Thursday, November 30, 2006


KAHROLSUN KURESELLESME (!)

Gene "International Herald Tribune" okuyordum. Cek Cumhuriyeti'nde calisan Kuzey Koreli isciler hakkindaki bir habere rastgeldim. Basligi soyle: "North Koreans in Czech jobs: Slave labor?" Haberden birkac paragraf verelim:

" ... those who entered previously are still employed at various sites, including the Snezka textile factory here in Nachod, where they sew headrests and armrests for BWMs, Mercedes, Renaults and other cars sold in Western Europe.

"Miloslav Cermak, general manager at Snezka, says that 82 of his 750 employees are North Korean. Aged 20 to 28, they came to this town near the Polish border on three-to four-year contracts.

"The women are paid by the piece, with top workers stiching as many as 350 headrests a day, Cermak said, and earning monthly salaries of up to 25,556 koruna, or $1,165, well above the country's minimun wage of 7,995 koruna. The lowest paid North Korean worker earns 8,200 koruna, a common salary for new employees, he said."

Cek polisi tarafindan resmi olmayan sekilde elde edilen bilgilere gore, isciler maaslarinin yaklasik %80'inini toplu bir banka hesabinda biriktiriyorlarmis. Yetkililer bu paranin Kuzey Kore hukumetine ya da Prag'daki elcilige aktarildigindan supheleniyorlarmis. Maalesef, yetkililer iscileri ifade vermeye ikna edemiyorlarmis. Hepsi kosullardan memnun olduklarini Kurey Kore'ye kiyasla daha iyi durumda olduklarini soyluyorlarmis. Zorla calisma yonunde taniklik edecek herhangi biri olmadan banka bilgilerini elde etmek icin sorusturma acilamiyormus. Devam:

"Prague imposed its visa ban after the Europian Parliament heard testimony in March from Kim Tae San, a former North Korean diplomat who was stationed in Prague before defecting to South Korea in 2002. While at the embassy, Kim brought North Korean women here to work, he said.

" 'Almost their entire monthly salaries,' Kim testified, 'are deposited in an account controlled by the North Korean goverment.'

"He said that 55 percent was skimmed from the top of the women's salaries as a 'voluntary' contribution to North Korea. After additional deductions - for accomodation and items like birthday gifts for the North Korean leader, Kim Jong Il - the women were left with around $20 to $30 a month, he said."

Cek hukumeti haziran ayinda calisma vizesi vermeyi kesmesine ragmen, daha onceden vize alanlar cesitli bolgelerde calismaya devam ediyorlarmis. Ancak iscilerin ne kadar hareket ve konusma ozgurlugune sahip oldugu belirsizmis. Mesela, Snezka'dakiler Cek dili konusmalarina ragmen, calisma saatleri disinda sosyallesmiyorlarmis. Sorulan sorularin coguna onlar adina cevap veren bir cevirmen tarafindan gozetleniyorlarmis.

Ilk basta guzel gozukuyor aslinda. Nitekim Kuzey Koreli isciler kendi ulkeleri disinda da calisma imkanina sahip olmuslar. Ne de olsa kuresellesme cagindayiz. Ancak, benim bildigim, bu kuresellesme liberallerin dedigi gibi iyi bir sey idi. Hani emegin serbestce dolasmasi, ozgurluklerin yayilmasi, serbest ticaretin artmasi vs. vs. Halbuki burada Kuzey Koreli isciler aldiklari paralari ulkelerine gonderiyorlar, bu paralar da buyuk ihtimalle nukleer silah yapimi icin harcaniyor. Baksaniza, Kim Jong Il'e hediye bile aliyorlarmis! Simdi kuresellesme bu sekilde sosyalist diktator rejimlerine finans kaynagi saglamis olmuyor mu? Nerede ozgurluklerin yayilmasi?

Bu arada, Amerikalilar Kim Jong Il'in luks zevklerine ambargo koymayi kafaya takmislar: http://www.iht.com/articles/2006/11/30/news/KIM.php

Sunday, November 26, 2006


KOZMOPOLIT SEHRIN IRKLARI

Efendim, bu yazimi buradaki irklar uzerine degerlendirmelerime ayirdim. Bu yazi hicbir bicimde bilimsel olmayan, tamamiyla "politically incorrect" ve "irkci" bir yazidir.

Buraya geldigimden bu yana, insanlar hakkinda daha onceden sahip oldugum fikirlerin bir bolumu daha da kuvvetmis bulunuyor. Butun insanlarin zeka ve kisilik olarak ayni kefeye konulmamasi gerektigine, hepsine mumkun oldugunca farkli davranilmasi gerektigine inaniyordum. Dahasi, toplumda bir parca elitizmin bulunmasi gerektigini dusunuyordum. Haliyle, bunlar Turkiye'den hareketle olusturulmus dusuncelerdi. Simdi bu goruslerim daha da kuvvetlendi, zira restoranda calismak ve kozmopolit bir sehirde yasamak butun farkli kisilikteki ve irktaki insanlari dogrudan gozlemleme imkani verdi. Irklar (veya daha hafif bir deyim olarak "milletler") arasinda cok ayirt edici ve kesin farkliliklar var. Acaba bu farkliliklar kulturden mi, yoksa irktan mi kaynaklaniyor? Ancak, belli bir kulture sahip insanlarin hepsi ayni davranislari gosterirse ve bu insanlarin hepsi - ister istemez - ayni irktan olursa, hem irk hem de kultur icice gecmis olmaz mi? Bunu cevabi biraz uzun surer sanirim. Sonuc her ne olursa olsun, irk veya millet ele alindiginda dahi, bu insanlarin hepsi birbirine benzer davranislar gosteriyor.

En basta Ingilizler'i alalim: Bunlar haftanin 5 gunu essek gibi calisiyor, cuma gunu is cikisinda kendilerini dogrudan bara ve gece kluplerine atip sabahlara kadar icip dagitiyorlar. Cumartesi gecesi de ayni halti isliyorlar. Pazar gunu ise yorgunluktan dolayi gun boyu zibarip yatiyorlar. Burada bar ve gece kluplerinin genel olarak kumelendigi yan yana uc mekan var: Piccadilly Circus - Leicester Square - Convent Garden. Hepsi Londra'nin merkezinde bulunuyor ve aralarinda yuruyerek rahatlikla dolasabiliyorsunuz. Bar dedigim (Ingilizler "pub" diyor); herkesin ayakta kic kica durup ickisini ictigi ve konustugu, sigara dumani dolu ve ugultulu bir yer. Eger iceride yer yoksa - ki hafta sonu hic olmaz - insanlar disarida kaldirima oturarak ya da ayakta durarak iciyorlar ve siziyorlar. Gece klubu ise, muzigin haddinden fazla acik oldugu, bundan dolayi milletin kendi sesini dahi duyamadigi, bir suru sarhos hodugun ayakta dansedip tepistigi bir yer (Ancak, avrat tavlamak icin gece klubune en erken saat 11.30 gibi gitmek lazim. Zira avratlar o saatte yavas yavas sarhos olmaya basladiklari icin, butun erkekler gozlerine Brad Pitt gibi gorunuyor. O yuzden fazla ayak yapmaya gerek kalmiyor). Bu Ingilizlerin eglence anlayisi niye boyle? Cunku bunlarin adam gibi bir eglence anlayislari yok! Bizde, mesela, arkadaslar ile deniz kenarinda bir cay bahcesine gidip sohbet ederiz. Bunlar ise eglence nedir bilmiyor. Kendi kulturlerinin bir ozelligi olarak duygularini bastiriyorlar, yani bunlari aciga vurmuyorlar; bu acidan ketum insanlar. Fakat ictikleri zaman kontrollerini yitiriyorlar ve bastirilmis olan duygulari patliyor. Bu da taskinlik yapmalarina yol aciyor. Eski dille soylersek, bir tarafta "ifrat" deger tarafta "tefrit" var; "itidal" ise yok. Bir defasinda kirk yildir Londra'da yasayan Yunanli bir adam ile konusmustum. Bana soyle demisti: "Cok ketum insanlar. Gun boyu calisip, aksam eve gittiklerinde Eastenders [unlu bir televizyon dizisi] izliyorlar. Biz mutlu oldugumuzda iciyoruz. Onlar ise mutlu olmak icin iciyorlar."

