Sunday, May 24, 2009


KISA BİR YOLCULUK

Geçtiğimiz kasım ayında evde oturmuş göbeğimi kaşıyordum. Telefon çaldı. Arayan, okul dışından tanıdığım hocalardan biriydi. Hoşbeşten sonra bana, “Falanca enstitünün bir bursu var, git oraya başvur, boş boş yatma,” dedi. Ben de “peki hocam,” diye yanıtladım. Hocanın bahsettiği enstitü Amerika’daydı ve benim tez konumla ilgili hocaların olduğu bir yerdi. Aslında aynı yere daha önceden başvuru yapmak istiyordum, ne de olsa doktora öğrencisi için bu tür bir burs iyi bir fırsattı. Ancak hem bir parça miskinliğime geldiğinden hem de orada ne yapacağımı kararlaştırmam gerektiğinden başvuru işini biraz geciktirmiştim.

Hocanın telefonundan sonra enstitünün sitesine girip benim gibi yurt dışından başvuru yapacak öğrencilerden ne istediklerine baktım, ama kayda değer bir şey bulamadım. Bunun üzerine bir mail gönderip derdimi anlattım. Onlar da cevap verip, öğrenci belgesi, lisans ve yüksek lisans diploması, not çıktıları, yazı örneği ve araştırma konusu yazısı istediler. Neyse ki başvurular mail yoluyla yapılabiliyordu ve mart ayının sonuna kadar vakit vardı.

Öğrenci belgesi ve not çıktısı almak için önce bizim okula gittim. Tabii, okul ne doktora belgelerinin ne de daha önce aldığım diploma ve not çıktılarının İngilizcelerini veriyordu. Bizim 100’lü not sistemini Amerikan not sistemine çeviren bir denklik belgesi dahi vermiyordu. Denklik belgesi dışındaki diğer belgeleri – Türkçe olarak şüphesiz – aldım, ama tüm bunları yeminli bir tercümana çevirtmek tuzluya patlardı. Üstelik tercüman ne derecede uygun bir çeviri yapacaktı? Sonunda belgeleri İngilizceye kendim çevirmek zorunda kaldım. Göndereceğim yerdekiler belgelerin asılları ile çevirilerini karşılaştırırken nerede neyin yazdığını bulmaya çalışırken zorlanmasınlar diye de çevirileri asıllarındaki sayfa düzeninde yazdım.

Yazı örneği konusu için, bir “taktik” gereği olarak, enstitüdekilerin hiçbir bilgilerinin olmadığına emin olduğum Osmanlı’yı seçtim. Bildikleri bir konuyu seçsem, “bu niye böyle, neden bunu bu şekilde ele aldın,” diye adamı uğraştırabilirlerdi. Böyle bir hususta risk almak doğru olmazdı. Osmanlı üzerine yazılmış bazı İngilizce makaleleri internette bulmak mümkün olduğundan kaynak için kütüphane dolaşmam gerekmedi. Araştırma konusu yazısını da daha önce tuttuğum birtakım notları İngilizceye çevirerek ve konuyla ilgili makalelerden gerekli yerleri “tırtıklayarak” yazdım. Sağolsun, Herackles fikir vermesi için bana İngilizce bir proje önerisi örneği gönderdi.

Tüm bu yazıları word dosyası olarak yazdım ve bilgisayarda sorun çıkarmadan açılabilsinler diye pdf formatına dönüştürdüm. Sonra da hepsini bir maile iliştirerek mart ayı ortasında enstitüye gönderdim. Bana gönderdikleri mailde sonuçların bizim yerel seçimlerin olduğu hafta sonu açıklanacağını söylediler. Ama seçimler geldi geçti, karşı taraftan bir ses çıkmadı. Başvuruyu yaptıktan bir ay sonra yeni bir mail geldi. Güya başvurular çok olduğu için öğrenci seçimini bitirememişlerdi; dahası sonuçların ne zaman açıklanacağı da belli değildi. Ben de burs işini unutup tezi yazmaya devam ettim.

Böylece bayağı bir süre geçti ve tezi hemen hemen bitirdim. Önümüzdeki ay da vermeyi planlıyordum. Üç hafta kadar önce, bilgisayarı açmış son bölümleri yazacaktım ki şeytan dürttü, maillere bir bakayım dedim. Enstitüden sonunda mail gelmişti, bursu aldınız diye yazmışlardı. Böylesi bir işi neredeyse hiç evden çıkmadan ve biraz da kilo alarak başardığım için sevindim. Ancak yazılanları dikkatlice okuyunca “en geç 1 haziranda burada olun,” ibaresini gördüm. “İyi de kardeşim, hazirana şunun şurasında üç hafta var. Ben o kadar sürede gerekli belgeleri hazırlayıp nasıl vize başvurusu yapayım? Hem başvuru yapsam bile görüşme gününü kim bilir ne zamana verirler,” deyip kızdım. Zira sonuçları beş hafta gecikmeli açıklamışlardı.

Bunun üzerine Amerikan konsolosluğunun sitesine girip baktım. Vize bölümünde “gideceğiniz tarihten 6-8 hafta önce başvuru yapınız,” şeklinde bir ifade vardı. Bunu görünce yattı bizim iş dedim. Sonra bir turizm şirketinde çalışan bir tanıdığım aklıma geldi, telefon açıp ona sordum. “Yok öyle bir şey, sen telefon aç randevu al, bu ay için görüşme günü alırsın,” dedi. Ben de “denemeden vazgeçmeyeyim bari,” diyerek evrakları hazırlamaya başladım. Şansıma, konsolosluk fazla evrak istemiyordu. Arada ilçe emniyet müdürlüğüne gidip pasaportumun geçerlilik süresini uzattım. Pasaport işlemleri öncesinde parmak izi alıyorlarmış. 3.5 sene kadar önce pasaport çıkartırken böyle bir uygulama yoktu; koymak nereden akıllarına gelmiş bilmiyorum. Emniyet müdürlüğü Amerika’ya özenmiş herhalde. Parmak izi alan memur milletin parmaklarını sürekli makineye dayamaktan bezmiş görünüyordu.

Görüşme gününü ayarlayabilmek için önce konsolosluğa telefon açıp randevu almak gerekiyormuş. Bunun için bankaya 20 dolar yatırıp karşılığında bir “pin numarası” almak gerekti. Bu numarayı telefon açtığınızda karşıdaki operatöre söylüyorsunuz. Numara sadece bir arama için geçerli. Eğer sonraki günlerde aklınıza bir şeyler takılır da yeniden aramanız gerekirse, yeniden yeşil bir 20 kaat yatırıp numara almanız gerekiyor. Telefon ederken yanınızda pasaportunuzun da olması gerekiyormuş, yoksa randevu verilmiyormuş – telefon açtığınızda karşınıza çıkan bant kaydı öyle söylüyor. Etraftan işittiğime göre görüşme için en aşağı iki hafta kadar bekleniyormuş. Benim şansıma iki gün sonrasına randevu verdiler ve pasaportla ilgili hiçbir şey sormadılar. Bu arada, görüşme parası olarak da bankaya 131 dolar yatırdım. Banka parayı doğrudan dolar olarak istiyordu.

Randevuyu bu kadar kısa bir süre sonrasına alınca onca koşuşturmaca arasında gerekli evrakları ancak görüşmeden bir gün önce doldurabildim. Bir evrakı internetten doldurup bilgisayar çıktısını aldım. Bir başka belgeyi de gene çıktısını alıp elle doldurdum. Bu sonuncu belgenin 15-45 yaş arası erkekler ve tüm üçüncü dünya ülkesi vatandaşları tarafından doldurması gerekiyormuş. İşin güzel tarafı(!), soruların arasında “Bağlı bulunduğunuz aşireti ismi (mevcut ise); Nükleer, biyolojik veya kimyasal madde eğitimi gördünüz mü? Silahlı çatışmaya katıldınız mı?” gibi sorular da vardı. Forma şuradan bakabilirsiniz. İşte, üçüncü dünya ülkesi olunca size lâyık görülen muamele bu! Şimdi AKP iktidarda olduğu için belki ileride üçten beşe de geçebiliriz; ne de olsa burası Türkiye.

Konsolosluğun sitesinde yazdığına göre, görüşmeye en erken 15 dakika önce gelmek gerekiyormuş. Daha erken gelenleri içeri almıyorlar demek ki. Konsolosluğa gittiğimde görüşme saatlerinin gelmesi için binanın dışında bekleyen milleti gördüm. Önce en dış kapıdaki görevliye soyadımı söyledim. Görevli listede adımı bulduktan sonra beni küçük avlunun ötesindeki binaya gönderdi. Bina kapısının önünde bir başka görevliye gene adımı söyleyip listeden buldurdum. İçeri girince bir kez daha bir başka görevliyle aynı işi yaptım – üç görevli üç liste. Aslında 11 Eylül sonrası paranoyası aklıma geldiğimde daha fazlasını bekliyordum. Görevlileri geçtikten sonra asansörle üst katlardan birine çıktım; banka vezneleri gibi cam bölmelerin ardında görevlilerin işlemleri yaptığı ve bir evin salonundan biraz daha büyük olan bir odada evraklarımı kayıttan geçirdim ve karşılığında bir numara aldım. Görüşme öncesinde aynı numarayla iki defa çağrıldım; pasaportu ve doldurduğum evrakları teslim edip parmak izi verdim. Sonra görüşme için sanırım bir 20 dakika kadar bekledim.

Daha önceden Amerikan vizesi alan bir arkadaşım görüşmeyi yapan Amerikalı görevlilerin Türkçe bildiklerini söylemişti. Çağrıldığımda görevli bana İngilizce nasılsınız dedi. Ben de, “Türkçe mi, yoksa İngilizce mi konuşacağız?” diye sordum – Türkçe tabii. Görevli fark etmez anlamında omuzlarını silkince milliyetçiliğim tuttu ve Türkçe konuşalım dedim. Adam sadece nereye gideceksiniz, ne kadar kalacaksınız gibi bildik soruları sormakla yetindi. Yanımda öğrenci belgesi ve enstitüden gelen davet mektubunu getirmiştim, hiçbirini istemedi; hiçbir evrak göstermemi istemedi. Sonra pat diye “vizenizi onaylıyorum” diyerek cam bölmenin altından bir kart verdi. Gerçi daha önceden enstitüye mesaj gönderip randevunun olduğu gün konsolosluğa bir mail göndermelerini ve benim durumumdan bahsetmelerini istemiştim, ama mail konsolosluğun eline geçti mi bilmiyorum. Böylece görüşme hepi topu “beş dakika” sürmüş oldu ve ben de burs maili geldikten tam bir hafta sonra vize almış oldum. Cam bölmelerin hemen karşısında kargo şirketi UPS’nin masası vardı. Vizesi onaylananların pasaportlarını kargoyla gönderiyorlarmış. Görevliden aldığım kartı verip adresimi yazdırdım ve kargo parası olarak 18 yeni Törkiş lira ödedim. İki gün sonra pasaport elime geçti; 10 senelik vize vermişlerdi. Genelde verdikleri vize süresi buymuş.

