Monday, June 02, 2008


SOLUK MAVİ NOKTA

Geçtiğimiz ay Einstein hakkında bir haber yayınlandı gazetelerde. Einstein’in 50 yıl boyunca özel bir koleksiyonda saklanan ve dolayısıyla daha önce hiç yayınlanmamış bir mektubu bulunmuş. Habere göre 3 Ocak 1954 tarihli bu mektubu Einstein, kendisine “Choose Life: Biblical Revolt” adlı kitabının bir nüshasını gönderen filozof Eric Gutking’e yazmış. Mektubun özelliği ise Einstein’ın dinî görüşleri hakkında bazı ifadeler taşıması. Nitekim mektubun bir yerinde şöyle bir ifade geçiyor:

... The word God is for me nothing more than the expression and product of human weaknesses, the Bible a collection of honourable, but still primitive legends which are nevertheless pretty childish. No interpretation no matter how subtle can (for me) change this.

Daha önceleri Einstein’in dinî görüşleri hakkında bayağı yazılıp çizilmişti, ama bu mektup son sözü söylemiş görünüyor. (Mektubun kısaltılmış hâli burada.) Dahası, mektup yine geçtiğimiz ay Londra’daki Bloomsbury müzayede evinde 170.000 pounda (ya da dolar cinsinden 404.000$) satılmış. Hatta satın almak isteyenler arasında Richard Dawkins de varmış. Dawkins mektubu kendi adını taşıyan vakfa bağışlamayı planlıyormuş, ama müzayedeye katılamamış.

Einstein hakkındaki haberi okurken aklıma Carl Sagan geldi. Sagan Amerikalı ünlü bir astronom. Yıllar önce TRT 2’de onun sunduğu “Cosmos” adlı bir belgesel gösterilirdi. Bu aynı zamanda onu ünlü yapan belgesel. Kitaplarından biri olan “Contact” 1997’de aynı adla filme çekildi. Başrolünde Jodie Foster oynuyordu. Sagan tanrı meselesinde kuşkucu (skeptic) biri olarak tanınıyor; Foster ise ateist.

I

Yukarıda yazının başına koyduğum ve “Soluk Mavi Nokta” olarak bilinen (The Pale Blue Dot) fotoğraf "Voyager 1" adlı uzay aracı tarafından çekilmiş. Mavi halka içerisindeki küçük nokta Dünya’yı gösteriyor. Fotoğrafın çekilmesini yetkililere Sagan önermiş, ancak kabul ettirmesi biraz zor olmuş. Sonunda Voyager’ın kamerası 14 Şubat 1990’da, 6.4 milyar kilometre öteden bu fotoğrafı çekmiş. Fotoğrafta görünen renkli ışın çizgileri güneş ışığından değil, güneşe bu derecede yakın bir noktaya yöneltilmesi sonucunda kameranın optiğinden dağılan ışıktan kaynaklanıyor. Sagan bu fotoğraf hakkında “The Pale Blue Dot” adlı kitabında şunları demiş:

Look again at that dot. That's here. That's home. That's us. On it everyone you love, everyone you know, everyone you ever heard of, every human being who ever was, lived out their lives. The aggregate of our joy and suffering, thousands of confident religions, ideologies, and economic doctrines, every hunter and forager, every hero and coward, every creator and destroyer of civilization, every king and peasant, every young couple in love, every mother and father, hopeful child, inventor and explorer, every teacher of morals, every corrupt politician, every "superstar," every "supreme leader", every saint and sinner in the history of our species lived there-on a mote of dust suspended in a sunbeam.

The Earth is a very small stage in a vast cosmic arena. Think of the rivers of blood spilled by all those generals and emperors so that, in glory and triumph, they could become the momentary masters of a fraction of a dot. Think of the endless cruelties visited by the inhabitants of one corner of this pixel on the scarcely distinguishable inhabitants of some other corner, how frequent their misunderstandings, how eager they are to kill one another, how fervent their hatreds.