Bazen cuma ve cumartesi gunleri aksam uzeri Londra merkezinde Thames Nehri kenarinda oluyorum. Nehir kenari boyunca siralanmis bir cok bar ve restoran var. Bu zibidilerin ellerinde koca bira bardaklari, barlarin onunde sokakta ayakta icerek lak lak ettiklerini goruyorum. Thames Nehri ise bildigimiz "boklu" dere. Camurdan dibi gozukmuyor. Bazen sular cekildiginde koca sicanlarin sig yerlerde dolastiklari oluyor. Iste bu zavallilar boyle bir nehir kenarinda hafta sonlari icmeyi eglencenin bir parcasi zannediyorlar.

Bir defasinda metroda gunduz vakti giderken, yanima korkutuk sarhos bir Ingiliz oturdu. "Allah Allah, cuma degil, gece degil, bu sarhos da nereden cikti?" dedim. Adam fena halde viski kokuyordu; yani kibrit caksaniz alev alacak. Bana donup "Bu tren Acton Town'a gidiyor mu?" dedi. Ben de "Evet." dedim. Bir sure aval aval etrafina bakindiktan sonra paltosunun altindan koca bir viski sisesi cikartti, bana uzatip "Alir misin?" diye sordu. Ben istemedim. Siseden biraz ictikten sonra pencerenin uzerindeki metro istasyonlari haritasina bakti ve bana "Bu kahrolasi tren Ealing'e gidiyorsa, Acton Town'dan nasil gececek?" dedi. Icimden once bir kufur ettim ve soyle dedim "Bak, Ealing son durak. Tren oraya gitmeden once Acton Town'dan gececek. Haritaya dikkatli bak." Tekrar bakti, ama hicbir sey anlamadigina eminim. Bu sefer gitti, karsisinda oturan kadina ayni seyleri sormaya basladi. Kadinin icinden "Al basina belayi!" dedigine eminim. Diyecegim, Ingilizler'in onemli bir bolumu sarhosken fena halde cekilmez oluyorlar ve resmen dayak istiyorlar. Ah ulan! Turkiye'de olsaydik bir ...

Ingiliz erkekleri ozellikle yabanci kizlara pek bir ilgi gosteriyorlar. Bu acidan, dil ogrenmeye gelmis kizlar, hele guzelseler, Ingiliz erkek arkadas bulmakta pek sorun yasamiyorlar. Bir bar veya gece klubune gidildiginde, eger kizlar guzelse, erkekler kisa surede ususmeye basliyor. Diger taraftan, ne yazik ki, Ingiliz avratlari erkeklerin gosterdigi davranis bicimini gostermiyorlar. Yabanci ogrenciler arasindaki genel izlenim, bunlarin burunlarinin havada oldugu yolunda. Ingiliz erkeklerin bile bu Ingiliz kizlarina o kadar duskun olduklarini sanmiyorum. Kimileri oldukca savruk ve lakayt. Diger ilginc bir husus; Ingiliz avratlarinin onemli bir bolumunun kilolu olmasi. Nitekim Avrupa'da obezitenin en cok rastlandigi ulke Ingiltere. Ornegin, guzel bacakli bir Ingiliz kiz gormek pek sik karsilasilan bir durum degil. Genel olarak kizlarin vucut yapilari armuta benziyor; yani ustten asagiya dogru inildikce hatlar genislemeye basliyor. En kotu gorunen sey de, kot pantolonlarinin uzerinden kalcalarindaki fazla yaglarinin sarkmasi. Kac defa yolda, metroda gordum. Bunlari hic kapatmiyorlar. Yalniz, yuzlerinin genel olarak guzel oldugunu belirtmek gerekiyor. Sari uzun sacli, mavi veya yesil gozlu, beyaz tenli, yumusak sesli ve tatli davranisli olanlarini makbul cins olarak goruyorum. Maalesef, bunlar, hem de iyi huylu olanlari, iktisattaki "kitlik" kavraminin dahilinde yer aliyorlar. Cuma ve cumartesi gunleri icip-dagitma gunleri oldugu icin, cogu avrat susulenip puslenip sokaga dokuluyor. Mini etek giyenlerinden tutun dekolte giyenlerine kadar, her turden avradi hem metroda hem de sokakta gormek mumkun oluyor. Bu da, bizim gibi toplumsal bilimcilere bu irkin avratlarini yakindan musahade etme olanagi sagliyor.

Erkeklerin sadece yabanci avratlara ilgi gostermedigine dair kisa bir anektod aktarayim:

Bir defasinda restoranda bir masaya sarap acmaya gitmistim. Solumda oturan acik mavi gomlekli adam sarabi acarken bana soyle dedi: "Restoran bayagi kalabalik, degil mi?"

Ben: "Evet."

A: "Bu da iyi bir restoran oldugunu gosterir, degil mi?"

B: "Eh, oyle de diyebilirsiniz."

A: "Senin isin bu aksam saat kacta bitiyor?"

B: "Valla, bilmiyorum. menajere bagli."

Adamin yaninda oturan kadin: "Dikkat et, bu gaydir ha!"

B (kendi kendine): "Sonunda kismetimiz acildi, ama yanlis yerden acildi."

Ilginctir, bu Ingilizler restoranin kapisinda iceriye girmek icin bekliyorlar. En anlamadigim sey de bu. Restoran agzina kadar dolu, iceride yer yok. Buna ragmen kapida, kimi zaman sokakta ayakta, hatta kaldirima oturarak neredeyse yarim saat, belki 45 dakika bekliyorlar. Kardesim, hangi turden kerizsiniz siz? Gidin baska yere, iceride yer yok, ne bekliyorsunuz? Turkiye'de boyle bir durumda biz gideriz baska yere, bunlar kapida bekliyorlar. Kapida kuyruk oluyor, yine bekliyorlar. Bazen kapida birikmis o kadar insani gorunce sinirlerim bir tepeme cikiyor. Seytan diyor ki, "Al eline mutfaktaki uzun ve genis bicaklardan bir tanesini, bodoslama dal aralarina, kes-bic barbar Conan gibi." Ama burada olmuyor iste. Turkiye'nin gozunu seveyim ben.

Dogudan gelen Japonlar, Tayvanlilar, Koreliler; bunlarin cogu ayni davranis ozelliklerini gosteriyor. Sizinle normalde konusurlar, ama kendi cinslerinden birini gorduklerinde sizi hemen unutup onunla kendi dillerinde konusmaya baslarlar. Hep kendi milletlerinden olanlar ile birlikte takilirlar. O yuzden bir turlu adam gibi Ingilizce ogrenemezler; zaten girtlak yapilari da Ingilizce telaffuza son derece elverissizdir. Ne dedikleri anlasilmaz. Bati kulturune karsi ozellikle Japonlar'da bir ozenti oldugu asikar. Kimi zaman Oxford Street'de, punk tarzi ya da burada "goth" olarak adlandirilan tiplerin giyindikleri gibi ucuk kacik elbiseler ile dolasan Japonlar goruyorum. O halleri ile oldukca komik gorunuyorlar. Kizlari ise genelde minyon yapilidir. Sahsen ben oyle guzel olanina cok rastlamadim.