Gideceğim yer Alabama’da. Öğrendiğime göre gezip görecek fazla yer yokmuş. Bildiğim kadarıyla burası Amerikalıların “bible belt” dedikleri muhafazakâr bölgede kalıyor. Öyle olduğu için en azından Hintliler, Pakistanlılar, Araplar, zenciler ve Türkler gibi beşeriyetin aşağı türden ırklarına mensup kişilerin sayısının fazla olmasını beklemiyorum. Ne yazık ki, 20 kişilik öğrenci listesinde bir Fransız gördüm. Fransız ırkından özel olarak nefret ettiğim için biraz sıkıldım. Diğer bir üzüntü verici husus da kız öğrenci sayısının fazla olmamasıydı. Enstitü ise piyasacı ve hâliyle liberal bir yer; amiyane tabiriyle sağcı bir “think tank.” O yüzden bir süreliğine emperyalist takılmak gerekecek. Bunun dışında, öğrencilere kalacak mobilyalı bir yer, enstitüde bir ofis ve belli bir miktar da para veriyorlarmış. Tabii para dışında bunların fiilen neye benzediklerini bilmiyorum. Bazı yemekli etkinliklere katılım da varmış. Hayat felsefem gereği beleş gelen para ve yemek benim için her zaman için makbul olduğundan biraz sevindim. Allah orada bir de Amerikalı bir avrat nasip ederse tamam olacak.

Eh, bunları boş yere vermiyorlar şüphesiz. Karşılığında hafta içi her gün sabah 8 akşam 5 arası enstitüde olmamı ve bursun bitimine yakın o zamana değin araştırma namına ne halt yediğime ilişkin bir sunum yapmamı istiyorlar. Artık bir şeyler uyduracağız. Enstitüden bir masaüstü bilgisayar vereceklermiş. Becerebilirsem emperyalistlerin neler yaptıklarını yazmaya çalışacağım. Dolayısıyla bu perşembe gününden itibaren ağustos başına kadar başkanımız Obama’nın memleketinde olacağım. Döndükten sonra da tezi verip artık kurtulayım diyorum. Sonra da gelsin rejim …

Wednesday, March 11, 2009


BİLİM YERİNE CİNLER

Dünkü Radikal gazetesinde şu haberi gördüm. Tübitak’ta kümelenmiş olan dinciler Tübitak’ın çıkardığı kaç yıllık Bilim ve Teknik dergisinin bu ayki sayısında Darwin’i tamamıyla ortadan kaldırmışlar. Hikâyenin ayrıntılarını verdiğim linkte okuyabilirsiniz. Haberi okuyunca yazıklar olsun dedim. İnsan bu kadar mı geri kafalı olur? Hadi Darwin’in fikirlerinden hoşlanmıyorsunuz diyelim. Hiç değilse Darwin’le ilgili yazının yanına onun fikirlerini eleştiren bilimsel bir makale ya da dosya koysaydınız ya. Ama bu adamlar gerçekte bilimsel ilerlemeye tamamıyla karşı olduklarından ve ileri sürecek doğru düzgün fikirleri olmadığından, böyle davranmak yerine Darwin’i tamamıyla sansürlemeyi tercih etmişler. İnsan bu kadar mı bilim düşmanı olur?

I

Bu aralar düzenli olarak okumaya çalıştığım bir kitap var. İsmi: Büyü, Gizem ve Bilim: Batı Uygarlığında Okült. (İngilizcesi) İki akademisyen tarafından yazılmış ayrıntılı, güzel bir kitap. Çevirisi de iyi. Kitabın arka kapağında şöyle yazıyor: “Zamanımızın büyük bir kısmını karanlıkta ve düşler âleminde geçirmekteyiz ve ayaklarımızın sağlam zemine basmasını yeğlememize karşın gizem ve sonsuzluk duygusuna olan inancımızı henüz yitirmedik.” Yazarlar, dünyayı bilmenin ve yaşamanın bu eski şeklini yeniden keşfetmeyi umuyoruz diyorlar.

Kitabın “Şeytan, İblisler ve Cinler” adlı bölümünde, “İslâm, Şeytan ve Cinler” başlıklı alt kısımda bazı yerleri bayağı ilginç buldum. Bir kısmını aşağıya aktardım:

Eski Ahit’teki düşmüş melekler gibi, cinler de insanlarla aşk ilişkisine girmek için türleri ayıran çizgiyi aşmaya hevesliydiler. Pek çok yorumcu, cinlerle insanların cinsel ilişkiye girebileceklerini ve girdiklerini bizatihi Kuran’ın öğrettiğinde ısrarlıdır. Bu yargı birkaç fikre dayanır ve bunlardan biri de, cennete erişenler için Kuran’daki şu vaattir: “kara gözlü huriler (…) daha önce onları ne cin kirletmiştir ne de insan.” (55;70-73) Anlaşılan, cinler tarafından kirletilen ya da bekâreti bozulan insan kadınlar vardı. Bu görüş onuncu yüzyılda öylesine yaygındı ki, İbn-i Nedim’in Arapça “tüm” kitapları içeren dev kataloğu Fihrist’te, “Cinleri Seven İnsanların Adları ve Tam Tersi” ile “Cinlerin Sevgilileri” başlıklı iki bölüm yer alıyordu.

Açıklaması yapılmamış da olsa, cinlerle insanlar arasındaki cinsel ilişkiler, görünüşe göre melez çocukların doğmasına yol açabiliyordu. Hadislere göre, Muhammed bir keresinde genç eşi Ayşe’ye son zamanlarda muharibun görüp görmediğini sorar. Ayşe muharibun’un anlamını sorduğunda ise, “içlerinde cinlerden iz taşıyanlar” diye yanıtlar.
(s. 180)

(…)

İslâm insanoğlunun tüm çabalarını ilkeleri kapsamına almayı hedeflediği ve Kuran da cinlerin varlığını doğallıkla kabul ettiği için, cinlerin insanlarla ilişkileri konusunda sorunların doğması kaçınılmazdı. Sonuçta her iki tür de aynı yemekleri yiyor, benzer kaynaklar için rekabet ediyor, emek ve ödül takası yapıyor, hatta melez çocuklar üretmek için birbirleriyle ilişkiye giriyordu. İnsanlar ve cinlerden oluşan bir toplumda, dinsel açıdan uygun (dolayısıyla da yasal açıdan onaylanmış) etkileşime dayalı davranışlar nasıl olmalıydı?

Örneğin, insanların cinlerle evlenmesi doğru muydu? Bu meselede görüşler ikiye ayrılıyordu. Sekizinci yüzyılda yaşayan mistik Hasan el Basri gibileri, insanın sadık bir müslüman olması koşuluyla bu tür evliliklerin kabul edilebilir olduğunda ısrarlıydı. Soyut düşünceleri bir kenara bırakan on dördüncü yüzyıl hayvan âlimi Damiri, meselenin büyük ölçüde gerçek koşullara bağlı olduğunu savunmaktaydı: kendisi şahsen “dört dişi cinin kocası olan bir şeyhle” ahbaptı. Bu mesele iki ucu kirli değnek gibiydi, çünkü melez çocukların yasal durumuyla ilgili başka sorunlara yol açıyordu. Üstelik, türler arası bu girift sorunlar ele alınmasa bile, âlimler yine de cinlerin ve onların “saf kan” cin çocuklarının yasal hakları üstünde düşünmek zorundaydılar.

Bu meselelerin yasal açıdan gözden geçirilmesi, Ortaçağ sonlarında sona ermedi. Yirminci yüzyıla geçilirken, Mısır ve Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuk kitaplarında hâlâ cin-insan evliliği sorunlarıyla boğuşulmaktaydı. Osmanlılar, cinler erkek ya da dişi olarak cisimleşebildikleri için (görünümlerini değiştirmekte özgürdüler), sonuçta eşcinsel birleşmelerin ortaya çıkabileceği gerekçesiyle bu ilişkilere karşı çıkıyordu.

Yasal olsun veya olmasın, cinlerle evlilik haberleri Yakın Doğu’da hâlâ dolanımdadır. Tanıdığımız bir Türk öğrenci, annesinin, dişi cinle evlenmiş bir adamı hatırladığını belirtti. Yakın tarihli bir diğer kaynağa göre, dişi cinle evlenmiş bir Faslının ondan iki çocuğu olmuştu. Sosyal (en azından insanlarla) ilişkilerden hoşlanmayan bu dişi cin, ne zaman ziyaretçiler gelse kendisini kurbağa kılığına sokmaktaydı.
(s. 184-5)

II

Sayfaları çevirirken bir de ne göreyim, kitapta Fethullah Gülen’den bahsediliyor. Ciddi bir kitapta Fethullah hocanın işi ne? Hocanın isminin geçtiği yerin tamamını aşağıya yazım.

Ancak pek çok müslümana göre, acayip ziyaretçiler uzay dışı başka mekânlardan da ortaya çıkabilirler; onların kültürü böyle olaylara muhalif değildir. Bunun bir örneği, tanınmış bir Türk din âlimi ve tartışmalı bir siyasî kişilik olan Fethullah Gülen’dir. Gülen, diğer dinlerle bir arada var olabilecek ve demokrasi içinde gelişebilecek liberal İslâm anlayışını savunmaktadır; Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında dinler arasında diyalogun ilerlemesine yardımcı olmak amacıyla bir süre önce papa ile görüşmüştür. Cinleri çok ciddiye alan Gülen, insanların onlarla işbirliği yapmayı öğrenmesi gerektiğini öne sürmektedir. Böyle bir işbirliğinin ödülü ona göre, madencilik, telekomünikasyon, uzay araştırmaları ve (cinlerin muazzam yaşı düşünüldüğünde) tarihsel çalışmalar gibi alanlarda ilerleme kaydetmek olacaktır. (s. 184)

Yazıyı okuyunca merak etmeden duramadım. Hoca efendi cinleri çok ciddiye alıyormuş. Acaba cinler de onu ciddiye alıyor mu? Madem bu cinlerden faydalanmak mümkün, hoca efendi niye onları çağırıp Türkiye’deki şu şeytan işi laik düzeni yıktırmıyor? Valla ben olsam şu cinleri İsrail denen şer milletinin ve onun destekçisi büyük Deccal Amerika’nın üstüne bir salıverirdim, Gazze’ye girmek, tek başına tüm Araplara ve İslâm âlemine kafa tutmak ne demekmiş görürdüler. Ama hâlâ bir şey olmadığına göre hoca efendi cinlerle temasa geçemedi herhalde. Neden acaba? Bu cinlerin cep telefonu, maili falan yok mu? Teknolojiyi bayağı geriden takip ediyorlar olsa gerek.