Our posturings, our imagined self-importance, the delusion that we have some privileged position in the Universe, are challenged by this point of pale light. Our planet is a lonely speck in the great enveloping cosmic dark. In our obscurity, in all this vastness, there is no hint that help will come from elsewhere to save us from ourselves.

The Earth is the only world known so far to harbor life. There is nowhere else, at least in the near future, to which our species could migrate. Visit, yes. Settle, not yet. Like it or not, for the moment the Earth is where we make our stand.

It has been said that astronomy is a humbling and character-building experience. There is perhaps no better demonstration of the folly of human conceits than this distant image of our tiny world. To me, it underscores our responsibility to deal more kindly with one another, and to preserve and cherish the pale blue dot, the only home we've ever known.

II

Dünya’ya bu kadar uzaktan bakınca din ve inanç farklılıklarından kaynaklanan çatışmalar o kadar anlamsız görünüyor ki. Bir seneden daha fazla bir süre önce blogdaki yorumlardan birinde Hollandalı bilgin Erasmus’tan bir alıntı yapmıştım, tekrar ekleyeyim dedim. Erasmus 16. yüzyılın başında yayınlanan “Deliliğe Övgü” (Encomium Morias) adlı kitabından şöyle demiş (Orhan Hançerlioğlu, "Düşünce Tarihi", İstanbul: Remzi Kitabevi, 8. baskı, 1999, s. 177):

Ah şu mutlu deliler … Yaptıkları bin bir deliliğe ne de güvenirler. Tanrı katına yüz akıyla çıkmak için nasıl da hazırlanıyorlar, deliliklerini armağanlandırmak için cennet bile az gelecek. Tanrının karşısına dizilince kimi balıkla dolmuş karnını gösterecek. Kimi günde şu kadar yüz hesabıyla okunmuş bin ölçek duayı ortaya dökecek. Bir üçüncüsü, uzun uzun tuttuğu oruçları sayacak ve günde bir kez yediğinden ötürü karnının kaç kez patlamak üzere olduğunu anlatacak. Biri, taşımaya yedi geminin yetmeyeceği kadar çok tören, tespih, mırıltı götürecek. Bir başkası altmış yıl eldivensiz parmakla hiçbir paraya dokumadığını söyleyerek övünecek. Öteki, gemicilerin en yoksulunun bile giymekten utanacağı pis cüppesini gösterecek. Başka biri de kayaya yapışık sünger gibi elli yıl aynı manastıra bağlı kaldığını haykıracak. Kimileri ilahi okumaktan seslerinin kısıldığını ileri sürecek. Kimileri de yalnızlıktan avanaklaştıklarını ya da susmaktan dillerinin uyuştuğunu anlatacaklar. Tanrıyı iyice şaşırtacaklar. Bütün bunlardan hiçbir şey anlamıyorum, diyecek Tanrı, benden daha mübarek olmak isteyenlere verecek cennetim yok benim, gidin kendinize benimkinden başka bir cennet arayın!

III

DNA’nın yapısını keşfettiği için James Watson ile birlikte 1962 yılında Nobel ödülü alan İngiliz biyolog Francis Crick de “Şaşırtan Varsayım” (İngilizcesi) adlı kitabında şöyle diyor:

Geçmişte dinî inançların bilimsel olayları açıklamadaki başarısı o kadar zayıf olmuştur ki, geleneksel dinlerin gelecekte daha iyi sonuç elde edeceğine inanmak için pek bir neden yoktur. Bilincin, ussal nitelikler gibi, bilimin açıklayamayabileceği bazı yanları olduğu kabul edilebilir elbette. Geçmişte bu tür eksikliklerle (örneğin kuantum mekaniğinin sınırlılığı) yaşamayı öğrendik, ileride de böyle idare edebiliriz. Geleneksel dinî inançları kucaklamaya itileceğiz anlamına gelmemeli bu. Yaygın dinlerin inançlarının çoğu sadece birbirleriyle çelişmekle kalmıyor, aynı zamanda bilimsel ölçütler uygulandığında da o kadar çürük tanıtlara dayanıyorlar ki, ancak kör bir imanla kabul edilebilirler. Bir kiliseye bağlı kişiler ölümden sonraki yaşama inanıyorlarsa, neden bunu saptamak için sağlam deneyler yapmıyorlar? Başaramayabilirler, ama en azından deneyebilirler. Yalnızca kilisenin açıklayabileceği gizemlerin (dünyanın yaşı gibi) yoğun bir bilimsel saldırı karşısında yok olduğunu tarih gösterdi. Üstelik, doğru yanıtların geleneksel dinlerin söylediğiyle uzaktan yakından bir ilişkisi olmadığı ortaya çıktı. Vahiyle inen dinlerin vahyettikleri bir şey varsa, o da genellikle yanlıştır. (s. 285)

İnsanların çoğunun deneysel bulgular karşısında ikna olup, görüşlerini hemen değiştireceklerine inanmak ne kadar da rahat olurdu. Maalesef tarih bunun tersini gösteriyor. Yerkürenin yaşının artık hiçbir mantıklı şüpheye yer bırakmayacak biçimde saptanmış olmasına karşın, ABD’de milyonlarca köktendinci, Hıristiyan İncil’inin kelimesi kelimesine okunmasından çıkardıkları bir görüşe göre, bu yaşın çok az olduğu gibi çocukça bir iddiayı hâlâ inatla savunmaktalar. Ayrıca, uzun zamanda bitkilerin ve hayvanların evrimleşip büyük değişimler geçirdiği de aynı ölçüde kesinlikle belirlenmiş olmasına karşın, bunu da genellikle yadsıyorlar. Doğal ayıklanma sürecine ilişkin söyleyeceklerinin de tarafsız olması beklenemez, çünkü görüşleri dinî dogmalara körü körüne bağlılıkla önceden belirlenmiştir.

Çöpe atılmış düşüncelere keçi inadıyla sarılmanın altında birkaç neden varmış gibi geliyor bana. Bize ilk yaşlarda verilen genel düşünceler, özellikle ahlâkî olanlar, beynimizin derinliklerine yerleşiyor. Bu durum dinî inançların kuşaktan kuşağa nasıl aktarıldığını açıklamaya yardım edebilir, ama böyle düşünceler ilkin nereden çıkıyor ve neden çoğu sonunda yanlış çıkıyor?

Bir etmen, kendimizin ve dünyanın doğasına ilişkin genel açıklamalara olan çok temel gereksinimimizdir. Çeşitli dinler böyle açıklamaları, ortalama insana kolayca hitap edebilecek deyimlerle dile getiriyorlar. Unutulmamalı ki, beynimiz büyük ölçüde gelişimini insanların avcı-toplayıcı olduğu dönemlerde tamamladı. Küçük insan takımları içinde işbirliği ve komşu rakip kabilelerle düşmanlık için kuvvetli bir seçici baskı vardı. Bu yüzyılda bile Amazon ormanlarında, Ekvator’un ücra köşelerindeki rakip kabilelerde en başta gelen ölüm nedeni düşman kabile üyelerinin mızraklarının açtığı yaralardır. Böylesi koşullarda ortak genel inançlar kabile üyeleri arasındaki bağlılığı kuvvetlendirmektedir. Bunlara olan gereksinim evrim sonucu beynimizde yer etmiş olabilir pekâla. Bu yüksek gelişmeyi sağlamış olan beynimiz, hiç de bilimsel gerçeklikleri bulma baskısı altında değil, yalnızca yaşamı sürdürmeye ve ardıllar bırakmaya yetecek kadar becerikli olmayı sağlamak üzere evrim geçirmiştir.