Araplar, Cezayirliler, Pakistanlilar, Hintliler, Bangladesliler, yani genel olarak Ortadogu'dan ve Dogu'dan gelen milletler;

Once yine iki kisa anektod aktaralim:

1) Uzun bir sure once bir Cezayirli ile iki hafta ayni evde kalmistim. Bir keresinde bana gelip soyle dedi:

"Eger evlenecek isen musluman bir kadin ile evlen."

"Nicun?"

"Onlar kocalarina karsi saygili oluyorlar. Bu Ingiliz kizlarinda is yok, erkek gibiler ve saygisizlar."

Ama zibidinin hafta sonlari eve gelen Ingiliz bir kiz arkadasi vardi. Bir defasinda, bu kahrolasi kapitalist duzende is aramaktan dolayi yorgun dusup hastalanmis halde yatagimda yatarken, bu Ingiliz avrat yine geldi. Bizim Cezayirli ile benim yanimdaki odada bir gece maci yaptilar. Tabii, bagrisma-cagrisma-ciglik sesleri de benim kulagima kadar geldi. Bir ara seytan dedi ki, "Ulan, bas sunlari yatakta, bir de sen saap su ikisini!" Ama burada olmuyor iste. Turkiye'de olsaydik bir .

2) Yilbasi gecesi arkadas ile birlikte calistigimiz restorandan cikmis, bir sise sarap acmis halde ice ice Millenium Koprusu'ne dogru gidiyorduk. Bu kopru, Thames nehri uzerinde, Prenses Diana'nin evlendigi unlu St. Paul kilisesinin tam karsisinda yer aliyor. Bir de baktik, yaklasik on bes kisinin oldugu bir zenci grubu, bir beyazi kistirmis dovuyordu. Beyazin kiz arkadasi ise ciglik cigliga bagiriyordu. Ortalikta polis de yoktu. Tabii, durum o halde iken oradan gecemeyecegimizden dolayi biraz uzaklasip beklemek zorunda kaldik. Neyse ki, olay kisa surede bitti ve kopruyu gecip St. Paul istasyonunun yanindaki otobus duragina geldik. Durakta korkutuk sarhos iki Bagladesli ile karsilastik. Bir tanesi bize kicini donup domaldi ve arkadasima "Fuck me!" dedi. Arkadas "Git isine!" deyince bana donup, "Sen musluman, ben musluman, ben sana sarilacam" deyip sarilmaya kalkisti. Ben de "Hadi oradan len!" dedim. Kardesim, avrat olsan neyse, ama erkek olunca olmuyor iste.

Diyecegim, acikcasi bana gore bu milletlere yeryuzunde gerek yok. Sadece yer isgal edip sorun cikariyorlar. Tam manasiyla kaypak ve incelik nedir bilmeyen tipler. Medeniyetin bu toplumlara daha birkac bin yil boyunca ugramayacagi kesin. Ozellikle Araplarin bir daha dunya tarihi boyunca asla yukselise gecemeyecekleri asikar. Ortadogu sorunu ise 4-5 atom bombasi ile rahatlikla cozulur. Hintliler'in ve Bangladesliler'in kadinlara karsi oldukca yilisik davrandiklari cevreden bana aktarilanlar arasinda.

Fransizlar'a daha cok restoranda rastliyorum. Eger mumkun ise Ingilizce konusmamakta direnir, kendi dillerini konusmakta israr ederler. Ingilizce konustuklarinda ise, o agir Fransiz aksani ile konustuklarindan dolayi hicbir sey anlasilmaz. Ulan, sanki sizin dilinizde cok bir halt var da, millet akin akin Fransizca ogreniyor! Bunlara iliskin gene iki anektod aktarayim:

1) Bir defasinda yasli bir evli cift gelmisti. Adam surekli olarak Fransizca konusuyor ve benden bir seyler istiyordu. Ben de, belki yardim eder diye, umitsizce tek tuk Ingilizce konusan esine bakiyordum. Yaklasik bes dakikalik bir dil bogusmasindan sonra adamin ne istedigini ogrendim: su! Ulan dumbelek, "su"yun Ingilizcesini de mi bilmiyorsun?

2) Bir baska seferinde de bes kisilik bir Fransiz masa gelmisti. Bir tanesi arkadaslardan birini yanina cagirip bir seyler soyledi. Ancak arkadas anlayamadigi icin ben gittim. Gozluklu bir herif, yemek menusunu elinde tutuyor, mezelerin oldugu kisma parmagini vurup "vayno" diyordu. Icimden "Allaahh!" dedim; "Vayno ne be? Simdi isin yoksa gene bogus dur." Meger herif sarap listesini soruyormus; alt tarafi Ingilizce "wine list" diyecek. Sarap listesini istedigini anladigimda elimdeki kalemi adamin burnuna sokacaktim, cunku sarap listesi tam da adamin yaninda dik bir vaziyette duruyordu! Ancak celik gibi iradem ile kendimi kontrol altina alip son anda vazgectim.

Fransa'daki varos kalkismasini destekliyor, hatta bunlara silah yardimi yapilmasini oneriyorum. Beton kafali Fransiz kefereleri sizi! Ulan bunlar nasil devrim yapmis be?

Latin Amerikalilar ile fazla bir temasim olmadi, o yuzden yorum yapmak zor. Ancak, Brezilyali kizlar cogu erkek acisindan makbul sayilan bir tur olarak kabul goruyor. Bir ara sinifta Arjantinli bir herif vardi, tam manasiyla tiksinc ve firlama biriydi. Turkiye'de olsa herifi bir operdim, ama burada olmuyor iste. Canim memleketim benim.

Benim sahsen en iyi anlastigim Italyan cinsi oldu. Turkler'e cok benziyorlar. Gerci aralarinda ise yaramaz olanlari da var, ama bana cok denk gelmedi. Diger yandan Italyan kizlarindan bir sey cikmadigini, genelde yalanci ve sadakatsiz olduklarini isittim. Soyle ki; bir sure once sinifimda grafik tasarimcisi olan Italyan bir kiz vardi. Tip olarak fena degildi, aramiz da iyiydi, ama konusurken zirt pirt "benim erkek arkadasim var" deyip duruyordu. Grafik tasarimcisi olan baska bir Italyan erkek arkadasim daha vardi. Bir gece barda bu ikisini tanistirdim, arkadas kizla 15 dakika kadar konustuktan sonra tuvalete gitti. Dondukten sonra bir daha konusmadi. Ikimiz yalniz kalinca ne oldugunu sordum. Bana soyle dedi: "Bu kizdan bir sey cikmaz. Bos kizin teki. Burnu havada. Emin ol, erkek arkadasina karsi da sadakatsizdir. Daha iyisini bulunca hemen onu birakir." Tabii, ikisi de Italyan olunca kendi dillerinde daha iyi anlasmislar. O yuzden, arkadas kizdan benim onca zaman boyunca edinemedigim izlenimleri kisa surede edinmeyi basarmis. O gece damsiz oldugumuz icin gece klubune alinmadigimizdan dolayi sokakta aval aval dolasirken, arkadas bana Italyan kizlar hakkinda bir soylev verdi. Iste oradan ogrendim bunlari.

Bir de Zenciler var. Bunlarin cogu sorunlu. Sorun cikarttikca toplumdan dislaniyorlar, toplumdan dislandikca daha da sorunlu hale geliyorlar. Aksanlari bile farkli Ingilizler'den. Abuk sabuk giyinip, bir seye benzemeyen muzikler dinliyorlar - bunlara muzik bile denmez (Kusura bakmayin, ama benim dusuncem boyle). Tamamiyla kendilerine ait bir alt-kulturleri var. Yasadiklari ortama tam olarak uyum saglayamamislar - saglamaya da calismiyorlar. Bunu bir meziyet zannediyorlar. Oyle veya boyle, bir sekilde bir dereceye dek toplumun genelinin disinda olduklari belli oluyor. Beyazlarin yaptiklari seylerin aynilarini yapmamak icin kendi aralarinda yazili olmayan bir anlasma yapmislar sanki. Maalesef, bu tutumlari beyaz kulturunun olumlu sayilabilecek kimi meziyetlerini almalarini engellemis. Genclerinin onemli bir bolumu pantolonlari bellerinden asagi dusuk bir vaziyette geziyor, donlari gozukuyor. Tabii, boyle giyindikleri icin adam gibi yuruyemiyorlar, saga sola yalpaliyorlar. Benim konustugum cogu kisi zencilerin sorun anlamina geldiklerinde hemfikir.