Alıntıladığım pasaja ait dipnotta yazarlar hoca efendinin fikirlerini aldıkları yeri şöyle belirtmişler:

İnternetteki kısa makalesinin başlığı “Can We Employ E.Ts (Jinns) in Different Jobs?”, cinleri kuşkucu Batılılara hoş göstermek için dünya dışı yaratıklarla bir tutma çabası gibi görünüyor. [http://pearls.org/et/can_we_employe_jinns.htm] 8 Temmuz 2002’de erişildi. (s. 428, dipnot 141)

Fethullah hocanın cinlerle ilgili neler yazdığına bir bakayım dedim ve dipnotta verilen web adresini internette aradım, fakat sayfayı bulamadım. Bunun üzerine yazının başlığını girdim ve şu yazıyı buldum. Ancak sitede yazının yazarı Fethullah Gülen değil, Bedüizzaman Said-i Nursi olarak geçiyordu ve tarihi de 2006 idi. Büyük ihtimalle esas yazı sonradan değiştirilmiş. Sanırım cinlerle ilgili bu uçuk kaçık yazının üstünde Fethullah hocanın isminin olması Fethullahçıları rahatsız etmiş olacak. Düşünsenize, düzgün ve aklı başında bir insan izlenimi vermeye çalışan hoca efendi meğer cinlerden faydalanmayı düşünüyormuş. Olacak şey mi bu şimdi? O yüzden yazıyı Said-i Nursi’ye atfetmişler. Eh, ne de olsa onun İstiklâl Mahkemesi’nden kaçmak için aldığı bir deli raporu var, o nedenle savunması kolay olur demişlerdir belki.

III

İşte böyle! Bilimsel yayınları dinî gerekçelerle sansürleyeceksiniz, hoşunuza gitmeyen şeyleri bastırmayacaksınız, milleti susturmaya çalışacaksınız, sonra da bilimsel ve teknolojik gelişme için cinlerden medet umacaksınız. Ne güzel değil mi? Demek ki cinlerle bir temasa geçtik mi bizi kimse tutamayacak. Batı âlemi de avucunu yalayacak. Yav şu Fethullah hoca gerçekten çok büyük adam valla. Onca bilim adamı, araştırmacı ve akademisyen şu cinleri düşünemedi de bir bizim hoca efendimiz düşündü. Zaten başka kim düşünecekti ki? Laikler mi? Pööh! İşte biz o ahlâksız Batı âlemini böyle hoca efendiler ile ezip geçeceğiz. Savulun sünnetsiz mendeburlar! İslâm geliyor gümbür gümbür, laikler gidiyor hüngür hüngür!

* * *

1992’de çıkardıkları ve grupla aynı ismi taşıyan ilk albümlerindeki “No Rain” adlı parçasıyla iyi bir çıkış yapmıştı Blind Melon. Ama 1995’te çıkan “Soup” adlı ikinci albümlerinden sonra vokalist Shannon Noon aşırı dozda kokainden ölünce, grup için işler iyi gitmedi ve 1999’da dağıldılar. 2006’da yeni bir vokalistle bir araya geldiler, fakat eskisi gibi değiller. İşte ikinci albümlerinden favori parçam “Mouthful of Cavities”i aşağıya koydum. Geri vokaldeki konuk vokalist Jena Kraus’un sesine dikkat edin. Kraus’un Myspace’de bir sayfası da var. Ama o sese rağmen bir türlü iyi bir çıkış yapamadı.

Sunday, March 08, 2009


CEHENNEMDEKİ PEYGAMBER

Son günlerde internetteki torrent sitelerinden film indirip izleme hastası oldum. Bu işleri maalesef geç takip ediyoruz. İndirip izlediğim son filmlerden biri de M. Night Shyamalan’ın 2000 tarihli, başrolünde Bruce Willis ve Samuel L. Jackson’ın oynadığı Unbreakable. Son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden biri oldu. Gerçi film işlerinden pek anlamam, ama hem Willis hem de Jackson rollere tam oturmuşlar bence. Filmin özellikle müziklerini beğendim. Hatta dayanamayıp, filmin soundtrack’ini de malum sitelerden indirdim. Beğendiğim parçalardan birini de (The Orange Man) aşağıya ekledim. (Şarkının çaldığı sahne de güzeldi üstelik.) Beğendiğim bir diğer film de Hugh Jackman, Christian Bale ve Michael Caine’in oynadığı 2006 tarihli The Prestige oldu. Başlangıçta olaylar biraz yavaş aksa da film sonlara doğru daha heyecanlı hâle geliyor. Her iki filmin sonu da sürpriz bir finalle bitiyor.



Filmlere bakacağım deyip internette gezinirken evvelki gün ilginç bir habere rastladım. Haberde anlatıldığına göre, Müslüman kardeşlerimiz 2002 yılında İtalya’nın Bologna şehrindeki San Petronio bazilikasına bir saldırı düzenlemeyi planlamışlar. Nedeni de bazilikada bulunan 1415 tarihli bir freskin peygamber Muhammed’i cehennemde iblisler tarafından işkence ediliyor hâlde göstermesi imiş. Freski yapan İtalyan ressam Giovanni da Modena aslında resimde Dante’nin İlâhi Komedya’sından bir bölümü tasvir ediyormuş. Haberin yazıldığı tarihte kilisenin freskin olduğu bölümü ziyaretçilere kapalı imiş ve sadece belirli bir uzaklıktan görülebiliyormuş. (Olaydan bahseden iki haber şurada: 12; bir de İtalyanca bir sitede bahsediliyor. En tepedeki resim İlâhi Komedya’yı resimleyen Gustave Dore’nin peygamberin olduğu sahneyi anlatan resmi, aşağıdaki iki resim de malum freske ait.)



Merak edip Dante’nin kitabından ilgili bölümü buldum. Kitabı okuyalı neredeyse 10 sene olmuş, unutup gitmişiz. Malum kısım şöyle:

(22) Dibi delik, tahtası eksik hiçbir fıçı,
benim gördüğüm, tepesinden tırnağına bağarı
deşik biri gibi parçalanmış olamazdı.

(25) Bacakları arkasından sarkıyordu bağırsakları;
iç organları ortadaydı,
yenilenlerden bok yapan murdar keseyle birlikte.

(28) Onu görmek için olanca dikkatimi verince,
bana baktı, göğsünü açtı elleriyle,
“Bak nasıl paralıyorum kendimi” dedi,

(31) “Bak Muhammed de nasıl sakat edildi!
Önümde ağlayarak giden de Ali,
çenesinden tepesine yüzü kesili.

(34) Burada gördüğün öteki kişiler
yeryüzünde bölücülük, bozgunculuk tohumu ektiler,
bu nedenle ikiye bölündüler.

(37) Arkamızdaki zebani bizi denetler,
bu acılı yolu her döndüğümüzde,
bu sürüdeki herkesi

(40) gözünü kırpmadan kılıcıyla bir daha şişler;
çünkü yaralarımız kapanmıştır yine,
yeniden onun önüne geldiğimizde.

(43) Sen kimsin peki,
yoksa günahına biçilen diyeti geciktirmek için mi,
oyalanmaktasın bu köprüde?”

(…)

(61) Bu sözleri bana Muhammed söyledi,
daha önce kaldırmış olduğu ayağını indirdi,
yere bastı, uzaklaşıp gitti.

Kitabı İtalyanca orijinalinden çeviren Rekin Teksoy daha önce Boccacio’nun Decameron’ununu çevirdiği için İtalya cumhurbaşkanından şövalye ünvanı almış. İlâhi Komedya çevirisi için de İtalya senatosundan çeviri ödülü almış. Olay kitapta 28. kantoda geçiyor. Türkçede Teksoy’un çevirisinin biri beyaz, diğeri de saman kâğıda olmak üzere iki baskısı var. Ben şu baskıyı kullandım (s. 231-233). Hadi Irak’ın işgali yüzünden bu adamların Londra’da metro bombalamalarını, otobüs havaya uçurmalarını, İstanbul’da HSBC binasını yerle bir etmelerini anladık da, sırf bir resim yüzünden kilisenin tekine saldırı düzenlemek de ne oluyor?

Hatırlayın, Danimarka’da yayınlanan peygamber karikatürleri yüzünden burada iki rahip öldürmüşlerdi. Facebook’da bu karikatür olayı ile ilişkili olarak Danimarkalıların açtığı bir gruba üyeyim. Oraya da ara ara bu tarz tiplerden tehdit ve küfür yorumları geliyor ve ne yazık ki bunların çoğu Türkler tarafından yazılıyor. Üstelik grubun tanıtım yazısında söz konusu grubun İslâm dinine karşı olmadığı da belirtiliyor. Ancak işin matrak tarafı, Türklerin yazılarının neredeyse tamamı Türkçe oluyor. Hâliyle Danimarkalılar hiçbir şey anlamıyorlar ve yorumları siliyorlar. Bir kısım tip de grubun moderatörlerine mesaj atarak tehditte bulunup küfür ediyor. Bu nedenle normalde herkese açık olan grup zaman zaman dışarıya kapatılıyor ve üyeler arasından böyleleri temizleniyor.

Hatta bir defasında gruba yazdığım bir yorum yüzünden bir Türk kızından bir mesaj aldım. İmlâsına hiç dokunmadan mesajını aşağıya yazdım:

sizi merak ediyorum hiç mi merak edip kur-an okumuyorsunuz???şu bedendeki kusursuz bir şekilde işleyen organizmaya bak güneşe bak ay'a bak bunların hepsi tesadüf mü???sana bir hisse birgün sahabelerden biri otururken yanına biri gelir derki sen ALLAH'a inanıyormuşsun bna ALLAH'ıgöster.ben puta buna inanıyorum diyerek elindeki çamurdan yapılmış aciz nesneyi gösterir.bunun üzerine sahabe(a.s.)bana bi ayran getirin der.ayran neyden yapılır diye sorar adam yoğurt we sudan der sahabe ise cevap werir o zaman yoğurt we ayranı bana göster der tabi adam gösteremz ve kelime-şahadet getirerek müslüman olur eşşehedü enla ilahe illallah ve eşhedü enle muhammeden resürullah..inşallah anlamışsındır eğer merak eder şüpheye düşersen araştır..

