"></span><br />Son olarak Sam Harris’in katıldığı bir tartışmanın videosu ile bitirelim. Bakın, görüşlerini hararetle savunan bir hahamı Harris nasıl da makaraya alıyor:<br /><br /><object height="355" width="425"><param name="movie" value="http://www.youtube.com/v/XjhbccXIp4c"><param name="wmode" value="transparent"><embed src="http://www.youtube.com/v/XjhbccXIp4c" type="application/x-shockwave-flash" wmode="transparent" height="355" width="425"></embed></object></div>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com11tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-18637598009253724242008-02-27T01:57:00.006+02:002008-05-15T03:46:19.508+03:00<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj5cLjgdo6_ez6Qrxzew5OLBD4vrMJwyrppuAfAuIiEiKd-6jQh5cxefb2A2ZJ2H24OEAKv_JWDvIG9cCk2dhS01b3MWahd1ebD57wKC9m5Ip-FYO8HVCjiiYJNFuMWZBlI4mpg/s1600-h/112.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5171447783982583426" style="margin: 0px auto 10px; display: block; text-align: center;" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj5cLjgdo6_ez6Qrxzew5OLBD4vrMJwyrppuAfAuIiEiKd-6jQh5cxefb2A2ZJ2H24OEAKv_JWDvIG9cCk2dhS01b3MWahd1ebD57wKC9m5Ip-FYO8HVCjiiYJNFuMWZBlI4mpg/s400/112.jpg" border="0" /></a><br /><div align="justify"><strong>“VELKAM, VELKAM!” (II) – BİR ŞEHİR TURU DAHA<br /></strong><br />Londra’daki ev sahiplerim Metty ile Robert bir toplantıya katılmak üzere geçtiğimiz hafta İstanbul’a geldiler. Güya bu yaz ben onları ziyaret edecektim, ama olmadı. O yüzden gelişlerini aniden haber vermeleri hoş bir sürpriz oldu. Onları karşılamak üzere Sabiha Gökçen Havaalanı’na gittim. Akşam trafiği nedeniyle erken çıkmama rağmen havaalanına gitmem yaklaşık 3.5 saatimi aldı. İngiltere’de iken Londra’dan Oxford’a otobüsle yaklaşık 1.5 saatte gitmiştim. Sırf bu trafik yüzünden İstanbul’dan nefret eder hâle geldim. Bana gelmeden önce İstanbul’da metroya ya da trene binmek için ne kadar para lazım olur diye sormuşlardı. Halbuki İstanbul’da bunların ikisi de toplu taşıma kapsamına girmiyor!<br /><br />Metty değişmemişti, ama Robert saçlarının iyice uzatmış, başına da kovboy tarzı bir şapka geçirmişti. Binadan çıkmaları gecikince görevliler ile konuşup bineceğimiz servisi beklettim. Böylece çıkmalarını görevliler ile birlikte beklemeye başladık. Adamlar Robert’ı o hâli ile görünce bayağı şaşırdılar. Halbuki dış hatlardan çıkan farklı tipteki yolculara alışık olmaları gerekirdi. Serviste tek başına dünyayı gezen, Kihe adında 23 yaşında bir Meksikalı ile tanıştık. O da bizimle birlikte Taksim’e gidiyordu, bir pansiyonda kalacaktı. Yaklaşık 5.5 aydır dolaşıyormuş, üç günlüğüne İstanbul’da kalıp ardından Hindistan üzerinden Tibet’e geçecekmiş. 3.5 ay kadar daha dolaştıktan sonra memleketine dönüp mimarlık masterı yapacakmış. Adama özenmemek elde değildi.<br /><br />Metty ile Robert ilk defa İstanbul’a geliyorlardı, böylece ertesi günü onları ve Kihe’yi alıp Sultanahmet’e götürdüm. Özellikle Kihe Sultanahmet Camisi’ni görmeyi çok istiyordu, sürekli “Blue Mosque” deyip durdu. Onun öncesinde Kapalıçarşı’da hediyelik eşya alırken sorun yaşadık. Kihe bir dükkâna girip ufacık, parmak kadar bir vazo tarzı eşya için adam ile konuşmaya başladı. Onun peşinden Metty de girip eşyanın fiyatını sorunca adam Metty’e “Tamam, yeter, çıkın dışarı!” diye kabaca cevap verdi. Bunun üzerine Metty adama, “Sen bizi dışarı mı atıyorsun? Şikayet ederim seni,” diye çıkıştı. Böyle olunca adam dükkânı arkadaşına bırakıp sıvışıverdi.<br /><br />Ardından Ayasofya, Sultanahmet Camisi, Yerebatan dolaştık. Ancak Yerebatan için olan giriş bileti parası beni çok sinirlendirdi. Zira Türkler için 3 lira isterlerken, yabancılardan 10 lira istiyorlardı. Böylesine bir terbiyesizlik, böylesine pis bir soygun olamaz! Adamların işi gücü soygun, talan olmuş. Millet Maliye Bakanı’na özeniyor resmen. Gezmekten yorulunca civardaki kafe tarzı bir yerde oturduk. Robert yorgunluktan hemen divana kıvrılıp kısaca kestirdi. Kihe de daha önce gezdiği yerlerde çizdiği suluboya eskizlerini bize gösterdi.<br /><br />Otururken bir ara Metty ile Robert türban yasağının kalkması üzerine tartıştılar. Metty bu yasağın kalmasını iyi karşılamıyor, bu işin bir gerileme olduğunu söylüyor, Robert ise buna itiraz ediyordu. Bir ara Robert, “hiçbir memleket geri gitmez,” diye bir söz söyledi. Yani bir memleket durduk yerde 50 veya 100 sene gerilemezdi. Önce itiraz edecek gibi oldum, ama kısıtlı vaktimizi tartışma ile geçirmek istemediğimden bir şey demedim. Robert olanları kendi Avrupa merkezli görüş açısı ile yorumluyordu. Danimarka’da yayınlanan peygamber karikatürleri yüzünden olanlardan bahsettim ve İslâmcıların kendilerinden farklı olan kişilere karşı son derece hoşgörüsüz olduklarını söyledim. Bir şey demedi. Nitekim Londra’da karikatürler yüzünden yapılan gösterilerden haberdardı.<br /><br />Kihe ise olup bitenlere tamamıyla yabancı idi. Türban yasağından bahsederken bana “Türban nedir?” diye sordu. Ben de ona bazı kadınların saçlarını erkeklere gösterirlerse günaha gireceklerine inandıklarını, bu yüzden saçlarını erkeklerden gizlemek için kafalarına uzunca bir örtü taktıklarını, bunun da türban olduğunu söyledim. Ben anlatırken Kihe’nin gözleri şaşkınlıkla açıldı; anladığım kadarıyla saçların erkekler tarafından görülünce günaha girileceği fikri ona bir hayli “fantastik” gelmişti. Biz konu hakkında konuşurken bir şey demedi. Böylesi bir durum ile hayatında ilk defa karşılaştığı aşikârdı.<br /><br />Çarşamba günü Eminönü’nde idik. Metty balık-ekmek yemeyi çok istediğinden, günü orada bulduğumuz bir yerde oturup sohbet ederek geçirdik. Öncesinde Dolmabahçe Sarayı’na gidip Atatürk’ün öldüğü yeri görelim dedik, ancak sarayın her bölümü için ayrı ayrı para, üstelik de en az 10 lira istediklerinden vazgeçtik. Zira bu tam manasıyla bir soygundu! Kabaca 50-60 lira ödememiz gerekiyordu – her yeri vurgunculuk ve kazıkçılık sarmış. Onun yerine kısa bir boğaz turu yaptık. Dönüşte Eminönü’ye gitmek için bindiğimiz vapurda tam karşımızda 20-22 yaşlarında bir genç oturuyordu. Yolculuk boyunca durmadan bize, özellikle de Robert’a baktı. Öyle yan yan ya da göz ucuyla da değil; resmen televizyon seyreder gibi uzun uzun bizi izledi. İnsan bu kadar mı görgüsüz olur!<br /><br />Gezdiğimiz süre boyunca beni en fazla rahatsız eden şey, satıcıların ve dükkân sahiplerinin sürekli peşimizden gelip bizi resmen taciz etmeleriydi. Kapalıçarşı’ya girerken Robert’ı önce kadın zannettiler. İçerde satıcılardan biri de ona “Mr. Cowboy” diye seslendi. Yolda yürürken Metty ile konuşa konuşa önden gidiyorduk, bir ara geri dönüp arkamıza baktığımızda Kihe ile Robert’ın iki ayakkabı boyacısı tarafından köşeye sıkıştırılıp zorla ayakkabılarının boyandığını gördük. Adamlardan biri elini açıp “yardım, yardım,” demeye başladı. İkisini de adamların ellerinden kurtarıp, “sakın yolda böyle şeyler için durmayın, yürüyüp geçin,” diye tembihledim. Eminönü’nde de oturduğumuz yerde garsonlardan biri gene Robert’ı kadın zannetti. Ben de “Yahu adamın neresi kadına benziyor?" diye söylenmeye başladım, zira 1.90 küsur boyu ve yapılı vücudu ile bir insanın sırf saçları uzun diye kadın zannedilmesi mümkün değildi. “Bu halk bu kadar mı ahmaklaştı?” diye düşünmeden edemedim. Metty kadın meselesi yüzünden Robert ile dalga geçmeye başladı, o da sadece gülümsemekle yetindi. Herhalde Türk olsaydı Kapalıçarşı’daki adamları ve garsonu döver, vapurdaki gence de, “Ne bakıyorsun ulan! Açıkta bir şey mi gördün?” diye çıkışırdı. Doğrusu da buydu zaten! Benzeri sorunlar yaşadığımı daha önce de <a href="http://bliyaal.blogspot.com/2007/05/velkam-velkam-kisa-bir-ehir-turu-cuma.html">anlatmıştım</a>.<br /><br />Sonuç itibariyle Metty ile Robert’ı yeniden görmek çok güzel oldu. Ancak karşılamak kolay, ayrılmak zordu. Metty İstanbul’a hayran kaldı, “Burada yaşamak isterdim,” dedi. Ben de, “Sen hele birkaç ay otur, bir de trafik sıkışıklığını gör, bak nasıl da fikrini değiştirirsin,” dedim. Tabii bir de deprem meselesi var. Bir ara depremden bahsederken Robert bana beklenen büyük deprem için ne gibi önlemlerin alındığını sordu. Ben de “Hiç!” dedim. Aslında bu büyük depremden korkmamak, bunu bir fırsat olarak görmek gerekir diye düşünüyorum. Zira deprem olduğunda, bizi rahatsız eden ve vurgunculuktan başka bir şey düşünmeyen bu ayaktakımının yaşadığı uyduruk kıytırık, kötü yapılmış gecekondu tarzı yerleşim yerleri yerle bir olacak. Böylece bu lümpenler de enkaz altında kalıp ayıklanacak; toprak kirden temizlenecek. Sağ kalanları da özel olarak bu iş için kurulacak “lümpen itlaf birlikleri” hâlleder diyorum. Bakınız, memleketin hâlini düşününce yine hayallere, ütopyalara daldım. Hep söylerim, bir diktatör lazım bize, diktatör!<br /><br />* * *<br /><br />Bu arada Goddess-artemis’in önceden haber verdiği mimini de cevaplayayım:<br /><br />Geçmişe gitseydim: <em>(a)</em> 1800’lerin sonlarına doğru Londra’ya gidip yüce adam Hz. Marx’ı görürdüm. Evine gidip ekonomi-politik tartışmak isterdim <em>(b)</em> 1960’ların sonlarında yine Londra’da olmak isterdim. Jimi Hendrix Finsbury Park’da konserler veriyordu. Bir defa gitmek gerekirdi.<br /><br />* * *<br /><br />Alın kardeşim, Mr. Big’in 2001’de çıkan “Actual Size” adlı son albümünden bir parça! 1991’de “Lean Into It” albümleri çıkmıştı, lisedeydim, Türkiye’de çıkar çıkmaz alıp dinledim. Sonra o kadar başarılı, hit çıkaran bir albüm yapamadılar. 2002’de de dağıldılar. Hey gidi günler hey.</div><br /><embed type="application/x-shockwave-flash" src="http://stat.radioblogclub.com/radio.blog/skins/mini/player.swf" allowScriptAccess="always" width="180" height="23" bgcolor="#330000" id="radioblog_player_-1" FlashVars="id=-1&filepath=http://www.radioblogclub.com/listen2?u=18yck5WdvN3Ln9Gbi5ybpRWYy9yMuIjLn9Gbi5ybpRWYy9Cdl5mL5RXauJXZ0VWLl1WauFmL3d3d/Mr.%2520Big%2520-%2520Shine.rbs&colors=body:#330000;border:#F8F8F8;button:#FAFAFA;player_text:#FBFBFB;playlist_text:#999999;" ></embed>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com9tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-29813718793902156952008-02-13T00:03:00.004+02:002008-05-15T03:52:25.973+03:00<div align="justify"><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhH8VH_7Ybei6jZe5GVr59k5FtFSFLV5DDdjbbAtuZV47zWROPBywG5ikMaPbyBLkXbV4qPSAY9I7pjZ6BHoAPXZTTGri0nVIX7ixO_SYZQUwv5NeOBLW_4ZsFjOWnJe5P4vDtD/s1600-h/ads%C4%B1z.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5166236184766271090" style="margin: 0px auto 10px; display: block; cursor: pointer; text-align: center;" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhH8VH_7Ybei6jZe5GVr59k5FtFSFLV5DDdjbbAtuZV47zWROPBywG5ikMaPbyBLkXbV4qPSAY9I7pjZ6BHoAPXZTTGri0nVIX7ixO_SYZQUwv5NeOBLW_4ZsFjOWnJe5P4vDtD/s400/ads%C4%B1z.jpg" border="0" /></a><br /><strong>KARIŞMAK</strong><br /><br />Yukarıdaki resmi Gaykedi gönderdi. Resmi görünce önce “Din elden çoktan gitmiş bile, kahrolsun laiklik!” diye yerimden sıçradım, ama ardından “fotomontaj da olabilir,” diyerek soğukkanlılığımı sağlamayı başardım. Valla, bence resimde olanlar resmen zinaya giriyor – bugün parkta böyle, yarın kim bilir nerede ne yapar bunlar, değil mi? Herife baksanıza, açmış bacakları öyle; kız da üstüne abanmış. Töbe töbee! Oysa İran’da olsaydık, din bekçileri bunları dakikasında tutuklar, sonra da zina yaptılar diye yüzer değnek atardı; belki akılları başlarına gelsin diye işkence bile ederlerdi. Kötü mü? Yılanın başını küçükken ezmek lazım. Evli olsalar şüphesiz taşlanarak öldürülürlerdi. Keşke İran da bizim memlekete sınır ötesi operasyon yapsa diyesi geliyor insanın bunları gördükçe.<br /><br />Peki, bizim Müslüman gençlerimiz niye böyle ahlâksızlıklar yapıyorlar? Çünkü bu memlekette şeytanî bir düzen olan laik rejim var! Bütün fitne fesat işte bu rejimden kaynaklanıyor. Özellikle din işlerinde merkezî otoriter bir denetim olmadığı için, isteyen istediği gibi giyiniyor, isteyen istediği dine inanıyor. Gençler el ele tutuşup sokaklarda geziyor, öpüşüyor, daha da rezili flört ediyor. Millî değerlerimiz ayaklar altına alınıyor. Allah’a şükür AKP geldi de, yavaş yavaş bu düzenin altı oyuluyor. Erdoğan, Gül, Çelik, hatta Unakıtan gibi Müslümanlığından ve ahlâkından kuşku duyulmayan adamlar memleketimizi tedricen İslâmî bir nizama sokacaklar inşallah – amin!<br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhzYvC-l2pnlCOb973LgfUnSgCwI4DX7jCN7N7ZV3jo-umZg5-XOBq1bZLEGNVVSXSahjsbUU4V9jYqkOTfz86yz2lRyY4xmIZHRkoQrDKoDWEKRJpF8-A-j48tAtp7SfMGRx4b/s1600-h/5825233_30f1d3e81195465993_m.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5166236085982023266" style="margin: 0px auto 10px; display: block; cursor: pointer; text-align: center;" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhzYvC-l2pnlCOb973LgfUnSgCwI4DX7jCN7N7ZV3jo-umZg5-XOBq1bZLEGNVVSXSahjsbUU4V9jYqkOTfz86yz2lRyY4xmIZHRkoQrDKoDWEKRJpF8-A-j48tAtp7SfMGRx4b/s400/5825233_30f1d3e81195465993_m.jpg" border="0" /></a><strong>I<br /></strong><br />Şu örtünme meselesinde Atatürk ne demiş diye merak ettim, kütüphaneden bir-iki kitap indirtip karıştırdım. Sonunda zamanında aldığım bir kitapta bir şeylere rastladım (Sadi Borak, "Atatürk’ün Resmî Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri", İstanbul: Kaynak Yayınları, 1997). Bakın, İzmir’de 2 Şubat 1923 günü halka yaptığı 6 saatlik konuşmada Atatürk neler demiş (ilk cümlede konuşmayı not eden kişiden kaynaklanan bir cümle düşüklüğü var):<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Ben sanıyorum ki, bu millete, bu memlekete cümlenizce malum olduğu gibi şuradan buradan gelmiş olan bu kötü âdet – ki ne din, ne ahlâk, ne tabiat bunu kabul eder – ne de Allah emretmiştir. Bu kötü hâlleri Garbin süslü romanlarına süslü bir tarzda geçirenler yine saraylardır. Çünkü saraylar hakikatten yukarıdan aşağıya açık bir kafesle ayrılmış birtakım yaratıklarla dolu idi. Kasabalarda ve şehirlerde ecnebilerin dikkatini çeken önemli manzara ve ifade olunan önemli hâl cümlenizce malumdur ki, daha çok örtünme şekli üzerinde tespit edilmiştir. Bu örtünme şekline bakanlar hüküm veriyorlar ki, kadın evinden başka bir yer görmez ve göremez. Çünkü sokağa çıktığı zaman gözü ve her tarafı kapalı olmaya mahkûmdur. Efendiler, bu örtünme şekli din icabı da değildir. Hatta o kadar değildir ki, meşru da değildir. Din gereği örtünmeyi ifade etmek lazım gelirse, kısaca diyebiliriz ki, kadınların örtünmesi, külfeti mucip olmayacak ve adaba uymayacak şekilde olmamak şartıyla, basit olmalıdır. Bu dediğim ifade ile hâsıl olacak olan örtünme şekli, belki Garp âlemindeki örtünme şeklinden az çok farklı olabilir. Fakat meselenin önemli noktası behemehal uymak da değildir ve böyle bir şey aramaya da mecburiyetimiz yoktur. Yeter ki, örtünme şekli kadını hayattan, faaliyetten ve insanlıktan ayıracak, meşru olmayacak dereceye getirmemiş olsun.