Bu irklarin bu sekilde gosterdikleri kollektif davranislar sonucunda, Robespierre'in "halk icin halka ragmen" anlayisini benimsiyorum. Insanlarin cogunlugu yonetilmeye, ne yapacaklarinin kendilerine soylenmesine ihtiyac duyuyor. Kendi ozgur iradelerini kullanmaktan acizler. Aydinlanma donemindeki akilci hareketin ruhu burada kaybolmus. Dayanamayarak, bir anektod daha aktarayim: Birkac ay once, restoranin acilmasina yarim saat kala Ingiliz bir avrat geldi - kahve icecekmis. "Daha acilmadi." deyip gonderdik. Isin ilginc tarafi, tam da restoranin yaninda Starbucks var. Kadin oraya gitmiyor da, illa restorana geliyor. Zaten kahve icecegini soylediginde nevrim donmus, kariya ucacaktim; ama burada olmuyor iste. Turkiye'nin kiymetini bilin.

Maalesef, buraya geldik geleli iyice irkci olduk. Ancak, ben gelecekten umutluyum. "Ne acidan?" derseniz, burada oldukca fazla sayida Turk bulunuyor. Daha Avrupa Birligi'ne girmeden her yer Turk dolmus. Kimi zaman, Londra'nin merkezinde sokakta yururken yaninizdan gecen insanlarin Turkce konustuklarini duyuyorsunuz. Hos, buradaki Turkleri Turkiye'nin batisindan gelen "beyaz ve medeni" Turkler ile karistirmamak lazim. Bunlarin onemli bir bolumu dogudan gelen tipler (burada da irkci soylemim belli oluyor). Biliyorsunuz, bir medeniyetin icine 10-15 tane Turk saliverin, o medeniyet tas catlasa 20 sene icinde cokme surecine girer. Dolayisiyla, yakin gelecekte Turkler'in Avrupa medeniyetini ortadan kaldiracaklarina tamamiyla eminim. Bir de Avrupa Birligi'ne girdik mi, oldu bu is. Bakiniz, sinirlendim, yazinin basindaki akademik uslubum da bozuldu. Bunlarin topuna bir diktator lazim, diktator! Sallandiracaksin soyle 3-5 tane zibidiyi Trafalgar Meydani'nda, bak bakalim bir daha sesleri cikiyor mu? Sahsen ben "Anayasal Monarsi Partisi" kurulmasini talep ediyorum. Netekim demokrasi tehlikeli.

Not: Yukaridaki fotografi Westminster'de cektim. Solda ucu gorunen mor yuvarlak zamazingo "London Eye" denilen bir donmedolap. Icine binip donuyor, Londra'nin tepeden fotografini cekiyorsunuz. Sagda saat kulesi "Big Ben" var. Onun yaninda da meclis binasi "Houses of Parliament". Sola dogru yoldan devam edince basbakanin oldugu "Downing Street"e cikiyorsunuz.

Friday, November 24, 2006


SEFILCE BIR YEMIN!

Dun internette Gazi Universitesi Iktisadi ve Idari Bilimler Fakultesi uyeleri tarafindan ilan olarak verilen yukaridaki metni buldum. Metnin uzerine tiklayarak icerigini okuyabilirsiniz. Tabii, metni okuyunca benim sinirlerim gene tepeme cikti.

Bu metin tam manasiyla korkakliktan kaynaklanan, "Aman, ucu bize bulasmasin da ..." dusuncesi ile yazilmis bir yalakalik metnidir. Duzen usagi bu "adamlar" dusunce ozgurlugunu, kendi aralarindan birinin demokratik haklarini savunacaklarina, hakim ideolojiye baglilik yemini etmisler!

Su ifadeye bakin bir: "Her gun Anitkabir'in onunden gecerken O'na dua ederiz." Bak sen yahu! Demek yaz-kis, soguk-sicak demeden, her gun Anitkabir'in onunden gecip dua okuyorsunuz. Ustelik haftanin yedi gunu, tatillerde bile ara vermeden yilin 365 gunu! Peki, arada hoca tutup hatim de indiriyor musunuz acaba? Yalniz dua mua derken kendinizi fazla kaptirmayin, sonra Allah korusun seriatci falan olur cikarsiniz! Sonra gider Ataturk'e "bu adam" dersiniz, "Kemalizm gerilige tekabul ediyor." dersiniz. Aman dikkat edin, donusu yok bu yolun.

Ataturk'un resimlerini duvarlarina asiyorlarmis - yureklerinden geldigi icin! Evinizde de Ataturk resimleri vardir herhalde. Oturma odasinda, yatak odasinda, cocuklarin odasinda, mutfakta, belki de tuvalette falan ... Onum, arkam, sagim, solum Ataturk!

Yalakalik yapalim derken ipin ucunu haddinden fazla kacirmislar; resmen zirvalamislar. Insanin biraz kendisine saygisi olur.

Ben de Gazi Universitesi hakkinda suc duyurusunda bulunuyorum efendim. Zira devrim kanunlari uyarinca "gazi" turu unvanlarin kullanilmasi yasaklanmistir. Bu universite "gazi" unvanini kullanarak devrim kanunlarini apacik cignemektedir.

Ey, Gazi Universitesi'nin Ataturkcu numarasi yapan korkak hocalari! Ataturk yasasaydi ne yapardi, bilir misiniz? Topunuzu kulaklarinizdan tuttugu gibi ananizdan dogdugunuza pisman ederdi!

Wednesday, November 22, 2006


AC KOPEKLERIN SALDIRISI!

Uc sene kadar once, uzun suredir gormedigim bir arkadasim ile Kadikoy'de bulusmustum. Birlikte her zaman gittigimiz pideciye gidip oturduk. Yaninda, tartistigimiz konularla ilgili makalelerin oldugu bir suru dergi getirmisti. Aralarindan bir tanesini cikartip gosterdi: "Bak, bu Hayek'in 'Bilginin Toplumda Kullanimi' adli makalesi. Bu tur makaleler fazla cevrilmiyor. Sende Ingilizce var. Neden ceviri yapmiyorsun? Atilla Hoca bur tur seyler ile ilgilenir." Ilk once tereddut ettim. Ceviri isleri ile hic ilgilenmiyordum. Hayek'in soz konusu makalesi, bilgi uzerine yazdigi iki makaleden ikincisi idi. Bende ilk makale Ingilizce olarak vardi. Eve gidince bir kontrol ettim, seytan durttu, "Hadi, bir cevirmeye calisayim." dedim. Oturdum, ilk birkac paragrafi cevirdim; devami da ardindan geldi.

Ceviri bitince arkadas ile konustum, o da bana Atilla Hoca'nin e-mail adresini verdi ve "Ceviriyi gonder, yanina da benim vasitam ile gonderdigi ekle." dedi. Maili gonderdigimin hemen ertesi gunu, Atilla Hoca beni cep telefonumdan aradi. Ne is yaptigimi, nereden mezun oldugumu sordu. Telefonda biraz konustuk. Benden yeni ceviriler bekledigini, karsiligini odeyeceklerini soyledi. Hocanin bu kadar cabuk cevap vermesine, hatta cepten aramasina bir hayli sasirmistim. Meger, maili alinca arkadasi aramis ve benim kim oldugumu sormus; ardindan telefon numarami almis.

