Monday, April 30, 2007


KOŞ BABAM KOŞ: BİR LİBERALİZM SAVUNUSU

Sonunda bugün haziran ayında doktora yeterlilik sınavına girmek için okula başvuru yapmaya gittim. Okula giderken yurt dışına çıkmadan önce kaydımı dondurmak için neredeyse 2 ay beklediğimi hatırladım. Enstitü ilkin Londra’da kayıtlı olduğum okuldan öğrenci olduğuma ve paralarının ödendiğine ilişkin belge istemiş, ardından da belge İngilizce olduğu için bunun bir tercümanlık bürosu tarafından yapılan noter tasdikli Türkçe çevirisini istemişti. Tercümanlık bürosunu bulup tek sayfalık kağıdın çevirisini yaptırmış, ardından gidip bir ton para ödeyerek notere tasdik ettirmiştim. Bunlar olurken de, enstitü yönetiminin bu mükemmel bürokratik işleyişine güzel güzel küfürler etmiştim. Çünkü doktora başvurusu yaparken benden yeterli derecede İngilizce bildiğime dair belge istemişlerdi. Şimdi de İngilizce belgenin çevirisini istiyorlardı. Enstitüdeki anlı şanlı profesörler İngilizce bilmiyorlar ya!

Bu türden başvurular enstitüde her ay toplanan yönetim kurulu toplantısında onaylanıyorlar. Eğer toplantıyı kaçırırsanız işiniz bir sonraki aya kalıyor. Noterden dönerken, okul yolumun üzerinde olduğundan öğrenci işlerine uğrayıp çeviriyi göstereyim dedim. Eğer bir terslik çıkarsa, geri dönüp halletmeye çalışacaktım. Kağıda bakan kadın “tamam” deyince rahatlayıp eve döndüm. Ertesi günü evrakları teslim etmek için öğrenci işlerine gittiğimde başka biri vardı. Bana “kurul toplantısı şu anda yapılıyor, keşke evraklarınızı dün getirseydiniz, bugün toplantıya yetiştirirdik,” dedi. Bunu öğrenince içimden yine bir ton küfür ettim. Dün kağıdı gösterdiğim kadın toplantının ertesi günü olduğunu bana söyleseydi, bir koşu eve gidip evrakları getirirdim.

Böylece o ay olan toplantıyı kaçırmış oldum. Bu arada, Londra’daki okul ile bağlantı kurarak okula başlangıç tarihimi değiştirdim. İzleyen günlerde, bir sonraki ay toplantının ne zaman olacağını öğrenmek için sürekli enstitüye gidip durdum. Ama çalışanlar da ne zaman olacağını bilmiyorlardı. Zira toplantılar emrivaki bir şekilde yapılıyordu. Bunların hepsi ağustos ayında olmuştu. Sonunda eylül aynının sonuna doğru toplantı yapıldı. Ancak kayıt doldurma belgesini elime aldığımda dondurmanın istediğim tarihler arasında yapılmadığını gördüm. Okul bittikten sonra Londra’da bir süre daha kalacağımı hesaplayarak kaydımın bir sene, yani iki akademik yarıyıl için dondurulmasını istemiştim. Ama okul nisan ayının 12’sinde bitiyor, benim kaydım ise 13’ünde açılıyordu. Bizim üstün zekalı profesörler, okulun bittiğinin hemen ertesi günü Türkiye’ye dönüp doktoraya devam edeceğimi düşünmüşlerdi.

Bu yapılan saçma kayıt dondurma işi Londra’da iken başıma bir sürü evrak işi açtı. Sürekli olarak öğrenci olduğuma dair belgelerin fakslarını Türkiye’ye gönderdim. Kaydım tam yarıyıl ortasında açıldığı için oluyordu bunlar. Tabii, kayıt dondururken gitmediğim dönemin harç parasını da ödettiler. Hatta çok sonra kaydı tam olarak açtırdığımda da gitmediğim diğer dönemlerin parasını ödemek zorunda kaldım. Ama bunlar ayrı hikaye. Böylece en geç ağustos ayı başında yapmayı tasarladığım vize başvurusunu, ekim ayı başında yapabildim. O dönem özel bir üniversitede okuyan bir arkadaşımın kaydını dondurması ise sadece 2 gün sürmüştü.

İlginçtir, dondurma belgesini almam ne kadar zor olduysa, vizeyi almam da o kadar kolay oldu. Bana vize başvurusunu yaptıktan sonra konsolosluktaki görüşme tarihinin belli olması için en az 3 hafta beklemem gerektiğini söylemişlerdi. Tarih de, genelde bana görüşme gününün haber verildiği günden 3 hafta sonrası için veriliyordu. Bu şekilde, görüşmeye girmek için en az 1.5 ay bekleyeceğimi hesaplamıştım. Vizeler genelde “okul süresi + 2 ay” şeklinde veriliyordu. Gideceğim okul toplam 7 ay süreceğinden, bana 9 aylık bir vize vereceklerini tahmin ediyordum. Aracı acenteye evraklarımı cuma günü verdim. Onlar da pazartesi günü konsolosluğa teslim ettiler. İzleyen cuma günü acenteden telefon edip 12 aylık vize aldığımı söylediler. Bütün vize alma işi fiilen 5 gün sürmüş, fazladan 4 ay vize almıştım. Üstelik görüşmeye de çağırmamışlardı. Londra’da iken o fazlalık 4 ayı bir güzel yedim :)

Okula vardığımda önce bölüm asistanının yanına gidip hangi evrakın gerekli olduğunu öğrendim, ardından bağlı olduğum enstitüye gidip danışmadan evrak aldım ve birlikte doldurmak için asistanın yanına gittim. Belgeyi uzattığımda kendisi bana jüri üyeleri için bir kağıt daha gerektiğini söyledi. Tekrar enstitüye gidip danışmadaki adama “jüri için gerekli bir kağıt varmış,” dedim. Bana uzattığı kağıdı alıp döndüm. Getirdiğim kağıda bakan asistan “bu da değil,” dedi. Yine enstitüye gidip danışmadaki adama “sen bana iyisi mi ne var ne yoksa ver,” dedim. Sonra bir de öğrenci işlerine gidip onlara sorayım dedim. Onlar da ilk aldığım kağıdın ismini söylediler. Elimde bir tomar kağıt asistanın yanına döndüm. Tekrar bakıp “aradığımız kağıt bunların arasında yok,” dedi. Bu türden kağıtlar enstitünün internet sitesinde de olduğu için bir de oraya girelim dedik. Maalesef, aradığımız kağıt orada da yoktu. “Bari elimizdekini dolduralım, nasıl olsa eksik çıkınca bize neyin gerekli olduğunu söylerler,” dedik.

İlk kağıdı doldurduktan sonra öğrenci işlerine gidip dosyamı çıkarttırdım. Nispeten kalın bir dosya sayılırdı, zira Londra’da iken kayıt dondurmak için sürekli olarak gönderdiğim kağıtlardan dolayı şişmişti. Görevli kadın daha kalın dosyaların da olduğunu söyleyince rahatladım. Yeterlilik sınavı için aynı zaman da dil yeterliliğini gösteren bir belge daha gerekiyormuş. Neyse ki, doktoraya ilk girişimde verdiğim kağıt bunun için hâlâ geçerli imiş, yani o kağıdı kabul ediyorlarmış. Bunu öğrenince bir de o kağıt için koşturmayacağımı öğrenip sevindim. Tabii, o kağıdın da fotokopisini çektirmek zorunda kaldım. O kadar kolay kurtulmak yok!

İşini bitirince kadın bana iki kağıt uzatıp, bunları imzalatıp geri getirmemi söyledi. Meğerse asistan ile birlikte arayıp durduğumuz jüri kağıdını öğrenci işleri veriyormuş! Kardeşim hepsini aynı yerden versenize be! Kurul toplantısı bu perşembe günü olduğundan evrakı salı günü öğleden önce teslim etmem gerekiyormuş. Bugün okulda olduğuma göre hepsini hallederim deyip kağıdı elime aldığımda, toplam 6 imzanın lazım olduğunu gördüm: dekan, bölüm başkanı, ana bilim dalı başkanı ve diğer bölüm başkanlarının imzaları! Bir tek çaycının imzasını istememişlerdi. Bu kadar kişinin aynı gün okulda olması için bir mucize gerekliydi. Hatta bunlardan bazılarının 1 hafta boyunca okula bile gelmediği oluyordu.

Geri dönüp asistan ile konuşmaya karar verdim, ama odasında yoktu. Yarım saat kadar bekledim. Onunla işimi hallettikten sonra dekana gittim, ama o da okula gelmemiş, ertesi günü gelecekti. Ne benim bölüm başkanım ne de diğer bölüm başkanları okuldaydı. Bölüm sekreterine gidip durumu anlattım. “Ben hallederim,” deyip evrakı aldı. Ancak bu iş 1 haftadan evvel olmazdı. Sonuçta bu perşembe günkü toplantıyı kaçırmış olduk. Mayıs ayı içerisinde bir kurul toplantısı daha yaparlarsa haziran ayında sınava girmem mümkün olacak – tabii o zamana kadar sinirden çıldırmazsam!

Okullarda işlerin bu kadar sıkıntılı ve uzun sürmesinin tek nedeni bürokrasi ve devlet güvencesinden kaynaklanan lakaytlık. Eğer bir iş için 30 kişinin imzası gerekiyorsa, bu bürokrasi demektir. Bizim okulun muhasebe bölümünde çalışan bir arkadaşım var. Bana boş yere orada bulunan bir sürü memur olduğunu söyledi. “Hatta bunlar okula gelmeseler, sadece evlerinden maaşlarını alsalar işler daha hızlı yürür,” dedi. Bu türden insanlara iktisatta “gizli işsiz” deniliyor. Bir fabrikada 100 işçinin çalıştığını ve 100 tane cep telefonu ürettiğini düşünün. Bu işçilerden 20’sini işten çıkarttığınızda gene 100 telefon üretmeye devam edebiliyorsanız, bu 20 kişi gizli işsiz demektir. Maalesef, bizim devlet kurumlarındaki bu insanları işten çıkartma imkânımız yok, zira devlet güvencesine sırtlarını dayamışlar.

Peki ne yapmak lazım? Bence tek çözüm özelleştirme ve devletin küçülmesidir. Ekonomik açıdan pek liberal olmasam da, bunun Türkiye için tek yol olduğunu düşünüyorum. Eğer öğrencisi olduğum okul beni müşteri olarak görmesine rağmen bana daha iyi hizmet verecekse, ben buna razıyım. Devlete ait mala zarar geldiğinde, o devlet dairesinde ya da okulda çalışanlar bu zararın devlet tarafından karşılanacağını düşünürler ve bu burum onlarda lakaytlığa yol açar. Halbuki devletin harcadığı paranın esasta bizden kesilen vergilerden karşılandığını akıllarına bile getirmezler. Bir devlet dairesindeki memurları amirlerine şikayet etseniz, hiçbir şey olmaz. Ama bu özel bir girişim olsa, müdür ya da girişim sahibi bunu dikkate almak zorundadır. Aksi takdirde müşterisini kaybeder ve para kazanamaz.

Hatta daha güzel bir örnek vereyim: Başlangıçtaki cep telefonu fabrikası sahibi olan kapitalistimiz, işten adam çıkartıp gizli işsizliği azaltmasına rağmen, kötü yönetim yüzünden fabrikasını batırmış olsun. İşlerini kaybeden işçilerin yeni iş bulmaları her zaman mümkündür. Ne de olsa “çalıştığım işyeri iflas etti,” diyebilirler. Ama kapitalistimizin yeni bir fabrika açması o kadar kolay değildir. Bir girişimi batırdığı için onun zararı daha büyüktür. Hem müşterilerini hem de piyasadaki itibarını yitirmiştir. Bu haldeyken bankalardan kredi alması da kolay olmayacaktır. Yeni bir işyeri açsa bile insanlar temkinli davranarak onunla iş yapmaktan çekineceklerdir. Dolayısıyla, özel mülkiyetin ve serbest piyasanın olduğu bir sistemde, akılsızca yürütülen bir işin getirdiği zarardan doğrudan doğruya girişimci etkilenecektir. Bu da onu böyle bir ihtimalden kaçınmak için işlerinde kişisel sorumluluk almaya yöneltecektir.

Bu kadar iktisat dersi ve liberalizm savunusu yeter! Yahu bu memlekette adamı zorla emperyalist yapacaklar be!

Not: Resimdeki amcam, iktisat biliminin babası ünlü liberal İskoç Adam Smith’tir. 1776’da yayınladığı “Ulusların Zenginliği” kitabı bir klasiktir. İlginçtir, İngilizce’de Adam “adem” anlamına geliyor.

Tuesday, April 24, 2007


HİTLER İLE MÜLAKAT

Nazilerden devam ediyoruz. İkinci Dünya Savaşı yılları ... Türkiye savaşa girmemiş, ancak yarı resmi yollardan Nazilerle ilişki içindedir. Naziler Türkiye'deki faaliyetlerini üç merkezden yürütmektedir. Alman Lisesi: Nazi yanlısı hocalar üç bin kişilik Alman topluluğuna ve Türk öğrencilere propaganda yaparlar. Teutonia Kültür Merkezi: Nazi bayrağı ve amblemleri altında toplantılar düzenlenerek propaganda yapılır ve Nazilerden kaçan hocaların üniversitelerde görev alması engellemeye çalışılır. Alman Arkeoloji Enstitüsü: Anadolu içlerine sözde kazı yapmaya gidilerek casusluk faaliyetlerini düzenlenir.