Bu noktadan bakıldığında, bu ortak inançların tamamıyla doğru olmalarına gerek yoktur; insanların bunlara inanmaları yeterlidir. İnsan yeteneklerinin en belirgin olanı, karmaşık bir dili akıcı biçimde kullanabilmesidir. Yalnızca dış dünyadaki nesneleri ve olayları değil, aynı zamanda daha soyut kavramları belirleyecek sözcükler de kullanabiliyoruz. Bu yetenek, insanın çok az sözü edilen bir başka çarpıcı özelliğine götürüyor bizi: kendimizi aldatmak için sınırsız bir yeti. Eldeki sınırlı bulgunun en uygun yorumunu çıkarmak üzere evrimleşmiş beynimizin doğasının ta kendisi, bilimsel araştırma disiplini yoksa, özellikle oldukça soyut konularda, çoğu kez yanlış vargılara sıçramayı neredeyse kaçınılmaz kılmaktadır.

(…) Yanıt ne olursa olsun, buna ulaşmak için tek akılcı yol ayrıntılı bilimsel araştırmadan geçmektedir. Başka yaklaşımların hepsi de karanlıkta kendini yüreklendirmek için ıslık çalmaktan öte bir şey değildir. İnsana dünyaya ilişkin bitip tükenmeyen bir merak bahşedilmiştir. Gelenek ve göreneklerin çekiciliği dünün tahminlerinin geçerliliğine ilişkin kuşkularımızı ne kadar bastırırsa bastırsın, bunlara karşı sonsuza dek hoşnut kalamayız. Yalnızca içinde yaşadığımız bu uçsuz bucaksız evrenin değil, ta kendimizin de açık ve doğru bir şeklini elde edinceye dek çekici sallamayı sürdürmeliyiz.
(s. 288-90)

IV

Son olarak Sagan’dan bitirelim. Kendisi 1994’te tedavisi olmayan Myelodysplasia adlı bir hastalığa yakalanıyor ve 1996’da ölüyor. (Yukarıdaki Sagan’ın eşi ile birlikte çekilmiş bir resmi, hoşuma gidince koydum.) Ölümünden sonra yayınlanan “Milyarlarca ve Milyarlarca” (İngilizcesi) adlı kitabında hastalık ile olan savaşını anlattığı son bölümde şöyle diyor Sagan:

Dünya öylesine sevgi dolu ve tinsel derinliği olan, o kadar nefis bir yer ki, sağlam kanıtı olmayan hoş öykülerle kendimiz aldatmak için bir sebep yok. Bana göre, ne kadar kırılgan olsak da, ölümün gözünün içine korkmadan bakmak ve yaşamın sağladığı kısa ama muhteşem fırsat için her gün şükran duymak çok daha iyi. (s. 248)

* * *

Bu da Billy Joel’in 1989 tarihli “Storm Front” albümünden The Downeaster “Alexa” adlı parça. Joel bunu Long Island’daki balıkçılar hakkında yazmış; kendisi de gençliğinde orada bir gemide çalışmış. En sevdiğim kısmı şurası:

I’ve got bills to pay and children who need clothes
I know there’s fish out there but where God only knows
They say these waters aren't what they used to be
But I've got people back on land who count on me

8 comments:

Anonymous said...

Dinden oldugu kadar milliyetcilikten de arinmis bir dunya diliyorum. Yeryuzundeki tum insanlar arasinda ortak noktalardan cok FARKliliklar cikaran bu iki unsurdan arinamadan da buyuk ihtimalle dunyanin sonu gelecek zaten.. Sonuc olarak bu da ilkel korkularla evrimles(eme)mis din kavrami mirasi ile yine evrimsel miras savas sayesinde ulke kavramlari ve yine milliyetcilik ve yine bolunme...
Bolunce daha kolay yonetiliyorlar degil mi?

Tum Dunya sadece ve sadece bilimkurgu kitaplarinda birlesecek. Dunyali lafi bile bilimkurguya has. Peki neden ben de kendimi suruye kaptiramiyorum. Dusununce aci veriyor. Herkes 46 kromozom iste, herkes esit, neden hala ben sen-biz siz var... :(

(Tamam, bu yazdigim yorum olmadi, daha cok rahatlama oldu kusura bakma)

Anonymous said...