Hoca ile konusmamizin uzerinden yaklasik iki hafta gectikten sonra arkadas beni aradi ve Atilla Hoca'nin bana kitap gonderdigini soyledi. Kendisi benim adresimi bilmedigi icin arkadasin adresine gondermis. Taksim'de bulusup arkadastan kitaplari aldim; hepsi de hoca tarafindan imzalanmis uc kitap: "Piyasa Medeniyeti", "Liberalizm", "Fikir Hareketleri ve Liberal Dusunce Toplulugu". Kitaplardan birinin basina "Genc Meslektasima" diye yazilmisti. Bir hafta sonra da hoca bana mail gonderip, beni Ankara'da duzenledikleri "Iktisacilar Kongresi"ne davet etti ve konaklama masraflarinin karsilanacagini soyledi.

Bunlardan bir ay kadar sonra ise kendisi Istanbul'a geldi. Arkadas ile birlikte, Taksim'de hoca ile bulustuk ve bir vejateryen lokantasinda aksam yemegi yedik. O arada ben gaza gelmis, gecen surede Mises'in bir makalesini cevirmistim. Bulustugumuzda hocaya teslim ettim. Makale iki ay kadar sonra "Piyasa" dergisinde yayinlandi - hem de Hayek'in makalesinden once. Israrimiza ragmen, o gece hoca hesabi bize odettirmedi.

Iste, Atilla Yayla ile tanismam ve ceviri yapmaya baslamam boyle oldu. Ondan sonra hoca ile arada surekli konustuk, o Istanbul'a geldiginde bulustuk, ben Ankara'ya gittim ... Birlikte Hans-Herman Hoppe ve Hernando de Soto konferanslarina katildik. Daha baska makaleler de cevirdim, hatta arada bir kitap cevirdigim de oldu. Atilla Hoca hepsini basti.

Gecen gun internette takip ettigim bloglarin birinde hoca ile ilgili bir yazi gordum. Kendisi Izmir'de AKP'nin duzenledigi bir panele katilmisti. Yazida verilen linklere girip neler olduguna baktim. Habere gore, panelde Kemalizm ile ilgili soyledigi seyler bazilarinin hosuna gitmemisti. Hocaya karsi buyuk tepki vardi. Dun ogrendigime gore, ogretim gorevlisi oldugu Gazi Universitesi'nde ders vermesi yasaklanmis ve hakkinda sorusturma baslatilmis. Universite rektoru kendi koltugunu kurtarmak icin sucu onceki yonetime atiyor ve hocanin o yonetim doneminde profesor oldugunu soyluyordu. Avukatin biri de kendisini "halki din, dil, irk temelinde bolmeye tesvik etmek ve Cumhuriyet rejimine karsi eylemler içinde bulunmak" ile suclayip dava acmis. Hocaya karsi bu yapilanlari gorunce tepem atti. Ac kopekler kudurmustu. AKP'lilerin tepkiler sonrasinda soyledikleri ise midemi bulandirdi. Bu kazurat beyinli yobaz tavuklar, ancak islerine gelmeyince cark etmesini ve insanlari satmasini biliyorlar. Hoca basortusu yasagina karsi cikarken iyiydi tabii. Ama Kemalizm'i elestirince olmuyordu.

Hocanin soylediklerinde samimi oldugunu ve haberlerde hakkinda soylenen kotu seylerin dogru olmadigini biliyorum. Kendisi, benim kimi zaman okulda bazi hocalardan bile gormedigim bir acik gorusululuge ve hosgoruye sahiptir. Yaptigimiz sohbetlerde her zaman yanindaki kisilerin fikirlerini dinlemis, kimseye hocalik taslamamistir. Onun sohbetlerine katilmak her zaman bir ayricalik olmustur. Hocanin karsi ciktigi, dogrudan Ataturk'un kendisi degil, onun adina konusan kimselerin yaptiklaridir. Anlayisi ise gayet basittir: Kimse, bir digerine kendi yasam tarzini dayatma hakkina sahip degildir. Kemalistleri elestirisindeki temel dusuncesi budur. Islamcilar nasil kendi yasam tarzlarini baskalarina dayatma hakkina sahip degillerse, Kemalistler de kendi yasam tarzlarini baskalarina dayatma hakkina sahip degillerdir. Bir defasinda Ankara'da Liberal Dusunce Toplulugu'nda verdigi doktora dersine katilmistim. Derste uniformali bir havaci subay da vardi. Hoca, dersten sonra subayi bir kenara cekip bir daha oyle gelmemesi gerektigini soylemisti. Zira ogrenciler, resmi ideolojinin bir temsilcisi gibi duran ve konusanlari dinleyen uniformali bir askerin bulunmasindan rahatsiz olabilirlerdi. Diger yandan, hocaya karsi cikan kesimlerin neredeyse hepsinin Kemalizm'i sadece kendilerine avanta saglamak icin savunduklari bir gercek. Elestirilerine karsi duzgun bir sekilde yanit veren kimseyi gormedim.

Burada oldugum icin kendisini ziyaret edip konusma imkanim yok. Bugun aradim, ancak mesgul oldugu icin fazla konusamadim. Sesinden caninin bir hayli sikkin oldugu anlasiliyordu. Kendisine karsi yapilanlar, resmi ideolojinin temsilcilerinin elestiriye karsi hicbir sekilde tahammullerinin olmadigini bir kez daha gosterdi. Hal boyle iken, insanlar dusuncelerini ozgurce ifade edemez iken, bunlari yapanlar nasil olur da demokrasinin savunucusu olduklarini soylerler? Insanlari tam manasiyla aptal olarak goruyorlar.

Bekliyorum, acaba liberal olduklarini soyleyen kisilerden ve derneklerden hangileri hocaya sahip cikacak? Demokrat olduklarini soyleyenlerin hangileri destek verecek? Yoksa isi AKP gibi takiyyecilige mi vuracaklar?

Hocanin gorusleri icin bir fikir vermesi amaciyla: http://www.youtube.com/watch?v=M9uO8YAF_lg

Sunday, November 19, 2006


"YOU WILL GROW IN THE LORD"

Cumartesi gunu sokakta yururken bir kilisenin onunden gectim. Kilisenin onunde bekleyen adam bana bir seyler uzatti. Ben de tesekkur edip aldim - ne de olsa bedava! Baktigimda, bir kagida sarilmis, Incil'den alintilar iceren ufak bir not defteri oldugunu gordum. Deftere sarilmis kagitta yazanlara gore, Incil'den yapilan bu alintilari defalarca okuyup, Tanri'dan bu kelimeler vasitasiyla kendisini bize belli etmesini istememiz gerekiyormus. Isler yolunda giderse, Tanri bizi duyacak ve kotuluklerden koruyacakmis. Son paragraf guzeldi:

"As the Scripture soaks into your heart you will grow in the Lord. You will see how wisdom is better than gold. In your daily walk. learn to ask the Lord for wisdom in everything. When you ask, quietly listen to see what he puts into your heart. This is the way you learn wise things to do. Seeking the Lord out of Scripture and asking him for wisdom brings healing to the soul and strength to do the wise thing."