Böyle olunca kıza bir mesaj gönderip şöyle dedim:

Başkalarına sizin gibi düşünmedikleri için kızacağınıza, insanların arasındaki farklılıkları kabul edip hoşgörülü davranmayı ve onlarla barış içinde yaşamayı denerseniz çok mu zor olur sizin için? Körü körüne inanmak yerine sorgulamayı ve anlamayı denerseniz hayattan alacağınız nasip daha fazla olur sanırım.

Tabii kız beni anlamadı ve yine kendi bildiğini okuduğunu gösteren bir mesaj daha gönderdi; ben de işi orada bıraktım. Aydınlanma devrinin önemli yapıtlarından olan Ansiklopedi’nin hoşgörü maddesinde Diderot şöyle yazıyor (Ansiklopedi’nin sadece metin bölümü 17 ciltten oluşuyor, Türkçesi ise sadece seçilmiş parçalardan yapılan küçük bir derleme. Bu nedenle tam bir İngilizce kaynak da veremedim):

Sizin kanılarınız benden nefret etme hakkını size tanıyorsa, benim kanılarım sizden nefret etme hakkını bana niçin tanımasın? “Hakikati ben biliyorum” diye haykırırsanız, ben de aynı yüksek sesle “hakikati ben biliyorum,” diye haykırırım. Ve ayrıca şunları da eklerim: aramızda barış olduktan sonra, sizin mi yoksa benim mi yanıldığımın benim için ne önemi var? Ben körsem, bir körün yüzüne sizin şamar indirmeniz gerekir mi? (s. 218)

Ansiklopedi’nin 18. yüzyılda yayınlandığını (ciltlerinin basılışının tamamlanma tarihi 1765) düşünürseniz, bizim müslüman kardeşlerimizin nefret ettikleri Batılılardan bu gibi konularda ne kadar geri olduklarını tahmin edebilirsiniz. Bu durumları düzelir mi peki? Bence ı-ıh!

Thursday, February 19, 2009


NAMAZLI KURTULUŞ

Son iki gündür bizim evin yakınlarındaki bir marketten poşet kahve alıp duruyorum. Piyasadaki hemen hemen her çeşidi denedim sanırım. Nescàfe ile Ülker’in Cafe Crown’ından iki, Jacobs’dan da bir ürünü beğendim; diğer markalar pek iyi değildi. (Bir zamanlar Jacops’un büyük poşet ve farklı çeşitte cappuccinoları olurdu, artık bulamıyorum.) Bu arada, bir marketler zincirinin şubesi olan bu markette her alışverişten sonra bana promosyon olarak Star gazetesi verdiler. Star gazetesi okumam, sadece hükümet yanlısı bir gazete olduğunu ve uzaktan aşinalığım olan bazı liberal hocaların gazetede yazarlık yaptığını biliyorum. İki gün boyunca verilen gazeteleri okudum – felaket! Gazetenin neredeyse her yanından iktidar yalakalığı akıyordu. Sırf bazı yazarların ismi bile gazetenin tipi hakkında rahatça bir fikir verebilir: Eser Karakaş, Mehmet Altan, Mustafa Akyol ve Mahir Kaynak.

Eski MİT ajanı Kaynak’ı görünce bir “yuh” dedim zaten. Mahir Kaynak 70’li yılların başlarında İstanbul Üniversitesi’nde iktisat bölümünde hocaymış, matematiksel iktisat derslerine giriyormuş. Tesadüf, hem tez danışmanım hem de bizim peder o dönemde orada öğrencilermiş. Tez danışmanım bir defasında bana Kaynak için, “Ajan olduğunu düşüneceğimiz en son kişilerden biriydi,” demişti. Pedere sorduğumda da, “Derste öğrencileri kışkırtırdı, sonradan öğrendik ki, meğer onları ispiyonluyormuş,” dedi. Ne güzel değil mi, liberal hocalar işte böyle adamlarla aynı gazetede yazıyorlar.

Eser Karakaş’ı dört sene kadar önce Bahçeşehir Üniversitesi’nde görmüştüm. Yabancı liberal bir hocanın verdiği seminere katılıyordum. Karakaş da tam gelip benim arkamdaki koltuğa oturdu. Hocanın konuşması boyunca arkadan koltuğumu sallandırdı, titreştirdi ve garip garip, “hohohrgghg, höörgghrth” gibisinden sesler çıkarttı. Böyle bir yerde arkanızda oturan kişi böyle sesler çıkartıp koltuğunuzu sarsarsa ne düşünürsünüz? Korkudan arkama da bakamadım. Bir ara yabancı liberal hoca devletin verdiği tüm hizmetleri özel sektörün de verebileceğini söylediğinde, Karakaş benim ve etrafımdakilerin duyabileceği kadar yüksek bir sesle adama “salak” dedi. Aslında düşüncelerine katılmasam da liberal hoca gayet güzel konuşmuştu – özelikle de özel güvenlikle ilgili meselelerde. Seminer bittikten sonra Karakaş gidip bir köpek getirdi – sanırım kendi köpeğiydi – ve hocaya göstererek, “işte güvenlik sorununu bu hâlledecek,” dedi. Yanlış hatırlamıyorsam Karakaş o dönem o üniversitede dekandı – yazık.

Gazetede yazan kişilerden biri de şu Avrupa Yakası adlı diziyi yapan Gülse Birsel’in kocası Murat Birsel imiş. Kendisi çok önceleri NTV’de Gündemdekiler diye bir program yapardı. Sonra ATV’ye geçip ana haberleri sunmaya başladı. Şu anda ne yapıyor bilmiyorum. Marketten ilk gün verdikleri gazetede Birsel’in yazını görünce pek bir güldüm, zira başlığı “Namaz Suçu Engelliyor” idi. Yazısının bir yerinde şöyle diyor: “Ve dünya genelinde bir ülkede namaz kılınıyorsa toplam suç istatistiklerinin hemen hepsinde Müslüman toplumlarda suça eğilim düşük çıkıyor.” Birsel’in ifadesiyle “bir huzur, iç güzellik, huşu ve iyiliklere dair titreşimler barındıran namaz” meğer işlenen suçları azaltıyormuş. Vay anasını! Üstelik Birsel bu konuda bilimsel araştırmaların da olduğunu söylüyor.

Şimdi, Murat Birsel’in mantığıyla düşünürsek, Ortadoğu’daki pek çok sorunu namazla çözebiliriz – en azından müslüman Arap kardeşlerimizin vırt zırt yanı başımızda çıkarttıkları sorunları. (O musibet Yahudiler de imana gelseler, Müslüman olup namaz kılsalardı onların çıkarttıkları sorunlar da çözülürdü.) Müslümanlar bir namaz kılmaya başlasalar ne El-Kaide kalacak ne de Hamas. İntihar bombacıları kendiliğinden silinip gidecek. Kızları ve kadınları kapatmayacaklar. Hem sadece Ortadoğu mu? Bizdeki sorunlar bile namazla çözülebilir. Mesela şu AKP’liler bir namaz kılsalar, ne yobazlıkları kalacak, ne rüşvetçilikleri, ne de üçkağıtçılıkları; hepsinden kurtulacaklar. Tayyip kardeşimiz de namaz kılsaydı keşke; biraz yontulur, adama benzerdi. Ya Fethullah hocamız? Namaz kılsaydı taa Amerikalardan cumhuriyeti yıkmaya kalkışır mıydı hiç? Namaz kılsalardı Vakit gazetesindeki yazarların arasından Hüseyin Üzmez gibi bir tecavüzcü çıkar mıydı? Ya Deniz Feneri? Demek ki iş namazda bitiyor. Tabii o laikçi-faşist, ulusalcı, statükocu, darbeci, cuntacı ve Ergenekoncu Kemalistlerin namaz kılmalarını beklemek saflık olur. Onlar hayatta namaz kılmaz – mendebur herifler!

Bu adamlar böyle AKP yalakalığı yapadursun, geçen hafta Cumhuriyet gazetesinde (10 Şubat Salı) İran’da zamanında Şah’a karşı yapılan halk ayaklanmalarına liderlik etmiş yazar Bahman Nirumand ile yapılan bir röportaj vardı. Gazetede yazdığına göre, 1936 doğumlu Nirumand Tahran Üniversitesi’nde doçent olarak çalışırken Şah’a karşı eylemleri nedeniyle 1965’de İran’ı terk etmiş ve Almanya’ya gitmiş. Orada 68 öğrenci hareketine katılmış. 1979’da Şah’ın devrilmesinden sonra İran’a dönmüş ve 1.5 yılı yeraltında olmak üzere toplam üç yıl İran’da kaldıktan sonra bu defa molla rejiminden kaçarak yeniden Almanya’ya gitmiş. Molla rejimi, siyasal İslâm gibi konularda kitapları varmış. Bunlardan biri Türkiye’de de yayınlanmış. Nirumand’ın röportajından önemli gördüğüm yerleri aşağıya yazdım.


Şah’ı devirdikten sonra iktidarı mollaların ele geçireceğini hiç düşünmemiştik. Her şey çok çabuk değişti. (…) Eğer gerçekleri görmeyen bir ütopya ile hareket ederseniz, başarıya ulaşamazsınız. Örneğin bu, yaptığımız önemli bir hataydı. Hepimiz o zaman daha çok gençtik, tecrübesizdik. Kafalarımızdaki ütopya, ayaklanmadan sonra sosyalist bir İran kurmaktı. Oysa bu ütopyanın gerçeklerle ilgisi yoktu. Başta biz solcular, o zamanki İran halkını, İran halkının yapısını tanımıyorduk. Şah diktatörlüğünü karşımıza almıştık, başka bir şey düşünmüyorduk. Halk ne düşünüyor, onların beklentileri, ihtiyaçları neler, bunları pek dikkate almamıştık. Kısacası İran halkını tanımıyorduk. Halkın beklentilerine, taleplerine cevap vermeyen, bunları dikkate almayan bir devrimin başarıya ulaşması imkânsız. Halkın sadece bir kesiminin istemleri doğrultusunda hareket ederseniz, bu da başarıya ulaşamaz. (…) Önemli olan halkın aydınlatılmasıdır. Aydınlanma olmadan toplumsal kalkınma, demokratik ilerleme de olmaz. Halkı toplumsal değişikliklerin gerekli olduğuna inandırmak ve bu doğrultuda halkla birlikte uzun süreli bir mücadele vermek gerekiyor. İşte 1979 yenilgisinden çıkardığım dersler bunlar.

(…)

70’li yılların ortalarından itibaren İran’da Şah’a karşı bir hareket başlamıştı. Ancak bu hareket işçi-köylüden ya da yoksul-fakir halktan gelmiyordu. Tam tersine, petrolden zengin olmuş bir tabakadan veya zengin olma umutları besleyen orta sınıftan geliyordu. Bunlar iktidarda söz sahibi olmak istiyorlardı. Her şeye kendi karar veren Şah rejimi, bu sözünü ettiğim kesim için bir engeldi. Onlar daha da zengin olabilmek için eşitlik, demokrasi talep ediyorlardı.