Bliyaal, catisma, itis kakis insanin dogasinda var. Bugun din, yarin irk, obur gun futbol... Sebep bulmak kolay. Dogal olan gruplasip karsi grupla savasmak. Baris anormal galiba. Acaba dogada ayakta kalmaya aykiri birsey mi baris? Acaba bu konuda arastirma yapan antropolojist, evrimci filan var midir? Vardir mutlaka da ben niye okumamisim??? :o)

www.elifsavas.com/blog

bliyaal said...

Kusura bakmayın, fazla yazamıyorum. Bugün dişçideydim. 20 yaş dişimi çekti. Çok zor bir “çekim” oldu. Çektikten sonra bir de diş etime dikiş attı. Hala kanıyor, acıyor. Durum felaket.

* * *

Devrin,

Olsun, varsın rahatlama olsun. Bilim kurgu dedin de, Ursula K. Le Guin’in “Mülksüzler” kitabı var. Şurada yazmıştım. Ben beğendim.

Elif,

O konuda yazan var mı, ben de bilmiyorum. Ama karşılıklı yardımlaşmayla ilgili Kropotkin’in şu kitabı var.

* * *

Leman dergisi şu Ali Babacan’ın konuşmasını kapak yapmış. Güzel bir olmuş.

Alp ve Ege'nin Annesi said...

Hasan Cemal'in de "Ali Babacan ne kadar dogru dedi", diye yazisi vardi...

bliyaal said...

Alp&Ege’nin annesi,

Hasan Cemal birkaç sene önce de, yanlış hatırlamıyorsam bir konuşması esnasında, “kafam karışık” diyen bir öğrenciye “kafa karışıklığı iyidir” demişti.

Cemal de AKP'ye destek vereyim derken iyice abartmış işi.

Anonymous said...

Ayyy.... Cok gecmis olsun! Benim de dort adedini birden cekmislerdi, seninki gibi dikisli. Eve gidince, agri kesicinin etkisi gecti, resmen yerleri tirmalamistim. :o( sonra bir hap.... oh...... :o)

Gecmis olsun!!!!!!!!

www.elifsavas.com/blog

bliyaal said...

Sağolasın Elif.

Sen dört taneyi bir anda nasıl çektirdin? Bu benim daha ilk. Diğer 20’lik dişlerde bir sorun yok henüz. Pazartesi günü gidince doktor bakalım ne diyecek. Valla korkuyor insan.

Anonymous said...

Şaşırtan varsayımı henüz bitiremedim vııı.kısım nörondayım ama crick beni şaşırtmaya devam ediyor

''' uzun zamanda bitkilerin ve hayvanların evrimleşip büyük değişimler geçirdiği de aynı ölçüde kesinlikle belirlenmiş olmasına karşın,'''

wayy be! tür içi farklılaşmayı sağlayan polimorfik mutasyonlar(neredeyse tamamı zararlı) haricinde bilimsel açıdan diğer mutasyonlara( geçmiş zamanlarda gerçekleştiği varsayılanlara diyelim) dair pek bir açıklma yapılamıyor sadece iki tür ele alınıyor ve moleküler saat varsayımı kullanılıyor ortada kesinleşmiş bişey falan yok moleküler homolojide yerlerde sürünüyor crick dogmatizmi önce kendinde arasın kesinlik kazanmışmış! bunu neye dayandırıyor DNA sekans analizleri deseniz olmaz çünkü çok abuk subuk şeyler çıkıoyr c.elegans iisimli solucan da 19000 gen insanda 25000 gen bazı omurgasız ve çiçek türlerindede 25000 den fazla gen var moleküler homoloji deseniz varsayılan hayat ağacıyla çelişen sonuçlar çıkarıyor fosillere girersek dahda zararlı çıkar


elinde adam akıllı söyleyebileceği bi cümle şu var; neden 3,8 milyar yıl işte bu soru sert bir soru ?