Ancak Nazi faaliyeti bunlarla sınırlı değildir. Almanya'nın doğu cephesini sağlama almak için giriştiği faaliyetlere, Rusya'ya karşı olan ve doğudaki “esir Türkleri” kurtarmak isteyen ve Türkiye'de yeni yeni boy atmakta olan ırkçı-Turancı hareket de destek vermektedir. Bu hareketin bu ilk nüveleri Nihal Atsız, Necip Fazıl Kısakürek, Hikmet Tanyu ve Reha Oğuz Türkkan gibi ırkçılar önderliğinde örgütlenmekte ve devlet bürokrasisinin üst kademelerinden destek görmektedir.

Hitler'e "Führer" diye hitap eden subaylar; Enver Paşa'nın Bolşeviklere karşı savaşan, iki yılda bir Nazileri ziyaret eden, Ribbentrop ve Goebbels gibi Nazi kurmaylarıyla bizzat görüşen kardeşi Nuri Dilligil; başbakan Saraçoğlu’nun ağzından anti-bolşevik propaganda; faşistlerin evlerde yaptıkları kafatası ölçümleri; İstanbul Üniversitesi önünde Nazi rozeti dağıtan Türk faşistleri vs.vs. dönemleri.

1941 yılının ekim ayının ikinci haftası başlarında Genelkurmay’dan bir emir yayınlanır. Alman Orduları Başkomutanlığı’nın daveti üzerine bir Türk askerî heyeti doğu cephesini ziyaret edecektir. Heyette Harp Akademileri komutanı korgeneral Ali Fuat Erdem ile Bükreş ateşemiliter vekili kurmay yüzbaşı Kenan Kocatürk vardır. Heyete emekli general Hüsnü Emir Erkilet asker yazar olarak refakat edecektir. Erkilet zamanında Yıldırım Orduları Grubu’nda kurmay başkanlık görevinde bulunmuş bir subaydır.

Heyet en geç 15 Ekim 1941 günü Bükreş’te toplanacak ve Alman Orduları Başkomutanı Hitler’in hazırladığı programa göre buradan geziye başlayacaktır. 17 Ekim günü doğu cephesine gidilir. Seret nehri üzerinde Rumenlerin savunma tesislerinde bazı askerler görülür. Heyet daha sonra Purut’u geçer ve Tigina’da (eski Osmanlı kalesi) Dördüncü Romen Ordusu karargâhında misafir olarak kalır.18 Ekim sabahı otomobillerle doğu cephesine hareket edilir. Cephe gezisi 16 gün sürer.

Daha sonra Erkilet burada gördüklerini kitap hâline getirir (Şark Cebhesinde Gördüklerim, İstanbul: Hilmi Kitabevi, 1943). İşin ilgiye değer yanı, Erkilet’in Ukrayna’daki Werewolf adlı karargâhında Hitler ile bir görüşme yapmış olmasıdır. Bir kısmını kitaptan aktarayım:

“Bay Hitler’in uzattığı eli sıkarken, lütfettiği çok kıymetli davetten dolayı kendisine teşekkür ettim. Ondan sonra harita masasına yarım döndü. Aynı zamanda gözlerimizin içinde bir şey arar gibi bakıyordu. Koyu gözleri ve alnına düşen kâkülüyle, resim ve filmlerde göründüğünden daha tatlı, daha canlı ve insana daha yakındı. Hareket ve edasında hiçbir yapmacık yoktu. Cenup şivesi, onun çok mazbut ve mükemmel Almancasıyla, orijinal tok sesine tam bir hususîlik veriyordu. Führer bünyece çok dinç görünüyordu.” (s. 218-9)

Ruslar hakkında Hitler şunları söylemiş:

“Führer sözlerine takriben şöyle devam etti: ‘Biz Napolyon’un yaptığını tekrarlamak istemiyoruz. Moskova’ya, oradan tekrar çıkıp dönmek için girmek niyetinde değiliz. Moskova’ya daima kalmak için gireceğiz. Sovyetler Birliği katiyen imha edilmelidir. Bolşeviklerin dış politikası, Rusların eski dış siyasetlerinin aynıdır. Onlar hep o eski Rus ihtilâli emellerini ve tarihi Çarlık emperyalist amaçlarını güdüyorlar. Onların maksadı yalnız komünizmin Avrupa’ya yayılması değildir. Onlar Avrupa’yı hükümlerine alarak, burada eski medeniyet namına her ne varsa kökünü kazımak istiyorlar. Molotof, Berlin’i ziyaretinde bize Rusya’nın Boğazlar üzerindeki emellerinden bahsetmişti.

“Ruslar Avrupa’yı hem siyaseten hem de Bolşeviklik ideallerini yaymak için istilâya hazırlanmışlardı. 160 milyon insanı en âdi ve sefil bir yaşayış seviyesine indirmek pahasına bütün kuvvet ve gayretlerini silâhlanmaya sarf ve hasretmeleri işte bunun içindir. […]

“ […] Biz Ruslarla, en evvel kendimizi korumak için harbediyoruz. Biz harbimizle Avrupa’yı da muhakkak bir tehlikeden kurtardık. Zannederim size de hizmet ettik. Bizim anti-komitern mücadelemize hemen hemen bütün Avrupa milletleri katılmıştır. Bunların aralarında, hatta hükümetlerinin müsaadesi olmadan gelen gönüllü millî teşekküller bile vardır. İspanya’dan, Danimarka ve hatta Fransa’dan bile gönüllü lejyonlar geldi. Bu, Avrupa milletlerinin Bolşeviklik tehlikesini tamamıyla sezmiş ve anlamış olduklarını gösterir.

“Sovyetlerin dış siyaseti eski Rus siyasetidir. Fakat Rusya artık Avrupa’ya bir tehlike teşkil etmeyecek kadar zayıflamıştır. İngilizlerin cenuptan Boğazlar’a gelmeleri de artık imkânsızdır. Bunun için daha bir müddet Girit adasını elimizde tutacağız. Fakat biz orada daima kalacak değiliz. Lüzumu kalmayınca oradan çekileceğiz (Bay Hitler, Girit’ten çekildikten sonra burasının kimlere terk edileceğini tabiatıyla söyleyemezdi). Biz Boğazlar’ın bize rakip olacak üçüncü bir devletin elinde olmasını istemeyiz. Biz Boğazlar’a daima Türkiye’nin bekçilik etmesine taraftarız.” (s. 222-3)

“Hitler ‘Türkiye’nin mümessillerini karargâhının mahrem bir yerinde kabul ederken, eski silâh arkadaşlığı duygularını halihazır vaziyetin icaplarının üzerinde tuttuğunu’ ve ‘buraya müttefiklerden başka ilk gelen ve giren yabancıların’ biz olduğumuzu sözlerine ilâve etmiştir. Bundan başka, Führer’in ehemmiyetle ifade etmek istediği noktalardan birisi de ‘bu savaşın geçen harbin bir devamı olduğu ve geçen harpten zararlı çıkanların kayıplarını bu harpte telâfi edebilecekleri’ mülâhazası olmuştur.

“Alman Führer’i bütün bu ehemmiyetli ve çok değerli sözleri, gözlerimizin içinde akislerini arayarak, çok yüksek, güzel ve tatlı bir ifade ile söyledi. Biz de nihayette kendisine bizi kabul ederek izahatta bulunmak lütfundan dolayı teşekkürde bulunarak ayrıldık. […] ” (s. 227-8)

Kitabın sonunda “Berlin’den Vatana Dönüş” başlığı altında Erkilet teşekkürlerini sunarken şöyle yazmış (İnönü’nün olduğu son paragraf ibretlik … ):

“Ertesi gün Almanya’nın sayın Ankara büyükelçisi von Papen nâmına ateşemiliter General Roede tarafından Ayazpaşa Parkoteli’nde öğle yemeğine davet edilmiştik. Alman büyükelçiliğinin İstanbul’daki başlarının da hazır bulundukları bu ziyafet, bizi Doğu cephesini görmeye davet ederek 22 gün misafir eden Alman hükümetinin hakkımızda gösterdiği son bir nazik ve asil saygı ve iltifat olmuştu. Gerek bu ziyafetinden ve gerek Doğu cephesini görmeye beni davet ettirmiş olduğundan dolayı, benim kadar memleketimin de eski ve yeni bir dostu olan sabık Alman başvekili ve şimdi Ankara büyükelçisi Ekselâns von Papen’e burada teşekkürlerimi sunmayı bir daha borç bilirim.

“Şüphesiz büyük sefirinin teklifi üzerine, beni evvela Doğu cephesinin cenup kısmını görmeye ve ondan sonra harp karargâhında kendisini ziyaret etmeye müsaade ve davet eden Alman Führer’i ve umum Alman kuvvetleri başkomutanı Ekselâns Adolf Hitler’e burada teşekkür etmeyi ayrı bir vazife addederim.

“Üç hafta süren harp tetkik seyahatimiz esnasında cephede, başkumandanlık karargâhında, Berlin’de ve Romanya’da şahıslarımıza karşı gösterilen itibar, saygı ve sevgi, ulu milletimizle onu yüksekte tutan Büyük Şef İnönü’ye ve millî siyasetimizi büyük bir dirayet ve dürüstlükle döndüren hükümetimiz ait ve râcidir. Bu yüzden bütün seyahat esnasında göğsüm iftihardan kabarık, alnım yüksek ve yüreğim ferahtı. Dönerken de, yabancı diyarlarda çok sayıldığını gördüğüm memleketime sağ ve salim kavuşmuş olmaktan duyduğu sevinç ve hoşluğu tarif edemem.

“Ne mutlu Türk olana … ” (s. 246-7)

Erkilet aynı zamanda Cumhuriyet gazetesinde yazmaktadır. Ancak o dönemlerde gazete, şimdinin Atatürkçü Cumhuriyet gazetesi değildir. Nadir Nadi, Peyami Safa, Abidin Daver gibi yazarlarıyla Nazi yanlısı yayın yapmaktadır. Anti-faşist yayın yapan tek gazete Tan’dır. Onun da başına gelenleri yazmıştım. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum, sanırım Niyazi Berkes’in anılarında idi; Peyami Safa bir defasında radyoda Hitler’in konuşmasını dinlerken düşüp bayılmış - Hitler’in o hararetli üslubundan olsa gerek. İşin matrak yanı, Safa hiç Almanca bilmiyormuş.

Bu arada, yukarıda şu Türk-Alman anlaşmasına ait resimde, Türk bayrağının olduğu sağ tarafta oturan gözlüklü adam Mehmet Barlas değil mi? Ne işi var onun orada yahu? Dikkat ederseniz, en tepede de Atatürk’ün resmi var. Hayli ilginç, değil mi? Yalnız, yukarıda Hitler’in ve Goering’in olduğu son resim o dönemki Nazi ruhunu ve heyecanını gerçekten çok güzel yansıtıyor.

Konu için ilginç bir roman: Rıdvan Akar, “Bir Irkçının İhaneti”, İstanbul: Doğan Kitap, 2002.

Sunday, April 22, 2007



NAZİLERE SARIKLI DESTEK

İnternette dolaşırken sarıklı-sakallı bir adamın Nazi selamı verdiği eski bir resme denk geldim. “Allah hayıra çıkarsın,” diyerek adamın kim olduğuna baktım. Meğersem, zamanında Kudüs müftüsü olan Muhammed Emin El-Hüseyni (Mohammad Amin al-Husayni) imiş. En derli bilgi Wikipedia’dadır diyerekten bir de oraya baktım. Gayet ilginç şeyler yazıyordu. Kısaca aktarayım:

Emin amcam 1895 yılında Kudüs’te doğmuş. El-Ezher Üniversitesi’nde İslâm hukuku okumuş. 1914’de, I. Dünya Savaşı başladığında Osmanlı ordusunda topçu subayı olarak görev yapmış. Anti-semitist olan hoca efendi bir Arap milliyetçisiymiş ve Filistin’de bir İsrail devletinin kurulmasını engellemeye çalışıyormuş. Bu nedenle II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerle işbirliği yapmış ve Waffen-SS adlı bir birlik için Müslüman askerler toplamış.


Muhammed hocanın bir-iki vukuatını aktarayım:

Kızıl Haç zamanında bir teklifte bulunarak, Alman esirler karşılığında Polonya’dan Theresienstadt toplama kampına gönderilen 5000 Yahudi çocuğun serbest bırakılmasını istemiş. Ancak hoca efendi, Nihai Çözüm’ün baş uygulayıcısı Heinrich Himmler ile birlikte doğrudan olaya müdahale ederek esir değişimini engellemiş.

Müftünün örgütlediği sabotajlar arasında, Tel Aviv’e yapılacak olan bir kimyasal saldırı da varmış. Şehrin su sitemine toksin dökmek üzere beş paraşütçü gönderilmiş. Adamlar Eriha şehri yakınlarındaki bir mağarada polis tarafından yakalanmış. Şehrin polis müdürü şöyle bir açıklama yapmış: “Laboratuar raporuna göre, her konteynır 25.000 kişiyi öldürecek miktarda zehir içeriyor ve en az 10 konteynır vardı.”