(…)

Humeyni Paris’e yerleştikten sonra yaptığı açıklamalarla bir anda dünya basınının odak noktası oldu. İşkencelerin sona ermesi, gizli servisin kaldırılması, İran’a demokrasinin gelmesi, kadınlara eşit haklar verilmesi gibi, herkesin şaşkınlıkla karşıladığı açıklamalar yapıyordu. Bütün dünya Humeyni’yi konuşur olmuştu. İranlı solcuların veya aydınların büyük bir kısmı Humeyni’yi desteklemeye başladılar. Humeyni modern, demokrat bir din adamı olarak görülüyordu.

Allah Allah, Humeyni’nin bu tavırları bana bizdeki modern ve demokrat görünümlü bir dinî cemaat liderini hatırlattı. Bu cemaat lideri de aynen Humeyni'nin o dönem yaptığı gibi yurt dışında yaşıyor ve bizdeki bazı liberal “aydınlardan” destek görüyor. Allah hayra çıkarsın. Devam:

İşte bu gelişmelerle birlikte İran’daki İslâmî kesim ön plana çıkmaya, Şah’a karşı ayaklanmada öncü rolü oynamaya başladı. İran’daki binlerce din adamı camilerdeki vaazlarında halkı Şah’a karşı ayaklanmaya katılmaya, isyana çağırmaya başladılar. Bu arada Humeyni’nin kendi sesinden kasetleri de kaçak yollardan sık sık ülkeye sokuluyor, bu kasetler bir anda binlerce camiye dağıtılıyordu. Camiler parti merkezlerine dönüşmüştü ve çok iyi organize olmuşlardı. Şah’a karşı ayaklanan diğer güçler, Humeyni yandaşları kadar organize ve disiplinli değillerdi.

Humeyni ve yüz binlerce molla artık Şah’a karşı ayaklanmada itici ve belirleyici güç hâline gelmişlerdi. Dizginler onların eline geçmişti. Biz ise hâlâ Humeyni’nin demokrat bir din adamı olduğuna inanıyor, “Şah devrilsin yeter,” diyorduk.

Nirumand’ın dediğine göre İran-Irak savaşı Humeyni’nin yerini daha da sağlamlaştırmış. Gerçi bizde savaş yok, ama onun yerine Ergenekon var:

(…) Humeyni’nin kendisi bu savaş için “Allah’ın lütfu” derdi. Milyonlarca İranlı genç, bütün millet, bu savaş için seferber oldu. Molla rejiminin baskıları ikinci plana itildi, hatta unutuldu. Savaşa ya da molla rejimine karşı çıkan on binlerce İranlı ise derhal idam edildi. Yani savaş, bir yandan İran halkının molaların peşinde bütünleşmesini sağladı, diğer yandan molla rejimine karşı olanların savaş bahane edilerek yok edilmesine hizmet etti.

Ben yazıyı okurken bazı yerlerin bizdeki duruma benzer olduğunu düşünmeden edemedim. O dönem İran’da Şah’a karşı çıkan solcuların ve aydınların gösterdikleri tavır ve mollalar hakkındaki düşünceleri bana bizdeki birtakım kişileri hatırlattı. Acaba evham mı diye düşünüyorum. Ama bizdekilerin İran’daki solcu ve aydınlar kadar “saf” olduklarını hiç sanmıyorum. Eh, bakalım yarın öbür gün Türkiye’de İslâmî bir rejim kurulursa ya da bizim İslâmcılar toplumu istedikleri şekle sokarlarsa ne olacak? Bunlar şimdi kendilerine destek veren bu tiplere yardımlarından dolayı minnet duyacaklar mı, yoksa molla yöntemini mi tercih edecekler? Belki bizdeki sözde aydınlar işi en baştan sağlama alıp doğrudan molla olur ve namaz kılmaya başlarlar, kim bilir.


Saturday, February 14, 2009


ESKİ İSTANBUL

Son iki-üç aydır bayağı yoğun hâldeyim. Bir türlü fırsat bulup da bloga yazamadım. Bununla birlikte diğer blogları izlemeye düzenli olarak devam ediyorum. Bu arada, blog dışında iki siteye birden daha yazar oldum. Gerçi bloga bile düzenli hâlde yazamazken iki siteye birden yazar olmak akıl kârı değil gibi görünebilir. Ancak sitelerden bir tanesi Herackles’in iktisat teorisi üzerine yazan kişileri topladığı bir site, dolayısıyla oraya yazdığım yazıları blogda yazmam mümkün değil. İktisat teorisi üzerine bu tarz yazılar yayınlayan Türkçe siteler benim bildiğim kadarıyla fazla yok. O nedenle güncel meselelerle ilişkili olmayan iktisat konuları üzerine bir sitenin olması iyi olur dedim. Hoş, Herackles ayda sadece bir yazı istiyor, ama ona da yazıları vaktinde gönderemiyoruz. :)) Diğer site de güncel politik meselelerle ilgili bir site. Oraya yazar olmam da tesadüf eseri oldu. İşin güzel tarafı, sitede ciddi üslupla yazıp liberallerle dalga geçebilmem. Neyse ki yazıları belirli bir düzenlilikte göndermeme gerek yok, arada geniş boşluklar olabiliyor.

Bu nedenle, boş durmadığımı göstermek için aşağıya iki resim koydum. Biri çalışma masamın normal bir okuma-yazma günündeki hâlini, diğeri de sürekli kitap almaktan şişmiş, ıkış tıkış hâle gelmeye başlayan kütüphanemin bir bölümünü gösteriyor. (Resimde rafların sadece ön tarafı görünüyor. Arka taraflar da bir o kadar kitap dolu.) Sonuncu resmi yatağımın bir köşesine biraz büzülerek çektim. Resmin bulanık olması iyi oldu, böylece rafların bazı yerlerindeki tozlar görünmüyor. Böylece yatmadığımızı, çalıştığımızı da kanıtlamış oluyoruz.



Bu ayki National Geographic dergisi kapak konusu olarak “İstanbul’un Tılsımları”nı seçmiş. Dergideki yazı Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde anlattığı ve İstanbul’u âfet, yangın ve sel gibi musibetlerden koruyan tılsımları anlatıyor. Çelebi’nin dediğine göre şehrin yedi tepesinde 24 tane tılsım varmış. (Derginin sitesinden yazının küçük bir kısmına bakılabilir.) Dergideki yazıyı okuyunca, aklıma, zamanında İstanbul’daki gündelik hayatın tarihi üzerine aldığım bir kitap geldi: Robert Mantran, 16. ve 17. Yüzyılda İstanbul’da Gündelik Hayat. (Kitabın İngilizcesini Amazon’da bulamadım. Aslı ise Fransızca.) Kitabı okulda İstanbul tarihi üzerine bir ders alırken hoca tavsiye etmişti. Neyse ki, kitabın içeriği dersler kadar sıkıcı değildi. Kitaptan ilginç bulduğum yerleri aşağıda aktardım. (Çevirmenin üslubunu beğenmediğim yerlerde bazı ufak değişiklikler yaptım.)

I

Mantran’ın dediğine göre İstanbul dıştan güzel görünmesine rağmen, içine girildiğinde hiç de öyle değilmiş. Günümüzde kentin pisliğinden ve çamurundan yakınıyoruz, ama 400 sene kadar öncesine gidildiğinde de durum o kadar farklı değilmiş:

İstanbul’un görünüşü dıştan bakıldığında büyüleyici olarak görünüyorsa da, (…) kentin iç görüntüsünün aynı övgüleri hak etmesi için kırk fırın ekmek yemesi gerekmektedir. Aynı dönemde Paris veya Londra caddeleri de birer temizlik veya dolaşım kolaylığı örneği olmanın uzağındadırlar, ama İstanbul’da kentin dış görünüşünden sonra beklentileri artan yabancıların hayal kırıklıkları büyük olmuşa benzemektedir. Çeşitli kökenlerden gözlemcilerin bazı kanılarını zikredelim. Örneğin Pietro della Valle: “Kentin içi, dış görüntüsünün güzelliğine uymamaktadır. Onun tamamen tersine çirkindir, çünkü sokakları eskisi gibi temiz ve düzenli tutmak için hiçbir özen gösterilmemektedir. Bugün halkın ihmaliyle bu sokaklar pis ve kullanışsız hâle gelmişlerdir.” d’Arvieux: “Sokaklara döşenen taşlar ya kötüdür ya da bazılarına hiç döşenmemiştir ve hepsi genel olarak pistir.” Thèvenot: “İstanbul sokakları çok sefildir; çoğu dar, eğri büğrü, yüksek ve alçaktır.” Ve Wheeler: “Sokaklar sıkışık, karanlık, derindir ve küçük basık evlerden meydana gelmektedir.” (s. 29-30)

Çoğu taş kaplı olmayan caddeler yağmurla birlikte çamur deryasına dönmektedirler. Üstelik buraların bol bol atılan çirkef ve çöpler için depo olmalarından ötürü “yürümekte güçlük çekilmektedir.” Fakat belediye yöneticileri tarafında çıkartılan kararnameler caddelerin temizlenmesi gerektiğini, sokakların bozulduğunda onarılmalarını, çöplerin toplanıp denize atılmalarını vb. açıkça emretmektedirler. Bu kararnamelere harfiyen uyulmuşa benzememektedir.

Bu caddelerin kenarındaki evler ve dükkânlar genellikle mütevazı, hatta ekâbir konakları hariç sefil görünüştedirler. Yabancı seyyahlar bu konuda öylesine bir kanaat birliği içindedirler ki, onları hiçbir çekince koymadan izlemek mümkündür: “Özel evler vasat ve fakir olmanın bile altındadır. Yalnızca padişahın sarayı, camiler, hamamlar, çarşılar ve bazestanlar (bedestenler) uzaktan bakıldığında muhteşem olarak gözükmektedirler.” Wheeler’ın bu kanısına diğer gözlemcilerde de rastlanmaktadır. Örneğin Fermanel’i zikredelim: “Özel evler kötü inşa edilmişlerdir ve pek kullanışlı değillerdir.” Ve Pètis de la Croix: “Evlerin sayısı otuz altı bin veya buna yaklaşan bir sayıdadır. Bunlar çok kötü yapılmışlardır; … bütün evler dıştan ne kadar dökük olurlarsa olsunlar, içleri iyi bezenmiştir.”