</span> (s. 179)<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">(…) kabul etmek lazımdır ki, bundan sonra bu milleti fetva ile, şu veya bu tefsir ile irticaya sevk edecek insanların bu millet içinde yeri yoktur. Vardır, fakat o da ancak zindanlardır. Ben korkusuz, çekinmeksizin kati olarak ifade ediyorum ki, millî egemenliğin değiştirilmesi ve karıştırılması değil, fakat bir kelimesinin, bir noktasının bile şöyle veya böyle olmasını isteyenler benim gözümde en koyu mürtecidir. Ve böyle adamlara karşı yapılacak şey, bunları parça parça etmektir.</span> (s. 185)<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Emin olasınız ki efendiler, bizi, milleti daima kandıranlar, büyük tanıdığımız ve fakat çok küçük olan heriflerdir. (…) orta yerde namustan, şereften, istiklâlden ve hâkimiyetten yüz çevirmeyi gerektiren bir meskenet vardır. Bir alçaklık vardır. Fakat efendiler, bu meskenet ve bu alçaklık, bu necip ve ulvî milletin kalbinde değil, senin kalbinde ve senin habis dimağındadır.</span> (s. 196) </div><br /><p align="justify"><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhawHl6YQIZuGl-KcSjiOvVATNw2gQO8JW21nTgvMMfUJJ_6jPNrawpM7JseGn_Uv_O-UuiL-31QM7v6lsgnzmW2tbbmCT7WeNf4i38JikOsKZvsV_xGsmNXhnSddCB7wlJekzc/s1600-h/Image_Problem.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5166235879823593042" style="margin: 0px auto 10px; display: block; cursor: pointer; text-align: center;" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhawHl6YQIZuGl-KcSjiOvVATNw2gQO8JW21nTgvMMfUJJ_6jPNrawpM7JseGn_Uv_O-UuiL-31QM7v6lsgnzmW2tbbmCT7WeNf4i38JikOsKZvsV_xGsmNXhnSddCB7wlJekzc/s400/Image_Problem.jpg" border="0" /></a><strong>II<br /></strong><br />Geçen defa yazdığım yazıya ismini vermemekte ısrar eden ve tahminimce Amerika’dan yazan bir kişi sürekli yorumlar yapınca, onun dediklerini yalanlayan iki habere link vermiştim. Bu haberlerin yorumlarda kalmaması için linklerini burada yeniden veriyorum. Haberlerden <a href="http://edition.cnn.com/2008/WORLD/meast/02/08/iraq.women/index.html#cnnSTCTexthttp://edition.cnn.com/2008/WORLD/meast/02/08/iraq.women/index.html#cnnSTCText">ilki</a> Irak’taki kadınlara yönelik şiddet eylemleri ile ilgili. Azgelişmiş ve cahil insanların olduğu bir ülkede dinî tahakkümün ne dereceye vardığını gösteren ibretlik bir örnek. İkinci haber de geçen hafta Cuma günü <a href="http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=246858&tarih=08/02/2008">Radikal’de</a> yayınlanmış. Bizdeki üçkağıtçıların din ile ticareti nasıl bir arada götürdüklerini gösteriyor. Yalnız, burada müşteriler küçük çocuklar. Bizim dinciler arada gerçekten çok tiksinç oluyorlar.<br /><br />Bir haber de <a href="http://news.bbc.co.uk/2/hi/europe/7188860.stm">BBC’den</a>. Bakın, yeni Papa Roma’da bir üniversiteyi ziyaret etmek isteyince neler olmuş. Haberi okuyunca keşke bizim üniversitelerde de böyle cesaretli insanlar olsa diyor insan – hele şu türban bildirgesi yalakalığının yapıldığı günlerde. Ancak haberin devamı <a href="http://www.nytimes.com/2008/01/21/world/europe/21vatican.html?_r=1&oref=slogin">var</a>. Üniversitenin davranışı üzerine Papa’nın destekçileri yürüyüş yapmışlar.<br /><br />BBC’den bir <a href="http://news.bbc.co.uk/2/hi/europe/7240481.stm">haber</a> daha. Hatırlarsınız, bir süre önce Danimarka’da peygamber ile ilgili karikatürler yayınlanmış, ardından da kıyamet kopmuştu. Alt tarafı peygambere karikatüristlerin bakış açısını gösteren bir olay, Arap Müslümanların ve arada Türkiye’deki hemcinslerinin düşünce ve ifade özgürlüklerine bakış açısını gösteren bir örneğe dönüşmüştü. Hatta Londra’da ellerinde abuk sabuk sözlerin yazılı olduğu pankartlar taşıyan kişiler yürüyüş bile yapmışlardı. BBC’nin haberine göre, bu karikatüristlerden birine saldırmayı planladığından şüphelenen üç kişi Danimarka’da tutuklanmış. Benim en kızdıklarım işte böyleleri. Kendi ülkelerindeki hoşgörüsüzlük ve nefret ortamını gittikleri yabancı ülkelere de taşıyanlar. Bu hakkı kendilerinde nasıl da görüyorlar, şaşırıyor insan.<br /><br />Irak deyince, yaz ayında aldığım <a href="http://www.samharris.org/">“The End of Faith”</a> adlı kitabında, Sam Harris'in Irak’taki Şiiler için söyledikleri aklıma geldi.<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">What was the first thing the millions of Iraqi Shiites thought to do upon their liberation? Flagellate themselves. Blood poured from their scalps and backs as they walked miles of cratered streets and filth-strewn alleys to converge on the holy city Karbala, home to the tomb of Hussein, the gradson of the prophet. Ask yourself whether this was the best use of their time. Their society was in tatters. Fresh water and electricity was scarce. Their schools and hospitals were being looted. And an occupying army was trying to find reasonable people with whom to collaborate to form a civil society. Self-mortification and chanting should have been rather low on their list of priorities. </span>(s. 149)<br /><br />Olacak şey değil gerçekten. Sivil toplum için de benim de katıldığım şekilde aynen şöyle demiş Harris:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">What constitues a civil society? At minimum, it is a place where ideas, of all kinds, can be criticized without the risk of physical violence. If you live in a land where certain things cannot be said about the king, or about an imaginary being, or about certain books, because such utterances carry the penalty of death, torture, or imprisonment, you do not live in a civil society.</span> (s. 150)<br /><br />Biz de yavaş yavaş tam manasıyla böyle bir toplum olmaya gidiyoruz maalesef.<br /></p><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi_iYJ33JYY42bkabi9KkvxUcFYNbx0L8vk89HjmqfwkXmlHuHp-Gs2dlmq1tZnDKD5rRzBusehjf1iO0mDsK3T4VkMAG3Q_xO3qnfm1O5kbI8U3zam3NObh48qhO0tsievACeh/s1600-h/display.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5166235746679606850" style="margin: 0px auto 10px; display: block; cursor: pointer; text-align: center;" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi_iYJ33JYY42bkabi9KkvxUcFYNbx0L8vk89HjmqfwkXmlHuHp-Gs2dlmq1tZnDKD5rRzBusehjf1iO0mDsK3T4VkMAG3Q_xO3qnfm1O5kbI8U3zam3NObh48qhO0tsievACeh/s400/display.jpg" border="0" /></a> <p align="justify"><strong>III<br /></strong><br />Benim en kızdıklarımdan biri de, bizdeki dincilerin bütün olup bitenler karşısında utanmadan hoşgörüden bahsetmeleri. Dincilerin kullandığı “hoşgörü” lafı aslında sadece bir uydurmacadan ibaret. Dahası, bunların peşinden giden sözde aydınlar da var. Bunlar aydın değiller elbette; sadece iktidardan avanta kapmaya çalışan fırsatçılar. Araya karışan birkaç saftiriği saymaya gerek yok. Bu sözde aydınların kendileri hiçbir şeye inanmadıkları için, her türlü akıl dışı düşünceye karşı kayıtsız kalıyorlar, “başkalarına karışmamalı,” diyorlar. Oysa olması gereken tam tersi; başkalarına kesinlikle karışmalıyız. Başkalarının yanlış düşüncelerine, bize dayatmaya çalıştığı saçma sapan inançlara, bunların çağdışı davranışlarına elbette ki karışmalıyız. Bu “başkalarına karışmamalıyız,” diyenler her nedense küçücük yaştaki kızların konserve kutusu gibi çarşafa sokulmalarına, seçim öncesinde millete rüşvet niyetine bulgur, kömür ve odun dağıtılmasına, din adına işlenen cinayetlere karışmıyorlar. Halbuki bu hoşgörü lafları eden adamların bu olup bitenleri seyretmesi hoşgörü falan değil, düpedüz rezilliktir.<br /><br />İşte o yüzden “o” başkalarına muhakkak karışmak gerekir. Bunların yaptıklarına göz yummak, aslında sadece bu işleri yapanlara cesaret verir. Böylelerine karşı cephe almalı, bunlarla mücadele etmelidir. Bunlara karşı hiç çekinmeden, açık seçik taraf tutmalıdır. Birileri Müslüman ayağına yatıp milleti kandırıyorsa, köktendincilik ve yobazlık yapıyorsa, kadınlara toplumda yer vermeye yanaşmıyorsa, 1400 yıl öncesinin birtakım arkaik uygulamalarını savunuyorsa, kendi dininden olmayanların boğazını kesiyorsa, asıl amacı demokrasiyi bir araç olarak kullanıp demokrasinin kendisini ortadan kaldırmaksa, biz böylelerine neden demokrasi adına hoşgörü gösterelim? Neden karışmayalım? </p><embed type="application/x-shockwave-flash" src="http://stat.radioblogclub.com/radio.blog/skins/mini/player.swf" allowScriptAccess="always" width="180" height="23" bgcolor="#330000" id="radioblog_player_-1" FlashVars="id=-1&filepath=http://www.radioblogclub.com/listen2?u=2wLzRmb192cvc2bsJmLvlGZhJ3LyZmLlVmcm5SbsFWZyNnbpFGdwF2Y/Manowar%2520-%2520Brothers%2520Of%2520Metal.rbs&colors=body:#330000;border:#F9F9F9;button:#F8F8F8;player_text:#F8F8F8;playlist_text:#999999;" ></embed>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com15tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-4249524567477008172008-02-07T17:13:00.000+02:002008-02-07T18:17:52.988+02:00<div align="justify"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5164259093815675634" style="margin: 0px auto 10px; display: block; cursor: pointer; text-align: center;" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgOgNUwDvWPiRA4KPx_SgFZZrUuoRdjSWWv3YmaFUS1Y9q-xaBOhdltFPvxGRirHKde03WGmym73pgox1F7oTG_FiQdqkP1Tg8LkW_W9vmgnBfGIqE_6IlPWlzYz7jidFqPbW93/s400/n585819542_178804_2465.jpg" border="0" /><br /><strong>HİKAYEDEN GERÇEĞE<br /></strong><br />Son birkaç gündür türban meselesini tartışınca aklıma Gani Müjde’nin bir kitabı geldi: “Burası T.ö.rkiye: Peynir Gemisi - 2” (İstanbul: Yılmaz Yayınları, 4. baskı, 1991). 17 sene önce çıktığı için bazı yerleri o günkü “konjonktüre” uygun olarak yazılmış, ama genel olarak güncelliğini kaybetmemiş. Ne de olsa Türkiye’de hiçbir şey değişmez. Sorunlar hâlâ aynı sorunlar, tipler de hâlâ aynı tipler.<br /><br /><strong>I<br /></strong><br />Kitapta türban ile ilgili bir hikayesi vardı Müjde’nin. Karıştırıp buldum. Aşağıya da yazdım. İsmi “Tesettüre Uygun Tıp Fakültesi” (s. 26-8):<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">- Sevgili yavrularım. Cezm-i Âlem Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne hoş geldiniz. Burada size ilm-i tababetin ve kâinatın sırlarını öğreteceğiz. Özellikle kızlarımız için söylüyorum; tıbbiyede çekinmek olmaz. Dileyen başına hiç çekinmeden türban takabilir. Şimdi, bu bir erkek kadavrası oluyor. Paltonun üzerinden kolayca görülebileceği gibi, akciğerler şu bölgede bulunuyor.<br /><br />Mide ise nah şu düğmenin altında.<br /><br />Bu yamanın olduğu yerin tam altında ise karaciğer bulunuyor. Fakat bizim konumuz bu değil; bugün idrar yolları ile ilgili bir çalışma yapacağız.<br /><br />- Avvvv, avvvv …<br /><br />- Hemen celallenmeyin. İdrar yoları ile ilgili çalışma yapacağız dediysek, adamı soyup şeyi üzerinde çalışacağız demedik.<br /><br />Şimdi nazarî olarak meseleyi ele alırsak, şu burunu şey farz edelim …<br /><br />- Pipisi.<br /><br />- Sana sormadık fahişe kılıklı şey! Erkeklerin yanında müsaade almadan konuşmayı sana kim öğretti?<br /><br />- Ama hocam …<br /><br />- Sus, sus! Hocalar götürsün seni. Maden konuşacaktın, niye geldin bizim okula? ODTÜ’ye git, İTÜ’ye git.<br /><br />Ne diyorduk? Burnu pipisi farz ediyorduk, değil mi? Şu burun deliklerinin yer aldığı şişlik kısımları da ne oluyor o hâlde?<br /><br />- Taşşşak …<br /><br />- Kahpe! Sana soran oldu mu? Git şu köşede elli kere gül suyu diye bağır.<br /><br />Şimdi ameliyata geçebiliriz. Hastanın başı kesinlikle kıbleye dönük olmalı.<br /><br />- Ama oksijen maskesi ve yaşam destek cihazı diğer tarafta kalıyor.<br /><br />- Sen gülsuyu demeye devam et.<br /><br />Şimdi burnu hastanın dolmakalemi farz ediyorduk, burun deliklerini de hastanın şeyleri, değil mi?<br /><br />- Benim kafam iyice karıştı hocam.<br /><br />- O zaman benden günah gitti. Kızlar arkanızı dönün. Hastanın şeyini şey edecez.<br /><br />- Biz de bakalım hocam. Bir şey öğrenemiyicez yoksa.<br /><br />- Öğrenip de naapacaksınız karılar? Sizi fahri doktor yapıcaz zaten. Doktor olup da hastanın orasına burasına bakmak bir ehli namus kadınına yakışır mı? Zinaya girer vallah. Ölü de olsa göz zinasına girer. Doktor falan dinlemem. Mesela ben karıma erkek şeyi seyrettirmem kardeşim. Ya adamınki, af buyuuurun, eşek şeyi kadarsa? Sonra mukayese … Filan … Günah işte ulan! …<br /><br />- Kadınlar kime gösterecek peki hocam?<br /><br />- Kadınlar kadın doktora gösterebilir ancak.<br /><br />- Ya doktor lezbiyense?<br /><br />- Sen sus zilli! Ne dedi bu?<br /><br />- Yani sevicilik hocam. Yani kadın kadına … Duymadınız mı hiç?<br /><br />- Bunları öğrenmek iş değil. Bizim işimiz millî şeylerin ışığında vatanına, dinine, imanına faydalı tabip yetiştirmek.<br /><br />- Ama hocam, Hipokrat yemini edicez sonuçta. Bakmazsak olmaz.<br /><br />- Kim demiş? Hipokrat kim oluyor yahu? Allah’ın yemini dururken Hipokrat’ın yemini kaç para eder? Bak, ben size bir yemin metni hazırladım bile. Bundan kelli böyle yemin edeceksiniz.<br /><br />“Karşı cinsten olan hastalarıma el sürersem;<br />“Yanında eri olmayan hastalarıma derece sokarsam;<br />“Allah beni çarpsın, ağzımı burnumu ters döndürsün, zürriyetimi kurutsun.”<br /><br />- Peki, ya kaba etine iğne yapmak lazım gelirse?<br /><br />- İğne olmaz. Hastayı uyutmak istiyorsanız benim çoraplarımı koklatın.<br /><br />- Peki, açık kalp ameliyatında ne yapacağız?<br /><br />- Haa, şimdi bakınız, kalp ameliyatları uzun sürer. Sabah namazı ile öğle namazı arasında bismillah denilip hastanın içine girilir. Sonra ne yapılır?