Bu aralar Ingilizler'in unlu populer bilim yazari, ateist etnolog Richard Dawkins'in son kitabi "The God Delusion"i okuyorum. Soyle yazmis kendisi:

"To suggest that the original prime mover was complicated enough to indulge in intelligent design, to say nothing of misdreading millions of humans simultaneously, is tantamount to dealing yourself a perfect hand at bridge. Look around at the world of life, at the Amazon rainforest with its rich interlacement of lianas, bromeliads, roots and flying buttresses; its army ants and its jaguars, its tapirs and peccaries, treefrogs and parrots. What you are looking at is the statistical equivalent of a perfect hand of cards (think of all the other ways you could permute the parts, none of which would work) - except that we know how it came about: by the gradualistic crane of natural selection. It is not scientists who revolt at mute acceptance of such improbability arising spontaneously; commonsense bulks too. To suggest that the first cause, the great unknown which is responsible for something existing rather than nothing, is being capable of designing the universe and of talking to a million people simultaneously, is a total abdication of the responsibility to find an explanation. It is a dreadful exhibition of self-indulgent, thought-denying skyhookery."

"If (which I don't believe for a moment) our universe was designed, and a fortiori if the designer reads our thoughts and hands out omniscient advice, forgiveness and redemption, the designer himself must be the end product of some kind of cumulative escalator or crane, perhabs a version of Darwinism in other universe."

Bu hususta Dawkins'e tamamiyla katildigimi soylemem lazim.

Friday, November 17, 2006




OXFORD'DAN DORT KARE

Thursday, November 16, 2006


OZGURLUK ISTERUK (!)

Evvelki gun "International Herald Tribune" gazetesini okuyordum. Chavez ile ilgili bir haber dikkatimi cekti. Biliyorsunuz, Birlesmis Milletler toplantisinda Chavez, Bush icin "seytan" demisti. Ardindan, New York'daki bir kilisede yine Bush icin "alkolik ve hasta bir adam" demisti. Haberde, Chavez'in bu konusmalarinin Amerika'ya petrol satan Venezuella petrol sirketi "Citgo Petroleum"un satislari uzerindeki tesirlerinden bahsediliyordu. Haberden ilginc oldugunu dusundugum birkac alinti yapalim:

"Analysts say they do not expect anti-Chavez sentiment to have a lasting impact on Citgo's bottom line, since gasoline consumers typically put price above principle and face a difficult task choosing a gas brand that does not have political or ethical baggage."

Ilginc, degil mi? Kimse ilkeler ile ilgilenmiyor, onemli olan fiyat. Bir tane daha:

"In the long run, analysts say Citgo is unlikely to suffer significant economic harm, given the failure of past oil company boycotts like the anti-Exxon campaign after the tanker Exxon Valdez spilled oil along Alaska's coast in 1989.

" 'Unless the refineries participate in a Citgo boycott, it would be hard to hit them,' said Noel Maurer, a Harvard Business School assistant professor."

Oil Price Information Service yoneticisi Tom Kloza soyle demis:

"Most people are going to make decision on where they pull in to fill up their tanks based on price and convenience. There aren't going to be a lot of folks who say ' I'm not going to buy there because Hugo Chavez is going to benefit if I buy from Citgo.' "

Bu durumdan hosnut olmayanlara bir neden olarak belki asagidaki alinti gosterilebilir. Isin matrak tarafi, alinti, Hayek'in bilgi ile ilgili vasat teorisini bir parca dogrular gibi gozukuyor - ama onun boyle bir durum karsisinda hic de memnun olmayacagi bir sekilde!

"And price usually wins out over principles in the petroleum market, where oil companies have an incentive to sell as much gasoline as possible through their own branded stations, rather than through oil retailers' outlets. Companies' ties with goverments of varying stripes around the world make it difficult for consumers to buy any brand of gasoline free of anxiety about whether they are doing the right thing. Further complicating the issue is many-layered global oil refining and distribution system that makes it difficult to track the product's path from below the ground to the pump."

En guzelini de Citgo petrol istasyonu sahibi Joan Bryant-Deschenes soylemis:

"Are we worse buying gas from a socialist dictator who's actually been elected twice, or are we better off sending our money to the Middle East?"

Benim bildigim, piyasa ekonomisinde boyle ozgurluk ve liberalizm karsiti diktator adamlara yasam hakki taninmaz. Normalde, Chavez Bush'a laf ederken, Amerikalilar'in Venezuella petrol sirketinden petrol almayip, piyasa dinamikleri uyarinca bu sirketi piyasa disi birakmalari ve bu sayede "sosyalist diktator" Chavez'i cezalandirmalari gerekirdi. Ama adamlar hala petrol almaya devam ediyorlar. Acaba Amerika'da serbest piyasa ekonomisi ya da liberalizm yok mu? Yoksa piyasa ekonomisi bizim bildigimiz sekilde islemiyor mu? Nerede ozgurluk ve haklar?

Tuesday, November 14, 2006


THE STAND

Gecen hafta King'den imzayi kapinca "Hadi, bir King uyarlamasi seyredeyim." dedim. Boylece cuma gunu ev sahibim ile birlikte bizim o taraflarda DVD kiralayan bir yere gittik. Aklimda "It" filmi vardi, ama sordugumda gorevli kadin ellerinde olmadigini soyledi. Onun yerine uc tane King filmi onerdi. Ben de aralarindan 1994 yilinda Amerika'da televizyon dizisi olarak yayinlanan "The Stand"i sectim. Toplam 7 saat suren iki cd. Iki DVD kiralayana bir tane de bedava verdiklerinden uc tane film aldik. O gece saat 3.30'a kadar oturup ilk iki filmi ve The Stand'in ilk cd'sini seyrettim; kalanini da ertesi gunu sabah seyredip bitirdim.

The Stand'de Gary Sinise, Rob Lowe, Ed Harris, Sam Raimi, Kathy Bates gibi bazi tanidik oyuncular var. Gary Sinise ve Rob Lowe disinda digerleri kucuk rollerde yer aliyorlar. King dahi ufak bir rolde oynuyor. Ilginctir, Kathy Bates diger bir King uyarlamasi olan "Misery" ile 1990'da Oscar almis. Benim favori karakterim, seytan'in ta kendisi olan Randall Flagg.

Dizinin ilk bolumunde baslarda calan sarki hosuma gitti. Arastirinca, sarkinin "Blue Oyster Cult" adli grubun ilk albumu olan "Agents of Fortune"dan "(Don't Fear) The Reaper" oldugunu ogrendim. Filmden bazi sahneler ayni sarki esliginde surada izlenebilir: http://www.youtube.com/watch?v=rVXtXbfuBek

Thursday, November 09, 2006




STEPHEN KING IMZA GUNU

Bir kitap duskunu olarak hemen hemen her hafta Oxford Street ve civarindaki kitapcilari ziyaret ederim. Oxford Street bizim Bagdat Caddesi'nin Ingiliz versiyonu sayilabilir. Her defasinda kitap almasam bile, en azindan son cikan kitaplari gorme imkanim oluyor. Zira buradaki kitapcilar Turkiye'deki gibi degil. Iceride gezerken istediginizi kitabi alip bir kosede okuyabiliyorsunuz. Kimse size neden kitabi o halde okudugunuzu ya da okumak icin satin almadiginizi sormuyor. Bu da, kitaplari her defasinda satin alma imkani olmayan ve okuma isini genelde belese getirmeye calisan benim gibi firsat duskunu kisiler icin iyi bir imkan yaratiyor. Her kitapcida ziyaretcilerin kitaplari okumalari icin konulmus olan koltuklar var. Istediginiz kitabi alip bu koltuklarin birine oturuyorsunuz ve rahatsiz edilmeden okuyabiliyorsunuz. Hatta oturacak yer yoksa yere oturabiliyorsunuz. Sahsen bu sayede birkac cilt Orumcek Adam bitirmeyi basardim.

