KISA BİR YOLCULUK
Geçtiğimiz kasım ayında evde oturmuş göbeğimi kaşıyordum. Telefon çaldı. Arayan, okul dışından tanıdığım hocalardan biriydi. Hoşbeşten sonra bana, “Falanca enstitünün bir bursu var, git oraya başvur, boş boş yatma,” dedi. Ben de “peki hocam,” diye yanıtladım. Hocanın bahsettiği enstitü Amerika’daydı ve benim tez konumla ilgili hocaların olduğu bir yerdi. Aslında aynı yere daha önceden başvuru yapmak istiyordum, ne de olsa doktora öğrencisi için bu tür bir burs iyi bir fırsattı. Ancak hem bir parça miskinliğime geldiğinden hem de orada ne yapacağımı kararlaştırmam gerektiğinden başvuru işini biraz geciktirmiştim.
Hocanın telefonundan sonra enstitünün sitesine girip benim gibi yurt dışından başvuru yapacak öğrencilerden ne istediklerine baktım, ama kayda değer bir şey bulamadım. Bunun üzerine bir mail gönderip derdimi anlattım. Onlar da cevap verip, öğrenci belgesi, lisans ve yüksek lisans diploması, not çıktıları, yazı örneği ve araştırma konusu yazısı istediler. Neyse ki başvurular mail yoluyla yapılabiliyordu ve mart ayının sonuna kadar vakit vardı.
Öğrenci belgesi ve not çıktısı almak için önce bizim okula gittim. Tabii, okul ne doktora belgelerinin ne de daha önce aldığım diploma ve not çıktılarının İngilizcelerini veriyordu. Bizim 100’lü not sistemini Amerikan not sistemine çeviren bir denklik belgesi dahi vermiyordu. Denklik belgesi dışındaki diğer belgeleri – Türkçe olarak şüphesiz – aldım, ama tüm bunları yeminli bir tercümana çevirtmek tuzluya patlardı. Üstelik tercüman ne derecede uygun bir çeviri yapacaktı? Sonunda belgeleri İngilizceye kendim çevirmek zorunda kaldım. Göndereceğim yerdekiler belgelerin asılları ile çevirilerini karşılaştırırken nerede neyin yazdığını bulmaya çalışırken zorlanmasınlar diye de çevirileri asıllarındaki sayfa düzeninde yazdım.
Yazı örneği konusu için, bir “taktik” gereği olarak, enstitüdekilerin hiçbir bilgilerinin olmadığına emin olduğum Osmanlı’yı seçtim. Bildikleri bir konuyu seçsem, “bu niye böyle, neden bunu bu şekilde ele aldın,” diye adamı uğraştırabilirlerdi. Böyle bir hususta risk almak doğru olmazdı. Osmanlı üzerine yazılmış bazı İngilizce makaleleri internette bulmak mümkün olduğundan kaynak için kütüphane dolaşmam gerekmedi. Araştırma konusu yazısını da daha önce tuttuğum birtakım notları İngilizceye çevirerek ve konuyla ilgili makalelerden gerekli yerleri “tırtıklayarak” yazdım. Sağolsun, Herackles fikir vermesi için bana İngilizce bir proje önerisi örneği gönderdi.
Tüm bu yazıları word dosyası olarak yazdım ve bilgisayarda sorun çıkarmadan açılabilsinler diye pdf formatına dönüştürdüm. Sonra da hepsini bir maile iliştirerek mart ayı ortasında enstitüye gönderdim. Bana gönderdikleri mailde sonuçların bizim yerel seçimlerin olduğu hafta sonu açıklanacağını söylediler. Ama seçimler geldi geçti, karşı taraftan bir ses çıkmadı. Başvuruyu yaptıktan bir ay sonra yeni bir mail geldi. Güya başvurular çok olduğu için öğrenci seçimini bitirememişlerdi; dahası sonuçların ne zaman açıklanacağı da belli değildi. Ben de burs işini unutup tezi yazmaya devam ettim.
Böylece bayağı bir süre geçti ve tezi hemen hemen bitirdim. Önümüzdeki ay da vermeyi planlıyordum. Üç hafta kadar önce, bilgisayarı açmış son bölümleri yazacaktım ki şeytan dürttü, maillere bir bakayım dedim. Enstitüden sonunda mail gelmişti, bursu aldınız diye yazmışlardı. Böylesi bir işi neredeyse hiç evden çıkmadan ve biraz da kilo alarak başardığım için sevindim. Ancak yazılanları dikkatlice okuyunca “en geç 1 haziranda burada olun,” ibaresini gördüm. “İyi de kardeşim, hazirana şunun şurasında üç hafta var. Ben o kadar sürede gerekli belgeleri hazırlayıp nasıl vize başvurusu yapayım? Hem başvuru yapsam bile görüşme gününü kim bilir ne zamana verirler,” deyip kızdım. Zira sonuçları beş hafta gecikmeli açıklamışlardı.