Bu durumun sonucu olarak kent göründüğünde yükselen hayranlık çığlıkları, içlerine girildiğinde ittifak hâlinde hayal kırıklığına dönüşmektedir: “Özel kişilere ait evlerin çoğu yalnızca ahşaptır ve üstelik çok kötü yapılmışlardır. Özellikle çarşıdaki dükkânlar hemen yalnızca tek katlıdır. Dıştan o kadar güzel gözükmesine karşılık, içeri girildiğinde insan kendini başka bir kentte sanmaktadır.”
(s. 30-31)

II

İstanbullular saat kullanmayı hemen hemen hiç bilmemektedirler. Bazen bir caminin duvarına takılmış güneş saatleri vardır, ama bunları kullanmak her zaman mümkün değildir. Buna karşılık camilerde ve medreselerde çeşitli ibadet saatlerini tam olarak belirleyebilmek için su saatleri bulunur. Evliya Çelebi hepsinden çok, Bayezıd camisinin saatine güvenildiğini yazmıştır. Böylece müezzinin görevi bir de saati bildirmek gibi bir işe katlanmaktır. Ama namaz çağrısı güneşin gündelik ritmine uyarlandığından, yazın İstanbullunun günü kıştakinden daha uzun olmaktadır. Çünkü her faaliyet güneşin ilk ışıklarıyla başlamakta, batışıyla da sona ermektedir. Aydınlatma araçlarının henüz ilkel olmaları nedeniyle bu durum daha da kolay anlaşılmaktadır. Halkın güneş ışığını ikâme etmek için sahip olabileceği aydınlatma araçlarına göre kandiller, mumlar veya meşaleler kullanılmaktadır. Fakat herkes gece olmadan evine gitmektedir ve geç saatlere kadar oturmak nadir bir durumdur. Camide kılınan teravih namazı hariç, geceleri dışarı çıkılmamaktadır ve zaten asayiş güçleri de ilke olarak gece sokakta dolaşılmasını yasaklamaktadır. (s. 201)

Günü ritmi yavaştır, acelesizdir. Telaş bilinmemektedir. Bunun tamamen tersine, dostlarla, komşularla, meslektaşlarla olan selamlaşmalarda; iş konuşmalarının, pazarlıkların uzayıp gitmesinde uslu bir yavaşlık görülmektedir. Hiçbir şey aceleyi gerektirmemekte, her şey bir sonuca varmaktadır. Türklerin pratik felsefelerinin ifadesi buradadır. Sokakta acele ettikleri görülen yegâne kişiler, sarhoş olmuş veya tavırlarıyla önemlerini ve kendilerine saygı gösterilmesi gerektiğini vurgulayan yeniçerilerdir. Bu yavaşlık, tembellik veya kayıtsızlık anlamına gelmemektedir. Bu tutum belli bir karakter yapısına tekabül etmekte ve Türkün bir şeyi sonuca ulaştırmak istediğinde bunu başarmasını hiç de engellememektedir. Türk manevî açıdan ağır davranmaktadır, ama bu onun hiç olmazsa yere sağlam basmasını sağlamaktadır.

Demek ki gün, mahalleliyi sabah namazına çağıran müezzinin okuduğu ezanla başlamaktadır. İstanbullu az veya çok rahat olan döşeğinden kalkmakta, onu katlayıp çarşaflarıyla birlikte gömme dolaplarından birine kaldırmakta veya bu işi karısına veya hizmetkârlarına bırakmaktadır.
(s. 202)

III

Kadınların kıyafetleri bana biraz teferruatlı geldi. Kapanan kişilerin bu kadar şey takıştırmalarına gerek var mı? (Mantran burada başka birinden alıntı yapıyor.)

Kadınlara gelince, “hepsi, tıpkı erkekler gibi, gömleklerinin altına topuklarına kadar inen donlar giymektedirler. Bunlar mevsimine göre kadife, yünlü, kenarı işli saten veya bezdir. Ayrıca guipon [cüppe] denilen ve olağan ev kıyafeti olarak kullandıkları küçük bir pamuklu mintanı her zaman giymektedirler. İyi konumdaki kadınlar ayrıca Fars tarzı bir mintanı daha giymektedirler. Bütün kadınların bu guipon’un üzerine giydikleri ceket, vücuda tam oturmaktadır ve üstüne parlak gümüş veya altından, üzerinde değerli taşları olan bir kemer sarmaktadırlar. Bu kemer beli iyice sıkmakta ve karnın altında kavuşarak vücudu daha güzel göstermektedir. Bu ceket, tıpkı kemer gibi, altın ve taşlarla süslü düğmelerle boyuna kadar kapatılmakta, yalnızca göğüs bölgesinde baskın olmasın diye genişlemektedir. (…) Kadınlar dışarı çıktıklarında, tıpkı erkekler gibi, manto yerine geçen ikinci bir ceket giymektedirler. Bunun kol ağızları o kadar uzundur ki, yalnızca parmak uçları gözükmektedir. Sokakta bu ceketin bir yanını tutarak, ön taraftan diğeriyle kavuşturmaktadırlar. Saçlarını, başlarını alınlarına kadar örten beyaz bir bezin altına saklamaktadırlar. Alttan gelen başka bir bez de, yalnızca yaşlı kadınların açıkta bırakmaya haklarının olduğu burnu örtmektedir. Genç kadınları gözlerini bile gösterme özgürlükleri yoktur ve at kılından siyah bir peçeyle bunu örtmektedirler.” (s. 206)

IV

Aşağıda kitabın yemeklerle ilgili bölümünden bazı yerleri alıntıladım. Kaç defa okursanız okuyun hep aynı etkiyi yapıyor: acıktırıyor.

Süt mamulleri bilinmektedir ve manda, inek veya keçi sütünden yapılan yoğurt Türklerin büyük spesiyalitelerinden biridir. Kaymaklı ara yemekler çok sayıdadır ve yemeğin üzerine çok çeşitli harika lezzetleri olan meyveler yenilmektedir. Meyve ve kaymak, Batı’daki dondurma gibi, gün boyu da yenilmektedir. Başta Eyüp’tekiler olmak üzere, bazı kaymakçı dükkânları ünlüdür ve buluşma ve sohbet yeri olarak da işe yaramaktadırlar. Ziyafetlerde esas yemekten önce, az veya çok sayıda meze yenilmektedir. Bunların arasında etli, ıspanaklı veya peynirli börekler; yaprak dolması, Arnavut ciğeri, koyun yüreği, beyaz peynir, turşu vs. sayılabilir. Basık veya kabarık olan ekmekler Avrupalılar tarafından az çok beğenilmektedir. Fırıncı ve pastacılar ayrıca çok çeşitli adları olan bir sürü kurabiye ve pasta yapmaktadırlar: çörek, gevrek, kurabiye, simit, özellikle kadayıf, lokma, gözleme, baklava ve tabii helva – bugün tüm Doğu’da çok yaygın olan ve çok beğenilen lati lokumunu da unutmadan.

Padişahın sarayı yiyecek maddesi yutan bir gayya kuyusudur – yalnızca kalabalık bir nüfusun doyurulma zorunluluğundan değil, burada harcamalara aldırılmamasından da. Pètis de la Croix bir örnek vermektedir: “Salatalarda zeytin, kapari, turp, pancar, hıyar, taze sarımsak, gül yaprağı ve mevsimine göre bu cins her şey vardır. Etler martaban denilen toprak leğenlerde getirilmektedir. Bu leğenler kızartılmış ya da parçalar hâlinde kesilmiş kuzu ve piliç ile, tereyağ ve soğanda kızartılmış, sonra da kaymak, şeker ve gül suyuyla fırınlanmış güvercin etleriyle doludur. Kızartılmış ve buğulama balıklar vardır. Pirinç ve soğanla birlikte pişirilmiş piliçler, üzerinde yumurta ve baharat yüzen suyuyla birlikte sunulmaktadır. Soğanla birlikte kıyılmış ve yapraklarla dürüm yapılmış etten toplar vardır. Etli küçük börekler, bir cins güvercin eti vardır. Ve içinde badem, korent üzümü, çam fıstığı olan pirinç pilavı vardır. Çorbalardan, tavuk suyuna taze veya kuru bezelye çorbası vardır ve üzerine ekmek yerine tereyağda kızartılmış ekmek parçaları ve yumurta sarısı konulmaktadır. Bir başka çorba da tavuk çorbasıdır ve çok yoğun bir et suyuyla yapılmaktadır. Bir başkası ise içine çok ince doğranmış her otun konulduğu ve yumurta ve limonla terbiye edilmiş tavuk suyuna olanıdır.

“Daha sonra tavuk göğsü, şeker, süt, pirinç unu, amber ve miskten yapılan bir cins ara yemek gelmektedir. Bir başkası ise süt, nişasta, şeker, misk ve amberle pişirilen incirdir. Bir üçüncüsü de birlikte pişirilen kiraz suyu, nişasta, şeker ve gül suyundan meydana gelmektedir. Bunlara kevgirden geçirildikten sonra misk ve amber eklenmektedir. İçine badem döşenmiş bir cins pasta vardır. Her cins meyveden hoşaf yapmaktadırlar. Şeker, gül suyu, amber ve miskle pişirilen elma ve armudun çekirdekleri temizlenerek, şekerde pişmiş badem eklenmektedir.

“Arkadan, küçük kâselerde getirilen içecekler gelmektedir. Bunlar, her biri ayrı ayrı pişirilmiş ve meyvenin kâsenin dibinde tam olarak durduğu kayısı, armut, elma, şam üzümü, şeftali ve fıstık hoşaflarıdır. Bunlar derin kaşıklarla içilmektedir.”
(s. 209-210)

V

Fahişelere denk gelince alıntılamadan edemedim. Bazı Osmanlı milliyetçisi tiplerin anlattıklarının aksine, bu tür şeyler eskiden de varmış.

İstanbul fahişeliğin bilinmediği bir yer değildir ve bazı dönemlerde güpegündüz yapılır hâle gelmektedir. Öylesine ki, II. Selim döneminde o çağın şairlerininkine eşit derecede ün kazanan fahişeler vardır. Sermayelerini Rum, Ermeni, Çerkez, hatta Avrupalı ve müslüman (Suriyeli, İranlı veya Türk) kadınlardan sağlayan genelevler vardır. Bazı fahişeler tezgâhlarını meyhanelerde, diğer bazıları da kaymakçı dükkânlarında kurmuşlardır. 16. yüzyılın sonunda en kötü şöhretli semtler Galata, Tophane ve kutsal karakterine rağmen Eyüp’tür. Eyüp kutsaldır, ama çok sayıda insan çekmektedir ve bu semtte çok sayıda dükkân bulunmaktadır. Hatta kâfirler burada, tıpkı kaymakçı dükkânları gibi, randevu evi olarak çalışan meyhaneler açmışladır.