<br /><br />- Kalbe inilir.<br /><br />- Hayır, kâfir! Öğle namazına gidilir. İkindiden sonra ameliyata girilir. Yatsıya kadar hasta iyileşmezse “Allah verdi, Allah aldı,” denilir.<br /><br />Eveeet, şimdi gelelim bu kadavra üzerindeki tetkiklerimize. Kadavranın donu var, değil mi?<br /><br />- Evet hocam.<br /><br />- Bakalım … Aman yarabbi, bu don da ne böyle? Üzerinde dil resmi var. Kenarında da çıngırak.<br /><br />- Bu donlar yeni moda hocam.<br /><br />- Çabuk çıkartın şu donu. Kızlar türbanlarınızı ters çevirin. Rezalet bu, rezalet! Ahhh … Ahhh kalbim …<br /><br />- Hocam! Hocam kendinize geliniz. Hoca hastalandı, çabuk tedavi edelim.<br /><br />- Çekilin yanımdan! Dokunmayın bana! Ben canımı sokakta bulmadım. Elini süreni yakarım. Houston’a gidip ameliyat olmam lazım.<br /><br />Beni De Bakey’e emanet ediniz.<br /></span><br />Hikaye deyip geçmeyin, başörtüsüne serbest kalacak ya üniversitelerde, yakında duymaya başlarız böyle olayları. Bakalım bunlar olduğunda “başörtüsü savaşçısı” liberal geçinen dümbelekler ne diyecekler? Emin olun, sus pus olacaklardır. İşlerine gelmediğinde hamamböceği gibi saklanmasını iyi bilir bunlar.<br /><br /><strong>II<br /></strong><br />Kitapta bir tane de şeriat hikayesine rastladım. Onun adı da “Anan Öle Cemiiil … Baban Öle Cemiiil … Yetim Kalasın Cemiiil … ” (s. 10-2):<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">- Şeriatta çareler tükenmez Behlül.<br /><br />Bu makama geçene kadar benim nerelerim çatladı, bir bilsen.<br /><br />Onun için vazifeyi eksiksiz yapmak icap eder.<br /><br />- Fakat söylediğiniz her söz acayip tepki çekiyor efendim. Biraz dikkat etseniz diyorum. Feministler dün de zurna çalarak sizi protesto etmişler.<br /><br />- Etsinler Behlül. Yakalayın, zurnalarını alın ve fahişe vesikası bağlayın hepsine.<br /><br />- Onların vesikası var zaten. Fahişeye tecavüz edene ceza indirimi yapılmıştı ya, işte o zaman hepsi vesika almıştı.<br /><br />- O zaman vesikalarını dört yıldızlı yapın. Uluslararası master card …<br /><br />- Aile müsteşarlığı meselesi yüzünden de kocalarını boşamışlardı.<br /><br />- Ohooo, bütün mermilerini atmışlar yahu. Durun bakalım, daha sırada “Anaya Babaya Saygı Müsteşarlığı”, “Saçı Uzun Aklı Kısa Genel Müdürlüğü”, “Kadın Sığınma Evlerini Osurukla Yıkanlar Daire Başkanlığı”, "Elinin Hamuru İle Erkek İşlerine Karışma Bölge Müdürlüğü” var. Acele etmişler valla …<br /><br />- Bu fahişe meselesine beyefendi de çok bozulmuş. “Benim kızım iki kere flört ederek evlendi, ne diyor bu adam yahu!” diye sinirlenip Mehmet’in eline cetvelle iki kere vurmuş.<br /><br />- Olsun. Şeriatta çareler tükenmez. Daha neler yapıcam neler. Ben muhterem Türk ailesini kurda kuşa yem etmem Behlül. Kelaynakları, Karetta Karetta tosbağalarını koruyoruz da, Türk ailesini neden koruma altına almıyoruz? Mesela şu kız-erkek meselesine kesin bir çözüm getirmeyi düşünüyorum. Artık parklarda, bahçelerde öpüşüp koklaşmak yok. Ormanlık alanlara, Yıldız Parkı’na, Emirgan ve Arif Paşa Korusu’na korucular yerleştirelim. Ayrıca Park ve Bahçeler Müdürlüğü’ne bağlı özel timler, ağaç, kütük ve saksağan kılığına girerek 24 saat park ve bahçeler civarında devriye görevi yapsınlar. Ayrıca flört ve fuhuş meselesine karşı Genelkurmay’a bağlı “Kontra-Bakire Örgütü” kurulsun.<br /><br />- Bekâret meselesi ile baş etmek zor efendim. Kadınlar artık diktiriyorlar.<br /><br />- Neee? Diktiriyorlar mı? O zaman piyasadan bütün iplik çeşitlerini toplayalım ve iplik satışını karneye bağlayalım.<br /><br />- Peki efendim.<br /><br />- Bitmediii … Deniz kenarındaki bankları da artık kaldırıyoruz. Zaten hepsinin üzerinde haram faiz dağıtan bankaların reklamı var. O da yetmiyormuş gibi, gençler bu bankların üzerinde aşna fişne yapıyorlar.<br /><br />- Bunu niye yapıyoruz efendim? Bu banklarda en fazla yan yana oturabilirler. Ne çıkar ki bundan?<br /><br />- Höst, rezil! Yan yana otururlarsa ne olur var mı? Ya herifinki çengel gibiyse? Yani soru işareti gibi olanı da vardır elbet. O zaman yandan çarklı olmaz mı? Herkesin şeysi seninki gibi nokta şeklinde değildir herhalde. Ünlem şeklinde olanı var, virgül şeklinde olanı vaaar, iki nokta üst üste olanı vaaar …<br /><br />- Haklısınız, düşünemedim. Hatta meseleyi toptan çözmek için cumartesi ve pazar günleri sokağa çıkma yasağı ilan edelim, olsun bitsin.<br /><br />- Doğru ya. Şeriatta çareler tükenmez demedim mi? Sonra sinemalara da bir çekidüzen verelim. Karanlıkta kimin ne yaptığı belli değil. Bundan böyle filmleri aydınlıkta oynatsınlar.<br /><br />- Yer göstericiler de sinema seyredenleri videoya kaydedip, kimin ne yaptığını incelerler.<br /><br />- Sonraaa, polis sokaklarda kimlik kontrolü ile birlikte kızlık kontrolü de yapsın.<br /><br />Evlilik cüzdanı gösteremeyen defolu kızlar vesikaya bağlansın.<br /><br />- Ya kadın dulsa, yani boşanmışsa?<br /><br />- Efendim? Ne demek boşanma?<br /><br />- Yani talak-ı selasiye ile, üç kere boş ol, boş ol, boş ol …<br /><br />- O zaten fahişedir oğlum. Boş olan kadına bir saniye bile geçirmeden hemen vesika bağlamak lazımdır.<br /><br />Haaa, şunu da unutmadan kanun teklifi olarak verelim.<br /><br />Resmî dairelerde yapılacak işlemlerde kadınlardan ikâmet kağıdı, fotoğraf ve kızlık raporu istensin.<br /><br />Pasaport mu alacan, kızlık raporuuu …<br /><br />Nüfus kağıdını mı kaybettin, kızlık raporuuu …<br /><br />Ameliyat mı olacaaan, kızlık raporuuu …<br /><br />Kızlık raporu mu istiyon, kızlık raporuuu …<br /><br />- Münasiptir efendim. Başka vesikalanacak kimse var mı?<br /><br />- Var tabii. Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun’u da yakalayın. Aslı’ya, Şirin’e ve Leyla’ya birer vesika çıkartın.<br /><br />- Başka?<br /><br />- Yeter bu kadar. Hadi yürü, kız lisesi dağılıyor. Tetkik ve incelemelerde bulunalım.<br /></span><br />Aslında bu hikaye tam manasıyla uydurma sayılmaz. Hatırlayın, birkaç sene önce AKP meclisten “zina yasası” geçirmeye kalkışmıştı. O zaman bunları savunan tipler hiç gıklarını çıkardı mı? Çıkardıysa kaç tanesi çıkardı? Türban bildirgesine imza atanlar neredeydi? O zaman özgürlük yok muydu? Emin olun, o türban bildirgesi bir yalakalık belgesidir.<br /><br /><strong>III<br /></strong><br />Son olarak Muzaffer İzgü’nün bir hikayesinden kısa bir alıntı yaparak bitirelim (Milliyetçilik Bozgunculuğu, “Orta Direği Yıkan Ayı”, Ankara: Bilgi Yayınevi, 3. baskı, 1985):<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Her gittiği yerden kovulmuş. Bizim oturduğumuz kahveden de kovuldu. Kovulur elbette. Şunun şuracığında yeşil yeşil paralar dururken, hizmetçilik, odacılık, kapıcılık, uşaklık, orospuluk, pezevenklik dururken, şu elmalı şekercinin oğlu bücür Pedro’ya da bak, neler söylüyor? Salt kovulmamalı kahvelerden, evlerden. Bununla kalmamalı, ceza da almalı.</span> (s. 29)<br /><br />Birtakım tipler desteklesinler bunları bakalım. Zamanı gelince onları da kovacaklar.<br /><p align="justify"><br /><object height="80" width="300"><param name="movie" value="http://media.imeem.com/m/Z-spw76fpN/aus=false/"><param name="wmode" value="transparent"><embed src="http://media.imeem.com/m/Z-spw76fpN/aus=false/" type="application/x-shockwave-flash" wmode="transparent" height="80" width="300"></embed></object></p></div>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com13tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-51413050176668400422008-02-02T19:40:00.000+02:002008-02-02T21:29:34.037+02:00<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh5QWShSm2Kpv2NdPNdc_CTTPI0zUCJgY43QV236gXKOcjDyWuT3y2fnUSWlALMqTf4zdyWezJmZoEt7nhSlQBjOUdGcom3HkrVbVjtz3dH467KMvDeY56-982TiO0jUFViUd09/s1600-h/n576045913_208040_6421.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5162444818025466594" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; CURSOR: hand; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh5QWShSm2Kpv2NdPNdc_CTTPI0zUCJgY43QV236gXKOcjDyWuT3y2fnUSWlALMqTf4zdyWezJmZoEt7nhSlQBjOUdGcom3HkrVbVjtz3dH467KMvDeY56-982TiO0jUFViUd09/s400/n576045913_208040_6421.jpg" border="0" /></a><br /><div align="justify"><strong>İSLÂMCI KAFASI</strong><br /><br />Geçtiğimiz hafta Tayyip Erdoğan Batı’nın ahlâksızlığını aldık diye saçma sapan bir laf etti. Gerçi bu lafı etmesi Erdoğan gibi kara cahil bir insan için sıradan bir olay sayılabilir. Nitekim Erdoğan kimi zaman kabalığından, yani incelik nedir bilmediğinden, kimi zaman da AKP’ye oy veren yobazlara “biz değişmedik,” mesajları vermek istediğinden, böyle abuk sabuk sözler edebiliyor. Bir nevi tribünlere oynuyor. Ancak iş o kadar basit değil, zira bu laf aslında onun gibilerin ve AKP’ye oy verenlerin kendileri dışında kalan insanlara, kendileri dışındaki dünyaya nasıl baktıklarını gösteriyor.<br /><br /><strong>I<br /></strong><br />Bu meseleyi biraz açmak için öncelikle bunların kendileri dışındakileri nasıl gördüklerini gösteren bir örnek vereceğim. Bir süreden beri Hürriyet gazetesinde Özdemir İnce, <a href="http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=8122516&yazarid=72">İmam Gazalî</a>’den ve <a href="http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/8152326.asp?yazarid=72">Kuran’ın</a> yanlış tercümelerinden <a href="http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=8145674&yazarid=72">bahsediyor</a>. İnce Gazali’den bahsedince, aklıma Gazali’nin bende olan bir kitabı geldi ("İslâm Ahlâkı", Çev. Âkif Nuri Karcıoğlu, İstanbul: Huzur Yayınevi, 1991). Kitap ilk olarak 1969 yılında yayınlanmış. Bakın kitabın çevirmeni yazdığı önsözde ne diyor:<br /><br /><span style="color:#000099;">Nedir şu caddelerde sürünen kadın kılıklı sözde erkekler? Nedir o insanlıktan ayrılmış et külçesi kız bozuntuları?<br /><br />Bunlar hangi neslin ahfadı? Doksan yaşındaki dedeyi otuz yaşındaki toruna, dokuz yaşındaki torunu da doksan yaşındaki nineye iğrenç nazarlarla baktıran ve baktırtan bir sistemin yetiştirdiği nesli ta kendisi. Başka değil. Meselenin vehameti işte buradan geliyor. Ahlâkî çöküntüyü hazırlayan amillerin başında çürük bir sistemin hegemonyasının bulunması ve bizzat sempatizanları tarafından ahlâksızlığın revaçlandırılması geliyor.<br /><br />Bir gün gelir de ahlâkî buhranımızın müsebbiplerini yargılayan bir mahkeme kurulacak olursa, ilk önce o sistemin sorumlularını darağacına çekecektir. (…) Yarının Türkiye’sini kuracak nesil, bu projektörlerin ışığı altında her yönden mücehhez olarak yetiştirilecek olan nesildir. İşte biz bu nesli bekliyoruz. Ve bu neslin ilk mayası tutmak üzeredir. (…) Allah’ım sen bize bu nesli çok görme!</span> (s. 7-8)<br /><br />Gördünüz mü, işbaşına gelirlerse birtakım kişileri darağacına çekeceklermiş. Gerçi bunlar 1969’da yazılmış, ama bugün geçerli olmadıklarını kim iddia edebilir? Bu zihniyet o zamandan bu yana bir gelişme kat etti mi?<br /><br /><strong>II<br /></strong><br />Ancak İslâmcıların bu kafaca geri kalmışlığı kimi zaman kendi içlerinde de eleştirilere neden oluyor. Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Ali Murat Güven sonunda dayanamayıp, Said-i Nursî’nin sinemaya gittiğini anlattığı bir <a href="http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/?t=26.01.2007&y=AliMuratGuven">yazısında</a> şunları yazmış:</div><div align="justify"><br /><span style="color:#000099;">Ortalık parayı erken bulmuş, ama kendisine ceketiyle uygun renkte bir kravat almaktan aciz, ayakkabısına en son boyayı altı ay önce sürmüş, soba borusu gibi pantolonlarla dolaşan bir sürü sözümona “mütedeyyin kıro”dan, “İslâmcı berduş”tan geçilmiyor. Sanata, bilime, estetiğe, kaliteli yazı ve hitabete, kişisel hijyene bütünüyle ilgisiz, tek derdi “cukka yapmak” olan bir sürü adam ve kadın. Yiyemeden göçüp gideceği yastık altı paracıklarından bir dirhemini, hayat yolunun henüz başlarındaki gencecik bir şaire, yazara, ressama, sinemacıya ya da evlenmek için çırpınan birine ver deseniz, on dakika boyunca kalbi sıkışan tiplerdir bunlar. Tıpkı, geçtiğimiz hafta Hilâl TV kısa film yarışmasında ödül kazanan gençleri desteklemek için kendilerinden bir kaç bin lira sponsorluk desteği istediğimizde elleri ayakları birbirine dolaşan o “muhafazakâr” bankanın yöneticisi ya da İstanbul'un kocaman bir ilçesinin “muhafazakâr” belediye başkanı gibi… (Bu yazıda yeri yok diye daha fazla açmıyorum; ama hiç merak etmesinler, hepsinin tek tek canına okuyacağım.)</span></div><div align="justify"><br /><span style="color:#000099;">Sizi, dünyadan ve infaktan bihaber “köylüler” sizi…</span></div><div align="justify"><br /><span style="color:#000099;">Bu rezil durum, bizim ümmet olarak 1000 küsur yılda “Medine kentliliği”nden “Kerbela bedevîliği”ne gerileyişimizin de yürek sızlatan öyküsü aslında...</span></div><div align="justify"><br /><span style="color:#000099;">O yüzden, hâlâ bilimi ve sanatı cömertçe destekleyen, sponsorluk bilinci yerli yerine oturmuş bir “muhafazakâr burjuvazi” sınıfımız yok bizim; o yüzden en alçakgönüllü bir kültürel etkinlikte bile oturacağımız sandalyeyi bize temin edecek üç kuruşluk bir sponsor bulamıyoruz. O yüzden, bazılarının izleme gereğini bile duymadan yerden yere vurduğu “Takvâ” filminde tasvir edilen atmosfer her karesiyle gerçekleri anlatıyor. Para, makam ve kadın üçlüsü bu cepheyi darmadağın etti.</span></div><div align="justify"><br /><span style="color:#000099;">Hayata bir daha gelecek olsam, Üstadıyla Kur'an üzerine tartışıp Ayasofya'da namaz kıldıktan sonra onunla birlikte sinemaya giden Molla Süleyman olmak isterdim. Çünkü bugünün İslâmcılığı, daha doğrusu üzerine türbe yeşili kırışık bir gömlek giymiş olan “taşralı İslâmcılığı” beni artık iyiden iyiye boğuyor.</span> </div><div align="justify"><br /><strong>III<br /></strong><br />Şimdi bunların ne durumda olduklarına bir üniversite hocasının yazdıklarından örnek verelim. Zamanında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanı olarak görev yapmış olan Hüseyin Atay kitabında bu İslâmcıları şöyle tarif ediyor ("Kuran’a Göre Araştırmalar", Cilt 5, Ankara: kendi basımı, 1995):<br /><br /><span style="color:#000099;">İki asırdan beri teknikte ve modern ilimlerde kalkınamamamızın sebeplerini din ve ilim, diğer bir deyişle din ilmi zihniyetinde bulmak istiyorum. 