Bunun üzerine Amerikan konsolosluğunun sitesine girip baktım. Vize bölümünde “gideceğiniz tarihten 6-8 hafta önce başvuru yapınız,” şeklinde bir ifade vardı. Bunu görünce yattı bizim iş dedim. Sonra bir turizm şirketinde çalışan bir tanıdığım aklıma geldi, telefon açıp ona sordum. “Yok öyle bir şey, sen telefon aç randevu al, bu ay için görüşme günü alırsın,” dedi. Ben de “denemeden vazgeçmeyeyim bari,” diyerek evrakları hazırlamaya başladım. Şansıma, konsolosluk fazla evrak istemiyordu. Arada ilçe emniyet müdürlüğüne gidip pasaportumun geçerlilik süresini uzattım. Pasaport işlemleri öncesinde parmak izi alıyorlarmış. 3.5 sene kadar önce pasaport çıkartırken böyle bir uygulama yoktu; koymak nereden akıllarına gelmiş bilmiyorum. Emniyet müdürlüğü Amerika’ya özenmiş herhalde. Parmak izi alan memur milletin parmaklarını sürekli makineye dayamaktan bezmiş görünüyordu.
Görüşme gününü ayarlayabilmek için önce konsolosluğa telefon açıp randevu almak gerekiyormuş. Bunun için bankaya 20 dolar yatırıp karşılığında bir “pin numarası” almak gerekti. Bu numarayı telefon açtığınızda karşıdaki operatöre söylüyorsunuz. Numara sadece bir arama için geçerli. Eğer sonraki günlerde aklınıza bir şeyler takılır da yeniden aramanız gerekirse, yeniden yeşil bir 20 kaat yatırıp numara almanız gerekiyor. Telefon ederken yanınızda pasaportunuzun da olması gerekiyormuş, yoksa randevu verilmiyormuş – telefon açtığınızda karşınıza çıkan bant kaydı öyle söylüyor. Etraftan işittiğime göre görüşme için en aşağı iki hafta kadar bekleniyormuş. Benim şansıma iki gün sonrasına randevu verdiler ve pasaportla ilgili hiçbir şey sormadılar. Bu arada, görüşme parası olarak da bankaya 131 dolar yatırdım. Banka parayı doğrudan dolar olarak istiyordu.
Randevuyu bu kadar kısa bir süre sonrasına alınca onca koşuşturmaca arasında gerekli evrakları ancak görüşmeden bir gün önce doldurabildim. Bir evrakı internetten doldurup bilgisayar çıktısını aldım. Bir başka belgeyi de gene çıktısını alıp elle doldurdum. Bu sonuncu belgenin 15-45 yaş arası erkekler ve tüm üçüncü dünya ülkesi vatandaşları tarafından doldurması gerekiyormuş. İşin güzel tarafı(!), soruların arasında “Bağlı bulunduğunuz aşireti ismi (mevcut ise); Nükleer, biyolojik veya kimyasal madde eğitimi gördünüz mü? Silahlı çatışmaya katıldınız mı?” gibi sorular da vardı. Forma şuradan bakabilirsiniz. İşte, üçüncü dünya ülkesi olunca size lâyık görülen muamele bu! Şimdi AKP iktidarda olduğu için belki ileride üçten beşe de geçebiliriz; ne de olsa burası Türkiye.
Konsolosluğun sitesinde yazdığına göre, görüşmeye en erken 15 dakika önce gelmek gerekiyormuş. Daha erken gelenleri içeri almıyorlar demek ki. Konsolosluğa gittiğimde görüşme saatlerinin gelmesi için binanın dışında bekleyen milleti gördüm. Önce en dış kapıdaki görevliye soyadımı söyledim. Görevli listede adımı bulduktan sonra beni küçük avlunun ötesindeki binaya gönderdi. Bina kapısının önünde bir başka görevliye gene adımı söyleyip listeden buldurdum. İçeri girince bir kez daha bir başka görevliyle aynı işi yaptım – üç görevli üç liste. Aslında 11 Eylül sonrası paranoyası aklıma geldiğimde daha fazlasını bekliyordum. Görevlileri geçtikten sonra asansörle üst katlardan birine çıktım; banka vezneleri gibi cam bölmelerin ardında görevlilerin işlemleri yaptığı ve bir evin salonundan biraz daha büyük olan bir odada evraklarımı kayıttan geçirdim ve karşılığında bir numara aldım. Görüşme öncesinde aynı numarayla iki defa çağrıldım; pasaportu ve doldurduğum evrakları teslim edip parmak izi verdim. Sonra görüşme için sanırım bir 20 dakika kadar bekledim.