Fahişeliğin yaygınlaşması üzerine, sultan IV. Murat sert tedbirler almaya karar vermiştir. Çok sayıda fahişe tutuklanmış, azınlıklar Eyüp’ten atılmış, çok ahlâkî amaçlarla kullanılmadığı belirlenen dükkânlar kapatılmıştır. Ama padişahın her şeyi öngörmesi mümkün olmadığından, İstanbul’un çeşitli semtlerinde masum temizleyici dükkânları ve çamaşırhaneler açılmıştır. Gerçekte, kolay kızların mesleklerini icra ettikleri yeni randevu evlerinden başka bir şey söz konusu değildir. Kolluk kuvvetleri bunları yasaklamaktan çok hoş görmekte ve muhtemelen bunun ücretini de tahsil etmektedirler.

Özel toplantılar çok sık yapılmaktadır. İstanbullular konuk evine gitmeyi ve kabul etmeyi, kahve ve çubuk içerek gevezelik etmeyi sevmektedirler. Bazen bu toplantılara şairler davet edilmektedir ve eğer evin sahibi yüksek sosyeteye mensupsa ve yeterli olanakları varsa, konuklarını bir müzik ve raks gösterisine davet etmektedir. Evliya Çelebi’ye göre 17. yüzyılın ortalarında İstanbul’da 6000’den fazla musikişinas olmalıdır. Bunların arasında yer alan ve saray yakınlarındaki kışlalarda oturan “resmî musikişinasları” ayrı bir yere koymak gerekir. Bunlar padişaha ve terfi eden yüksek devlet görevlilerine nevbet çalmakta ve saray halkını sabah namazı için uyandırmakla görevlidirler. Bunlar kent esnafı arasında yer almayan, iyi ücretli mehter sınıfını meydana getirmektedirler. Diğer musikişinaslar kullandıkları müzik aletlerine göre gruplara ayrılmışlardır ve yaylı, nefesli veya vurmalı çalgı çalan 71 musikişinas esnafının yöneticisi olan sazendebaşına bağlıdırlar. Bu musikişinaslar konaklarda konser vermeye davet edilmektedirler; bunlara bazen rakkaseler de katılmaktadır. Rakkaselerin çoğu Çerkez veya çingenedir ve bu raks oturumları bazen II. Selim veya I. İbrahim’in kötü örneklerini oluşturdukları içki ve sefahat âlemlerine dönüşmektedirler. İstanbul esnafı arasında Evliya Çelebi’nin eğlendiriciler ve hoşça vakit geçirticiler olarak nitelendirdiği gruplar da vardır. Türk yazara göre bunlar oyuncular, cambazlar, hokkabazlar gibi 12 gruba ayrılmışlardır. Türk, Arap, Rum, Yahudi, Ermeni ve çingene gibi çok çeşitli kökenlere mensupturlar. Bu eğlendiricilerin bazıları, Evliya Çelebi’nin dediğine göre, sefihlikleriyle ünlü “edepsizlerden” başka bir şey değillerdir ve katıldıkları eğlenceler, bu edepsizlerin konuklara erkek fahişe olarak hizmet ettikleri içki ve sefahat âlemlerine dönüşmektedir.
(s. 220-221)

VI

National Geographic’deki yazıda İstanbul’u koruyan tüm tılsımlardan bahsedilmemiş, ama merak etmeden duramadım, acaba bu tılsımların arasında şehri göç, gecekondu, kapkaççı, seyyar satıcı ve dilenci gibi tiplerden koruyacak, trafik sıkışıklığı gibi “âfetleri” önleyecek tılsımlar da var mıdır? Taksim gibi yerlerde başıboş gezen, etrafı pisleten ve kalabalık yaratmaktan başka bir şey yapmayan ayak takımını yıldırım gibi çarpıp, ağzını burnunu büken ya da yamultan bir tılsım olsa fena mı oldurdu hani? Aslında böyleleri için bir tılsım da yetmez ya. Bir de deprem tılsımı olsa diyeceğim, ama âfet önleyici tılsımlar depremi de kapsıyor olsa gerek. Fakat eskiden var olan tılsımların bir kısmı zarar görmüş ya da kaydolmuş. O yüzden şehrin işi – her işimizde olduğu gibi – gene Allah’a kaldı.

* * *
Yedinci Oda son yazısına 80’li yıllardan Pet Shop Boys’a ait bir şarkı koymuş. Ben de dayanamayıp o dönemden bir şarkı koydum aşağıya. Martika’nın 1988 tarihli tek önemli hiti “Toy Soldiers”. Dinlerken gençmişiz o zamanlar demeden de edemedim. :))

Sunday, November 30, 2008



LUPANAR

Yukarıdaki resimler sizce nerede ve ne zaman çekilmiştir? Ben ilk resmi gördüğümde, kızların saçlarından ve giyimlerinden hareketle 50’li yıllarda Amerika’da üniversiteye giden gençlere ait olduğunu düşünmüştüm. Resmin altındaki yazıyı okuyunca şaşırdım, çünkü İstanbul’daki Amerikan Koleji’ne (Boğaziçi Üniversitesi) ait 1957 tarihli bir resimmiş. İkinci resmi tahmin etmek ise Türkçe yazılar sayesinde daha kolaydı. O da 1958 yılında Beyoğlu’nda çekilmiş. İlk resimdeki kızların şıklığına dikkat ettiniz mi? Belki Türkçe yazılar olmasaydı ikinci resmi Amerika’da 40’ların sonunda çekilmiş zannedebilirdim.

Peki, resimlerin yer ve tarihlerine ilişkin bu şaşkınlığım nereden kaynaklanıyor? Şüphesiz, bugün bin defa tartışıp da bir yere varamadığımız şu kılık-kıyafet ve başörtüsü meselelerinden. İyi de, 50’lerde Türkiye’de bugünkü gibi başörtülü kızlar yok muydu? Varsa neredeydiler? Ya Beyoğlu’na ait resim? Bugün Taksim’in hâline bakın bir. O bezdirici karmaşa ve insan topluluğu dışında ne var? Hele hafta sonları? Sırf dışarı çıkmış olmak için oraya gelen bir sürü insan Meydan ve Tünel arasında bir aşağı bir yukarı amaçsızca yürüyüp duruyor. Hoş, arada ben de Taksim’e gidiyorum, arkadaşlarla oturuyorum, ama kimi zaman kalabalığın bezdirdiği de olmuyor değil.

I

Kızların olduğu ilk resim, geçen gün Radikal gazetesinde Türker Alkan’ın “First Lady’nin Adı Yok” adlı yazısını okurken aklıma geldi. Alkan yazısında İran Cumhurbaşkanı Ahmedicenad’ın karısından bahsediyor ve şöyle diyor:

Ahmedinecad’ın eşi kara çarşafa bürünmüş, gözlük takmış, bir burnu, bir de ağzı gözüküyor. Karanlık içinde yitip gitmiş gibi bir hali var. Ve bayan Ahmedinecad’ın ne kızlık soyadı biliniyor, ne ilk adı, ne de yaşı! Sanki böyle bir insan yaşamamış ve yaşamıyormuş gibi!

Gerçi bizim memleketimizin cumhurbaşkanının ve başbakanının “First” ve “Second” Lady’leri o hâlde değiller, ama onlara oy veren çoğu kişinin karısının o hâlde olduğuna eminim. Zaten öyle olmasaydı büyük ihtimalle bunlara oy da vermezlerdi. Ben eskiden bu kadar çok kara çarşaflı kadın gördüğümü hatırlamıyorum. Bunu söylemenin ayrımcılık yapmakla bir ilgisi var mı? Hayır. Ancak o çarşaflı kadınların bizlerinkinden çok farklı bir yaşam tarzını temsil ettikleri de bir gerçek. Bakın, çok önceleri başka bir yazımda kullandığım bir kitapta, “Türkiye’deki Kadın Hakları” başlığı altında ne yazılmış (Richard Lewinshon, “Cinsi Âdetler Tarihi”, Varlık Yayınları, 1966 – Amazon’da İngilizce baskısını bulamadım maalesef):

Bin yıllık dinî evlilik hukukunun kalkmasıyla eski rejimin dış belirtileri de değişmiştir. Erkekler fes giymeyecekler, kadınlar peçe takmayacaklardı. Yüksek sınıf Türk hanımlarının kullandığı yaşmak, doğrusu erkeğin şehvetine karşı pek cılız bir zırhtı. Venedik maskesinin gizlediği yerleri, gözlerle burnun üst yarısını açık bırakıyordu. Üstelik öyle ince kumaştandı ki, kadının her bir çizgisi meydandaydı. Bununla birlikte, yirmi yıl süreyle Abdülhamit devrinde kadının sokakta yabancı erkeklere ağzını göstermesi iyi karşılanmamıştır. Kadınların peçe takmaması kanunu da kolay ve çabuk olmuştur. Bu bir izin değildi, boyun eğilmesi gereken bir kanundu; yoksa cezaya uğranırdı. 1926 yazında artık hiçbir Türk şehrinde peçeli kadın görülmez olmuştu. Ancak taşra bölgelerinde kadınlar, alışkanlık yüzünden, erkeğin yaklaştığını görünce yüzlerini mendille örterlerdi.

(…) Yeni Türkiye’ye bırakılmış olan alanda aşağı yukarı 14 milyon kişi yaşıyordu; dışta ise eski âdetlere ve eski evlilik hukukuna iyiden iyiye bağlı 250 milyon müslüman vardı. Suriye’de, Irak’ta ve Mısır’da hiçbir müslüman kadın kendini peçesiz teşhir edemezdi. İran’da kadınlar kalın siyah örtülere bürünürlerdi – tıpkı alt dünyanın gölgeleri gibi. Bununla birlikte, Türkiye’nin verdiği örnek bu memleketlere de geçti. Birbiri ardına bu memleketler, kadınların örtünmesini zorunlu kılan ortaçağ geleneğinden kurtuldular. Öteki rejimlerde bu, Mustafa Kemal’in rejimi gibi kökten olmadı. Yönetici sınıfların ve yargıçların hanımları peçeyi attılar; dekolte elbiseler içinde halkın içine çıkmaya ve eğlenmek üzere Avrupa’ya gitmeye başladılar. Halktan olan kadınlar ilkin bu davranış karşısında hayret içinde kaldılar; fakat zamanla onlar da gelirleri müsaade ettiği nispette kendilerini onlara uydurmaya, elbiselerini batılılaştırmaya başladılar.