Emin hoca 1941 yılında Almanya’ya giderek dışişleri bakanı Ribbentrop ve Hitler ile görüşmüş. Hatta Yahudi soykırımının baş mimarı Adolf Eichmann ile de birkaç defa görüşmüş. Anılarında şöyle yazmış hoca:

“Almanya ile işbirliğimizin temel koşulu, Filistin’de ve Arap dünyasında kalan son Yahudilerin her birinin kökünü kazımak için bedava yardım almaktı. Yahudi sorununu, hem ulusal ve ırksal amaçlarımıza uygun bir yoldan, hem de kendi Yahudileri ile başa çıkarken Almanya tarafından bulunan bilimsel yöntemlere göre çözmemize imkân veren belirgin bir sorumluluğu Hitler’den istedim. Aldığım yanıt şuydu: ‘Yahudiler sizindir.’ ”

1944’de Berlin Radyo’sunda yaptığı bir konuşmada ise şunları söylemiş:

“Araplar, tek bir vücut olarak ayağa kalkın ve kutsal haklarınız için savaşın. Yahudileri gördüğünüz her yerde öldürün. Böylesi hem Tanrıyı, hem tarihi, hem de dini memnun eder; şerefinizi korur. Tanrı sizinledir.”

SS’lerin başı Himmler de 2 Kasım 1943’te müftüye şöyle bir telgraf çekmiş:

“Başlangıcından beri, Büyük Almanya’daki Nasyonal Sosyalist hareketin bayrağında yeryüzündeki Musevi halkına karşı savaş yazılmıştı. Bu nedenle bu hareket özgürlük dostu Arapların, özellikle de Filistin’de olanların, Yahudi işgalcilere karşı yürüttüğü savaşı özel bir sempati ile izliyordu. Bu düşmanın ve ona karşı olan ortak mücadelenin tanınmasında, Nasyonal Sosyalist Büyük Almanya ile tüm dünyadaki özgürlük dostu Müslümanların arasında mevcut olan doğal ittifakın sağlam temelleri bulunuyor. Bu ruh içerisinde, iğrenç Balfour Deklarasyonu’nun bu yıldönümünde, mücadelenizin nihai zafere dek başarılı bir şekilde sürdürülmesi için size en içten selamlarımı ve dileklerimi gönderiyorum. Reichsfuehrer S.S. Heinrich Himmler

Bizim müftü savaşın sonuna kadar Nazi Almanya’sı adına Araplar arasında bir propagandacı olarak çalışmış ve Alman silahlı kuvvetleri için Arap ve Müslüman gönüllüler toplamış. Savaştan sonra ilk önce İsviçre’ye gitmiş, orada alıkonulmuş ve Fransa’da ev hapsine alınmış. Ancak buradan kaçarak Mısır’a sığınmış. 1948’de Arap-İsrail savaşını desteklenmiş. Hatta şöyle dediği rivayet ediliyormuş: “Müslüman kardeşlerim, kutsal savaş ilân ediyorum! Yahudileri öldürün! Onların hepsini öldürün!” 1974’de Beyrut’ta sonsuzluğa intikal etmiş.

Bu müftü dini fanatikliğin nerelere kadar gidebileceğini çok güzel gösteriyor. Acaba müftü efendi Nazi selamı verirken ya da ölüm çağrısı yaparken, şimdilerde bizim dincilerin pek sevdiği “İslâmi hoşgörü” diye bir şeyin olup olmadığını hiç düşünmüş müdür? Bu türden olaylara hep “Böyle şeyler dinde yoktur,” diyerek karşı çıkan birtakım tipler var. Eh, o zaman, dört halifeden üçünü öldüren kimlerdi? Ya da peygamberin torununu Kerbela’da öldürüp başını kesen, sonra da etrafta gezdiren? Kuzey Irak’ta Türk şoförlerini tekbir getirerek boğazlayan? Sivas’ta otel yakan? Malatya’da boğaz kesen? Eğer Kuran ayetlerinin din adına adam öldürmenin meşrulaştırılması için kullanılmasına izin veriyorsa, bunun suçlusu kimdir?

Saturday, April 21, 2007



"SEVGİLİYE MEKTUPLAR"

“Sol”dan devam ediyoruz. Bu defa elimde ünlü Marksist teoriysen ve siyasetçi Rosa Luxembug’un sevgilisi Leo Jocighes’e yazdığı mektuplardan derlenen bir kitap var (“Sevgiliye Mektuplar”, Çeviren: Nuran Yavuz, İstanbul: Kaynak Yayınları, 3. baskı, 1992. Kitabın yeni baskısı geçen yıl Agora Kitaplığı’ndan çıkmış). Luxemburg’un çoğu kitabı Türkçe’ye çevrildi. Bunların arasında en önemli teorik çalışması “Sermaye Birikimi” de bulunuyor. Bu kitabında emperyalizmin nedenlerini açıklamaya girişir kendisi. Ancak teorik ve siyasî meselelerdeki görüşlerine girmeyeceğim.

Luxemburg iyi hâlli bir orta sınıf Yahudi ailesinin beşinci çocuğu olarak 1871 yılında Varşova’da doğar. Akıllı ve bağımsız kişilikli bir öğrencidir. O dönemin Rusya Polonya’sındaki kısıtlayıcı rejime karşı gelerek sosyalistlere katılır. 1889 yılında tutuklanmamak için Polonya’yı terk eder ve Zürih’e gider. Orada üniversiteye kayıt olur ve Polonya üzerine bir doktora tezi yazar. İşte o dönemde Litvanya asıllı Leo Jocighes ile tanışır. Devamını kitaptaki sunum yazısından aktaralım:

“1890’da Zürih’te karşılaştıklarında Jocighes 23, Luxemburg 20 yaşındaydı. Çok güzel değildi, ama kadınlığıyla, gücüyle, aklıyla erkekleri kendisine hayran bırakan bir kişilikti Luxemburg. Orantısız denecek kadar geniş gövdesi, kısacık çocuksu bacakları görünümünü bozuyorsa da, kendi kendisiyle alay etme yeteneği sevimliliğini bir kat daha arttırıyordu. Gür, parlak kahverengi saçların altında pırıl pırıl parlayan kara gözleri ve tutkulu mizacıyla kadın-erkek tanıştığı herkesi kendine bağlıyordu. Jocighes’i görür görmez âşık oldu. İçin için yanan hayal gücü ve kendini beğenmiş hâliyle bir Dostoyevski kahramanına benziyordu Jocighes. Zaman, bu ilk izlenimi yıpratmadı. Yaşamı boyunca Jocighes, Luxemburg’a kafaca meydan okuyan ve cinsellik yönünden onu avucunun içinde tutabilen tek erkek olarak kaldı. Jocighes onda hem kafaca hem de bedence aç bir kadın buldu. Her ikisine de cevap verebilmek hoşuna gitti, bir egemenlik duygusu tattırdı Jocighes’e.” (s. 17)

1894’de şöyle yazmış Luxemburg (Jocighes’e sevimli oğlan çocukları için kullanılan “dyodyo” kelimesiyle hitap ediyor):

“Otelimdeyim; masa başına oturmuş, bildiriyi yazmaya uğraşıyorum. Dyodyo, bir tanem! Canım çalışmak istemiyor! Başım çatlayacak gibi, sokakta inanılmaz bir gürültü, oda berbat … Dayanamıyorum! Senin yanında olmak istiyorum! […]

“Dyodyo! Hiç bitmeyecek mi bütün bunlar? Sabrım tükenmeye başladı; işlerden değil, senin yüzünden! Neden buraya gelmedin ki! O tatlı dudaklarından bir öpebilseydim, bütün bu işler vız gelirdi bana. Bebeğim, bugün, Warskilerde bildiriyi tartışırken, tam orta yerinde, öyle bir ezildi ki ruhum, seni öylesine özledim ki, az kalsın çığlık çığlığa bağıracaktım. Korkarım o dostumuz şeytan - hani o Cenevre'deki, Bern'deki - bu gecelerden birinde yine kanıma girecek ve beni doğruca Doğu Garı'na, Dyodyo'ya, benim Dyodyo'ma, Çuçya'ma, benim biricik dünyama, beni kendi hayatıma geri gönderiverecek!

”Oyalanmak için, sana geldiğimi düşlüyorum, Warskilerle vedalaşıyorum; düdük sesi, tren hareket ediyor ve yoldayım! Tanrım, sanki bu Alp dağlarını bizi birbirimizden ayırmak için aramıza dikmişler! Dyodyo, tren Zürih garına girdiğinde, sen beni bekliyorsun. Kendimi güç bela trenden aşağı atıp, kalabalığın arasında beni beklediğin giriş kapısına koşuyorum. Ama sen orada öylece durmalısın, bana koşma, ben sana koşacağım!

“Hemen oracıkta öpüşmeyeceğiz ya da başka bir şey yapmayacağız, o zaman her şey bozulur, konuşmayacağız da. Hızlı hızlı eve yürüyeceğiz, arada bakışarak, nasıl bakışırız bilirsin, bir de gülümseyerek. Evde kanepeye oturup kucaklaşacağız ve ben hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlayacağım, şimdi yaptığım gibi.” (s. 44-5)

Aynı şekilde bir tane de 1899 yılına ait bir mektuptan aktaralım:

“Dyodyo, şu vatandaşlık işini bir hâlledebilsen. Şu doktoranı bir bitirsen ve benimle kendi evimizde açıkça birlikte yaşasan artık. İkimiz de çalışacağız ve mükemmel bir yaşamımız olacak! Dünya yüzünde hiçbir çifte bizim elimizdeki fırsat tanınmadı. Biraz iyi niyetle mutlu oluruz, olmalıyız. Yalnızca ikimiz; birlikte yaşayıp birlikte çalışırken mutlu olmadık mı kaç kez? Weggis’i anımsa, Melide’i, Bougy’i, Blonay’i. Yalnız olduğumuzda, uyum içinde, bütün dünya vız geldiğinde, anımsa. Gün geçtikçe en küçük bir müdahaleden korkuyorum. Weggis’teki son günleri hatırla. Ben ‘Adım Adım’ı yazıyordum (o küçük başyapıtı her zaman büyük bir gururla anıyorum!) Hastaydım, yatakta yatıyordum, sinirliydim ve sen ne anlayışlı, ne sevgi doluydun. Beni yatıştırdın, o yumuşacık sesin hâlâ kulaklarımda. ‘Hadi bakim, hadi, sakinleş. Her şey yoluna girecek.’ Hiçbir zaman unutmayacağım. Ya da, hatırlıyor musun, Melide’ki öğleden sonraları. Yemekten sonra balkonda oturur, o kapkara kahveyi içerdik. Yakıcı güneşin altında, ter içinde ve ben elimde Yönetim Kuramı’nın notlarıyla bahçede gezinirdim. Ya da, hatırlıyor musun, nasıl bir Pazar günü bahçeye çalgıcılar gelmişti, bizi bir türlü rahat bırakmamışlardı da Maroggia’ya yaya gidip yaya dönmüştük. Ay San Salvatore’nin üzerinde yavaş yavaş yükseliyordu ve Almanya’ya gidişimi konuşuyorduk tam o sırada. Durduk. Yolda, karanlıkta sıkıca sarıldık birbirimize, dağların ardında yükselmekte olan yeni aya baktık. Hatırlıyor musun? Gecenin kokusu hâlâ burnumda. Ya da, hatırlıyor musun, akşamları 8:20’yle Lugano’dan gelirdin, elide zerzevatlar – ben lambayı kaptığım gibi merdivenlerden aşağı koşardım – paketleri birlikte yukarı taşırdık. Sonra ben onları boşaltırdım. Portakalları, peynirleri, salamları, pastayı masanın üzerine koyardım. Biliyor musun, o küçük masadakiler kadar muhteşem yemekleri belki de hiç yemedik. Balkon kapısı açık olurdu. Bahçenin kokuları odaya dolar ve sen büyük bir dikkatle tavada yumurta pişirirdin. Uzaktaki karanlık Milano trenleri, köprünün üzerinden gök gürültüsü gibi geçer giderdi …

“Ah, Dyodyo, Dyodyo! Çabuk ol, gel artık. Bütün dünyadan gizlenelim. İkimiz iki küçük odada, biz bize çalışır, biz bize pişiririz. Öyle hoş, güzel bir yaşamımız olur ki! […] ” (. 119-20)

Luxemburg’un özlemi mektuplarında ne kadar da aşikâr. Ancak ikisi arasındaki ilişki sakin ve duygusal açıdan uyumlu değildir pek, inişler ve çıkışlarla doludur:

“Ödün, hoşgörü nedir bilmezdi Rosa Luxemburg. Oysa her ikisi de ötekinden küçük de olsa bir ödün koparabilmek için elinden geleni ardına koymadı – belki âşkı, belki de iktidarı kanıtlamaya çalıştıkları için. Boyun eğmek farklı zamanlarda farklı anlamlar taşıdı onlar için; başkaldırı da öyle. Boyun eğmek sevginin bir kanıtı olabilirdi; başkaldırıysa tam tersi, ama bazen karşı tarafta suçluluk duyguları uyandırıp dizginleri ele geçirmek için de kullanılabilirdi pekâlâ. Onlar durmaksızın birbirlerinin bağımsızlığı üzerinde hak iddia ettiler. Oysa bağımsızlık her ikisi için de kutsaldı. Özgür kılmakla başıboş bırakmak arasındaki özenli dengeyi hiçbir zaman kuramadılar. Hem kafaca hem de duygusal olarak birbirlerine gerek duymalarını sevginin önkoşulu diye kabullenmek yerine, kısıtlanma olarak gördüler hep. Birbirlerine biraz olsun soluklanma hakkı tanımak için kendi kendileriyle sürekli boğuştular, ama iş bu hakkı vermeye gelince cimri ve kıskançtılar.” (s. 12)