Daha önceden Amerikan vizesi alan bir arkadaşım görüşmeyi yapan Amerikalı görevlilerin Türkçe bildiklerini söylemişti. Çağrıldığımda görevli bana İngilizce nasılsınız dedi. Ben de, “Türkçe mi, yoksa İngilizce mi konuşacağız?” diye sordum – Türkçe tabii. Görevli fark etmez anlamında omuzlarını silkince milliyetçiliğim tuttu ve Türkçe konuşalım dedim. Adam sadece nereye gideceksiniz, ne kadar kalacaksınız gibi bildik soruları sormakla yetindi. Yanımda öğrenci belgesi ve enstitüden gelen davet mektubunu getirmiştim, hiçbirini istemedi; hiçbir evrak göstermemi istemedi. Sonra pat diye “vizenizi onaylıyorum” diyerek cam bölmenin altından bir kart verdi. Gerçi daha önceden enstitüye mesaj gönderip randevunun olduğu gün konsolosluğa bir mail göndermelerini ve benim durumumdan bahsetmelerini istemiştim, ama mail konsolosluğun eline geçti mi bilmiyorum. Böylece görüşme hepi topu “beş dakika” sürmüş oldu ve ben de burs maili geldikten tam bir hafta sonra vize almış oldum. Cam bölmelerin hemen karşısında kargo şirketi UPS’nin masası vardı. Vizesi onaylananların pasaportlarını kargoyla gönderiyorlarmış. Görevliden aldığım kartı verip adresimi yazdırdım ve kargo parası olarak 18 yeni Törkiş lira ödedim. İki gün sonra pasaport elime geçti; 10 senelik vize vermişlerdi. Genelde verdikleri vize süresi buymuş.
Gideceğim yer Alabama’da. Öğrendiğime göre gezip görecek fazla yer yokmuş. Bildiğim kadarıyla burası Amerikalıların “bible belt” dedikleri muhafazakâr bölgede kalıyor. Öyle olduğu için en azından Hintliler, Pakistanlılar, Araplar, zenciler ve Türkler gibi beşeriyetin aşağı türden ırklarına mensup kişilerin sayısının fazla olmasını beklemiyorum. Ne yazık ki, 20 kişilik öğrenci listesinde bir Fransız gördüm. Fransız ırkından özel olarak nefret ettiğim için biraz sıkıldım. Diğer bir üzüntü verici husus da kız öğrenci sayısının fazla olmamasıydı. Enstitü ise piyasacı ve hâliyle liberal bir yer; amiyane tabiriyle sağcı bir “think tank.” O yüzden bir süreliğine emperyalist takılmak gerekecek. Bunun dışında, öğrencilere kalacak mobilyalı bir yer, enstitüde bir ofis ve belli bir miktar da para veriyorlarmış. Tabii para dışında bunların fiilen neye benzediklerini bilmiyorum. Bazı yemekli etkinliklere katılım da varmış. Hayat felsefem gereği beleş gelen para ve yemek benim için her zaman için makbul olduğundan biraz sevindim. Allah orada bir de Amerikalı bir avrat nasip ederse tamam olacak.
Eh, bunları boş yere vermiyorlar şüphesiz. Karşılığında hafta içi her gün sabah 8 akşam 5 arası enstitüde olmamı ve bursun bitimine yakın o zamana değin araştırma namına ne halt yediğime ilişkin bir sunum yapmamı istiyorlar. Artık bir şeyler uyduracağız. Enstitüden bir masaüstü bilgisayar vereceklermiş. Becerebilirsem emperyalistlerin neler yaptıklarını yazmaya çalışacağım. Dolayısıyla bu perşembe gününden itibaren ağustos başına kadar başkanımız Obama’nın memleketinde olacağım. Döndükten sonra da tezi verip artık kurtulayım diyorum. Sonra da gelsin rejim …