17. asırda çöküşe geçen din ve din ilmi zihniyeti öyle etkili bir şekilde sürüyor ki, sadece iki kutup insanın değil, bütün vatandaşların hareketlerinde, davranış ve fiillerinde açıkça ortaya çıkıyor.<br /><br />Bu zihniyetin mahiyetini ve amacını iyi teşhis edip belirlemek bir zorunluluk olarak ortada durmaktadır. Bu hususta belirli nitelikleri tespit etmeye çalışalım:<br /><br />a) Çok düşük seviyede taklitçidir. Taklitte bile maharet göstermeyi önemsemez. Doğu ve Batı taklitçileri aynıdır.<br /><br />b) İnsana değer vermez. İnsanı köle gibi kullanmaya çalışır. Onun kendisinin yaşadığı hayat tarzının altında bir yaşam sürmesini ister ve her an kendisine muhtaç olmasına dikkat eder. Bu hususta Doğucular ve Batıcılar arasında fark yoktur.<br /><br />c) Şahsiyet düşmanıdırlar, her sahada bilgiçlik taslarlar ve ukalalık ederler. Başkalarının fazla bilmesine tahammül edemezler, şahsiyetleri incinir.<br /><br />d) Muhaliflerine azılı düşman muamelesi yapar ve hayat hakkı tanımazlar.<br /><br />e) Bildikleri şeyleri kaset gibi tekrarlayıp durular. İlmi överler, ama ilim adamına düşmanlık yaparlar.<br /><br />f) Sözlerinde durmaz ve verdikleri sözleri yerine getirmezler. Sözleri ile işleri çelişiktir.<br /><br />g) Menfaatlerine göre ahlâklarını, hareket ve davranışlarını ayarlarlar.<br /><br />h) Kabahatleri hep başkalarına atarlar, beceriksizliklerini hep muhaliflerine yüklerler.<br /><br />ı) Dinin, milletin, devletin menfaatlerini kendi menfaatleri içinde görürler. Kendilerine ne kadar çok şahsî fayda sağlayacaklarsa, devlet işine o kadar önem verirler.<br /><br />j) Bunların dindarlıklarına da, dinsizliklerine de güvenilmez.</span> (s. 33-4)<br /><br /><strong>IV<br /></strong><br />Son olarak, bunların Batı’ya bakış açıları hakkında kısa bir alıntı yapalım (Tanıl Bora, “Milliyetçi-Muhafazakâr ve İslâmcı Düşünüşte Negatif Batı İmgesi”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce: Modernleşme ve Batıcılık, Cilt 3, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002):<br /><br /><span style="color:#000099;">Batı-karşıtlığı, Milliyetçi-Muhafazakâr söylemde, Batı’nın doğrudan doğruya bir tehdit olarak algılanmasında yatar. Rasyonel ya da pragmatist adımlarla değiştirilemeyecek kadar fundamental, varoluşsal bir tehdit sayılır bu; konjonktürel değil, süreğendir. Batı, Müslümanlığa-Türklüğe fıtraten düşmandır. Öncelikle, Batı esas itibariyle Hıristiyan olduğu için böyledir bu. Hıristiyanlığın politik kültürü yahut popüler adıyla Haçlı zihniyeti, zaten İslâmla özdeşleştirdiği Türkleri, Müslümanlığı yok etmeye dönük azamî hedeflerinin önünde en güçlü direnme olarak görmektedir. Sadece emperyalizm değil, modern uygarlığın yayılma dinamiği de, bu tarihsel husumet dinamiğinde yorumlanmalıdır, buna göre. Garplılaşmayı Haçlılığın devamı olarak görmek, bu noktada zor olmayacaktır. (…)<br /><br />Batılı kültür emperyalizminin yaptığı tahribatın, halkı millî/öz değerlere duyarsızlaştırmasıyla ve yabancı kültür unsurlarını şırınga etmesiyle gerçekleştirdiği düşünülür. Milliyetçi-Muhafazakâr fundamentalizmde yabancı kültür, bizatihi yabancı oluşuyla yanlıştır/zararlıdır. Hususen tanımlanmasına gerek olmadığı varsayıldığı içindir ki, bu kötülüğün/zararlılığın içeriğine ilişkin betimlemeler sınırlıdır. Bu vulger betimlemelerde Batı kültür istilasının esası, her türlü maneviyatı ayaklar altına alan maddeciliğin ve ahlâksızlığın yayılmasıdır.</span> (s. 254-5)<br /><br /><strong>V<br /></strong><br />Peki, İslâmcıların bu bakışlarının kaynağı nedir? Niye böyle saplanıp kalmışlardır?<br /><br />İslâmcılar gerçek “doğrunun” kendilerinde olduğunu, diğer felsefî akımların, ideolojilerin ya da dinlerin kendilerine ait doğrularının tamamıyla yanlış olduğunu düşünürler. Kendi doğrularından o kadar emindirler ki, bunu başkalarına bildirmenin ve topluma bu “doğru” doğrultusunda müdahale edip yön vermenin bir ödev, bir hak olduğuna inanırlar. Evrensel olduğuna inandıkları doğrularını topluma dayatmakta ve toplumu o yönde değiştirmekte bağnazcasına ısrarlıdırlar. Zihinlerindeki “doğru toplum” projesine öyle inanırlar ki, içinde yaşadıkları toplumun ve hatta çağın koşullarının bu proje ile bağdaşıp bağdaşmadığını düşünme zahmetine katlanmazlar bile. Bu koşulları anlamak ve ona göre çözüm önerileri üretmek yerine, zihinlerinde biçtikleri elbiseyi topluma giydirmeye çalışırlar. Bunda da körü körüne kararlıdırlar.<br /><br />Ancak elbise topluma uymaz; uymadıkça da bunlar hüsrana uğrarlar, öfkelenirler. Elbiseyi, kendi cahilliklerini, zihinsel geri kalmışlıklarını değil, toplumu suçlarlar. Onun içinde kendilerini engelleyen düşmanlar ararlar. Böyle yaparak toplumu ikiye bölerler – “biz (inananlar, Müslümanlar) ve bizim dışımızdakiler (laikler, günahkârlar).” Böylece onların doğrularına uygun olarak yaşamayan insanları “ötekileştirirler.” Tek doğrunun kendi doğruları olduğunda ısrar ettikleri ve diğerlerinin yanlış yolda olduğunu düşündükleri için, kendilerinden farklı olan kişileri asla anlamaya çalışmazlar. Anlamadıkça da bu insanlara giderek yabancılaşırlar ve sonunda onlara düşman kesilirler.<br /><br />Toplumun kendileri dışında kalan üyelerini bu şekilde düşman olarak gördükleri için, hem devleti hem de toplumu fethedilecek bir ülke, içeriden ele geçirilecek bir kale gibi görürler. Bunların önderleri, kendilerine bağlı cahil kitlelere devleti ve onun kurumlarını ele geçirmeleri için taktikler verir. Amaçları, bu kurumları denetimlerine alıp kendi “doğrularını” topluma tepeden dayatmak ve bu sayede kendileri dışında kalanların yaşam alanlarını ortadan kaldırmaktır. Üstelik bunlar bu yolda kendilerine yardım edecek sahtekârları, satılmışları, hainleri ve saf aptalları bulmakta hiç de zorlanmazlar.<br /><br />Ama devleti ele geçirmekle her şey bitmez. Yıllar boyunca kıyıda köşede, yeraltında yaşamış olmanın verdiği eziklik, ele geçirdikleri iktidarın gücü ile birleştiğinde başları dönmeye başlar. Bunların her biri, her grubu bu güçten pay ister; bunu aldıkça da ellerindeki ile yetinmez, hep daha fazlasını isterler. Açlık açlığı doğurur. Sonunda birbirleri ile çatışmaya başlarlar. Böyle çatıştıkça da hem devleti hem de toplumu güçsüz düşürürler, onu karmaşaya sürüklerler. Sonuç her açıdan bir hüsrandır.<br /><br /><strong>VI<br /></strong><br />14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti seçimleri kazanıp iktidara geldiğinde, bundan güç alan gericiler Cumhuriyet’in ilk yıllarında sinip saklandıkları kovuklardan çıkıp yeniden ortalıkta dolanmaya başlamışlardı. İşte bugün başımıza musallat olan tipler o zamandan itibaren yavaş yavaş palazlanmaya başladılar. DP gittikten sonra Demirel, 12 Eylül’den sonra Evren ve Özal, 90’larda Çiller ve Yılmaz bunlara hep arka çıktı. Şimdi hiçbirinin esamesi okunmuyor. Ama onların besledikleri tipler hâlâ buradalar.<br /><br />DP’nin tek başına iktidarı elinde tuttuğu dönemde, Adnan Menderes güçten başı dönmüş hâlde DP’li milletvekillerine, “odunu aday göstersem seçilir,” diyordu. Ne yazık ki, sonu darağacında bitti. Yine de sormadan edemiyorum, sakın Menderes’in bahsettiği o “odun” son iki seçimdir meclise giriyor olmasın?<br /><br />* * *<br /><br />Bu gönderi ile birlikte 2006 Ekim’inden bu yana 100 gönderi olmuş. O yüzden bir video koyayım dedim. Kansas’ın 1976 tarihli “Leftoverture” adlı albümünden “Carry On Wayward Son” parçasının aynı tarihli klibi. Yieyytt!</div><br /><object height="355" width="425"><param name="movie" value="http://www.youtube.com/v/CB17uWuBrL0&rel=1"><param name="wmode" value="transparent"><embed src="http://www.youtube.com/v/CB17uWuBrL0&rel=1" type="application/x-shockwave-flash" wmode="transparent" width="425" height="355"></embed></object>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com26tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-46195847846513430832008-01-29T17:47:00.000+02:002008-01-30T16:36:38.421+02:00<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjjHdzCtY6Yy9IAR7og4CLxT3uNlFp8JuGg9vVQ3pYmyuvIbiB5R9jeKDFMu8syArsyQ1VcrM9uFruOys8NW5Zkc6EPlOPWNTBStC8iu8vaLydad9c4UoMvtp_pX_yl1kC_spWo/s1600-h/n603629861_180885_6260.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5160926224963783378" style="margin: 0px auto 10px; display: block; text-align: center;" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjjHdzCtY6Yy9IAR7og4CLxT3uNlFp8JuGg9vVQ3pYmyuvIbiB5R9jeKDFMu8syArsyQ1VcrM9uFruOys8NW5Zkc6EPlOPWNTBStC8iu8vaLydad9c4UoMvtp_pX_yl1kC_spWo/s400/n603629861_180885_6260.jpg" border="0" /></a><br /><div align="justify"><strong>BAŞÖRTÜSÜ ÇILGINLIĞI</strong><br /><br />Bu pazar günü Cumhuriyet gazetesinde Selçuk Üniversitesi hocalarından İslâm felsefecisi Doç. Dr. Şahin Filiz ile yapılan bir röportaj yayınlandı. Filiz röportajda özellikle başörtüsünün ortaya çıkışı ve bunu takanların düşünceleri hakkında önemli şeyler söylüyor. Hele Yeni Şafak gazetesi yazarı Hayrettin Karaman’dan yaptığı bir alıntı var ki, tam manasıyla evlere şenlik. Karaman kendisi gibilerin aslında ne istediğini açık açık söylemiş. Anayasa vasıtasıyla başörtüsünün serbest bırakılmaya çalışıldığı bir ortamda, Filiz’in başörtüsü takan kızların bunu takış nedeni hakkında söyledikleri ise oldukça ibretlik. O yüzden röportajdan önemli gördüğüm kısımları aşağıda alıntıladım.<br /><br /><strong>I<br /></strong><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);"><strong>Siyasal ideoloji olarak İslâm’ın siyasî yelpazede yeri neresidir?<br /></strong><br />İslâm dini gerçekten siyasallaştıysa yeri dinsel oligarşidir. Bu oligarşi de tarikattan tarikata, cemaatten cemaate devredilen bir otorite olarak karşımıza çıkar. Bir yerde cemaatlerin ve tarikatların oligarşisi hâline gelir.<br /><br /></span><span style="color: rgb(0, 0, 153);"><strong>Türkiye’de olduğu gibi mi?<br /></strong><br />Tabii. Zamanla bu oligarşiler o kadar çoğalır ki, bunlar kendi içlerinde bir iktidar ve nüfuz savaşına girerler. Kendilerinin dışında addettikleri, ötekileştirdikleri kişiler, gruplar ve içinde bulundukları topluma karşı mücadeleye girişirler. Bu mücadelede hem birbirlerine hem de bulundukları devlete, cumhuriyete karşıdır. Her iki durumda da siyasal İslâm tahakkümcü, baskıcı, belirleyici, biçimleyici ve geriye dönüşü temsil eden bir siyasal erk hâline gelir. Siyasal İslâm’ın taşıyıcıları cemaatler ve tarikatlardır. Cemaatler ve tarikatlar bunu birdenbire yapmazlar.<br /><br /></span><span style="color: rgb(0, 0, 153);"><strong>Yavaş yavaş gündeme getirdikleri türban konusu gibi mi?<br /></strong><br />Evet. Türban 1970’lerde farz kılınmıştır. Çünkü Türkiye’deki ithal dinsel telakkiler, anlayışlar, 1970’ten itibaren Ortadoğu’daki İslâmcı ve Arapçı milliyetçi hareketlerin kitaplarının Arapçadan tercüme edilmesiyle Türkiye’ye girmiştir. Bazı semboller dinle özdeşleşerek Türkiye’ye geldi. Dolayısıyla biz dini de Araplardan öğrendik. Eğitimi ve öğretimi de onlardan aldık.<br /><br /></span><span style="color: rgb(0, 0, 153);"><strong>Bu mesele neden 1970’ten başlayarak Türkiye’ye girdi? 1970 tarihinin belirleyiciliği nedir?<br /></strong><br />Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, 1970’li yıllarda Güney Lübnan’daki Şiilerle oraya yerleşen Filistinliler arasında huzursuzluklar çıktı. Filistinlilerin kadınlarını rahatsız ettikleri gerekçesiyle Şii lider Musa Sadr bir başörtüsü modeli yarattı. Bu bir üniforma biçimiydi. Daha sonra bu Türkiye’ye türban olarak geldi. (…) Arap dilinin dini öğrenme ve yaşamanın bir yolu olduğuna ilişkin propagandanın yoğunlaşmasıyla Türkiye’de Araplara göre bir din, dünya ve devlet anlayışı hâkim olmaya başladı. O tarihten bu yana da yoğunlaşarak devam eden mikro Arap milliyetçi düşüncesine odaklanan bir din anlayışı doğdu. Zaten çarpışma da bundan kaynaklanıyor.<br /><br />(…)<br /><br /></span><span style="color: rgb(0, 0, 153);"><strong>Türbana geri dönersek, Kuran’da Nur Suresi’nin 30. ve 31 ayetlerinde kadınların başlarını örtmelerinin kesinlikle farz olmadığı ortaya çıktı. Ayetlerde sadece kadınların cinsel organlarını ve göğüslerini örtmeleri gerektiği tavsiye ediliyor. O zaman “Kuran’da farz” diye kadınlara bu dayatma nasıl yapılabiliyor?<br /></strong><br />Baş örtmeye Nur Suresi’nin 30. ve 31. ayetleriyle, Ahzab Suresi’nin 59. ayeti sürekli kanıt olarak gösteriliyor. Ancak bunlar kesinlikle başörtüsüyle ilgili değildir. Çünkü bu ayetlerde baş ve saç sözcükleri geçmez.<br /><br />Bu kadar önemli, bu kadar vurgulanan bir emir olsaydı, saç ve baş sözcüklerinin geçmesi gerekirdi. Oysa böyle bir şey yok. Sizin de söylediğiniz gibi, Kuran’a göre asıl örtülmesi gereken göğüs kısmı ve cinsel organlardır. O dönem giyim kuşam kültürü yeni yeni yerleşen Araplara bu da normal bir tavsiyedir. Öbür yanda Araf Suresi 20. ve 22. ayetlerde Âdem ve Havva’dan söz eder. “Yasak ağaca yaklaştıklarında utandılar ve hemen ayıp yerlerini örtmeye başladılar,” diyor. Bu Tevrat ve İncil’de de vardır. Ama o surelerde, “Bu arada Havva da başını örttü,” diye bir ifade yok. Demek ki, kadının başını örtmesi konusu kesinlikle kullanılan ve siyasallaştırılan bir simgedir. Bir dinin Türkiye’de nasıl siyasete alet edildiğini görüyoruz. Arkasından, dini alet eden siyasetin bugünkü aşamada nasıl din hâline geldiğini görüyoruz. Bugün ortada İslâm dini yoktur, siyaset dini vardır. O siyaset ne söylerse, halk onu İslâm dininin bir emri gibi görmeye başladı. Asıl tehlike buradadır. Bu siyaset iktidarları yaratıyor, iktidardan düşürüyor, ülkenin kaderiyle oynayabiliyor, Atatürk Cumhuriyeti’ni tartışılabilir hâle getiriyor.