Fırtınalı ilişkileri yüzünden Luxemburg ve Jocighes 1905’de ayrılırlar – 15 yıl sürmüştür ilişkileri. Ancak devrim düşleri için birlikte çalışmayı sürdürürler. Luxemburg’un başka âşk hikâyeleri de olur, ama bunlar küçük ve önemsizdirler. Kendisi Jocighes’e, onun sevgisine ihtiyacının olmadığını, bu olmadan da yaşayabileceğini söylemesine rağmen bunu beceremez. Yıllarca önce bir karşılık görememenin kızgınlığı içinde şöyle haykırmıştır: “Seni öldürebilirim!” O zamana dek hemen hemen tüm mektuplarında aşkını çok açıkça belli eden hitaplar kullanır. Birkaçı şöyle: "Aşkım, biricik hazinem benim"; "en sevgili sevgili, bir tanem"; "Dyodyuşka, altınım"; "sevdiceğim, iyi kalpli, iyi huylu bir taneciğim"; "benim altın Dyodyuşka'm!"; "sevgili çocuk"; "seni gidi biricik maymun". Ayrılmalarında sonra yazışmaları sürmesine rağmen ifadeler “maymuncuğum”dan “sayın Jocighes”e dönüşür. 1915 yılında Luxemburg tutuklanır ve 1918’e kadar bu hâlde kalır. Kitap metninden devam edelim:

“Aralarına hapishane parmaklıkları girdikten sonra Jocighes ile yeniden yakınlaşırlar. Jocighes onun gereksinimlerini karşılıyor, Luxemburg karşılık veriyordu. Jocighes yeniden hayatına girdi. Onları yakınlaştıran her zaman olduğu gibi siyaset ve bir de Luxemburg’un her şeyin daha kaybedilmediği doğrultusundaki sonsuz inancıydı. […]

“Luxemburg koyuverildikten bir gün sonra, 10 kasım 1918’de Berlin’e geldi. Jocighes ölümüne kadar onun yanında kaldı. Fırtınalar ve kinler geçmişte kalmıştı. Dostlukları, ruhsal beraberlikleri bütün sınavları başarıyla geçmişti. Şimdi birlikte gençliklerinin tek düşü adına, devrim için savaşıyorlardı. […] ” (s. 280-1)

Ancak I. Dünya Savaşı patlak vermiştir. Avrupa’daki bütün sosyalistler büyük bir hevesle savaşı desteklerler. Luxemburg’un iç ve dış dünyası parçalanmıştır, günlerinin sayılı olduğunu düşünmektedir. 14 Ocak 1919’da yayınlanan son yazısının başlığı alaycıdır: “Berlin’de Düzen Hüküm Sürüyor”. Sürdürülmesi için sürekli kan döküldüğü ve katliam yapıldığı bu “düzen” demektedir, “kaçınılmaz biçimde tarihsel sona doğru ilerliyor – toptan yok olma.” Halbuki çok zaman önce, 1899’da, gelecek için umutları olan 29 yaşındaki Luxemburg, Jocighes’e şöyle yazmıştır:

“Mektubunun en çok neresini sevdim, biliyor musun? İkimizin de kişisel yaşamımızı örgütleyebilecek kadar genç ve yetenekli olduğumuzu söylediğin yeri. Ah, Dyodyo, altınım, bir de verdiğin sözleri tutabilsen! … İkimize ait küçücük bir kat, güzel eşyalarımız, kütüphanemiz, sakin ve düzenli bir çalışma biçimi, birlikte yürüyüşler, arada bir opera, arada yemeğe çağırabileceğimiz küçük, çok küçük bir dost çevresi, her yıl köylerde yaz tatili, bir ay, hiç çalışmadan! … Ve belki de küçük, küçücük bir bebek? Bunlara hiç izin verilmeyecek mi? Hiç mi? Dyodyo, biliyor musun, Tiergarten’de yürürken birdenbire aklıma ne geldi. Abartmıyorum! Birdenbire, üç-dört yaşlarında, sarışın, tertemiz giydirilmiş bir çocuk ayaklarıma dolanıverdi. Durmuş bana bakıyor. Al kaçır dedim kendi kendime; al eve götür, senin olsun. Ah, Dyodyo, benim de bir çocuğum olmayacak mı hiç?” (s. 119)

Maalesef, Luxemburg’un bu düşü hiç gerçekleşmez. Weimar Cumhuriyeti kargaşa içerisindedir. Yeni bir devrimci dalga yayılmaya başlamıştır Almanya’da. Luxemburg isyancıları cesaretlendiren yazılar yazar. Buna karşılık olarak, sosyal demokrat lider Friedric Eber, savaştan dönen Alman askerlerinden oluşan gerici ve milliyetçi milis kuvveti Freikorps’u yükselen dalgayı bastırmak için kullanır. 15 Ocak 1919 günü Berlin’de milis kuvveti tarafından yakalanır Luxemburg. Önce kafasına bir dipçik darbesi alır … yere düşer. Ardından başına bir kurşun sıkılır. Cesedi ise bir kanala atılır. Katilleri olan Freikorps kısa bir süre sonra Hitler’in hücum taburlarına katılırlar. Jocighes Berlin’de kalmanın kendi sonu olacağını bile bile kentten ayrılmayı reddeder ve Luxemburg’un katillerini arar - hak yerini bulmalıdır. Ne yazık ki, iki ay sonra o da öldürülür. Luxemburg’un cesedi yaklaşık dört ay sonra, mayıs ayında Landwehr kanalında kıyıya vurur. Olaya karışan bir Freikorps üyesine iki sene hapis cezası verilir. Diğer katiller ise serbest bırakılır.


Bugün Berlin’de Rosa Luxemburg ve aynı gün onunla birlikte öldürülen Karl Liebknecht ile diğer sosyalistler anısına bir anıt mezar bulunuyor. Ne yazık ki, zamanında mezarlığı kirleten Naziler yüzünden Luxemburg ve Liebknecht’in cesetleri mezarlıktan kaybolmuş.

Kim bilir öldürülmeden önceki son anında ne düşünmüştür Luxemburg? Yere düştüğü o esnada? Bebek düşü aklına gelmiş midir hiç?

Bertolt Brecht’in Rosa Luxemburg için yazdığı şiir ile bitirelim (Epitath – 1919):

Red Rosa now has vanished too.
Where she lies is hid from view,
She told the poor what life is about,
And so the rich have rubbed her out.
May she rest in peace.

Thursday, April 19, 2007


ZEKERİYA SERTEL’İN HATIRLADIKLARI

Geçen defa geçmişe bakarken, olup bitenleri milliyetçilerin tarafından aktarmıştım. Bu defa da sol görüşlü birilerinin yaşadıklarından biraz bahsedeyim diyorum. Cumhuriyetin ilk dönemlerinden önemli bir şahıs olan Zekeriya Sertel neler diyor acep? (Zekeriya Sertel, “Hatırladıklarım (1905-1950), İstanbul: Yaylacık Matbaası, 1968. Sertel’in kitabı sonradan Remzi Kitabevi tarafından yayınlanmış, baskısı bulunuyor.)

Bir gün Halide Edip Adıvar gelip Sertel ve eşine öğrenim görmek için Amerika’ya gitmek isteyip istemediklerini sorar. Teklifi kabul eden Serteller 1919 yılında Amerika’ya gider ve New York’daki Columbia Üniversitesi’nde eğitime başlarlar. Oradaki ufak Türk kolonisi ile bağlantıya geçen Zekeriya Sertel, Kurtuluş Savaşı için para yardımı toplamaya başlar ve bu amaçla toplantılar yapar. 1922’de, Yunanlıların İzmir’de yenildiklerini haber alınca, bunu kutlamak için olağanüstü bir toplantı düzenlerler. Toplantıda zamanın Çocuk Esirgeme Kurumu başkanı da vardır. Olanları şöyle anlatıyor Sertel:

“ […] Toplantıya katılanlar mutluluk ve sevinçlerini yardıma daha geniş biçimde katılmak suretiyle belirtmekte yarış ediyorlardı. Heyecanın en son haddine vardığı dakikada dinleyicilerin arasından biri kalktı. Kürsüye doğru yavaş adımlarla ilerlemeye başladı. Palabıyıklı, yanık yüzlü, kırk yaşlarında yağız bir Anadolu çocuğuydu. New York’daki Türklerden değildi. Onu aramızda ilk defa görüyorduk. Sessizce kürsüye çıktı. Hepimizin gözü merakla tanımadığımız bu yabancıya dikildi. Tereddütlü, utangaç ve iddiasız bir sesle konuşmaya başladı:

“ ‘Arkadaşlar, ben Detroit’den geliyorum. Memlekete dönüyorum. Bu toplantılarınızda ilk defa bulunuyorum. Kurtuluş Savaşı’nda canlarını ve kanlarını verenlerin hikayelerini dinledim. Yetim kalan yavrucakların acıklı hâlini öğrendim, onun için konuşuyorum. Ben Amerika’da 18 yıl çalıştım. İşte bu süre içinde kazanıp biriktirdiğim para … (Cebinden bir cüzdan çıkarıp kürsü üstüne bıraktı). İşte altın saat ve köstek … (Boynundan kalın altın zincirli bir saat çıkarıp masanın üstüne koydu). Bunları Anadolu’daki şehit kardeşlerimizin yetim yavrularına gönderin. Bana da İstanbul’a kadar bir vapur bileti alın. Başka bir şey istemiyorum.’

“Hepimiz donakalmıştık. Bu yüksek hamiyet örneği Anadolu çocuğunu kucaklayıp öptük. Amerika’da Detroit otomobil fabrikalarının ateş ocaklarında bin bir güçlük içinde çalışarak kazandığı parayı bir tahta masanın üzerine atıvermişti. Bu hamiyet sahnesi birçoklarımızın gözlerinden yaş getirmişti.

“Para çantası açıldığı zaman içinden 18 bin dolar çıktı. Bu adam bu parayı yemeyerek, içmeyerek, dolar dolar biriktirmişti. Bu para ile memlekete dönüp kendisine iş tutacaktı. Paranın bir kısmını olsun geri vermek istedik. Kabul etmedi ve bunu bir hakaret saydı. Bütün varlığını vermişti. Kendisine bilet alındı, bir miktar cep harçlığı verildi ve bu fedakâr işçi memlekete parasız döndü. Orada savaş esnasında bütün ailesinin öldürüldüğünü ve hayatta yapayalnız kaldığını öğrenince tekrar Ankara’ya döndü. Çocuk Esirgeme Kurumu’nda kendisine bir iş verirler diye umuyordu. Fakat varını yoğunu verdiği Çocuk Esirgeme Kurumu bu adamın elinden tutmadı ve ona iş vermedi. Sık sık bana gelir, dert yanardı. Sonra İstanbul’a döndü bir depoda bekçilik işi buldu. Ömrünün son senelerini böyle geçirdi. Bu meçhul kahramanın adı Çavuş’tu. Asıl adını vermeye lüzum bile görmezdi. Amerika’da 18 yıl çalıştığı hâlde onu kimse tanımıyordu.” (s. 91-2)

O günlerden bugünlere, avanta parası ile çocuklarını yurt dışında okutan başbakanların olduğu bir memleket hâline geldik. Acaba o zamanlarda yaşasaydı, Kasımpaşalı yüce Tayyip buna benzer bir şey yapar mıydı? Hadi parasının tamamını vermesinden geçtim, Kurtuluş Savaşı’nı destekler miydi hiç?

Amerika’da üç yıl kalan Serteller 1923 yılında memlekete dönerler. Zekeriya Sertel aynı yılın ortalarında Ankara’ya yerleşir. Sertel’in o günlerin Ankara’sına ilişkin bir anısını vereyim:

“Ben eve indiğim zaman burada iki Amerikalı misafir vardı. Biri Amerikan haber ajanslarının birinin temsilcisi, öteki de Amerikan Ankara konsolosuydu. Basın Yayın Genel Müdürlüğü’ne geçtikten sonra da bir süre burada kaldım. Bu arada gelen yabancı gazeteciler bu eve inerlerdi. Basın Yayın Genel Müdürü olarak onlarla ben meşgul olurdum.

“Bir gün bir Amerikalı kadın gazeteci geldi. 30-35 yaşlarında güzelce bir kadındı. Kadın görmeyen Ankara’da bu bir olay oldu. Kadın işi gereği benimle temas ettiği ve bir evde beraber yaşadığımız için, herkes bana kıskanç ve anlamlı gözlerle bakmaya başlamıştı.

“ ‘Ne oluyor Zekeriya, monopol mu?’ diyenler de vardı.

“Bir akşam kadının canı sıkıldı. ‘Eğlenebileceğimiz bir yerlere götürün beni,’ diye tutturdu. Ankara’da geceleyin gidilebilecek hiçbir yer yoktu. Herkes erkenden evine kapanırdı. Yalnız, Meclis’in karşısındaki bahçede açık hava sineması gösterilirdi.

“ ‘Gidelim,” dedi. “Sinemaya gidelim.’

“Çıktık. Karanlık ve tozlu sokaklardan geçerek film gösterilen bahçeye geldik. Seyirciler birbiri arkasına sıralanan aralıksız sıralara oturmuşlardı. Biz de en arkada boş bir sıraya iliştik. Biraz sonra filmin birinci kısmı bitti, ışıklar yandı.