Gecen hafta rutin ziyaretimi gerceklestirirken, Oxford Circus metro istasyonunun yakinindaki Borders kitabevinin girisine Stephen King'in son kitabi "Lisey's Story"i koyduklarini gordum. Iceri girip kitaba soyle bir goz attiktan sonra cizgi romanlarin oldugu ikinci kata ciktim. Yuruyen merdivenlerin karsisindaki danisma yerine soyle bir kagit asilmisti: "Stephen King son kitabi Lisey's Story'i imzalayacak. 7 Kasim. Saat 1-2." O esnada icimden "A-ha! Buna kesinlikle gitmem lazim." dedim. King'in kitaplarini seven biri olarak kacirilmayacak bir firsatti bu. Bir daha ne zaman kitap imzalatma imkani bulacaksiniz? Hem King Turkiye'ye gelir mi? Gelse nasil imzalatacaksiniz? O yuzden "olmazsa olmaz" bir durumdu bu.

Borders'da King'in kitabi yari fiyatina satiliyordu. "Daha sonra alirim." deyip ciktim. Maalesef, cuma gunu gittigimde indirimli kitaplarin bittigini gordum. Yanimdaki arkadasa "Ne yapacagiz?" derken, Piccadily Circus'taki bes katli buyuk Waterstone's adli kitapciya geldik - kocaman bir devlet dairesinin kitapci yapildigini dusunun. Iceride King'in kitabi yari fiyatina satiliyordu. Kitaplar konusunda takintim oldugu icin, kitabi almadan once her tarafini evirip cevirip bakiyorum. En ufak bir cizgi, kirisiklik ya da burusma olursa almiyorum. Raftaki kitaplari tek tek inceleyip, alt kattaki raflara da baktiktan sonra, aralarindan en uygun gordugumu satin aldim. Daha sonra cikip bir bara gittik. Elimde kitap oldugu icin, nereye gidersem dikkat ediyordum. Millet ile konusurken bile arada kitabi yokluyordum. Geceleyin baska bir arkadas ile bulusup bar-gece klubu tarzi bir yere gittim. Cuma gunu oldugu icin herkes disariya dokulmus, icip dansedip duruyordu. Arkadas ile barda konusurken, yanimizda danseden gruptaki kizlardan bir tanesi, ickiyi agzina fazla doldurdugu icin icemeyip fiskirtti. Birkac damla da posetin icine girip kitaba geldi ve leke birakti. Tabii, bir hayli sinirlendim. Biraz da ickili oldugum icin kafam hafiften dumanliydi; kiza gidip bir-iki laf edecektim ki, kendisi gelip ozur diledi. Ben de biraktim - hem yaninda arkadaslari oldugu icin dayak yeme ihtimalim daha yuksekti.

Imza gununun oldugu sali gunu uykumdan feda edip erkenden kalktim ve yola koyuldum. Metro istasyonundan indikten sonra dogruca kitapciya gittim. Bizim Turkiye'deki gibi dusundugum icin, kitapcinin onunde erkenden kuyruk olacagini umuyordum. Ancak bekleyen kimse yoktu. Ben de vakit gecirmek icin diger kitapcilari gezmeye karar verdim. Fakat kitaplara daldigim icin zamani unuttum. Saate baktigimda 12.10 oldugunu gordum ve aceleyle Borders'a gittim. Zira her halukarda bir kuyruk olacakti. Ancak binanin onunde kuyruk yoktu. "Ne is bu?" deyip ikinci kata ciktim. Orada da bekleyen fazla kisi yoktu. Ama en ust kat olan dorduncu kata ciktigimda, kitap raflarinin arasindan dolasan upuzun bir kuyruk oldugunu gordum. Bir kat asagiya inip yuruyen merdivenin basindaki gorevliye kuyrugun nereden basladigini sordum. Bana ust kata gitmemi soyledi ve biletimin olup olmadigini sordu. "Ne bileti?" diye sorunca, kitabi satin alanlara imza kuyrugu icin bilet verildigini soyledi. Tabii bunu duyunca icimden kufur ettim, cunku bilet alabilmek icin kitabi yeni bastan satin almam gerekiyordu. Biletleri de imza gununun oldugu gun veriyorlardi. Ama imza icin elimdeki tek firsat buydu. Soylene soylene kasalarin oldugu en asagi kata inip kitabi satin aldim - en azindan 3 pound indirim yapiyorlardi. Kasalarin basinda duran bir gorevli, kitabi alanlara bilet veriyordu. Benim de aldigimi gorunce "Imza icin bilet istiyor musunuz?" diye sordu. Ben de "Elbette!" dedim. Bileti verdikten sonra soyle ekledi: "Maalesef, bileti almaniz kitabi imzalatacaginizi garanti etmiyor." Ben de "Pekala!" deyip yeniden bir kufur ettim.

Yukari cikarken bilet numarasina baktim: 373. Yani onumuzde 372 kisi var! Tekrar kendi kendime soylenmeye basladim. Stephen King 1 saatte bu kadar kisinin kitabini imzalamayi basarabilecek mi? Ikinci kata cikip artik iyice uzamaya baslamis olan kuyruga girdim. Daha ucuncu ve dorduncu katlar var! Kafamdan hesap yapiyorum: "Dakikada 2 kitap imzalasa 1 saatte 120 kitap eder. 3 kitap olsa 180. 6 olsa 360. Ulan bize sira gelmeyecek!" Neyse ki, vakit gecirme sorunu yasamadim. Sirada beklerken yanimdaki raflardan tek tuk kitap alip karistirdim; siir bolumune gelmisim. Charles Bukowski: "Love Is A Dog From Hell"; canim sikildi. Bir tane daha cektim. Shakespeare: "Macbeth"; guncellestirilmis metin ve eski metin birlikte. Bir de Edgar Allan Poe'nun daha once toplu halde yayinlanmamis siirleri. Acaba bunlar Turkiye'de basildi mi?

Arkamdaki sira yavas yavas uzamaya basliyordu, ama benden sonra daha fazla kisi alacaklarini tahmin etmiyordum. Gelenler ellerindeki biletlere bakip "Imza kuyrugu burasi mi?" diye soruyorlardi. Saat 1 olmasina ragmen bir hareketlenme goremedim. 15 dakika kadar sonra bir anons yapildi ve King'in sadece son kitabini imzalayacagi, birden fazla kitap veya baska kitabini imzalamayacagi, kitap imzalatirken yazarla konusulmamasi gerektigi ve isimizi hizli bitirmemiz gerektigi soylendi. Anonstan birkac dakika sonra bir gorevli geldi ve hemen hemen ayni seyleri tekrar etti. "Eh, en azindan bu bize vakit kazandirir" dedim icimden ve kitaplara daldim. Birkac dakika sonra ayni gorevli yine geldi ve ilk cumlesi su oldu: "I'll be completely honest with you." Bunu duyar duymaz "A-ha!" dedim, muhakkak bir sorun vardi. "Su anda yukarida bekleyen bayagi kisi var. Imza alamayabilirsiniz. Eger kitabi geri verirseniz paraniz iade edilecektir." Durum iyi gozukmemesine ragmen beklemeye karar verdim. Giden birkac kisi oldu - ama benim arkamdakilerden! Bu esnada, kitapcinin icindeki Starbucks'dan iki Japon gelip bekleyenlere kahve ve corek satmaya calistilar. Japon kiz gulumseyerek "Kahve!" diyordu. Fazla alan olmadi. Japonlari stadyum onunde bekleyenlere kokorec satmaya calisan tiplere benzettim. Burada kitapcilarin icinde Starbucks ya da ona benzer kahve dukkanlari bulunuyor. Oldukca hos bence. Hem burada bu tarz dukkanlara herkes gidebiliyor; bizdeki gibi sosyetik tiplere mahsus degil.