<br /><br />(…)<br /><br />“Türban yasağının kalkmasıyla özgürleşeceğiz,” deniliyor. Hâlâ akademisyen, solcu, entelektüel geçinen birtakım insanlar, İkinci Cumhuriyetçiler ile el ele veren ve “AB küfürdür, Hıristiyan kulübüdür,” diyen dünün Refah Parti’li bakanı, bugünkü cumhurbaşkanı, bugün nedense yön değiştirdi. İslâm mı değişti, yoksa onlar mı? Bir kere İslâm dininde konjonktürün yaratmış olduğu ayırımla ilgili değerlendirmeler vardır. Örneğin “hür-cariye”. Kuran da bu ayırımı ortadan kaldırmak istiyor ve her insanın özgür olduğunu söylüyor. Yeni Şafak gazetesi yazarı Hayrettin Karaman “İslâm’da Kılık Kıyafet” adlı sempozyumun basılı kitabında diyor ki:<br /><br /><strong>“</strong>Hür-cariye diye bir ayırım vardı. Eskiden cariyeler ihtiyacımızı görürlerdi. Şimdi o müessese kalktı. Ben buradaki bilim adamlarına soruyorum. Eskiden cariyelerimize gördürdüğümüz işleri bugün hür kadınlarımıza gördürüyoruz. Bu boşluğu dolduracak bir müessese olsa. Bir kadınla yetinmeyip ikinci kez evlenmek isteyen gençler var. Bu müessesenin boşluğunu dolduracak başka bir müessese olamaz mı?<strong>”</strong><br /><br /></span><span style="color: rgb(0, 0, 153);"><strong>Peki, bu sözler topluma hakaret değil mi?<br /></strong><br />Burada şunu söylemek istiyorum. Bu insanlar kadının başını örterek özgürleştiğini söylerken, Hayrettin Karaman ve benzerleri şunu dile getiriyorlar: “Cariyelerin başlarını örtmesi doğru değildir. Çünkü örtünmek hür kadınların hakkıdır.” Ben başımı örterek özgürleşmek istiyorum diyen bir kızımız, kadınımız, böyle bir psikolojiye odaklandı. Başını örtmediği için cariye sınıfından hür sınıfa atlayamayacağı korkusu ve psikozu içine giriyor. Bir kız, “Başımı örterek özgürleşmek istiyorum,” diyorsa, onun aklında cariye sınıfından hür sınıfa atlamak vardır.<br /><br /></span><span style="color: rgb(0, 0, 153);"><strong>Yani o sapık psikolojiye göre başı açık kadın fahişedir, öyle mi?<br /></strong><br />Zaten, “başı açıklarla oturulmaz” deniyor. Hatta, “başını örtmekle örtmemek imanla küfür arasındaki çizgi kadardır,” deniliyor. “Bir kadının başını örtmesi Müslüman kimliğine, namusuna, iffetine, imanına sahip olması anlamına geliyor,” deniyor. Örtmemeyi ise artık siz düşünün.<br /><br />Başbakan, “inancı gereği başını örten insanlar,” dedi. Herhangi bir giyim tarzı ya da davranış biçimi inancın gereği olarak ortaya atılıyorsa, onu yapan inançlıdır, yapmayan inançsızdır, demektir. Ayırım burada başlıyor.<br /></span><br /><strong>II</strong><br /><br />Türkiye’de değiştirilmesi gereken çevreler ile, değişmeye direnen çevreler var. Yüzyıllarca ihmal edilmiş, geri kalmış cahil kitlelerinin aynı durumda kalmaya devam etmesinde çıkarları olan ve bu sayede siyasî çıkarlar elde etmek amacında olan insanlar bugün gücü ellerine geçirmiş bulunuyorlar. Ne yazık ki, bu olanlar Türkiye’deki azgelişmiş yapının ürünleridir. Toplumdaki ilerici-gerici ayrımı da bundan kaynaklanıyor. Bizdeki siyasî partiler sistemi sadece bu ayırımı temsil ediyor, o yüzden de gelişmiş ülkelerdeki sistemlere benzemiyor. Partiler arasındaki çatışmalar da iki ayrı dünya görüşünün çatışmasından ibaret kalıyor.<br /><br />Bağımsızlığını kazanan ve eski düzenden kopmak amacıyla toplumsal devrim yapan bir ülke kendi içinde yeni bir iç savaş verir. Bir yanda kendi içindeki gerici – azgelişmişliğin sürdürülmesinde çıkarı olan – çevrelere karşı, diğer yanda da bu çevreleri besleyen dış güçlere karşı bir savaştır bu. Zira karşı-devrimci çevreler demokratik siyasal hayatın özgürlüklerinden faydalanarak mevcut düzeni yıkmaya çalışırlar. Din perdesi ardında ve büyük sermayelerin koruyuculuğunda geri ve muhafazakâr kitleleri örgütlerler. Demokrasinin nimetlerinden yararlanarak devrimin halka karşı olduğu izlenimini yaratırlar ve devrimi baltalarlar, ülkeyi aşırı kamplara bölerler. Halbuki azgelişmiş ülkelerde devrimciler halka karşı değil, karşı-devrimcilere karşı savaşırlar.<br /><br /><strong>III</strong><br /><br />Bizim memlekette eskiden gelen bir anayasa geleneği vardır. Toplum anayasadan pek çok şey bekler. Hatta bazı saflar farkında bile olmadan mucizeler beklerler. Oysa bunlar en iyi anayasanın bile kötü siyasal iktidarların elinde en kötü anayasalar hâline gelebileceği gerçeğini göremezler. Anayasanın doğru bir şekilde yapılırsa ülkeyi cennete çevireceğine inanırlar. Ancak Türkiye’nin toplumsal yapısında bir türdeşlik yok, onun yerine sadece farklı kesimlerin tutarsız bir kaynaşması var. Bir toplumsal yapı ancak onu oluşturan unsurları arasında uyum ve işbirliği olursa tutarlı ve türdeş olur. Türkiye’de böyle bir ortam var mı? Toplumun neredeyse her parçası öteki parçalarına zıt işliyor. Bunların hiçbiri yokmuş gibi, sadece uyduruktan kanunlar çıkarmakla çözülür mü bu iş?<br /><br />Aynı haltı tam 100 sene önce Osmanlı da yemişti. 23 Temmuz 1908’de Hürriyet ilan edildiğinde Rumeli şehirlerinde bir bayram havası esiyordu. Manastır Harbiye Mektebi Kumandanı Vehib Bey bir top arabası üzerine çıkmış, şunları diyordu: “Vatanımızı Tanrı yolundan saptırmayı önleyecek, yetimlerimizin gözyaşlarını dindirecek ve kimsenin hakkını kimseye kaptırmayacak, bizi insan gibi yaşatacak meşru meşveret usulüdür ki, bu isteklerimizin tümünü sağlayan Kanun-u Esasî’dir. Ey vatandaşlar, ya Kanun-u Esasî ya ölüm!” Fransızların yer yer çalınan millî marşı Marseyyez'in nağmeleri arasında, Manastır valisine çektiği telgrafta Enver Paşa da şöyle diyordu: “Hastayı tedavi ettik.” Oysa on yıl sonra İttihatçıların kimisi memleketten kaçacak, kimisi sürgün edilecekti. O dönemin gazetelerinden Hâdisat’ta bunları kaçışını anlatan bir karikatür vardır: İmparatorluk yerde yığılmış yatıyor, İttihatçılar kaçıyor. Altta da şu yazı: “Zaten hastaydı.”<br /><br />1908’deki Kanun-u Esasî’den önce bir tane de 1876’da bir Kanun-u Esasî vardı. 1908’in ardından 1921’de Teşkilât-ı Esasiye Kanunu geldi. Sonra 1924’de bir Teşkilat-ı Esasiye Kanunu daha, 37 sene sonra 1961 Anayasası, en son da 1982 Anayasası. Gerçi bu anayasalar (82 Anayasası'nı saymazsak) demokrasi çabalarını temsil ediyordu, ancak demokrasi bir uzlaşma ve denge rejimidir. Halbuki bizde siyasî hayatın dengesi bozuktur. Bizdeki palavradan demokrasi uygulaması şöyledir: Bir yanda devrim, öte yanda karşı-devrim. Bir yanda devrimin yapıcı sistemi, diğer yanda bu sistemi yıkma özgürlüğü. Bir yanda laik, sosyal ve demokratik bir devlet kurma arzusu, diğer yanda bu Cumhuriyet'i yıkma arzusu. Türkiye’de olan şey, devrimciye istediği düzeni gerçekleştirmek için tanınan hakların, bu sistemi yıkmak isteyenlere de tanınmış olması ve bunun da demokrasi ve özgürlük adına yapılmış olmasıdır.<br /><br /><strong>IV</strong><br /><br />Bugün içinde bulunduğumuz rejim Atatürkçülüğün doğal gelişmesi sonucunda ulaşılan bir aşama değildir. Oysa cumhuriyetin düşmanlarının bize yutturmaya çalıştıkları şey tam da budur. Bunlar, toplumdaki her türlü olumsuzluğun ve istikrarsızlığın bu gelişmenin kendisinden kaynaklandığını, üstelik bunun kaçınılmaz bir sonucu olduğunu iddia ederek Atatürkçülüğü kötülüyorlar. Ancak, azgelişmişlik sancıları içinde, dışarıdan pompalanan bir ekonomi politikası ile yaşamaya çalışmanın Atatürkçülük ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu üçkağıtçıların yapmaya çalıştıkları şey, sadece, bir partinin meclis içindeki çoğunluğunu “millî irade” saymak ve anayasal rejime nefes aldırma bahanesi ardına sığınarak mevcut mekanizmaları soysuzlaştırmaktır.<br /><br />Bu üçkağıtçılar da oylarını alıklık uykusundan bir türlü uyanamamış, sorunları bakımından aydınlanmamış bir kitleden alıyorlar. Olup biten şey sadece bir oy genişlemesidir. Bunu yapmak da oldukça kolaydır: Köydeki yıkık dökük camiyi, bozuk yolu, kıytırık tahta köprüyü yaptırır, sakallı Mahmut Efendi’nin eciş bücüş köy evlerinin ortasındaki türbesini beyaza boyatırsınız, böylece oyları toplarsınız. Ama alınan o oyun içinde insanlara anlatılmayan, anlatılsa bile kafalarının almayacağı sorunlarla ilgili “evet”ler de vardır. Bu sayede, verilen oylar onarılan türbenin sınırlarını kat be kat aşar, ama o oyları veren insanların yaşam düzeyinde hiçbir değişiklik olmaz. Seçmenler oyları ile kendi geleceklerini ve mutluluklarını değil, onları kandıran ve sırtlarından geçinen sahtekârların hareket serbestliğini ve mutluluğunu sağlarlar. Bunların başa getirdiği adamın oğlu milyon dolarlık ev ve gemi alır, ama onlar kendi oğullarına bir ayakkabıyı bile zor alırlar. Oy verdikleri bir diğer adamın oğlu 16 yaşında tüccar olur, ama onların oğulları fakirlikten ayakkabı boyacılığı yapar. Oy verdikleri adamlar kızlarına milyarlarca liralık düğünler yaptırır, onların kızları ise üç kuruş para kazanmak için evlere temizliğe gider.<br /><br /><strong>V<br /></strong><br />Gelişmiş ülkelerde halkın en temel ihtiyaçlarını karşıladınız diye insanlardan tek bir oy alamazsınız. Zira oralarda siyaset halkın kontrolü altındadır. Bizde ise halk siyasetin kontrolü altındadır. Kendisini ilâhî birtakım güçlerin vazettiği düzenin temsilcisi diye yutturan dolandırıcılar yüzünden kafası bulanmıştır. Halka dünya görüşünü de, kendi işlerine yarayacak türlü yalanlar ve palavralar ile bu dolandırıcılar şekillendirir. Bunu yaparken de tanrı adında hareket ettiklerini iddia ederler. Bu yapılan aslında tam bir sömürüdür. Cahil kitlelere musallat olan bu siyaset sülükleri ve hoca efendi takımı azgelişmişlik ortamında yetişirler. Bu şartları sürdürerek, koruyarak oy toplamaya ve güç kazanmaya çalışırlar, toplumun kanını emerler. Bu esnada başları sıkışırsa ya da iliği sömürülecek adam kalmazsa, yurt dışına gider ve orada yaşarlar.<br /><br />Şimdilerde anayasa değişikliği ile başörtüsünü serbest bırakmaya çalışıyorlar. Aslında başörtüsü toplumsal bir mesaj vermek isteyenlerin kullandığı siyasal bir silah, dikkat çekmek için kullandıkları bir propaganda aracıdır. Zira siyasal rejim değişikliğini amaçlayan toplumsal akımlar, ilk hedef olarak sayılarının giderek artmakta olduğunu kanıtlamaya çalışırlar, bu izlenimi uyandırmayı arzularlar. Bu nedenle de görünebilirliğin en fazla olduğu sokağa kendi damgalarını vurmaya çalışırlar.<br /><br />Sorarım size, bu tertiplere dayanan siyasî bir sisteme meşru denilebilir mi? Bu yoldan elde edilen oyların millî iradeyi ya da halkın iradesini yansıttığı ileri sürülebilir mi? Benim en çok kızdığım, bunların emellerine alet olan kadınlar ve birtakım sözde entelektüeller. Bu insanlar aptal mı diye sormadan edemiyorum. İnsan hiç kendi eliyle kendini zincirlere vurmaya çalışır mı?<br /><br /></div><embed id="radioblog_player_-1" src="http://stat.radioblogclub.com/radio.blog/skins/mini/player.swf" type="application/x-shockwave-flash" allowscriptaccess="always" bgcolor="#000000" flashvars="id=-1&filepath=http://www.radioblogclub.com/listen2?u=0vMHZuV3bz9yZvxmYvlGZhJ3Lt92YukmcvdmckxWa2VWZoRnL3d3d/Tears%2520for%2520Fears%2520-%2520Everybody%2520Wants%2520to%2520Rule%2520the%2520World.rbs&colors=body:#000000;border:#F8F8F8;button:#F7F7F7;player_text:#F7F7F7;playlist_text:#999999;" height="23" width="180"></embed>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-63659826108416804702008-01-29T00:47:00.000+02:002008-01-29T10:45:32.228+02:00<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgejXdm68LzXxo-LDF4noF32An3_-dC5zDANwUR-0IcjOvcTnYSwvup1UDnQdCulJjIfit7-G78i-NcAiuEF44DSa1ONwaJKkSzsWxrZ-ldEQJabmyVJNGBXgEmtWXYuLddgHgx/s1600-h/25turkey-inline-500.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5160663093792393906" style="margin: 0px auto 10px; display: block; text-align: center;" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgejXdm68LzXxo-LDF4noF32An3_-dC5zDANwUR-0IcjOvcTnYSwvup1UDnQdCulJjIfit7-G78i-NcAiuEF44DSa1ONwaJKkSzsWxrZ-ldEQJabmyVJNGBXgEmtWXYuLddgHgx/s400/25turkey-inline-500.jpg" border="0" /></a><br /><div align="justify"><strong>“BİR” DÜŞÜN “ON BEŞ” AL<br /></strong><br />Birkaç gün önce, takip ettiğim yabancı bir yazarı okumak için The New York Times gazetesinin sitesine girdim. O esnada Türkiye’deki ifade özgürlüğü hakkında bir yazı gözüme çarptı. Yazıda Atilla Yayla’dan da bahsediliyor ve İngiltere’de gönüllü sürgünde olduğu yazıyordu. Hatırlarsınız, 2006 yılının Kasım ayında İzmir’de AKP’nin gençlik kollarının düzenlediği bir panelde yaptığı konuşmada Yayla’nın Atatürk hakkında “bu adam” dediği iddia edilmiş ve başına gelmedik iş kalmamıştı. Üstelik Atatürk’e hakaret ettiği için hakkında dava da açılmıştı.<br /><br />O dönem Londra’da olduğum için Hocaya ancak telefonla ulaşabilmiştim. Kısa bir konuşmamız olmuştu, sesi kötü geliyordu. Sonradan sağlığı da bozuldu. O sırada konu hakkında <a href="http://bliyaal.blogspot.com/2006/11/ac-kopeklerin-saldirisi-uc-sene-kadar.html">bir şeyler </a>de karalamıştım <a href="http://bliyaal.blogspot.com/2006/11/sefilce-bir-yemin-dun-internette-gazi.html">burada</a>. Özellikle Gazi Üniversitesi hocalarının yaptığı bir zırvalık beni kızdırmıştı. Sonunda hakaret davası dün sonuçlanmış ve Yayla 1 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılmış – hem de Atatürk’e “bu adam” demediği ortaya çıkmasına rağmen.<br /><br />Atilla hoca İstanbul’a geldiği zamanlarda buradaki liberal gençler ile buluşup konuşurdu. Konuştuğumuz ortamlar her zaman için rahat, herkesin fikrini rahatça ifade edebildiği şekilde olurdu. Kimse kimseye herhangi bir şey dayatmaz, kızmazdı; isteyen kişi dilediğini eleştirirdi. Şimdi öğreniyorum ki, aynı toplantılardaki görüşlerini, üstelik bizim de hakkında konuştuğumuz şeyleri bir başka yerde dile getirdiği için Hoca’ya hapis cezası verilmiş.<br /><br />Şimdi düşünüyorum da, acaba o buluşmalardaki görüşlerimizi Hoca ile aynı panelde söyleseydik biz ne kadar ceza alırdık? Bir pastanede ya da restoranda, arkadaşlarınızla birlikte samimî bir ortamda dile getirdiğiniz düşünceleriniz için hapis cezasına çarptırıldığınızı düşünün bir. Böyle bir kepazeliğin olabileceğini tahmin eder misiniz? Ama oluyor işte, sadece “uygun” ortamda bulunmanız yeterli.<br /><br />Aklıma bir duvar yazısı geldi. Soğuk Savaş döneminde Rusya’da yazılmış, fakat bize de gayet güzel oturuyor:<br /><br />SSCB’de yaşama kuralları:</div><div align="justify">1. Düşünme</div><div align="justify">2. Düşünsen de konuşma</div><div align="justify">3. Konuşsan da yazma</div><div align="justify">4. Yazsan da yayınlama</div><div align="justify">5. Yayınlasan da adını verme</div><div align="justify">6. Adını verirsen de hemen inkâr et<br /><br />Hürriyet gazetesinin ceza ile ilgili haberi <a href="http://www.hurriyet.com.tr/gundem/8117901.asp?gid=229&sz=63081">burada</a>.