“Bir de ne görelim! Bizim arkada oturduğumuzu gören seyirciler derhal yüzlerini bize çevirmişler. Filmden daha iyi, seyredilecek güzel bir kadın görmüşlerdi. Işıklar sönünceye kadar gözlerini bizden ayırmadılar. Kadın muhabir sonra gazetesine bu olayı nasıl anlattı, bilmiyorum.” (s. 101-2)

Hoş, olay 20’lerin Ankara’sına ait olmasına rağmen, bugün memleketin kimi yerlerinde durumun hiç de değişmediğini pekâla biliyoruz. Geçen ay Londra’da iken ev sahibem Metty’nin İzmir’de başına gelenleri anlatmıştım. İşte bu insanların çıktığı bölgelerden Ankara’ya gelen köylüleri Sertel şu şekilde anlatmış:

“Evimizin arka tarafında geniş, boş arsalar vardı. Ankara’ya gelen köylülerin bir kısmı burada açıkta yaşarlardı, havyanları ve çoluk çocuklarıyla beraber. Hayvanları bir kenara bağlıyor, yere yırtık pırtık bir şeyler açıyor, günü geceyi onların üzerinde geçiriyorlardı. Köylülerin arabaları ve hayvanlarıyla şehre girmeleri yasak edilmişti. Üstleri başları yamadan görünmüyor, renkleri topraktan ve kilden anlaşılmıyordu. Yaşayışları fakirce olmaktan da aşağıdaydı. Hani istatistiklerde asgari yaşayış seviyesi diye bir terim vardır. Bunlar bu yaşayış seviyesinin de altındaydılar. Eğer buna yaşamak demek doğruysa … Arada sırada yanlarına giderdim. Başka bir dünyadan gelmiş yaratıklar gibiydiler. Ben sefaletin bu kadar koyusunu, bu kadar elde tutulanını görmemiştim. Oysa, bu büyük kurtuluş savaşını onlar yaşamışlardı. Şu yırtık kirli paçavralar içinde vücutlarını örtmeye çalışan kadınlar, cepheye sırtlarında mermi taşımışlardı. Anadolu’nun kesin gerçeği buydu.” (s. 103)

Sertel 1927 yılında “Resimli Ay” adında bir dergi çıkartmaya başlar. O dönem Sovyetler Birliği’nden yeni dönen Nâzım Hikmet de dergide çalışmaya ve şiirlerini yayınlamaya başlar. Şöyle yazmış Sertel:

“Nâzım’ın ünü günden güne yayılıyor, ziyaretçileri ve hayranları çoğalıyor, ondan söz ediyordu. Ünü sonunda Mustafa Kemal’e kadar ulaştı. Mustafa Kemal’in İstanbul’da bulunduğu bir sırada, bir akşam Dolmabahçe Sarayı’ndaki sofrada Nâzım’ın adı geçer. Hazır bulunanlar Nâzım’dan hayranlıkla söz ederler. Kendisine Nâzım’ın çağımızın en büyük Türk şairi olduğu söylenir. Merak eder. Bir şiirini dinlemek isteğini gösterir. Nâzım’ın şiir plâkları getirilip çalınır. Mustafa Kemal dikkat ve hayretle dinler. Sonra ‘Bu şair sizlere benzemiyor,’ der. Ve Nâzım’ı getirtip şiirlerini onun kendi ağzından dinlemek arzusuna kapılır. ‘Bu şairi bulup getirsinler,’ emrini verir.

“Fakat vakit gece yarısını geçmiştir. Telefonla Kadıköy polis merkezine Nâzım’ı bulup getirmeleri emri verilir. Gece geç vakit bir polis, Nâzım’ın evinin kapısını çalar. Nâzım uykudan kalkıp kapıyı açar. Karşısında polisi görünce şaşırır. Bir an soğuk terler döker.

“Polis nezaketle Mustafa Kemal’in kendisini Dolmabahçe Sarayı’nda beklediğini bildirir. Nâzım o vakit kendisine gelir.

“ ‘Oğlum,’ der. ‘Ben Deniz Kızı Etfalya değilim.’

“Bunu der demez kapıyı kapar.

“Mustafa Kemal o sıralarda sofrasına Etfalya Hanım adında bir şarkıcı kızı getirtmeyi âdet edinmişti. Nâzım şarkıcıya benzetilmekten kırılmıştı. Bu cevabıyla Mustafa Kemal’e basit bir şarkıcı gibi çağırılamayacağını anlatmak istemişti.

“Nâzım’ın cevabı kendisine bildirildiği zaman Mustafa Kemal’in tepkisi şu olmuş:

“ ‘Aferin çocuğa … İşte şair dediğin böyle olmalı!’

“Mustafa Kemal bu cevabıyla kendi büyüklüğünü göstermiştir. Yoksa bu cevaba kızabilir, Nâzım’a yapmadığını bırakmazdı.” (s. 158-9)

Eh, düşünün bakalım, kendisi hakkında yazılıp çizilen her şeye dava açmayı âdet edinmiş Kasımpaşalı başbakan bey bu durum karşısında ne yapardı? Leman dergisinde geçen temmuz ayında yayınlanan “Reco Kongo Kenesi Türkiye’nin Anasını Ağlatıyor” başlıkla karikatüre 25 bin Törkiş liralık dava açan, hikmetinden sual olunmaz Tayyip beyefendi? Bugün öğrendiğime göre, hazretin tazminat davası reddedilmiş. Belki de yeteri kadar dua etmedi? Ancak şunu da ekleyelim, dergideki yazılarından ötürü Sertel 1927’de İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanıp üç yıla mahkûm olur.

Sertel 1936’da Tan gazetesinin yayıncıları arasında yer alır. Savaşa ve faşizme karşı çıkan çevrelerin sözcüsü hâline gelen gazete, 1945 yılında bir kışkırtma sonucunda birtakım “milliyetçi” gençler tarafından basılıp yağmalanır ve tahrip edilir. Ünlü “Tan Olayı” budur işte. Nasıl mı olmuş? İşte:

“4 Aralık 1945 gününün sabahı, üniversiteli faşist gençler ellerinde önceden hazırladıkları baltalar, balyozlar ve kırmızı mürekkep şişeleriyle matbaaya saldırdılar. Orada bekleyen polisler olup bitene seyirci kaldılar. Görevlerini yapmaya kalkmadılar. Göstericiler baltalarla matbaa kapısını kırıp içeri girdiler. Makineleri balyozlarla kırdılar. Binanın camlarını indirdiler. İçindeki eşyayı kırıp döktüler. Ellerine ne geçtiyse yakıp yıktılar. Sonra, ellerinde kırmızı boya şişeleri, ‘Serteller nerede?’ naralarıyla bizleri aramaya koyuldular. Amaçları, bizi çırılçıplak soyup üzerimize kırmızı boya dökmek ve sonra önlerine katıp sokaklarda ‘İşte Kızıllar!’ diye gezdirmekti. Bütün bunlar polisin gözü önünde oluyordu. Göstericiler bizleri bulamayınca, vahşî naralarla yollara düştüler. Beyoğlu yakasına geçtiler. Orada Sabahattin Ali ile Cami Baykurt’un çıkardığı ‘La Turquie’ gazetesinin matbaasına gittiler. Orasını da kırıp döktükten sonra vapurla Kadıköy’e geçip bizi evimizde basmaya teşebbüs ettiler.” (s. 269-70) (Serteller o esnada komşularına sığınmışlardır.)

Bu olaydan sonra Zekeriya Sertel karısıyla birlikte Türkiye’den ayrılır. Birlikte Paris, Budapeşte, Moskova ve Bakû’de yaşarlar. Bakın, matbaa olayıyla ilgili olarak o yıllara ait bir anısında ne diyor Sertel:

“O sıralarda evimize en çok gelen dostlardan biri de Cami Baykurt idi. Cami Baykurt felaket arkadaşımızdı. Hapishanede dostluğumuz kuvvetlenmişti. Her hafta mutlaka bize gelir, akşama kadar bizde kalırdı. Beraberinde gölge gibi, ondan hiç ayrılmayan Özdemir adında bir genç vardı. Bu genç, Demokrat Parti’nin ilk toplantısına katılmak üzere Ankara’ya gittiğimiz zaman istasyonda bizi karşılayan adamdı. Sevimli, samimî, candan biriydi. Cami beyi gerçekten çok sever, çok sayar görünürdü. Cami bey de onu oğlu gibi severdi. Özdemir, Adnan Menderes ile Tevfik Rüştü Aras’ın yeğeniydi. Zengin bir aileye mensuptu. İşsizdi. Annesinden gelen parayla geçindiğini söylerdi. Bizi yarı yolda bıraktıkları için Celâl Bayar ile Adnan Menderes’e kızmış görünür ve onları eleştirirdi. Hatta bizlere Adnan Menderes’in aile hayatının içyüzünü bile anlatmaktan çekinmezdi.

“Bu koşullar içinde Özdemir’in samimiyetinden şüphelenmemiz olanaksızdı. Günler geçtikçe hepimizin sevgisini kazandı. Evimizin sürekli bir ziyaretçisi oldu, evimizi gelip gidenlerle dostluk ilişkileri kurdu, kimse de onda şüphe etmiyordu.

“Gel zaman git zaman, 1961’de Demokrat Parti elebaşlarını yargılayan Yassıada mahkemesinde Özdemir tekrar ortaya çıktı. Mahkemede 1945’ten beri, yani bizim eve devama başladığından beri, polis emrinde çalıştığını itiraf etti. Polisin aramıza soktuğu casusun o olduğu anlaşıldı. Doğrusu çok ustaca çalışmış, hiçbirimizde en ufak bir şüphe uyandırmamıştı. Rolünü iyi oynamıştı. […]

“Aradan hayli yıl geçti. Neden sonra ona ilk kez Paris’te rastladım. Beni görünce durdu, utancından elleriyle yüzünü kapadı. Sonra yanıma sokularak, ‘Zekeriya bey,’ dedi. ‘Önce yüzüme tükürün, sonra isterseniz konuşmak lûtfunda bulunun.’

“Bu bir itiraftı. Yüzüne tükürmedim, ama iğrenerek uzaklaştım. Bir insan bu kadar alçalabilirdi. Bir daha kendisini görmedim.” (s. 273-4)

Yıllarca uğraştıktan sonra Sertel 1977’de Danıştay kararıyla Türkiye’ye dönebilir. Ancak Milliyet, Cumhuriyet ve Vatan gazetelerinde yayınlanan yazılarında Sovyetler Briliğ’ndeki uygulamaları eleştirmesi tartışmalara yol açınca, Amerika’ya kızının yanına gider. 1980 yılında Paris’te ölür.

Nereden nereye … Okudukça bakıyorum, şimdi ile o zaman arasında ne kadar değişiklik var diye soruyorum. “Neredeyse yok,” diye yanıtlıyorum. Bizim milletin hafızasının zayıf olduğunu söylerler. Ama hatırlamalarına gerek yok ki! Nasıl olsa aynı şeyleri yaşamaya devam ediyoruz. Böylece eskiyi hatırlamamıza hiç gerek kalmıyor. Olanları kanlı canlı biz de yaşıyoruz. Gerçi kötümser görünmek istemem, ama bunları tekrar tekrar yaşamaktan kurtulmak için ne yapmalı? Halkın medenî seviyesini nasıl arttırmalı? Bunlar için ne yapılması gerektiğini ciddi ciddi düşünen kaç kişi var acaba?

Monday, April 16, 2007

DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY “TEKERRÜR”

Geçen gün sıkıntıdan kütüphaneyi karıştırıyordum. Artık baskısı kalmamış ve ancak zar zor sahaflarda bulunabileceğini tahmin ettiğim bazı kitaplara bakıyordum. II. Dünya Savaşı’nda gizlice Almanları tutan İnönü hükümeti döneminde çıkan birtakım kitaplara gözüm ilişti. O dönemde Almanların etkisiyle Türkiye’de milliyetçilik bir hayli revaçtaydı.

Önce Reha Oğuz Türkkan’a ait kitabı çektim ("Türkçülüğe Giriş", İstanbul, 1940). “Yeni Türkçülüğün Prensipleri” başlığı altında Urukçuluk (Irkçılık) maddesi vardı. Bu maddenin iki alt maddesinde yazanları oldukça ilginç buldum:

“c) Türklük sınırları içinde, mümkün olduğu kadar az yabancı kanlı unsur kalması için, bizim uruğumuzdan olmayanları millî sınırlar dışına atmak;

“e) Türk milletinin kanının temizliğini korumak. Bunun için başka urukların kanlarıyla karışmasının önüne geçmek, yabancı unsurlarla – bilhassa Türk geçinen Türk tâbiiyetindeki Müslümanlarla – gün geçtikçe artan evlenmelerin süratle önünü almak, asil ve üstün kanımızı bulandırmaktan, soysuzlaştırmaktan, imhâdan kurtarmak! Böyle yapmazsak, yarınki tek ümidimiz olan Türk kanının dehâ ve üstünlüğünden katiyen bir şey ummayalım, çünkü bozulmuş ve değişmiş olacaktır!

“Uruk hariç evlenmeleri ve bunlardan doğan çocukları katî surette Türk saymamak.” (s. 108-9)

Liberalizm hakkında şunlar yazıyordu:

“Bu ideolojinin rejimi yüzünden Balkan Harbinde rezil olduk. Bu rejim yüzünden Fransa ve eşleri – bilhassa Büyük Harp sonrası devirde – daimî bir hızla felakete doğru sürüklendi ve daima geriledi. Çökeceği gün muhakkak ki pek yakındır.

“Atatürk bunu anladığından, bu çeşit demokrasiyi kabul etmedi. O, milletin mukadderatının muktedir ellere bırakılması ve bunlara geniş salâhiyet verilmesi esasını kabul etti. Esas: Herkesi, alâkası olmadığı işlerde rey sahibi kılmak değil; her Türk’e müsavi fırsatlar vermek ve kabiliyetiyle temayüz edenlere salâhiyet vermektir. Hükümetin yapacağı inkılâplarda mânasız müdahaleleri kabul etmemek, kuvvetli bir devlet tesis etmek ve devletçiliği benimsemek.