Bir sure sonra ayni gorevli yine geldi ve sirada bekleyen herkesin imza alabilmesi icin ellerinden geleni yaptiklarini, fakat King'i ancak saat 2'ye kadar tutma imkanlarinin oldugunu soyledi ve ekledi: "Ben de bugun imza alamayacagim, o yuzden sizinle birlikteyim." Artik dediginin ne kadari dogruydu, bilemiyorum. Imzayi alip asagiya inenler, birbirlerine kitaplarini gosteriyolardi. Bekleyenler yaklasik onar kisilik gruplar halinde yukari aliniyordu. Ucuncu kata ciktik ve cocuk kitaplarinin oldugu bolumde raflarin arasinda yeniden kuyruga girdik. Merdivenlere dogru gelmisken bizim gorevli geldi ve "King'i bir sure daha burada tutumayi basardik, buyuk ihtimalle herkes kitaplarini imzalatacak." dedi. Bunu duyan birkac kisi sevicten ellerini cirptilar. Ben de "Oh be! Paraciklari kurtardik." dedim.

Dorduncu kata ciktigimizda fazla bekleyen kisinin olmadigini gordum. "Bu is tamamdir. Buyuk adam nerede?" diye etrafa bakinirken, millet fotograf makinelerini cikartip resim cekmeye basladi. Ben de hemen makineye sarildim. Ancak herkes resim cektiginden ve sira virt zirt ilerlediginden istedigim pozu yakalama imkanim olmadi. Tam makineyi ayarlamisken, siradan birisi kafasini cikartip resim cekiyordu. Yine de, iyi sayilabilecek bir-iki poz yakaladim. Bir ara patlayan flaslardan rahatsiz olan King gulumseyerek saka yollu "Artik cekmeseniz, yetmedi mi?" dedi ve o esnada resmini ceken bir kisiye muziplik yaparak dil cikardi. Ne yazik ki, bu pozu yakalayamadim - biraz daha yakin olsaydim bir. Siradaki bir kadin, elinde fotograf makinesi, heyecanla "Muhakkak resimlerindeki haline benzemiyor, buyuk ihtimalle cok daha farkli." dedi. Bence King tam da kitaplarinda basilan resimlerine benziyordu; tabii daha yaslanmis haldeydi. Amerikalilardan beklenecegi uzere, kendisi oldukca rahat giyinmisti. Gorevlilerden biri, kitabin imzalanmasini istedigimiz sayfasini acmamizi soyledi. Ben de kitabin isminin yazdigi sayfayi actim ve tam benim onumdeki kisiyi imzalarken bir poz daha cektim - gayet iyi bir poz oldu. Benim kitabi imzaladiktan sonra uzatti ve "Thank You." dedi - iste bu kadar!

Asagiya inip imzaya tekrar bir goz attim ve kitabi posete koyup sirt cantama attim. Tam metro girisine gelmistim ki, "Hadi, donup kitapcinin caddeden birkac resmini cekeyim." dedim. Internetteki sitesinden ogrendigime gore, King o aksam baska bir yerde diger bir "biletli" etkinlige katilacakmis - biletler 15 pound imis. Yok artik, Lebran James!

Saturday, November 04, 2006

ALLAH BIR YASTIKTA KOCASIN

Gecen ayki cuma gunlerinden biri, calistigim restoran acisindan olagandisi bir gun oldu. Normalde hafta ici saat 6 gibi calismaya baslamama ragmen, cuma gunu gelecek ozel bir topluluk icin oglen saat 12'de ise basladim. Zira escinsel bir cift, nikahtan sonra aileleri ve arkadaslari ile birlikte restorana ogle yemegine geleceklerdi.

Restorana gittigimde, onceden hazirlanmis olan 40 kisilik uc masa ile karsilastim. Masalarin sonunda, uzerlerinde mustakbel gelin ile damadin (!) ismi yazan buyuklu-kucuklu gri renkte balonlarin yer aldigi bir demet vardi. Balonlarin uzerinde, gri fon uzerine beyaz renkte kalplerin yaninda, ciftin isimleri olan "Stratos" ve "Martin" yaziyordu. Sonradan ogrendigime gore bizim Stratos Yunanli imis.

Davetliler nikahtan sonra geleceklerdi. Ancak ondan once, oldukca sik giyinmis iki kadin gelip hazirlanan masalari kontrol ettiler. Kadinlardan biri Martin'in annesi imis. Kadincagiz oldukca sevincli ve heyecanli idi; etrafina gulucukler sacip oradan oraya kosturuyordu. Ne de olsa, insanin evladi hergun evlenmiyor.

Sonra mustakbel yeni evli cift geldi. Boylari yaklasik 1.85 cm olan, oldukca yakisikli ve yapili, 26-27 yaslarinda, uzerlerinde sadece beyaz bir gomlek ve siyah kumas pantolon olan iki genc. Stratos - esmer tenli Yunanli - gomleginin gobek uzerinde kalan butun dugmelerini cozmus ve boynuna uzunca tesbihe benzer bir kolye asmisti. Martin - kel Ingiliz - sanki isten yeni gelmis gibi, resmi bir haldeydi ve kravat takiyordu.

Bizim arkadaslar arasinda kimin "damat" kimin "gelin" olduguna dair tartismalar surup giderken, topluluk oturup yemegini yemeye koyuldu. Yemekten sonra, millet, elinde icki kadehleri, ortalikta dolasip birbirini tebrik etmeye basladi. Bu esnada yeni evli cift surekli birbirini oksuyor, sariliyor, arada atesli atesli opusuyordu. Hatta, halinden gerdege kadar zor dayanacagi belli olan Martin, birkac defa Stratos'a pandik atti. Benim kanaatime gore, Stratos buyuk ihtimalle "gelin" idi; zira Martin'e gore daha "yumusak" davraniyor, surekli esine sarilip onun kelini oksuyordu.

Daha sonra saraplar acildi. Davetliler ellerinde kadehler ile masalar arasinda dolasirken, Stratos'un kiz kardesi bir kagit cikarip konusma yapti. Kardesi ile Ingiltere'ye universite ogrencisi olarak geldikleri gunlerden, birlikte ayni yatakta uyuduklarindan bahsetti. Kardesinin evliligi yuzunden oldukca heyecanli olan kiz, konusma esnasinda bir hayli duygulandi, sesi titredi ve gozleri doldu. Arada cift davetliler ile resim cektirdi. Hatta davetliler arasinda yer alan 8-10 yaslarindaki bir oglani aralarina alip birkac poz da onunla cektirdiler.

Butun bu sarilip, opusup koklasma olaylari esnasinda, ben de arkadaslar arasinda dolasip "bugun burada mutlu bir yuvanin temelleri atildi, artik darisi bizim basimiza" deyip durdum. Tabii, onlar da "git isine, sapik herif!" dediler. Maalesef, insanlar arasinda hala medeni duyarlilik gostermekten aciz kimseler olmasi uzuntu verici. Fakat, geleneksel degerlerin asindigi ve aile kurumunun yok olmaya yuz tuttugu boylesi bir cagda, hala evlilik gibi kutsal bir kuruma inanan bu guzel insanlari gormek bende hafif bir mutluluk dalgasi yaratti. "Hey gidi gozunu sevdigiminin Avrupa medeniyeti! Iste cagdas uygarlik seviyesi!" dedim icimden. Adamlar bizden kim bilir kac yuzyil ilerideler.

Ne yazik ki, onca is yogunlugu arasinda, restorandan ayrilan cifte gidip "Allah bir yastikta kocasin" diyemedim. Isten cikarken davetlilerin biraktiklari su gri renkli evlilik balonlarindan bir tanesini hatira olarak almayi planliyordum. Ama balonlar oldukca buyuk olduklari icin, metroda tasirken bana sorun cikartacaklarini dusundugumden, uzule uzule geride birakmak zorunda kaldim.

Ayni gun yolda giderken ufak bir "top" buldum. Mubarek ramazan ayinda ve mubarek cuma gununde ilahi bir isaret olabilecegini varsayarak elime aldim ve "Allah hayira cikarsin" diyerek cebime attim.