<br /><br />Türkiye’deki ifade özgürlüğü hakkında The New York Times’daki haber <a href="http://www.nytimes.com/2008/01/25/world/europe/25turkey.html?_r=1&scp=2&sq=atilla+yayla&st=nyt&oref=slogin">burada</a>. Aynı gazetede Atilla Yayla’nın mahkûmiyeti hakkındaki haber de <a href="http://www.nytimes.com/aponline/world/AP-Turkey-Free-Speech.html?scp=1&sq=atilla+yayla&st=nyt">burada</a>.<br /><br />BBC'nin haberi de <a href="http://news.bbc.co.uk/2/hi/europe/7212452.stm">burada</a>.<br /><br />Aşağıya Atilla Hoca’nın katıldığı bir televizyon programının videosunu ekledim. Bir bakın, görüşlerini nasıl savunuyor.</div><br /><object height="355" width="425"><param name="movie" value="http://www.youtube.com/v/M9uO8YAF_lg&rel=1"><param name="wmode" value="transparent"><embed src="http://www.youtube.com/v/M9uO8YAF_lg&rel=1" type="application/x-shockwave-flash" wmode="transparent" height="355" width="425"></embed></object>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-4853436390240748242008-01-23T14:43:00.000+02:002008-01-23T23:05:12.128+02:00<div align="justify"><a href="http://img168.imageshack.us/img168/97/0123dr.jpg"><img style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 320px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="http://img168.imageshack.us/img168/97/0123dr.jpg" border="0" /></a><br /><strong>NURCULUK ÜZERİNE<br /></strong><br />Geçen gün kütüphaneyi karıştırırken bayağı vakit önce aldığım bir kitap elime geçti (Muzaffer Sencer, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri,” 3. baskı, İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1999). Kitabı okumaya bir türlü fırsatım olmamıştı. Ara ara okuyabilir miyim diye içine bakarken Nurculuk ile ilgili bir bölüme denk geldim. İlgimi çekince okumaya devam ettim ve bölümü bitirdim. Son yıllarda Nur cemaatinin iyice güçlenmesi ile birlikte Sencer’in Nurcular hakkında yazdıkları bugün daha fazla bilinir hâle geldi. Ancak dikkate değer olan şey, kitabın ilk baskısının 1971 yılında yapılmış olması. O yüzden Sencer’in o dönem yazdıkları bugün okunduğunda, Nurculuğun çok uzun bir zamandan beri istikrarlı bir şekilde ilerlemekte olduğu anlaşılıyor. Kitaptan ilginç gelebilecek yerlerin bir kısmını aşağıda alıntıladım:<br /><br /><strong>I<br /></strong><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Türk devrimine ve özellikle laik devlete saldırganlıkta Nakşibendiler ve Ticaniler yanında, günümüzde daha yaygın ve etkili olduğu görülen Nurcular önemli bir yer tutmaktadır. Demokrat Parti’nin politik çıkarları uğruna gelişmesine göz yumduğu Nurculuğun önemli bir sorun olarak ele alınmasına ihtiyaç vardır.<br /><br />Gerçekten Cumhuriyet tarihinde, devrimlere karşı çıkan en büyük ve organize birlik Nurculuk olmuştur. Özellikle 1952’den sonra ortaya çıkan bu akım, devrim düşmanlarının bir sembolü hâline gelmiştir.<br /><br />Sistemli bir doktrini olmamakla birlikte, bir bütün olarak devrim düşmanlığı ilkesinden hareket eden Nurculuk, laik devlet düzenine bütünüyle karşı çıkarak teokratik bir devlet düzenine dönmek amacındadır. Belli bir din görüşünü temel almadığı için çeşitli mezhep ve tarikatları kuşatıcı bir akım olan Nurculuk, İslâmî akımların en tehlikelisidir.<br /><br />Nurculuğun lideri, 31 Mart olayının ileri gelenlerinden, Volkan [gazetesi] yazarı ve İttihad-ı Muhammedî Fırkası kurucularından Bedîüzzaman Said-i Kürdî’dir.</span> (s. 212)<br /><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Dini politik çıkar uğruna geniş çapta kullanan DP, Nurculuğun büyük bir hoşgörü ortamında rahatça gelişmesini sağlamış ve hükümet üyeleri Emirdağ ilçesinde “Üstat” ile buluşmuşlardır. Başbakan Menderes 19 Ekim 1958’de adı geçen ilçeyi ziyaretinde, Nurcular tarafından minareye asılmış, hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı yeşil bir bayrakla karşılanmıştır.<br /><br />Nurcularca “fevkalbeşer” sayılan ve İbni Sina’yı, İbni Rüşt’ü ve Farabi’yi geride bıraktığı ileri sürülen ve bizzat “muannit filozofları hayret içinde bırakıp birçoklarını imana getirmiş” bir kişi olarak görülen Said-i Nursî, örneğin elektrik, meteor gibi fizik ve astronomik olayların bilimsel açıklamasını dine aykırı bularak, “bunların hepsinin izahı Kuran’da mevcuttur ve fizik kanunlarına göre açıklama yapmak Kuran’ın kudretine, hikmetine aykırı düşmektedir,” görüşünü savunmuştur.<br /><br />Nurculuğun kaynağı olan “Risale-i Nur”, sayıları 130’a varan, çoğunlukla yanlış ve anlaşılmaz, bozuk bir Osmanlıcanın kullanıldığı bir yazı serisidir.<br /><br />Yenilikten, aydınlıktan uzak olan ve toplumu ve politik düzeni din temellerine dayandırmayı öngören Risale-i Nur, karışık ve anlamsız cümleler bütünü olarak nitelendirilebilir.</span> (s. 213-4)<br /><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Gerçekten Nurculuğa göre, devletin resmî dini bulunmalı, hükümet şeriatın koruyuculuğu yapmalı, anayasa Kuran olmalıdır. Devlet yönetimi de bir ulema heyetine bırakılmalıdır. Bu bakımdan Said-i Nursî’ye göre, laikliği ilk olarak koyan Türkiye Cumhuriyeti anayasası şeriat esaslarına aykırıdır.<br /><br />Sosyal alanda yapılmış olan yenilikleri de bütünüyle şeriata aykırı sayan Nurcular, ceza hukuku alanında şer-î temellere dönmek isteğindedirler. “Milliyet”i bir din bağı olarak yorumlayan Nurcular, politik görüşlerini İslâm birliği amacında çerçevelemişlerdir.<br /><br />Kılık, takvim, harf devrimlerine karşı olan ve “çok kadınla evlenmek de İslâmî olduğu için caiz ve şarttır” diyerek Medeni Kanun’un hükümlerine aykırı düşen Nurculuk, İslâmî bir toplum özlemindedir.<br /><br />Nurcular sosyal ve politik ülkülerini gerçekleştirecek en yüksek organın, Kahire’deki Cami-ül Ezher’in kız kardeşi olarak düşünülen “Medresetüz Zehra” adlı bir öğretim kurumu olduğunu belirtmişlerdir. Öğretim dilinin dayanacağı formül, “Lisanı Arap vacip, Kürt caiz, Türk lazımdır.” Nurculuğa göre, İstanbul Üniversitesi’nde de bir Nur medresesi açılmalıdır.<br /><br />Said-i Nursî özel bir konuşmasında, “Kamer güneşten ayrı bir parçadır. Güneş kamere peyk olamaz. İşte bunun gibi, din de mukaddestir, siyasete alet edilemez. Ancak siyaset dine ait olabilir” sözleriyle, Nurculuğun temelinde politikanın dinin ayrılmaz bir öğesi olduğu ilkesinin yer aldığını ortaya koymaktadır.<br /><br />Nurculuk, Risale-i Nur’un “Kuran’ın bu asırda en yüksek ve en kudsî bir tefsiri”, “Kuran’ın meali” olduğunu öne sürmekle birlikte, “bu hücretler ve tabiratın, bu kelimat ve teşabihatın arşı Azam’dan indiği muhakkaktır” (Zülfikarın Hatimesi) sözleriyle “semavi” bir kitap olduğunu belirtmeye çalışmaktadır. Risalelerin tanrısal bir nitelik taşıdığını temellendirmek için, kendisinde peygamber özellikleri bulan Said-i Nursî, “bunları ben yazmıyorum, bana yazdırılıyor,” (Nur Meyveleri) demektedir.<br /><br />Kuran gibi Nur Risalesi’nin de 23 yılda tamamlandığı yazılmış ve Said-i Nursî’ye peygamberce mucizeler yüklenmiştir. Örneğin hayvanlar bile Risale-i Nur’a hayran kalmış, Said-i Nursî Isparta’ya ve Barla’ya geldiğinde mevsimi olmadığı hâlde yağmurlar yağmıştır. Risale-i Nur’u yazmak üzere, dışarıdaki öğrencilerinin yanına gelmeleri yasaklandığında kuraklık başlamıştır.</span> (s. 215-6)<br /><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Eğitim ve öğretimden yoksun olan Said-i Nursî’nin bilgisizliği, Peygamber’in “ümmiliği” ile karşılaştırılarak, konuşmaları doğaüstü “ilhamlara” dayandırılmıştır. “Demek ki ihtiyaç vardı ki, öyle yazdırıldı,” (Ayet-ül Kübra) gibi sözler Said-i Nursî’nin tanrısal bir dünyayla ilişki kurduğu yolunda bir belirti olarak söylenmiştir.<br /><br />Kendinde insanüstü yetenekler sayan Said-i Nursî, kırk dakikada kitaplar yazmakta, günde yüz para veya bir kuruşla geçinmekte ve yiyip içmeden yaşayabilmektedir. “Bir yaşındaki bebeklerin dahi kendi manevî varlığını hissedip koşarak ellerini öptükleri” (Hanımlar Rehberi) Said-i Nursî, ruhsal bakımdan dengesiz bir tipin bütün belirtilerini taşımaktadır.</span> (s. 217) </div><div align="justify"><br /><strong>II<br /></strong><br />Sencer’in yazdıklarını okuduktan sonra, aklıma 1940’ların ünlü ırkçı Turancısı Nihal Atsız’ın Nurcular hakkında yazdığı bir yazı geldi. Atsız yazıda Said-i Nursî’ye bayağı laf ediyordu. Birkaç sıra kitap indirdikten sonra Atsız’ın makalesinin olduğu kitabı da buldum (“Makaleler”, 3. cilt, 2. baskı, İstanbul: İrfan Yayınevi, 1997). İşin daha da ilginç olan tarafı, Atsız’ın bu yazısını 1964 yılında yazmış olması. Sözünü hiç sakınmamış olan Atsız’dan da biraz aktarma yapalım (yazının yayınlandığı dergini künyesi de şöyle: Ötüken, 7 Mart 1964, sayı 109):<br /><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Nurculuk nedir? Gazetelerde ikide birde görülen Nurcular, Nur Risalesi talebeleri kimdir? Aralarında avamdan aydına kadar; mühendis, avukat ve doktora kadar her türlü adamın bulunduğu Nurculuk, “Said-i Nursî” adında cahil bir Kürdün peşine takılmış gafil bir sürü, Nur Risalesi talebeleri de Said-i Nursî’nin o çetrefil ve cahil Kürt Türkçesiyle yazdığı risaleleri, atom fiziği ve Einstein nazariyesi okur gibi okuyan bir yığın zavallıdır.<br /><br />Said-i Nursî denilen adam, eskiden Said-i Kürdî diye birtakım risaleler yayınlayan, Türkçe bilmez, daha nokta ile virgülün nerede kullanıldığını bilmekten âciz, Şafiî mezhebinden bir Kürttür. Mütareke yıllarında İstanbul sokaklarında millî Kürt kılığı ile dolaşarak caka yapmıştır. Bu cakacı Kürt kendisine “Bedîüzzaman” demekte, müritleri de bu adı bir övünçmüş gibi kullanarak şeyhlerini bu adla ululamaktadırlar. Bedîüzzaman, “zamanın hârikası” demektir. Kürt Said, cidden zamanın hârikasıdır. Yirminci yüzyıl gibi bir zamanda, bu bilgisizliği ve iptidaîliği ile ortaya atılmakta gösterdiği pişkinlikle zamanın hârikası, bundan daha fazla olarak da binlerce, belki yüz binlerce Türk’ü ardına takmakta gösterdiği başarıyla gerçekten zamanın hârikasıdır.<br /><br />Zamanın bu hârikası, bu Kürt Said, aslında bir Kürt milliyetçisidir. Nasıl Moskofçular, Türk milletini yıkmak için ortaya sosyal adalet ilkesiyle atılıyor, yoksulların davasını benimsemiş görünüyorlarsa, Kürt Said de ortaya Müslümanlık ve kardeşlik çığırtkanlığı ile çıkıyor. Kürtçülük davasını açıkça güdemeyeceği için, Türklüğü yıkacak ağuları Müslümanlık ve Nurculuk diye ileri sürüyor. Müritlerine yahut kendi tabiriyle Risale-i Nur şakirtlerine evlenmeyi yasak ediyor. Çünkü evlenip çocuk sahibi olurlarsa, o çocukların kötü ve dinsiz olma ihtimali varmış. Tabii, dağdaki Kürdün bu büyük ve ilâhî(!) buyruktan haberi olamayacağı için, o evlenecek ve Kürtler çoğalacak. Herkesin sözüne inanan saf Türkler ise, büyük mürşidin buyruğu ile evlenmeyecek, böylelikle Türk soyu azalacak ve Kürt Şeyh Said’in 1924’te yapamadığını Kürt Molla Said (yani Bedîüzzaman) kırk yıl sonra yapmış olacak. (…)<br /><br />Nur Risalesi (kendi tabirleriyle Risale-i Nur) denilen sayıklama kitapları pek çoktur. Beyni örümceklenmiş bu zavallılar, bu sayıklamaları elle yazarak yahut şapirografi ya da taş basmayla çoğaltarak on binlerce satarlar. Bunu satmak için kasaba kasaba, köy köy dolaşan Nurcular vardır. Bunları satarak sevaba girerler. Sözde Türkçe olan bu sayıklama kitapları Kürt hamalları seviyesinde yazıldığı için, kimse bir şey anlamaz. Anlamadığı için de onda gizli hikmetler, yüksek gerçekler olduğu kuruntusuna kapılır.<br /><br />Bir zamanlar bu sayıklamalardan bana da birkaç tane yollamışlardı. Kendimi zorlayarak okuyabildiğim bir tanesinde Kürt Said radyodan bahsediyor, dünyanın bir ucundan söylenen bir sözün bir kutudan duyulmasını kutudaki meleklerle açıklıyordu.<br /><br />İşte, aşağı tabaka ile birlikte doktor, mühendis ve avukatın da şeyhi, pîri olan, kendisinden “efendi hazretleri” diye söz ettikleri Kürt Said’in seviyesi budur.<br /><br />Fizikten, titreşimden haberi olmayan, müspet bilimin kıyısından dahi geçmeyen bir yobaz, radyo hakkında ancak bu kadar düşünür. Fakat bilgisizliğini de anlamaktan âciz olan o kara cahil, bu katmerli bilgisizliğine bakmadan, Türkler aleyhine hüküm çıkartmaktan da geri kalmıyor. Nur Risaleleri’nin birinde, Yecüc Mecüc denen ve dünyayı yok edecek olan korkunç yaratıkların Özbek, Tatar ve Kırgız gibi “akvâm-ı vahşiyye” (yani vahşi kavimler) olduğunu yazmıştı. Sevsinler medenî Kürdü!</span> (s. 452-54)<br /><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Kürt Said’in 1327 (1909) yılında İstanbul’da Vezir Hanı’ndaki İkbal-i Millet Matbaası’nda basılmış bir eseri vardır. Adı: “İki Mekteb-i Musîbetin Şahâdetnâmesi Yahut Divan-ı Harb-i Kürdî”dir. Kendisinin Said-i Kürdî (yani Kürt Said) olduğunu tasdik ettiği bu eserde, eserin muharriri diye de kendisini “Bedîüzzaman” diye takdim etmektedir. Eserin tâbii, yani editörü de “Kürdîzade Ahmed Ramiz”dir. Yani dört başı mamur bir eser. Bu 48 sayfalık eserin “hâtime” kısmı (44-48 sayfalar) Kürt Said’in içyüzünü göstermesi bakımında çok ilgi çekicidir. Bunu aynen alıyor ve ağdalı bir dille yazılmış olduğu için açık Türkçeye çeviriyorum: Ebnâ-i cinsime burada birkaç söz söylemezsem, bence bahs nâtanam kalır (soydaşlarıma burada birkaç söz söylemezsem, bence bahis eksik kalır).<br /><br />“Ey Asurlular ve Ahemenidlerin cihangirlik zamanında onların öncüleri ve kahraman askerleri olan aslan Kürtler! Beş yüz yıl yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa vahşet ve gaflet sizi vahşet sahrasında yağma edecektir. İlâhî hikmet denilen âlem makinesinin nizamı ve telgraf hattı gibi bütün âleme dalbudak salan Tanrı’nın nurlu kanununun kurucusu olan ilâhî hikmet, ezel ufkundan kader parmağını kaldırmış, size emrediyor ki: Ayrılık gayrılıkla damla damla dağınık sular gibi boşa giden hamiyet ve kuvvetinizi, milliyet fikriyle birleştirip kaynaştırarak, zerrelerdeki küçük cazibelerden bir umumî ve millî cazibe teşkili ile Kürtler gibi büyük bir kütleyi dünya gibi döndürerek, İslâm ve Osmanlı şevket güneşinin mevkibinde parlak bir yıldız gibi cazibesine uymakla muvazeneyi ve umumiî ahengi muhafaza ediniz.”