“İşte, hakikî demokrasi – disiplinli demokrasi – budur.” (s. 38)

İşin matrak tarafı, yazdığı sonsözde Türkkan şunları söylüyordu:

“Türkçülüğümüze gene ‘Nasyonal Sosyalizm’ diyecek piçler ve soyu bozuklar muhakkak ki çıkacak.” (s. 229)

Daha sonra İsmail Hakkı Baltacıoğlu’na ("Türke Doğru", İkinci Kitap, Yeni Adam, İstanbul, 1943) bir bakayım dedim:

“Başaracaksın, nasıl? Sana aşağılık, gerilik, bitkinlik veren her şeyi yok ederek. Seni senden, onlardan ayırmak isteyen her şeye karşı giderek. Seni sana veren, seni sana inkâr ettiren her şeyi alçak görerek. Daima sen sen kalarak. Sen daima senden olanlara güvenerek. Sen daima vazifeni yaparak. Sen daima çoğalarak.” (s. 19)

Ancak kambersiz düğün olmaz. Bunların arasında en fazla başı çeken kişi ise 40’lı yılların en ünlü Türkçüsü ve ırkçısı Hüseyin Nihal Atsız’dır. Tek tek Atsız’ın eserlerinden alıntı yapmama imkân yok. Dolayısıyla Atsız’ın düşünceleri üzerine açıklayıcı bir makaleden “aydınlatıcı” bazı yerleri aktarmakla yetineceğim. Bu kadarı dahi Atsız’ı anlamaya yeter sanırım. (Güven Bakırezer, “Nihal Atsız’ın Düşüncesi”, Toplumsal Tarih Dergisi, Mayıs 1996, Sayı: 29, s. 25-30)

“ […] Atsız’a göre ‘bütün milletin aynı bir millî-askerî terbiye ile yetişebilmesi için’, orta öğretim, Eğitim Bakanlığı’nın elinden alınarak Erkân-ı Harbiye’ye verilmelidir. Atsız’a göre kadının esas fonksiyonu analık olduğu için ahlâklı yetişmesine önem verilmesi gerekiyor. Özellikle kızların zehirlenmesine engel olmak için sinemaların kapatılmasını, kadın ve erkek plajlarının ayrılmasını öneriyor. Feminizm ‘teranesini’ ise, ‘kadına hakkı olmadan verilen fazla ve büyük değerin neticesi’ olarak koketliğe götürecek bir yol olarak algılıyor. Mini etek giyme hürriyetine karşı çıkıyor. Atsız için hippiler, Beatles fikir buhranının ürünleri, Orhan Veli ise bir zavallı. Serbest cinsel ilişki, homoseksüellik, önlenmesi gereken ahlâksızlıklar.

“Atsız kültürel sorunlara yaklaşırken hümanist ve evrenselci tutumları tümüyle dışlayan bir millî çizgiyi savunuyor. 19. yüzyıl Rus klâsikleri Türkçeye çevrilirse, bunun önce yazara, sonra milletine, en sonra da komünizme karşı bir sevgi yaratacağını, yani sonuçta zararlı bir propaganda olacağını iddia ediyor. Tiyatronun fonksiyonunu millî duygu ve kültürün geliştirilmesi olarak gördüğü için, ‘Schiller, Goethe veya Shakespeare gibi büyük sahne eseri müelliflerinin piyeslerinden Türk milletinin faydası ne olacaktır’ diye soruyor. Cirit, okçuluk, binicilik, kılıç dururken ‘kız oyunu’ olan baleye yönelmeyi tasvip etmiyor. Selçuk ve Osmanlı dururken, Roma’nın, Bizans’ın, Hitit’in eserlerini onarmaya çalışmayı millî şuursuzluk belirtisi olarak, Tarsus’un Hıristiyanlığın kutsal şehri diye onarımını ‘millî bir cinayet ve Anadolu’da Bizans’ı diriltmek’ olarak görüyor. Şehir isimlerinin Türkçeleştirilerek ‘yabanın izini bırakmamak’ gerektiğini ileri sürüyor. Türk çocuklarına Yunan, Roma, Bizans tarihleri yerine Türk tarihinin öğretilmesini istiyor.” (s. 27)

Atsız’ın bir-iki düşüncesi dışında, bütün alıntıladıklarım 40’lı yıllara ait. Acaba yukarıda yazılan fikirlerin bugün hâlâ geçerli olduklarını söyleyebilir miyiz? Zannetmiyorum ki, kimse “hayır” diyebilsin. Üzerlerinden 60 yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen yine aynı şeyler ile uğraşıyoruz. Türkiye’de tarih tekerrür ediyor.

Bir toplum maddî açıdan geliştikçe, toplumu oluşturan insanların düşünce kalıpları değişir. Yaşam tarzları değişen insanlar, yeni maddî koşullara uygun düşünce biçimleri geliştirirler. Maddî açıdan Türkiye 40’lı yıllara nazaran çok ilerledi. Ama hâlâ o dönemin izlerini görüyoruz. Teknik açıdan ilerlemeye rağmen insanlar neden aynı şekilde düşünmeye devam ediyorlar? Gerçi, düşünce biçiminin bu kadar bir süre içerisinde tamamıyla değişmesi elbette ki mümkün değildir. Ancak bu “değişmeme” derecesi gayet yüksek seviyede.

Sanırım bunun nedenlerinden biri Türkiye’deki sanayileşmenin niteliğinden kaynaklanıyor. Bu sanayileşme biçimi Batı’daki gibi bir özellik göstermediğinden ve yapay olduğundan, toplumsal yapının kendisi de gelişmiş bir toplumun özelliklerini göstermekten uzak kaldı. Belirli bir sanayileşme meydana gelmesine rağmen, Türkiye’deki kırsal yapı ortadan kaldırılamadı. Sanayileşmenin kendisi çarpık olduğundan, bunun yarattığı toplum biçimi de çarpık oldu. Ortaya çıkan şey, yarı-kalkınmış, kapitalizm öncesi bir köylü toplumuydu. Gerçi bu yapı hem sanayi toplumunun niteliklerini hem de sanayi öncesi köylü toplumunun niteliklerini barındırıyor. Ancak yapının temelini oluşturan ve onun seyrini belirleyen şey, köylülüğün ya da kırsallığın ta kendisi. Sanayi toplumunun normları dahi kapitalizm öncesi yapının pratiklerinden hareketle yeniden tanımlanıyor.

Türkiye’deki kentleşme ve buna bağlı olarak gecekondulaşma süreci, Batı’da olduğu gibi sanayileşmenin bir sonucu değildir. Bu yüzden, köyden kente göç eden kitleler kentli olamadılar. Kentlerin civarına yerleşen bu insanlar, ne sanayi toplumunun değerlerini tam olarak benimseyebildiler ne de bu türden bir değerler sisteminin yaratılmasına katkıda bulundular. Yapabildikleri tek şey, kırsal alandan getirdikleri değerleri kentli değerler ile birleştirerek yeniden üretmek oldu. Esasında bu yeniden üretilen şey köylülüğün ta kendisiydi. Sonuçta bunlar, ne tam manası ile köylülükten kurtulabildiler ne de kentlileşebildiler. Hem sanayi toplumunun hem de kırsal olanın değerlerini içinde barındıran, fakat sadece kırsal olanın belirleyici olduğu çarpık bir kültür yarattılar. Ben bu kültüre “lümpen kültür”, bu insanlara da “lümpen” adını veriyorum. Türkiye son 50 yılın sonunda bu hâle dönüşmüş bulunuyor. Niye bir türlü modernliğin ya da modern toplumun normlarının bu ülkede yerleşemediğini burada aramak gerekir.

Atsız’ın oğluna olan ibretlik vasiyetnamesi ile bitireyim (Bozkurt Güvenç, “Türk Kimliği”, Ankara: 1994, s. 363):

“4 Mayıs 1941

“Yağmur Oğlum!

“Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigâr olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.

“Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihî düşmanlarımızdır.

“Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.

“Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır.

“Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerdeki düşmanlarımızdır.

“Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.

“Tanrı yardımcın olsun.

“Nihal Atsız”

Friday, April 13, 2007


KADIN SAÇI VE BİR YAZININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Londra’ya gitmeden önce her hafta perşembe günü Cumhuriyet, cuma günleri de Radikal gazetesi alırdım. Her ikisinin kitap eklerini takip ederdim. Türkiye’ye geldikten sonra ilk defa dün Cumhuriyet gazetesi aldım. Cumhuriyet her zaman için pahalı bir gazete idi. Ben almayalı ise iyice pahalılaşmış.

Kitap ekindeki söyleşilerinden biri ilgimi çekti. Söyleşi kadın saçı üzerine bir kitap yazmış olan Yıldız Cıbıroğlu ileydi. Yazara göre kadınların önce ipi, ardından düğümü, örgüyü ve dokumayı keşfetmesi, kadınların aynı zamanda evrensel yaşam ağını ve kişinin yazgısını da dokuduğuna inandırmış insanları. Daha sonra üretimde bolluk olması için büyü yapmayı öğrenen kadınlar, bu sayede soyutlamaya ve kurgulamaya geçerek güç kazanmışlar. Böylece kadın saçı gücün ve bolluğun simgesi olmuş. Tüm büyülü bağlar, ipler, yılanlar tanrıçanın başındaki saçların yerini almış. Kadın saçı giderek erkek cinselliğini denetleyen, tutsak eden, yeri geldiğinde öldürebilen büyülü bir güç hâline gelmiş.

Zamanında üniversitenin ilk yılında okula uzun saçları ile giden biri olarak bir hayli ilgimi çeken söyleşinden bazı kısımları aktarayım dedim:

“Kadınlar kırk beş bin yıl önce ipi bulmuşlar, sonra dokumaya geçmişler, ama Tunç Çağı’na (İ.Ö. 3200) kadar saçlarını gizleme gereği duyan kadın yok. Kaya resimlerine, heykelciklere bakarak bunları söyleyebiliyoruz. Hiçbir kadın bir örtü dokuyup saçını gizlememiş. Kostenki’de (Rusya) bulunan heykelcikteki kadın bitkisel elyaftan olduğun tahmin edilen şapkayı kabaca otuz bin yıl önce yapıp başına geçirmiş, ancak saçını gizlemek için değil, icadıyla övünmek ve kendi üstünlüğünü göstermek, ayırt edilmek için. Zaten gövdesi tamamen çıplak, henüz giysi yok. Bir başka kadın heykelciğinde başın üzeri – herhalde ölüm büyüsü amacıyla – ağla kaplı (Kostenki). İlk Tunç Çağı’na kadar kadın saçını gizlemiyor. Erkekler devleti örgütledikten sonra kadınlar örtülüyor, ikisi arasında sıkı bir ilişki var. İlk örnek, Sümer’de 3200’de devlet ortaya çıktıktan sonra, yalnızca tapınak fahişelerinin, o da tapınak dışında başları örtüldü. […] Kadının kırk küsur bin yıl önce ipi ve büyüyü bulması ona üstünlük sağladı, icat ettiği iple saçı özdeş tutuldu. Düşmanı uzaktan bağlama büyüsüyle etkisiz kıldığına inanılan büyüye saygı duyuldu. Çünkü inanç dizgesinde en güçlü büyüler bağlama, düğüm büyüleriydi. Büyü kadınların elindeki tinsel silahtı. Saçları ‘büyülü bağlar’ olarak kabul edildi. Erkekler devleti örgütleyince büyüyü kadına yasaklayıp erkeğe serbest bıraktılar, saç yasağı bunun devamıdır. Sümer/Akad’da ve başka halkalarda bunlar uygulandı.

“ […] Kadınların avantajlı durumu erkeklerin devleti birçok alanda örgütlemesine dek sürdü. Erkeler orduyu oluşturup av tecrübelerini savaşa taşıyınca, madeni silahlar yapınca ve yağmaya dayalı savaşları kazanınca güçlendiler. Kendi yurtlarındaki ambarları, çalışanları, toprağı ‘prestij’le kolayca ya da zorla ele geçirdiler. Daha önce kadınların örgütlediği ve kadınlar için üreme/üretim/aile/aşk/büyü konusunda bir eğitim merkezi gibi işlev gören tapınağı yeniden örgütlediler. Rahiplerin sayısı çoğaldı, rahibeler geriledi. Tanrıçanın üretimle ilişkisini bereket büyüsüne indirgediler; kadın artık sınırsız toprak-ana değildi, tarlayla özdeşti ve ikisi de erkeğin mülkiyetinde görüldü. İşte bu dönemde kadın saçı örtülmeye başlandı. Çünkü kadın saçı, inanca göre, büyü nesneleri içinde en önemli büyü nesnesi. Kadınlar kurbanın küçücük bir tasvirini kilden yapıp üzerine saçını doluyordu. Böylece onun ruhunu eline geçirdiğine, denetlediğine inanıyordu.