Özellikle Mısır’da, spor hareketleri ve kadınların askere alınması gelenekten kopmayı keskinleştirdi. Genç müslüman kızlar caddelerde şortlar içinde resmî geçit yapıyorlardı. Erkekler alışmıştı buna, artık kadının çıplak baldırını görmek cinsel bir kışkırtma konusu olmuyordu. Doğu’nun cinsî bakımdan aşırı derecede kışkırtılmaya hazır olmasının, değişen zamana karşı koyamayan, sırf bir alışkanlık işi olduğu meydana çıktı. Elli yıl içinde erkekleri batılılaştı.

Eskiden kalma birtakım kalıntılar ister istemez yaşadı. Bugün dahi müslüman kadınların çoğu iktisadî bakımdan erkeklere bağlıdır. Sırf bu, erkeklerin kadına karşı zayıflıklarıyla biraz yumuşayan, cinsî bir mertebenin kurulmasına yetmektedir. Çok karılı evlilikler hâlâ Kuzey Afrika’da ve Arabistan’da yaşamaktadır, ama Ortadoğu memleketlerinden kalkmaktadır. Bu bakımdan da, Mustafa Kemal’in başardığı sadece ulusal değil, aynı zamanda uluslararası bir devrim de olmuştur.
(s. 229-330).

Yazının bazı yerlerindeki ifadeler ne kadar iyimser, değil mi? Hele son cümledeki “devrim” ifadesi. Oysa o devrimin kazanımlarını daha ileri götürecek yerde, mevcut durumunu muhafaza etmeye, daha doğrusu eldekini yitirmemeye çalışıyoruz. Ne yazık ki, bugün olup bitenler sadece bir gerilemeye tekabül ediyor.

II

Yukarıdaki alıntıda İslâm ülkelerinden de bahsediliyor. Öyle olunca aklıma Kahire geldi. 30 sene kadar önce Batı tarzı bir şehir iken ve “Ortadoğu’nun Paris’i” olarak adlandırılırken, şimdi tam manasıyla “İslâmi” olmuş – ya da tipik bir Ortadoğu şehri hâline gelmiş. Yazık.

Burada ara sıra kitaplarından alıntı yaptığım sosyolog Niyazi Berkes 1965 sonlarında bazı Arap ülkelerine üç aylık bir gezi yapmış ve gördüklerini “İslâmlık, Ulusçuluk, Sosyalizm” (Bilgi Yayınevi, 2. basım, 1975 – baskısı yok maalesef) adlı bir kitapta anlatmış. 1965 Ekim’inde Kahire’ye gittiğinde kendisini bir tiyatroda piyes izlemeye götürmüşler. Berkes “Avant-Garde Tiyatro” başlığı altında şunları yazmış:

Tiyatro salonuna girdiğimizde perdesiz çok geniş bir sahne ile karşılaştık. Karşıda kalabalık bir koro. Sağ yanda aklar, sol yanda karalar giyinmiş iki oyuncu grubu. Korodakiler oyunun gerekli yerlerinde bir ağızdan konuşuyor ya da halk türkülerinden parçalar söylüyorlar. Bazı yerlerde de halk müziği araçları ile oyunlar oynuyorlar. Aklar ilerici güçleri, karalar gerici kuvvetleri temsil ediyor. Konu krallık, feodalizm ve emperyalizm döneminde bir Mısır köyündeki sınıf çatışmaları üzerine: köylüler, muhtar, hoca, toprak ağası ve arkasındaki jandarmaları. Asıl oyun üç kişi üzerine: Köyün genç ve güzel oynak kızı, köy abdalı, değirmen işçisi; savaş, toprak, su, değirmen ve kadın üzerine. Dikkatimi çeken şey, sarıklı hocanın karalar grubuna konması. Toprak ağası şık, bastonlu, fesli bir Osmanlı efendisine benzeyen bir genç. Siyah üniforma, siyah fes ve pala bıyıklarıyla jandarmalar fevkalâde. Köy abdalı halk hikmetini temsil ediyor. Fakat köy kızını oynayan genç oyuncu harika bir güzellikte. Profesyonel Mısır dansözlerini gölgede bırakacak şehvanî bir kıvraklıkla oynuyor. Çok alkış topladı. Oyundan sonra da bana bir fotoğrafı hediye edildi. Değirmen işçisi nihayet halkın önderi oluyor; direnmesi ile zafere ulaşıyor. Yazar belli ki tarih yapmıyor, temsilî bir şey yapıyor.

Bu kadar kör kör parmağım bir ideolojik propaganda oyunu göreceğimi anlayınca umutsuzluğa kapıldım. Mutlaka berbat, gülünç bir şey olacaktı. Bugüne değin Arapça bir piyes de görmemiştim. Kim bilir ne kadar sıkıcı olacak diye düşünüyordum. Âdeta geldiğime pişman oldum.

Oyun bittiğinde ise hayatımda az duyduğum bir sanat zevki içindeydim. (…) Oyuncular mükemmel oynuyorlardı ve Arapça sahnede çok güçlü bir dildi. Hiç yadırgamadım. Gülünç ve zayıf bir yan bulamadım. Oyunun bir kusuru uzun ve ayrıntılı olmasıydı. Bunu da dışarıda tanıştırıldığımız zaman yazara söyledim. Haklı buldu ve kısaltmalar yapacağını söyledi.

Yazara, eserinin bana, kısa bir süre önce İstanbul’da gördüğüm “Ayak Bacak Fabrikası”nı hatırlattığını söyledim. Sermet Çağan’ın eserinin bir kopyasını yollayacağımı vaat ettim, çok ilgilendi. Holde, çevremde halka olan Mustafa Behçet Bedevî, Mahmut Emin, eserin yazarı, Ahmed Salih Abbas ve Mısır’ın daha birçok ilerici aydın ve yazarı, Türkiye’de de bu ayarda ve janrda oyunlar yazıldığını ve oynandığını söylediğimde, hem ilgilendiler hem de memnun oldular; tabiî oldukça da hayret ettiler. Mısır’da Türkiye’nin hâlâ Menderes Türkiye’si olduğu kanısı egemen. Bu çevrelerin tanıdığı ve sevdiği Türkiye, Atatürk Türkiye’sidir.
(s. 129-130)

Bugün Türkiye’de belirli bir kesim sürekli olarak Menderes’i ve onun dönemindeki Türkiye’yi övüyor, o dönemde Türkiye’ye demokrasi geldiğini söylüyor, Atatürk dönemine ise sövüyor. Oysa Berkes’in anlattıklarına göre, 43 sene önce Mısır’daki aydınların kafasında Menderes Türkiye’si hiç de hoş bir yere sahip değilmiş. Nereden nereye!

III

Zamanında eski Roma’da büyük genelev mahalleleri varmış. Bunların en ünlüsü Pompei’deki "Subura" adlı bir kenar mahallesi imiş. Bu mahalledeki çoğu basit, görünüşleri hiç de çekici olmayan genelevlere “lupanar” deniliyormuş. Latince’de “lupa” kelimesi “dişi kurt” ve “lupanar” da “dişi kurdun ini” anlamına geliyor. Geneleve “lupanar” denmesinin nedeni, kadınların müşteri çağırmak için geceleri kurt gibi ulumalarından kaynaklanıyor. Aslında bizde de böyle yerler var: uluyan kadınların yerine laikliğe ve Atatürk’e söven hacı-hocalar, malum inlerin yerine de ışık evleri, yurtlar gibi yerler var. Ha, bunların müşterileri derseniz, o da bizim fakir ve cahil Türk halkı oluyor.

Tuesday, November 18, 2008


HEDWIG and the ANGRY INCH

Facebook’ta bir gruba ait fotoğraflara bakarken yorumların birinde, “bu fotoğraf The Origin of Love’a benziyor,” diyen bir yorumla karşılaştım. “O da neyin nesiymiş?” diye yorumdaki linke tıklayınca Youtube’da bir şarkı videosu çıktı karşıma. Şarkı hoşuma gidince dinlemeye başladım, ama şarkıyı söyleyen vatandaşın tam olarak kadın olup olmadığını, öyle değilse bile sesinden hareketle ona benzer bir şey(!) olup olmadığını anlamaya çalışırken şarkı bitiverdi.

Aynı vatandaşın olduğu başka şarkı videoları da görünce işin aslına bir bakayım dedim. Meğersem gördüğüm şey, 1998’de sahnelenmeye başlanan “Hedwig and the Angry Inch” adlı rock müzikalinin 2001 yılında yapılan filmine ait bir videoymuş. Müzikalin (ve filmin) konusu Hedwig adında cinsiyet değiştiren bir Doğu Alman’la ilgili; dolayısıyla film 80’lerin sonlarında geçiyor. Filme ait bazı parçaları internette izledim – oldukça ilgi çekici; hatta kimi yerlerde duygusal sahneler var. Şüphesiz müzikale ve filme ait detaylar her zamanki gibi Wikipedia’da bulunuyor. O yüzden ayrıntılarına girmeyeyim.

Diğer ilginç bir husus, hem müzikalin hem de filmin metin yazarı olan James Cameron Mitchell ile ilgili. Zira Mitchell hem ana karakter Hedwig’i filmde canlandırmış hem de şarkıları söylemiş; kendisi de aslen gay. Aynı zamanda oyuncu, yazar ve yönetmenmiş. Bu arada, filmde Hedwig’in erkek arkadaşını bir kadın oynuyor. Videoda sakallı ve kafası bandanalı şahıs olarak gördüğüm kişi oymuş. Valla kadın olduğu hiç anlamadım.

Diğer şarkılar da hoşuma gidince bir kısmını Ares adlı programla internetten indirdim. Başta dinlediğim şarkı olan The Origin of Love’ın videosunu aşağıya koydum. Burada da Mitchell şarkıyı “unplugged” (ve erkek) olarak söylüyor. Diğer güzel bir şarkı da Midnight Radio. Burada Mitchell erkek olarak görünüyor. Hedwig’in cinsiyet değiştirme hikayesini anlatan "Angry Inch" şarkısı da burada. Tüm şarkılar aslen filmden alınan parçalar. Filmdeki gayet ilginç sahnelerden biri de burada. Film bizim buralarda var mıdır, bilmiyorum. Amazon’da ise şurada. Şarkıların olduğu albüm burada. Ama ben şarkıları filmdeki hâlleriyle Youtube’dan dinleyip, Ares’ten indirdim. Mitchell’in yine cinsellikle ilgili ikinci filmi Shortbus hakkındaki bilgi burada. Fragmanı da şu. Kendisiyle filmle ilgili olarak yapılan röportaj da burada. Oldukça rahat tavırlı bir adam.

Böyle filmler bizim memlekette sinemalarda gösterilir mi? Bilemiyorum, ama belki film festivallerinde veya CNBC-e’de olabilir. Bu arada ben de bir yerlerden filmi beleşe getirmeye çalışacağım. Bu defaki yazı biraz kısa oldu, ama arayı soğutmamaktan iyidir diyorum.