<br /><br />Görülüyor ki Kürt Said, zavallı Kürtlere eski Asur ve İran ordularının hayalî öncülüğünü yaptıracak kadar koyu bir Kürt milliyetçisidir ve çapraşık acemi ifadesiyle Kürtleri Kürt milliyetçiliği fikri etrafında birleşmeye çağırmaktadır. Bunun hiçbir tevili, tefsiri yoktur. Beyninde ve gönlünde kötü düşüncesi olmayanlar, bu açıklıktan sonra onun bir İslâmcı değil, bir Kürtçü olduğunu kabule mecburdur.</span> (s. 456-58)<br /><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Kürt Said’in tam bir Kürt milliyetçisi olduğunun bu yazıdan daha kesin bir tanığı olamaz. Böyle olmayıp da, yalnız geri kalmış Kürtleri kalkındırmak amacı gütseydi, onlara “bilgi sahibi olun” demekle yetinir, medenî ve edebî Türkçe dururken, millî dil diye kaba ve iptidaî Kürtçeyi tavsiye etmezdi. Meşrutiyetin memlekette yaptığı sarsıntıdan ve otoritenin zarurî gevşemesinden faydalanarak, Türkiye’yi parçalamak ve kendi cemaat gayelerini gerçekleştirmek isteyen Hıristiyan tebaalar gibi, bu Müslüman kardeş de İmparatorluğun bütün çilesini ve yükünü çekmiş olan Türkleri vurmaya çalışıyor. Kendilerine tarih ve şeref uydurmak ihtiyacında olan bütün iptidaî cemaatler gibi, roman kahramanı olan Zâloğlu Rüstem’i ve ancak anası Kürt olan Selâhattin Eyyubî’yi Kürt kahramanı diye ileri sürüyor. Kürtlerin mevhum meziyetlerinden bahsediyor. Kısacası, onlara devlet kurdurmaya çalışıyor. Tabii, devletin buna müsaade etmeyeceğini anladıktan sonra, 180 derecelik bir çarkla Said-i Kürdî adını Said-i Nursî yaparak ve Nur Risaleleri diye cehlin ve taassubun örneği olan karalamalar düzerek, bir din mürşidi gibi ortaya çıkmayı başarıyor.<br /><br />Bizim için şaşılacak olan nokta, onun şu veya bu davranışı değil; on binlerce, belki yüz binlerce gafil Türkün bu cahil Kürdün arkasından gitmesi, onun cahilâne ve hainâne öğütlerine körü körüne boyun eğmesidir.<br /><br />Şimdi bu gafil Türklere hitap etmek istiyorum:<br /><br />Siz, Türk ve Müslüman mısınız? Türk iseniz, hangi sebeple cahil bir Kürdün ardından gidiyor, onun telkinleriyle kendi ırkınızı, kendi dilinizi hor görüyorsunuz? Aranızda “Türkçe de dil mi?” diyen ahmaklar, resmî dilin Arapça olmasını isteyen hainler var. Siz ne biçim bir Müslümansınız ki, cahil bir Kürdün telkini ile evlenmeyi lanetliyor, dinsiz çocuklar yetişir de günaha gireriz diye bekâr kalmaya azmediyorsunuz? Putperest olduğunuzun farkında değil misiniz? Bir cahil Kürdün sakalını, tırnaklarını, abdest aldığı suyu kutsal emanetler gibi saklamak hangi Müslümanlığın, hangi insanlığın, hangi temizlik kaidesinin, hangi şuurun işidir? Uyanın! Radyoyu melekle açıklamaya kalkan bir budalanın müridi olarak eşe dosta, dosta düşmana karşı gülünç olmayın. Müslümanlık, temeli atılmış, büyük bilginlerini yetiştirmiş, tedvin olunmuş bir dindir. Onun yeni baştan açıklanması için Kürt Said gibi maskaralara ihtiyaç yoktur.</span> (s. 460-62)<br /><br /><strong>III<br /></strong><br />Peki Nurcuların günümüzdeki önderi Fethullah Gülen ne diyor acaba? Dili saymazsak, o da Said-i Nursî kadar doğrudan mı ifade ediyor düşüncelerini, yoksa daha kapalı bir yol mu tercih ediyor? Gülen’in düşünceleri ile ilk tanışmam, yıllar önce FEM dershanesine gittiğim döneme denk gelir. Zaman zaman yurtlara, özellikle Ramazan ayında arkadaşların evlerine giderdik. Burada bazı “abiler” bize Gülen’in kitaplarından parçalar okurdu. O zamanlar Gülen’in dediklerinin ne anlama geldiğini, sözleri ile tam manasıyla kimi kastettiğini anlamazdım. Hatta ender de olsa Said-i Nursî de okunurdu, ama onu hiç anlamazdım. Kafam sadece üniversite sınavına hazırlık testleri ile meşguldü. “Abilerin” yaptığı açıklamalar da Gülen’in sözlerinden daha açık olmazdı her nedense. Belki de bizim neyin kastedildiğini zaten bildiğimizi düşünüyorlardı. Ama şimdi kitapları yeniden okuduğumda, hoca efendinin dedikleri biraz “aydınlamış” gibi geliyor. Anlamakta eskisi kadar zorlanmıyorum. Biraz da Fethullah hocadan aktarayım. Bakalım siz anlayabilecek misiniz ne demek istediğini?<br /><br />İlk olarak “Buhranlar Anaforunda İnsan” (İzmir: T.Ö.V. Yayınları, 1994) adlı kitabından birkaç yer vereyim:<br /><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">[Onlar] Avlarını beklemede örümcek gibi sabırlı ve mehâretli, aslan gibi metin ve kararlıdırlar. Her yere ibrişimden tahtlar kurarak, sessiz, fakat uyanık olarak semtlerine uğrayacak misafirleri beklemeye koyulurlar.</span> (s. 15)<br /><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Beklenmedik bir dev önümüzü kesti ve bozduk ettiğimiz o bütün yeminleri. Ve sonra, yeniden, her taraf çölleşmeye başladı. Bütün civanmertlikler eriyip yağ gibi bitti. Güllerin yerini dikenler aldı. Aylar, güneşler peşi peşine batarken, ortalığı kasvet dolu bulutlar bastı. Bağ çöktü, bağban öldü; “petekler söndü, ballar kalmadı.” Ve artık, insan nedretine maruz kalan bu devrin talihsizleri, kalbinde zerre kadar emanet ve vefa hissi bulunmayan ölü ruhlara, destan tutup yahşi çekmeye başladı.</span> (s. 41)<br /><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Nereden çıktı bu kadar “cinsi bozuk, ahlâkı fena!” Hangi hain bunlara bağrını açıp dâyelik yaptı!... Hangi talihsiz bunları sinesinde büyüttü ve hangi uğursuz ağızlar bunlara buyurun çekti!... <span style="color:#000000;">(s. 42) </span><br /><br />Aslında, yolunu yitirmiş ve ne yanda bulunduğu belli olmayan bu ölü ve sersem ruhların, şimdiye kadar yenilenme adında vaat ettikleri hemen her şey, bir aldatmaca ve yığınları saptırmadan ibaret kalmıştır.</span> (s. 55)<br /><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">[Onlar] Ancak, kuvvetin de bir yeri olduğunu ve bir hikmet-i vücudu bulunduğunu katiyen hatırdan çıkarmaz ve kuvvetler muvazenesinde, hasımlarının gücüne denk iktidara sahip değillerse, teknik olmayı da ihmal etmezler. Zeki, idrakli, fakat sığ görünümlüdürler!...<br /><br />Kendi çizgilerinde olan herkesle fevkalade içli dışlı ve gönülden; düşmanlarına karşı da bir hayli insanca ve onları idare edecek kadar basiretlidirler. </span>(s. 57)<br /><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Bir tarafta, her türlü “ibâhîliği” [her şeyi mübah saymak] hoşgören ve bir çırpıda bütün mukaddeslerini silip geçen, bütün millî değerlerini tezyif eden uğursuz ve serâzât bir güruh ki, bunların eline düşen fert hiçbir kayıt altına girmeyen bir serseri; yuva, “Hollywood” artistlerinin barındığı bir pavyon; toplum da bin bir maskaralığın kol gezdiği bir karnaval vaziyeti alıyordu. Böylece de zaten asırlardan beri içtimaî erozyonlarla aşındırılmış millî ruh, bu uğursuz ellerde tamamen felce uğratılarak yatağa düşürülmüş oldu. Keşke, bu menfî hareketler karşısında, kendi ruhuna sahip çıkmak isteyenlerin davranışları, yürekten, yiğitçe, merhametli ve müspet olsaydı!... Heyhât!...</span> (s. 71)<br /><br />İkinci olarak da Peygamberin anlatıldığı “İnsanlığın İftihar Tablosu: Sonsuz Nur” (Cilt: 2, İzmir: Nil Yayınları, 1994) adlı kitabından alıntı yapayım. Belki burada ne demek istediği biraz daha açıktır:<br /><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Bir küçük devlete karşı, çok büyük bir problemi hâlledemeyince, bizi yakından alâkadar eden bunca dünya meselesinin altından nasıl kalkacağız? Öyle ise, dünyada öyle bir İslâm devleti olmalı ki, kaşını çattığı veya öfkelendiği zaman başkaları hizaya gelmeli ve hadlerini bilmelidirler. İşte böyle büyük bir caydırıcı gücü sürekli elde tutmak, mazlumun, mağdurun imdadına koşmak ve ihkak-ı hak etmek için mutlak lazımdır. Bu da, o büyük güç ve aktivitenin yer yer bizzat gösterilmesiyle kolaylaşacak ve mümkün olacaktır.</span> (s. 177)<br /><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Keşke süper güçlerin birinin yerine biz olabilseydik! Herhalde o zaman, bunca zulüm ve işkence olmazdı… Şimdi size soruyorum: Sadece bu netice için dahi olsa, cihat yapmak gerekmez mi? </span>(s. 179)<br /><br /><span style="COLOR: rgb(0,0,153)">Evet, müminler, yeryüzünde Allah’ın şahitleri, milletlerarası muvazenenin denge unsuru ve umumî ahengin de garantisidirler. Bu itibarla da, hak ve adalet istikametinde her şeye ve herkese müdahale edebilme mevkiindedirler. Kendi ülkelerinde veya başka bir devlette, işler, bütün bütün şirazeden çıkmışsa; yani müdahale edilecek kerteye gelmişse, müdahaleye de gücümüz yetiyorsa, orada yeniden ahengi temin edip huzuru sağlamak bizim vazifemizdir. Bir kere de müdahale ve muharebeye karar verdi mi, artık hedef netleşip istikamet de belirlenmiştir. Allah’a tevekkül edip doğru bildiğin yolda yürüyeceksin. </span>(s. 187)<br /><br /><strong>IV<br /></strong><br />Gittiğim dershane yarıyıl tatili dolayısıyla yurtlarda yapılacak yatılı bir çalışma programı düzenlemişti. Yurtta kalacak, derslerin bir kısmına orada devam edecek, ama çoğunlukla etüt yapacaktık. Bir defasında yatakhanede arkadaşlar ile birlikte şakalaşıyorduk, aramız samimiydi. Dalga geçmek için, “şeriat yönetimi istiyoruz” dedim. Çok sevdiğim bir arkadaşım sesini hafifçe azaltarak, bana ciddi bir şekilde şöyle dedi: “Ben de şeriat istiyorum, ama daha zamanı gelmedi. O yüzden bunu her yerde söyleme.”<br /><br />Belki artık zamanı gelmiştir. Kim bilir?<br /><br /><embed id="radioblog_player_-1" src="http://stat.radioblogclub.com/radio.blog/skins/mini/player.swf" width="180" height="23" type="application/x-shockwave-flash" allowscriptaccess="always" bgcolor="#030303" flashvars="id=-1&filepath=http://www.radioblogclub.com/listen2?u=0vMHZuV3bz9ybpRWYy9icm5SZlJnZu0WZkBna/Neil%2520Young%2520-%2520Heart%2520Of%2520Gold%257Badmin%257D.rbs&colors=body:#030303;border:#F8F8F8;button:#F8F8F8;player_text:#F9F9F9;playlist_text:#999999;"></embed></div>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com7tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-41189301920926063662008-01-17T20:42:00.000+02:002008-01-17T21:07:47.372+02:00<a href="http://kluna.bol.ucla.edu/school_of_athens.JPG"><img style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; CURSOR: hand; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="http://kluna.bol.ucla.edu/school_of_athens.JPG" border="0" /></a><br /><div align="justify"><strong>İDEAL DEVLETTE MÜZİK<br /></strong><br />Geçen hafta Platon’un “Şölen” adlı kitabını bitirince, daha önceden aldığım “Devlet” adlı kitabına artık başlayayım dedim (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Çev. Sabahattin Eyüboğlu ve M. Ali Cimcoz, 1999; İngilizce ismi: “The Republic”). Devlet Platon’un en ünlü eseri oluyor. Ancak içinde onun değil, hocası Sokrates’in ideal devlete ilişkin görüşleri anlatılıyor. Gene birilerinin evine davetli olarak giden Sokrates, orada doğruluk ve eğrilik meselesi hakkında konuşuyor. Bunun için de önce devletin kendisinden başlıyor. Burada benim ilgimi çeken konulardan biri de Sokrates’in müzik hakkındaki görüşleri oldu. Kendisi müziğin devletin yönetiminde görev alacak kişilerin yetişmesinde bir araç olarak kullanılacağını söylüyor. Ama ona göre hem iyi hem de kötü müzik var, o yüzden bu kişilerin yetiştirilmesinde her müzik türü kullanılmamalı. Kötü olanlar da yasaklanmalı.<br /><br />Evde Glaukon adlı bir kişi ile konuşurken şunları söylüyor Sokrates:<br /><br /><span style="color:#000099;">- Madem müzikten anlarsın, söyle bakalım, hüzünlü sözlere uyan makamlar hangileridir?<br />- Karışık Lydia, uzun Lydia makamları ve benzerleri.<br />- Bu makamları atmayalım mı? Değil erkeklere, aklı başında kadınlara bile zarar verir bu makamlar.<br />- Çok doğru.<br />- Bizim bekçilerimizin sarhoş, gevşek, tembel olmalarını da istemiyoruz.<br />- Nasıl isteriz?<br />- Peki, makamlar arasında gevşek olanlar ve içki sofrasına yakışanlar hangileridir?<br />- Çözük denilen İonia ve Lydia makamları.<br />- Bunlar, savaşacak insanların ağzına yakışır mı sence?<br />- Yakışmaz, olsa olsa Dor ve Phrygia makamlarını alabiliriz.<br />- Makamlardan anlamam, ama öyle bir makam alalım ki, savaşta ya da zor karşısında kalan, yaralanan, yenilen, ölümle karşı karşıya gelen ve her türlü mutsuzluk içinde kaderine kafa tutabilen bir adamın yiğitçe davranışına uysun. Bize bir başka makam daha lazım ki, barış içindeki yaşayışımıza, giriştiğimiz işleri başarmak için zor kullanmadan, serbestçe yaptıklarımıza uysun. Barışta ne yapar bu insan? Bir dostuna öğüt verir, tanrıya yalvarır, birine yol gösterir, kızar, sitem eder ya da kendisine bir başkası yalvarır, öğüt verir, yol gösterir, o da denileni yapar. Sonunda giriştiği işi başarır. Başardığı zaman da gurura kapılmaz. Ölçülü, akıllı ve uslu davranır. Olan biteni hoş görür. İşte biri sert, öteki yumuşak bu iki makam, iyi günde olsun, kötü günde olsun, aklı başında ve yiğit insanların sesine uyacak olan bu iki makam bize yeter.<br />- Kalkmasını istediğin makamlar, demin söylediğim bu makamlar.<br />- Böyle olunca, artık bütün makamları karşılayacak çok telli bir sürü sazları aramayacağız.<br />- Evet.<br />- Öyleyse, devletimizde çeşitli harplar, çok telli sazları yapan ustaları beslemeyeceğiz.<br />- Öyle ya.<br />- Peki, flauta yapan ve çalanları toplumumuza katacak mıyız? Flauta en çok sesi olan, bütün makamları çalabilen bir sazdır. Telli sazlar da onun bir taklididir, değil mi?<br />- Öyledir.<br />- Öyleyse geriye lyra, kithara kalıyor. Bunlar şehrimize girebilir. Kırlarda da çobanlar kaval çalabilir.</span> (s. 82-3)<br /><br />Biraz daha ileride işin içine şairleri de katarak şunları ekliyor.<br /><br /><span style="color:#000099;">- Öyleyse yalnız şairleri mi gözaltında bulunduracağız? Yalnız onları mı bizim iyi dediğimizin benzeri olmaya zorlayacağız? Öbür sanatlarda da aynı titizliği göstermeyecek miyiz? Onların da kötü huyları, ölçüsüzlükleri, bayağılığı, çirkinliği, canlı varlıkların resimlerinde olsun, yapılarda olsun, şu veya bu el işlerinde olsun, göstermelerine engel olmamalı mıyız? Olmazsak, iş görmelerini yasak etmeli değil miyiz? Bekçilerimiz kötülük tasvirleri içinde, tıpkı kötü yiyeceklerle beslenir gibi mi yetişsinler? Her gün farkında olmadan birçok zehirli bitkiyi azar azar yiyerek zehirlensinler de, içlerine kötülük mü işlesin? Tersine, onları beden, öz ve biçim güzelliğine doğru götürecek sanat ustalarını aramamız gerekmez mi? Gençlerimiz, sağlam bir iklimin insanları gibi, çevrelerindeki her şeyden faydalansınlar, güzel ülkelerde bir meltemin kanadında gelen sağlık gibi, sanat eserleri de onların gözlerine, kulaklarına mutlu etkiler sağlayan birer kaynak olsun. Gençlerimiz, ta çocukluktan güzelliği sevmeye, güzele benzemeye, onunla bir olmaya, kaynaşmaya özensinler!