“ […] Kadın saçının olağanüstü yaptırım gücü olduğuna inanıldığı için, saç, büyünün en önemli malzemesiydi. Bunlar batıl inançtı. Simgeleri binlerce yıl sürdü. Erkekler bu uygulamalara yine batıl inançla ‘kadının başını örterek/bağlayarak’ yanıt verdiler. Saça getirilen yasağına arka planında binlerce yıllık geçmişin erkekleri tehdit eden ürkütücü hayalleri var. Bunun en iyi ilacı bilgilenmek, bilinçlenmektir.” (Yıldız Cıbıroğlu, “Kadın Saçı, Büyü ve Türban”, İstanbul: Payel Yayınevi, 2007)

İnternette oradan buraya dolaşırken Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Ali Murat Güven’in “Bedüizzaman ile Sinemaya Gitmek” başlıklı yazısına denk geldim geçen gün. Nam-ı diğer “Said-i Nursî” olan bu zâtın ne amaçla sinemaya gittiğini merak edip yazıyı okudum. Meğersem kendisi ibret almak ve dersler çıkarmak için gidermiş. Maalesef, yazıda hangi filme gidildiği yazmıyordu. Yalnız, Güven’in yaptığı bir eleştiriye takıldım. Şöyle yazmış:

“Ortalık parayı erken bulmuş, ama kendisine ceketiyle uygun renkte bir kravat almaktan aciz, ayakkabısına en son boyayı altı ay önce sürmüş, soba borusu gibi pantolonlarla dolaşan bir sürü sözümona ‘mütedeyyin kıro’dan, ‘İslâmcı berduş’tan geçilmiyor. Sanata, bilime, estetiğe, kaliteli yazı ve hitabete, kişisel hijyene bütünüyle ilgisiz, tek derdi ‘cukka yapmak’ olan bir sürü adam ve kadın. Yiyemeden göçüp gideceği yastık altı paracıklarından bir dirhemini, hayat yolunun henüz başlarındaki gencecik bir şaire, yazara, ressama, sinemacıya ya da evlenmek için çırpınan birine ver deseniz, on dakika boyunca kalbi sıkışan tiplerdir bunlar …

“Sizi, dünyadan ve infaktan bihaber ‘köylüler’ sizi … ” (26.01.2007)

Güven bunun nedenini “muhafazakâr bir burjuva sınıfının olmamasına” bağlamış. Diğer yandan, kadınları toplumsal hayattan dışlayarak evlere, hatta odalara hapseden bir zihniyetin kimi temsilcilerinin günlük hayatlarında ne kadar “paçoz” kılıklı olduklarını, ne kadar ilkel ve sığ kafalı olduklarını güzel tasvir etmiş kendisi. Yeni Şafak gibi “muhafazakâr” bir gazetede yazan birisi için samimî bir davranış sayılabilir sanırım.

Yıllar önce, kâfir olmadığım (!) dönemlerde camiye giderken ben de benzeri biçimde düşünürdüm. Cuma namazlarına gittiğimde ayakkabılarımı koymak için açtığım o dolaplardan çıkıp yüzüme savrulan iğrenç ayak kokusunu; abdest alıp ayaklarını iyice kurulamadan giydiği delikli, kirli beyaz çorapları ile etrafta dolaşanları; onların o hâlde bastığı halıya tiksinerek alnımı koyuşumu; haftada bir defacık olsun camiye gelirken deodorant kullanmayıp, yaz aylarında ter kokuları saçarak namaz kılanları; kış günlerinde caminin kapısının önüne bırakılan çamurlu ayakkabıları hâlâ hatırlarım. Yaz ayında otobüse ya da minibüse bindiğimde de aynı rezil kokular ile karşılaşıyorum.

Elbette ki, bütün bunları ne dinin kendisine ne de o dine inananların tümüne atfetmek doğru. Ama neden bu insanlar böyle? Hem temizliği emreden bir peygamberin olduğu bir dine inanıyor ve dini vecibelerini yerine getirmek için camiye gidiyorlar, hem de kılıklarına karşı böyle ilgisizce camiye geliyorlar. Böyle davranmak bariz bir çelişki değil mi?

Sadece bir kıyafet meselesi de değil bu. Bu kesimden kimilerinin Güven’in bahsettiği türden samimiyetsiz davranışlarına da maruz kalmış biriyim. Muhafazakâr düşünceli arkadaşlarımdan da işitiyorum bu türden şeyleri. Onlar da yakınıyorlar bundan. Mithat Cemal Kuntay “Üç İstanbul” adlı romanında bunlar için şöyle yazmıyor muydu? “Sarıklı milletini bana sen mi anlatacaksın? Menfaat göster: Vapur bacası gibi bağırarak sana Allah’ı da inkar etsinler; Peygamber’i de! … ” (İstanbul: Oğlak Yayınları, 1998, s. 309)

Bana göre, bunların nedeni Türkiye’nin sanayileşememiş olmasından kaynaklanan ve çoğu hâlâ şehir yaşamına intikâl edememiş, medenileşememiş bir köylüler yığınından ibaret bir toplum hâline dönüşmesinden kaynaklanıyor.

Bir tarafta kadının başının kapatılmasına ilişkin tarihi bir kitap, diğer yanda bu kapatılmayı savunan zihniyetin içinde bulunduğu durum, bunları yazmaya sevk etti beni.

(Sanırım, bu aralar, uzun ve karmaşık cümlelere sahip bir üslubu olan Hayek amcam ile uğraştığımdan dolayı benim de yazımın kimi yerleri uzun cümleli oldu.)

Sunday, April 08, 2007



HAYEK VE BABEUF – DİKTATÖRLÜK VE ÖZGÜRLÜK

Bizim Türkiye’deki liberallerin pek sevdikleri bir düşünür vardır: Friedrich von Hayek. Hayek amcam 20. yüzyılın en önemli liberal düşünürüdür. 1974 yılında Nobel İktisat Ödülü de almıştır. II. Dünya Savaşı sırasında yayınlanan ve sosyalizm tehlikesini anlattığı “Kölelik Yolu” adlı eseri, Türkçe’de dahil olmak üzere, pek çok dile çevrilmiştir. Kendisini kimi zaman Neoliberal olarak adlandırsalar da, o bundan pek hazzetmez. İflah olmaz bir sosyalizm düşmanı ve özgürlük savunucusudur. Yıllarca sosyalizme laf ettikten sonra 1990’da Sovyetlerin çöküşünü görmüş ve hemen ardından – büyük ihtimalle yaşadığı aşırı sevinç sonucunda – akıl sağlığını yitirerek 1992 yılında ölmüştür.

Ancak büyük özgürlük savaşçısı Hayek, 1971 yılında Şili’de yapılan darbeyi ve darbe sonrasında iktidara gelen kanlı diktatör Pinochet’yi memlekete liberalizmi getirecek diye desteklemiştir. 1981 yılında bir Şili gazetesi ile yaptığı röportajda ne demiş bakın Hz. Hayek:
(http://www.fahayek.org/index.php?option=com_content&task=view&id=121)

“Şunu söyleyebilirim ki, uzun dönemli kurumlar olarak diktatörlüklere tamamıyla karşıyım. Fakat bir diktatörlük, bir geçiş dönemi için zarurî bir sistem olabilir. Kimi zaman bir ülke için, şu veya bu biçimdeki bir diktatöryel gücün bir süreliğine mevcut olması zorunludur. Sizin de anlayacağınız üzere, bir diktatörün liberal bir usulle yönetimde bulunması mümkündür. Ve bir demokrasinin de, liberalizmden tamamıyla yoksun olarak yönetimde bulunması mümkündür. Şahsen ben, liberal bir diktatörü, liberalizmin olmadığı demokratik bir yönetime tercih ederim. Kişisel izlenimime göre – bu Güney Amerika için de geçerlidir – örneğin Şili’de, diktatöryel bir yönetimden liberal bir yönetime geçişe tanık olacağız. Ve bu geçiş dönemi boyunca belirli diktatöryel yetkilerin daimî olarak değil de, geçici bir düzenleme biçimi olarak muhafaza edilmeleri zorunlu olabilir.”

Hızını alamayan Hayek amcam, yönetime azami derecede yetki verdiği için Fransız Devrimi’nden etkilenen Fransız demokrasi geleneğini de eleştiriyor aynı röportajda – diktatörlere verdiği desteği unutarak (!)

Bir de Fransız devriminin teorisyenlerinden Babeuf ne diyor, ona bakalım (Devrim Yazıları, Hazırlayan: Vedat Günyol, İstanbul: Belge Yayınları, 1989):

“Erdem ölmez; zorbalar baskılarında kendi kendilerini aldatırlar. Yok ettikleri yalnız bedenlerdir; iyi insanların ruhu sadece kalıp değiştirir. Bir kalıp dağılır dağılmaz, o ruh başka varlıkları diriltir. Onlar da başlar cömertçe yaşamaya ve başımıza geçen haydutların soluğunu kesmeye.” (s. 302)

“Kötülükleri söküp atmanın en iyi yolu, kötülük yuvalarını ortadan kaldırmaktır. Bu yuvalar ortadan kalkmadıkça, onları diriltmek isteyenler olacaktır. Kilise ve manastır durdukça papaz, saray durdukça zorba, şato durdukça derebeyi, hücre durdukça cellat ve kurbanı yeniden gelir. … Bunları kökünden yok etmediniz mi, yeniden başınıza bela olurlar. … ” (s. 302-3)

Direktuvar yönetimi Babeuf’u yakalayıp mahkemeye çıkarır. Ölüme mahkum edilen Babeuf mahkemede kendini hançerlemeye kalkışır, ancak başarmaz. Ertesi günü sabah giyotinde idam edilir. Bir gece önce karısına ve çocuklarını bir mektup yazar Babeuf. Bir kısmını aktaralım:

“Dostlarım, beni anımsayacağınızı, sık sık anacağınızı umarım. Hepinizi çok sevdiğime inanırsınız elbet. Ben sizin mutluluğunuzu herkesin mutluluğu ile bir arada düşünmüştüm. Sizi mutluluğa kavuşturmanın tek yolu buydu bence. Ama bunu başaramadım. Kendimi feda ettim. Sizler için ölüyorum biraz da.

“Camille’e beni anlatın sık sık, onu ne kadar candan sevdiğimi durmadan söyleyin ona.

“Anlayacak çağa gelince, Gaius’e de söyleyin bunları.

" …

“Allahaısmarladık. Dünya ile aramda küçük bir bağ kaldı. Gün ışığı yarın onu da koparacak. Açıkça biliyorum bunu. Katlanmaktan başka çare yok. Kötüler benden güçlü. Savaşı bırakıyorum. Tertemiz bir vicdanla ölmenin de tadı var. Benim için tek acı, yürekler acısı olan, sizlerden ayrılmak, canım dostlarım, en çok sevdiklerim! Kopuyorum aranızdan. Yapacaklarını yaptılar. Allahaısmarladık, tekrar tekrar allahaısmarladık.

“Bir kelime daha. Anneme ve kız kardeşlerime yazın, ulakla ya da başka bir yolla. Savunmam basılınca bir yolunu bulup yollayın. Nasıl öldüğümü anlatın onlara. Böyle bir ölümün onursuz olmak şöyle dursun, şanlı bir ölüm olduğunu anlatmaya çalışın o iyi insanlara.

“Canım ciğerim dostlarım, bir kez daha allahaısmarladık, son bir kez. Erdemli bir uykunun koynuna dalıyorum!…” (s. 314-5)

Diyeceğim, kendimize temel alacağımız fikirdaşlarımızı, rehberlerimizi iyi seçelim. Özgürlük deyip, topla, tankla, tüfekle, eli kanlı katillerle özgürlüğü kurmaya çalışan delilere kulak asmayalım.

Saturday, April 07, 2007


TANRI VE DEVLET

Mustafa Akyol’un sitesindeki Akıllı Tasarım ve vahiy tartışmasından sonra, Bakunin’in “Tanrı ve Devlet” adlı kitabını bir karıştırayım dedim. Kitabı okuyalı yıllar olmuş, içinde altını çizdiğim yerlerin çoğunu unutmuşum. İşaretlediğim yerleri okurken, Bakunin’in o sert üslubunun onca zamandan sonra insana hâlâ canlı ve hararetli geldiği gördüm. Çizdiğim bazı yerleri buraya da aktarayım dedim. Benim en beğendiğim ilk alıntı. (Tanrı ve Devlet, Öteki Yayınevi, Çeviren: Sinan Ergün, 1999)

“ … Bilgi ağacının meyvelerine dokunmak açık bir biçimde yasaklanmıştır. Böylece, kendini anlama yeteneğinden tümüyle mahrum kalacak insanın, ebediyen bir hayvan olarak kalması, edebi Tanrısı, yaratıcısı ve efendisi önünde hep dört ayak üzerinde sürünmesi istenmiştir. Ama bu noktada, şeytan, ebedi isyancı, dünyanın ilk özgür düşünürü ve kurtarıcısı sahneye çıkar. O, insanın kendi hayvani cehalet ve itaatinden utanmasını sağlar, onu kurtarır, itaatsizliğe ve bilginin meyvesini yemeye zorlayarak, alnına özgürlüğün ve insanlığın damgasını vurur.” (s. 10-1)

“Tanrıları, yarı tanrıları, peygamberleri, Mesihleri ve azizleri ile tüm dinleri yaratan, henüz tam olarak gelişmemiş ve yeteneklerine tam olarak sahip olamamış insanın saf hayal gücüdür. Sonuç olarak dinsel cennet, cehaleti ve imanı tarafından yüceltilmiş insanın, kendi görüntüsünü içinde büyütüp tersine çevirerek – yani kutsallaştırarak – yeniden keşfettiği bir hayalden başka bir şey değildir. Bundan ötürü, dinin ya da insanın inancında birbirini izlemiş olan tanrıların doğuşu, yükselişi ve çöküntüsünün tarihi, yalnızca, insanlığın kolektif akıl ve bilincinin gelişme tarihidir. İnsanlar, tarihsel olarak ileriye yönelik gelişmeleri sırasında, kendi içlerindeki ya da dışlarındaki doğada ne zaman bir güç, nitelik ya da ne türden olursa olsun büyük bir bozukluk keşfetseler, tıpkı bir çocuğun yaptığı gibi, bunu ölçüsüz bir şekilde mübalağa edip büyüterek, dinsel hayal güçlerinin bir eylemiyle, Tanrıya atfederler. İnanan ve iman eden insanın bu mütevazı ve sofuca cömertliği sayesinde, dünyada işler ne kadar bozulursa cennette o kadar iyiye gider ve, kaçınılmaz bir sonuç olarak da, cennet ne kadar gönenirse insanlığın ve dünyanın hâli o kadar bozulur. Tanrı bir kez tahtına oturdu mu, doğal olarak her şeyin sebebi, saiki, hakemi ve mutlak düzenleyicisi hâline gelir. Bu andan itibaren dünya hiçbir şey, Tanrı her şeydir. İnsan, bilinçsiz bir şekilde boşluktan çıkarttığı Tanrının önünde eğilir, ona tapınır ve kendisini onun yarattığı bir varlık, onun kölesi olarak ilan eder.