<br />- İşte, eğitimlerin en güzeli bu olurdu.<br />- Onun için, Glaukon dedim, müzik eğitimi bundan ötürü eğitimlerin en iyisidir. Hiçbir şey insanın içine ritim ve düzen kadar işlemez. Müzik eğitimi gereği gibi yapıldı mı insanı yüceltir, özünü güzelleştirir. Kötü yapılınca da bunun tersi olur. Gevşek ve bozuk düzen, eserler, tabiattaki bozukluklar gibi, iyi yetişmiş insanın gözüne hemen batar, kızdırır onu. Kendini iyi bir insan olarak yetiştirmek isteyen güzeli arar, güzeli över, ondan hoşlanır ve onunla beslenir. Daha düşünmeye başlamadığı çağda tiksinir çirkinden; düşünme çağına gelince de, kendini yetiştiren müziğin düşüncesiyle akrabalığını sezer, onu sevinçle karşılar.<br />- Bunun için de eğitim müziğe dayanmalıdır, dedi Glaukon.</span> (s. 84-5)<br /><br />Sonunda çok daha ileride konuyu şu şekilde bağlıyor:<br /><br /><span style="color:#000099;">Devletin bekçileri eğitimin bozulmamasına bakacaklar. Ne beden ne de kafa eğitiminde, kurulmuş düzene ayrkırı hiçbir yeniliğe meydan vermeyecekler. Biri tutar, <em>şair ağzından çıkan yeni sözlere bayılır insanlar</em>, derse, bu söz tehlikelidir. Çünkü herkes şairin yeni havaları değil de, müzikte yeni makamları kastettiğini sanır. O türlü bir yeniliği de hoşgörür. Oysa şairin düşüncesini bir türlü anlayıp yürütmek yanlıştır. Müzikte yeni bir çeşidin doğması kaçınılacak bir şeydir. Bununla her şey tehlikeye girer. Damon’un dediği, benim de inandığım gibi, müzikte yol değişti mi, devletin anayasası temelinden sarsılır. </span>(s. 103)<br /><br />Ancak benim en beğendiğim, Sokrates’in yönetimde görev alacak kişilerin hangi koşullarda iş yapacaklarını anlattıkları şu parça oldu:<br /><br /><span style="color:#000099;">İlkin, kesin bir zorunluluk olmadıkça, hiçbiri mal mülk edinmesin. Sonra oturdukları yer, yiyeceklerini sakladıkları ambar, her isteyenin gireceği yerler olmalı. Yiyecekleri de ölçülü ve yiğit savaşçılara yaraşan cinsten olsun. Bekçiliklerine karşılık, yurttaşların kendilerine verecekleri, bir yıllık yiyeceklerinden ne çok, ne de az olsun. Yemeklerini birlikte yesinler, savaştaki askerler gibi hep bir arada yaşasınlar. Gümüş ve altına gelince; diyeceğiz ki onlara: İçlerinde tanrının koyduğu altını, gümüşü saklayanların, insanların vereceği altında ve gümüşte gözü olmaz. Kendi altın yaratılışlarını dünyanın altınıyla kirletmek günahtır. Çünkü dünya altını yüzünden türlü kötülükler işlenmiştir. Oysa ki, içlerindeki altın tertemizdir. Şehirde yaşayanlar arasında yalnız onlar için gümüşe dokunmak, onu kullanmak, ona eşyasında, evinde yer vermek, onunla süslenmek, altın ya da gümüş kupalardan içmek yasaktır. Böylece hem kendilerini, hem de devleti korumuş olacaklardır. Ama toprakları, evleri, paraları oldu mu, koruyucu olacakları yerde kendileri de mal ve çiftçi, yurttaşlarının yardımcısıyken düşmanı, zorba efendisi olurlar. Ömürleri kötülemek ve kötülenmekle, tuzak kurmak ve tuzağa düşmekle geçer; dışarıdaki düşmanlarından çok içerideki düşmanlarından korkarlar. Kendilerini de, devleti de ölüme sürüklerler. İşte bunun için koruyucularımızın oturacakları yerleri ve yaşama koşullarını önceden iyi belirlemek, bunu da kanunlaştırmak gerekmez mi?</span> (s. 98)<br /><br />Düşünün bir, böyle koşulların olduğu bir yerde kim yönetime talip olur? Bizim mecliste buna benzer koşullar olsa, hatta azıcık bir parçası olsa ne olur acaba? Ben milletvekilleri arasında büyük bir panik ve çılgınlık dalgasının yaşanacağına eminim. Devletin kadroları muhtemelen bir kaosa sürüklenecektir. Belki Maliye Bakanı Unakıtan kendisini vurur. Oğlu milyon dolarlık gemi alan Tayyip amcam Emine hanımın başörtüsü ile kendisini boğmaya kalkışabilir mesela. 16 yaşındaki oğlu ticarete atılan Abdullah amcam da Hayrünisa hanımın kıllandığı imam beğendi ile kendisini zehirletebilir. Var mı öyle devletten avanta?<br /><br />Şu MTV müzik kanalı da haftanın bir gününü Japonların anime denilen çizgi filmlerine ayırmaya başladı. Geçen hafta “Basilisk” denilen bir çizgi film gösterdi. Çizgi filmin kapanışında çalan parça hoşuma gidince, neyin nesi imiş diye araştırdım. Şarkıyı söyleyen Nana Mizuki adında Japon bir şarkıcı imiş. Youtube’dan bulduğum klibini aşağıya ekledim. Sokrates amcam gerçi karşı çıkıyor bu tarz fitnelere, ama merak etmesine gerek yok. Zira bizim memlekette devleti yönetenler ilahiden başka bir şey dinlemiyorlar.<br /><br /><object height="355" width="425"><param name="movie" value="http://www.youtube.com/v/5ixroEJcf0U&rel=1"><param name="wmode" value="transparent"><br /><embed src="http://www.youtube.com/v/5ixroEJcf0U&rel=1" type="application/x-shockwave-flash" wmode="transparent" width="425" height="355"></embed></object></div>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-36567313.post-9583573501836557632008-01-12T20:03:00.000+02:002008-01-12T20:42:27.392+02:00<a href="http://cinnet.org/images/socrates_3.jpg"><img style="margin: 0px auto 10px; display: block; width: 400px; text-align: center;" alt="" src="http://cinnet.org/images/socrates_3.jpg" border="0" /></a><br /><div align="justify"><strong>EŞCİNSEL SOKRATES<br /></strong><br />Çok önceden, Yunanlı filozofların arasında eşcinselliğin olduğunu duymuştum. Hatta Platon’un “Şölen” adlı eserinde eşcinsellikten bahsettiğini de biliyordum, ama bir türlü alıp okumaya fırsatı bulamamıştım. Sonunda birkaç hafta önce kitabı aldım: Platon, “Şölen – Dostluk” (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Çev. Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat, 4. basım, 2006). Kitapta zengin bir kişi olan Agathon’un evinde geçen bir yemek anlatılıyor. Yemeğin en önemli kişisi de filozof Sokrates. Davetliler sevgi üzerine konuşuyorlar. Sokrates konuşmasını bitirdiği esnada, eve Sokrates’e tutkun genç bir erkek olan Alkibiades sarhoş bir hâlde geliyor ve Sokrates hakkında övücü bir konuşma yapıyor. Ama ne konuşma. Bir kısmını aşağıda yazdım:<br /><br />Alkibiades oturduğunda Sokrates şöyle diyor:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Agathon, beni korumaya bak! Bu adamın sevgisi başıma dert. Onu sevdim seveli, başka bir delikanlıya bakamaz, kimseyle konuşamaz oldum. Hemen kıskanır, köpürür, olmayacak şeyler yapar, ağzına geleni söyler, bir dövmediği kalır beni. Göz kulak ol da, şimdi gene azıtmasın. Aramızı bulmaya çalış; üstüme saldırırsa beni koru. Ödüm patlıyor deli sevgisinden, azgınlığından.<br /></span><br />Alkibiades de Sokrates hakkında şunları diyor:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Sokrates, biliyorsunuz, güzel delikanlılara düşkündür, hep onların peşinde gezer, kendinden geçer onları gördü mü (…)<br /><br />Onun benim gençliğime, güzelliğime gerçekten tutkun sandım ve bunu talihin bana verdiği büyük bir fırsat bildim. Biraz yüz vermekle Sokrates bana her bildiğini öğretir dedim, çünkü parlak delikanlılığıma öyle güveniyordum ki! Bu düşünceyle, yanımda hep bir uşak bulundurmak âdetinden vazgeçtim. Uşağı uzaklaştırıp onunla baş başa kaldım. Burada her şeyi size açıkça söylemeliyim. İyi dinleyin, sen de Sokrates, yalan varsa, düzelt sözlerimde. Dediğim gibi dostlar, Sokrates’le baş başa kaldım. Çok geçmez, sevenlerin tenhalıkta sevgililerine söylediklerini o da bana söyleyecek diye düşünüyor ve seviniyordum. Ama beklediğim gibi olmadı. Her zamanki gibi benimle konuştu, gün bitince de kalktı gitti. Bunun üzerine birlikte idman yapalım dedim; bu yoldan onu elde edeceğimi sanıyordum. Yanımızda kimseler yokken idmanlar yaptık, sık sık güreştik. Ama inanır mısınız, gene de bir şey elde edemedim. Bu yol da çıkmayınca, bu adama karşı zor kullanayım, başladığım işte gevşemeyeyim, bakalım sonu neye varacak dedim. Sevgilisine kavuşmak isteyen biri gibi, onu düpedüz akşam yemeğine çağırdım. Hiç de can atmadı gelmeye. Ama zamanla yola girdi. İlk geldiğinde yemek yer yemez gitmek istedi. Alıkoymaya utandım. Bir başka sefer ona yeni bir pusu kurdum: Yemekten sonra geç vakte kadar lafa tuttum, gideceği zaman da geç oldu diye kalmaya zorladım.<br /><br />Yanımda bir yerde, yemek yediği sedirde yattı, odada bizden başka kimseler de yoktu (…) <span style="color: rgb(0, 0, 0);">(s. 63-4)<br /></span><br />(…) Bir daha laf söylemesine meydan vermeden kalkıp kendi örtümü üstüne attım, mevsim kıştı çünkü. Bu adamın eski püskü abası altına girdim, bu insanüstü varlığa sarılıp bütün gece yanında yattım. Bunlara yalan diyemezsin Sokrates. Ne kadar yanaştımsa, ne yaptımsa boşuna, bu adam hiç sarsılmadı. Hep yukarıdan, küçümseyerek, alay ederek baktı gençliğime, güzelliğime. Ben de bir şey sanıyordum bu güzelliği. Öyle sanmakla haklı mıydım, değil miydim? Siz yargıç olun, evet yargıç olun da söyleyin Sokrates’in başı ne kadar havalarda olduğunu! Şunu da bilmiş olun ki, tanrılara, tanrıçalara yemin, bütün bir gece Sokrates’in yanında yattım ve kalktığım zaman, bir babanın, bir ağabeyin yanında yatmış gibiydim. <span style="color: rgb(0, 0, 0);">(s. 66)</span><br /></span><br />Konuşma bitince Sokrates şunları diyor:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">- (…) Yalnız söylediklerinin sonunda baklayı ağzından çıkarır gibi oldun. Oysa ki kurduğun şu: Agathon’la benim aramı açmak. İstiyorsun ki, ben yalnız seni seveyim, Agathon’u da senden başka seven olmasın. Ama bu dolap kimsenin gözünden kaçmadı. Bütün o Satyr, Silen hikayeleriyle neye varmak istediğin belli. Aman, sevgili Agathon, bu oyunu kazandırmayalım ona! Tetik dur ki kimse aramızı açmasın.<br /><br />Agathon:<br /><br />- Sahi öyle Sokrates, demiş. Doğru olabilir söylediğin. Aramıza gelip yatışından da anlaşılıyor bizi ayırmak istediği. Şimdi kalkar, senin yanına gelirim.<br />- Ha şöyle, demiş Sokrates, gel şöyle sağ yanıma uzan.<br />- Ey Zeus! Nedir bu adamdan çektiklerim! diye bağırmış Alkibiades. Nerede olsa beni ezmek bütün zoru. Bari bırak da, mübarek adam, Agathon ikimizin arasına gelsin.<br /><br />Sokrates:<br /><br />- Olmaz, demiş. Sen beni övdün, ben de şimdi sağımda kim varsa onu öveceğim. Agathon soluma gelirse, ben onu övmeden o beni bir daha övecek değil ya. Bırak tanrımsı Alkibiades, bırak da bu delikanlıyı öveyim, kıskanma. Öyle canım istiyor ki onu övmek!<br />- Yaşa, yaşa! diye bağırmış Agathon. Burada duramam Alkibiades, yer değiştirmeliyim ki Sokrates beni övsün.<br />- İşte hep böyle olur, demiş Alkibiades. Sokrates’in olduğu yerde ondan başkası güzel delikanlılara yanaşamaz. Bakınız yine nasıl Agathon’u yanına çekmek için bir sebep uyduruverdi; hem de herkesin yerinde sayacağı bir sebep. </span><span style="color: rgb(0, 0, 0);">(s. 70-1)<br /></span><br />Kitabın “Dostluk” adlı ikinci kısmının başında da şunlar yazıyor. Anlatan da Sokrates:<br /><br /><span style="color: rgb(0, 0, 153);">Akademia’dan çıkmış, duvarın dış kenarındaki yoldan doğruca Lykaion’a gidiyordum. Panapos çeşmesinin bulunduğu kapının yanı başında Hieronymos’un oğlu Hippothales’le Pianialı Ktesippos’a rastladım; yanlarında birçok genç de vardı. Yaklaşınca Hippothales beni gördü:<br /><br />- Sokrates, dedi. Nerden böyle? Nereye gidiyorsun?<br />- Akademia’dan Lykaion’a gidiyorum dedim<br />- Bırak da bizim yanımıza gel. Yolunu değiştirmek istemezsin, ama değer değiştirmeye.<br />- Beni nereye götüreceksiniz? Kimlerin arasına?<br /><br />Duvarın karşısında, kapısı açık duran bir meydanı göstererek:<br /><br />- Şuraya, dedi. Biz birçok güzel delikanlıyla günlerimizi burada geçiriyoruz.<br />- Orası nedir? dedim. Ne yapıyorsunuz orada?<br />- Yeni bir idman yeri; orada sohbetle vakit geçiriyoruz; senin de bulunmanı isterdik.<br />- Aman ne iyi! dedim. Başınızda kim var?<br />- Tanırsın; senin övdüğün biri: Mikkos.<br />- Ya, öyle mi? Değersiz bir adam değildir; seçkin bir sofisttir.<br />- Gelecek misin? İdman yerinde kimler var görürsün.<br />- Oraya gelip ne yapacağım, sen önce bana onu söyle. Buranın gözde çocuğu kim?<br />- Herkesin gözdesi başka, Sokrates.<br />- İyi ama, seninki kim Hippothales? Onu söyle.<br /><br />Bunu sorunca yüzü kızardı. Sözü ben aldım yine. (…) Bu sözlerimle yüzü büsbütün kızardı. O zaman Ktesippos yüzüne karşı:<br /><br />- Hippothales, böyle kızarıp bozarmak, ad söylemekten çekinmek çok güzel, ama, dedi, Sokrates hele seninle azıcık konuşsun, bu söylemek istemediğin adı tekrar ede ede kafasını şişirirsin. Sen bir de bize sor Sokrates; Lysis diye diye öldürdü bitirdi bizi. Hele biraz da içerse bu adı o kadar söyler, o kadar söyler ki, sabah uyandığımız zaman kulaklarımızda yankılarını duyar gibi oluruz.</span> (s. 77-8)<br /><br />İşte böyle. Bir ara Milli Eğitim Bakanlığı 100 temel eser diye birtakım kitapları öğrencilerine tavsiye etmişti. Acaba bunların arasında Platon ya da diğer Yunanlı filozofların kitapları falan var mı? Bir de, İş Bankası’nın yayınladığı bu kitap “Hasan Âli Yücel Klasikler Dizi”sinden çıkmış. Yücel 40’lı yıllarda Milli Eğitim Bakanı idi. Bu eserler de onun kurduğu tercüme bürosu tarafından çevrilip bakanlık tarafından yayınlanıyordu. Buna benzer bir şeyi şimdilerde Milli Eğitim Bakanlığı yapar mı acaba? Derdi gücü “mollalık” etmek olan Milli Eğitim Bakanı Çelik mi yapacak bunu? Hadi canım sen de!</div><br /><embed id="radioblog_player_-1" src="http://stat.radioblogclub.com/radio.blog/skins/mini/player.swf" type="application/x-shockwave-flash" allowscriptaccess="always" bgcolor="#330000" flashvars="id=-1&filepath=http://www.radioblogclub.com/listen?u=vMHZuV3bz9yZvxmQvlGZhJ1Lt92YuoXZuFGchRnL3d3d/WASP%2520-%2520Wild%2520Child.rbs&colors=body:#330000;border:#F8F8F8;button:#F8F8F8;player_text:#F8F8F8;playlist_text:#999999;" height="23" width="180"></embed>bliyaalhttp://www.blogger.com/profile/00658600765781029276noreply@blogger.com3