“Böylece Tanrı her şey, gerçek dünya ve insan ise hiçbir şey hâline gelir. Gerçek, adalet, iyilik, güzellik, güç ve yaşam Tanrıya atfedilir; insana ise hata, haksızlık, kötülük, çirkinlik, güçsüzlük ve ölüm kalır. Tanrı efendi olur, insan köle. Adaleti, gerçek ve ebedi yaşamı kendi çabasıyla bulma kudretine sahip olmayan insan, onları yalnızca kutsal bir vahiy aracılığıyla elde edebilir. Ancak, her kim vahiyden söz ederse, o, bizzat Tanrının kendisine esinlediği elçiler, mesihler, peygamberler, papazlar ve yasa koruyucularından da söz etmek zorundadır; ve bunlar bir kez kutsallığın yeryüzündeki temsilcileri, insanları kurtuluşa giden yolda yönetecek Tanrı tarafından seçilmiş kutsal eğitmeler olarak kabul edildiler mi, zorunlu olarak, hemen mutlak iktidarın uygulayıcısı hâline gelirler. Bu andan itibaren, bütün insanlar onlara sorgusuz sualsiz itaatle yükümlüdürler; çünkü kutsal akıl karşısında insan aklı ve Tanrının adaleti karşısında yeryüzünün adaleti bir hiçtir. Tanrının kölesi olan insan, Kilise ve Devletin de kölesi olmak zorundadır – yeter ki, Devlet kilise tarafından kutsanmış olsun.” (s. 25-7)

“Eğer Tanrı varsa insan köledir; insan özgür olabilirse ve olmak zorundaysa, o zaman Tanrı yoktur.

“Bu çemberden çıkılabileceğini iddia eden her kim varsa, ona meydan okuyorum; o zaman herkes safını seçsin.” (s.28)

“ … bir efendi, her kim olursa olsun ve kendini ne kadar liberal gösterme arzusu taşırsa taşısın, her zaman efendidir. Onun varlığı, tüm altındakilerin köleliğini zorunlu kılar. Bundan ötürü, eğer Tanrı varsa ve insan özgürlüğüne hizmet etmek istiyorsa, bunu ancak varolmaktan vazgeçerek yapabilir.

“Ben, insan özgürlüğünün kıskanç bir âşığı ve onu insanda hayran olduğumuz ve saygı duyduğumuz her şeyin mutlak koşulu olarak gören biri olarak, Voltaire’in ünlü sözlerini tersine çeviriyor ve şöyle diyorum: Eğer Tanrı gerçekten varolsaydı, onu zorunlu olarak ortadan kaldırmak gerekirdi.” (s. 30)

“ … Biz görevimizin insanın özgürlüğü, saygınlığı ve refahı adına, yeryüzünden çalınıp cennete götürülmüş olan her şeyin tekrar yeryüzüne indirilmesi olduğuna inanırız. … şimdi, özgür düşünceli kişilerin, cesaret dolu imanları ve bilimsel analizleriyle, cenneti yağmalamalarının tam zamanıdır.” (s. 40)

Thursday, April 05, 2007



BİLİM Mİ, YOKSA İNANÇ MI?

İnternette gezinirken Mustafa Akyol'un sitesine denk geldim. Kendisi gazeteci Taha Akyol’un oğlu ve aynı zamanda dincilerin Darwin’e karşı çıkmak amacıyla uydurdukları “Akıllı Tasarım”ın Türkiye’deki temsilcisi. Zaman gazetesinde yazan Ali Bulaç’ın Darwinciler ile ilgili bir yazısına bir yorum göndermiş Akyol. Bulaç da bunu köşesinde yayınlamış. Akyol bu yorumunu sitesine de koymuş. Ben de bunun üzerine şöyle bir yorum yazdım:

“Kemal Tahir Yorgun Savaşçı’da güzel söylemiş: ‘Bir şeyin tabu olması için anlaşılması değil, anlaşılmaması şarttır.’

“Akyol şöyle demiş:

‘Kuşkusuz vahiy mutlak doğrudur; bilim gibi beşeri bilgi kaynakları ise eksik, kusurlu ve değişkendir.’

“Bu ne kadar vahim bir cümle. Bu anlayışa sahip olan kişi daha en baştan itibaren bilime değil, sadece vahiye dayandığını itiraf etmektedir. Halbuki vahyin mutlak doğru olduğuna dair elimizde herhangi bir kanıt yok. Hatta varoluşun bilinçli olarak yaratıldığına dair bir kanıt da yok. Birilerinin varoluşun amaçlı olarak yaratıldığını a priori kabul edip, sonra da bunu kanıtlamak için bilime başvurması ne kadar zavallıca. Hal böyleyken, akıllı tasarımın bilimsel olduğunu iddia etmek insanın kendisini ve başkalarını kandırmaya çalışmasından başka bir şey değil.

“Bilimin verilerinin değişken olması onun bir dogma olmasını engeller. Popper yanlışlamacılıktan bahsetmiyor muydu? Kendisine sunulan şeyi sorgusuz sualsiz kabul etmemek ve her defasında bunun doğruluğunu sınamak ya da araştırmak, ancak aklını kullanıp sahip olduğu iradenin hakkını veren kişilere mahsustur.

“Bilim, vahyi tasdik etmenin değil, gerçeği aramanın aracıdır.

“Bu insanlar inançlarını, doğru veya gerçek olup olmadığını araştırmaksızın, her şeyin önüne geçiriyorlar. Ve gerçek onların inançları ile çatıştığında da, gerçeğe yüzlerini çevirip inançlarını takip etmeyi seçiyorlar.”

Akyol’un sitesinde moderasyon uygulandığından yorumlar hemen yayınlanmıyor. Dün akşam gönderdiğim yorumun yayınlanıp yayınlanmadığını bu sabah siteye girip kontrol ettiğimde, sitede dün akşam gördüğüm en son yorumun altına eklenen yeni bir yorumun olduğunu, ancak benimkinin olmadığını gördüm. Birkaç saat sonra tekrar baktığımda ise yorumum yayınlanmıştı. Fakat ilginçtir, yorumum, dün akşam gördüğüm son yorum ile, sabahleyin gördüğüm yorumun arasında yayınlanmıştı. Demek ki, benden sonra yorum bırakanların yorumu yayınlanmış, ama benimki tutulmuştu. Bu defa bana karşı Düşünceler sitesinin sahibi Suat Öztürk’ün yazdığı bir yanıt da yayınlanmıştı.

Kimi zaman dünyadaki tüm dinci çevreleri ve Kilise’yi rahatsız eden birtakım bilim insanları ortaya çıkıyor: Galilei, Newton, Darwin, Freud. Bunlardan ilk ikisinin çalışmaları insan ve yeryüzü merkezli evren düşüncesini yıktı. Diğer ikisi de insandaki cinselliğin hem doğallığını hem de ruhbilimsel düzeydeki karmaşıklığını ortaya koydu. Darwin’in evrim teorisi, insanın da tüm hayvan toplulukları gibi bir tür olduğunu ve doğanın bir parçasını oluşturduğunu bize gösteriyor. Akıl ve bilim açısından bakıldığında hepsi birer dogma olan dinlere inanan kimseler için, bu tarz teoriler ve yaklaşımlar şüphesiz “çok tehlikelidir.” Zira bu yoldan, dünyaya, insana ve evrene yönelik olarak kutsal kitaplarda yazılanların gerçekleri yansıtmadığı ortaya çıkmaktadır. Dahası, toplumsal açıdan bakıldığında, bilimsel gelişme, dincilerin elindeki toplumsal, siyasal ve ruhsal gücü zayıflatmakta ve kitleleri yönlendirme gücünü elinden almaktadır. Türkiye’de de bilime karşı dinci direncin temelinde bunlar yer alıyor. Bilim düşmanı siyasal gericiliğin amacı gayet açık: Bilimsel araştırmaların neredeyse tamamıyla dışlandığı bir toplumsal ortamda, siyasal gücü sadece ve sadece kendi elinde tutmak.

Bazıları Evrim Teorisi’ni çocuklara anlatmanın onlarda bazı ruhsal ya da zihinsel tahribatlara yol açacağını iddia ediyor. Peki, aynı küçük çocuklara daha okula gitmeden verilen dinî eğitimin ve okullardaki sözde din derslerinin onların zihinlerinde ve ruhlarında yarattığı yıkıma ne demeli? “Din eğitimi” adı altında, daha dünyayı yeni tanımaya başlayan bu çocukların akıllarına “günah” düşüncesi altında yerleştirilen derin korku, suçluluk duygusu ve düşünce karmaşasına ne demeli? Daha neyin ne olduğunu bilmeyen çocukların beynine dinin hayattaki “tek doğru” olduğunu kazımaya ne demeli? Büyüdüklerinde bu çocuklardan özgür iradeli, hür düşünceli insanlar olmalarını bekleyebilir miyiz?

Yüzlerce, hatta binlerce yıldır değişmeyen dinsel öğretiler ile, sürekli olarak değişen bilimsel bilgiyi karşı karşıya getirmenin yararı ne? Sorgulanamayan bir dinsel öğreti ile bilimsel bir teoriyi bir derste karşı karşıya getirmek, öğrencileri nasıl korkunç bir ikilem içine iter? Hangisi kabul edilmelidir?

Bilim, akıl işidir; muhakemeye dayanır. İnsan nedenleri merak eder, arar, bulur, yanılır, yeniden arar, dener; sonunda bunlardan sonuçlar çıkarır. Bu sonuçlar da tartışmaya ve değişmeye, yani yanlışlanmaya açıktır. Bu nedenle, bilimsel bilgi yeni araştırmalar ve kanıtlar ile değişir.

Dogmatik bilgi ise sadece almaya ve kabule dayalıdır. Bilinenlerin yeterli olduğu ve bunların değiştirilemeyeceği kabulü asıldır. Bu da inancın ta kendisidir. Bilinenler ya da inanılanlar tartışılmaya, değişime ve sorgulanmaya kapalıdır. İnancın bilgisini veren varlık sorgulanamaz ve hata yapmaz niteliktedir. Dogmatik bilginin soruları yoktur; sadece yanıtları vardır. Bu yanıtlar da değişmez ve tartışılamaz.

Bilim bir olayı açıklamak için bir hipotez öne sürer ve bunun öngördüğü şeylerin gerçekleşip gerçekleşmediğini deney ve gözlem ile sınar. Eğer öngörüler gerçekleşirse hipotez desteklenir, ancak tam manasıyla ispatlanmış sayılmaz. Sürekli olarak bu sınamalardan geçen ve birçok olayı açıklayan bir hipoteze teori denir. Bu nedenle, bilim adamları o gün için olayları en iyi açıklayan teorileri geçici olarak görürler. Kimi zaman doğruluğu kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde kanıtlananlara ise kanun denir. Darwin’in Evrim Teorisi de bu sınamaya tâbidir. Bilimde yanlışlanan teorilerin yerini daha açıklayıcı olan yenileri alır. Dolayısıyla, bilimsel teorilerin en önemli özelliği değişebilir olmalarıdır ve bu özellikleriyle dinî dogmalardan ayrılırlar.

İşte bu nedenle birer dogma olan dinsel görüşler ile, sürekli olarak sorgulanan ve yanlışlamaya açık olan bilimsel teoriler bir arada öğretilemez. Böyle bir uygulama özgür ve eleştirel düşünceyi engeller.

Hep hatırlarım Server Tanilli’nin bana yazdığı cümleyi: “Aklın aydınlığından yola çıkarak … ”

Darwin’den ünlü bir pasajı alıntılayarak bitireyim:

“When we look at the plants and bushes clothing an entangled bank, we are tepmted to attribute their proportional numbers and kinds to what we call change. But how false a view is this! Everyone has heard that when an American forest is cut down, a very different vegetation springs up; but it has been observed that the trees now growing on the ancient Indian mounds, in the Southern Unitated States display the same beatiful diversity and proportion of kinds as in the surrounding virgin forests. What a struggle between the several kinds of trees must here have gone on during long centuries, each annually scattering its seeds by the thousand; what war between insect and insect – between insects, snails, and other animals with wild birds and beasts of prey – all striving to increase, and all feeding on each other, or on the trees or their seeds and seedlings, or on the other plants which first clothed the ground and thus checked the growth of the trees! Throw up a handful of feathers, and all must fall to the ground according to definite laws; but how simple is this problem compared to the action and reaction of the innumerable plants and animals which have determined, in the course of centruies, the poroportional numbers and kinds of trees now growing on the old Indian ruins!” (The Origin of Species, Penguin Books, 1968, s. 125-6)