Sunday, November 30, 2008



LUPANAR

Yukarıdaki resimler sizce nerede ve ne zaman çekilmiştir? Ben ilk resmi gördüğümde, kızların saçlarından ve giyimlerinden hareketle 50’li yıllarda Amerika’da üniversiteye giden gençlere ait olduğunu düşünmüştüm. Resmin altındaki yazıyı okuyunca şaşırdım, çünkü İstanbul’daki Amerikan Koleji’ne (Boğaziçi Üniversitesi) ait 1957 tarihli bir resimmiş. İkinci resmi tahmin etmek ise Türkçe yazılar sayesinde daha kolaydı. O da 1958 yılında Beyoğlu’nda çekilmiş. İlk resimdeki kızların şıklığına dikkat ettiniz mi? Belki Türkçe yazılar olmasaydı ikinci resmi Amerika’da 40’ların sonunda çekilmiş zannedebilirdim.

Peki, resimlerin yer ve tarihlerine ilişkin bu şaşkınlığım nereden kaynaklanıyor? Şüphesiz, bugün bin defa tartışıp da bir yere varamadığımız şu kılık-kıyafet ve başörtüsü meselelerinden. İyi de, 50’lerde Türkiye’de bugünkü gibi başörtülü kızlar yok muydu? Varsa neredeydiler? Ya Beyoğlu’na ait resim? Bugün Taksim’in hâline bakın bir. O bezdirici karmaşa ve insan topluluğu dışında ne var? Hele hafta sonları? Sırf dışarı çıkmış olmak için oraya gelen bir sürü insan Meydan ve Tünel arasında bir aşağı bir yukarı amaçsızca yürüyüp duruyor. Hoş, arada ben de Taksim’e gidiyorum, arkadaşlarla oturuyorum, ama kimi zaman kalabalığın bezdirdiği de olmuyor değil.

I

Kızların olduğu ilk resim, geçen gün Radikal gazetesinde Türker Alkan’ın “First Lady’nin Adı Yok” adlı yazısını okurken aklıma geldi. Alkan yazısında İran Cumhurbaşkanı Ahmedicenad’ın karısından bahsediyor ve şöyle diyor:

Ahmedinecad’ın eşi kara çarşafa bürünmüş, gözlük takmış, bir burnu, bir de ağzı gözüküyor. Karanlık içinde yitip gitmiş gibi bir hali var. Ve bayan Ahmedinecad’ın ne kızlık soyadı biliniyor, ne ilk adı, ne de yaşı! Sanki böyle bir insan yaşamamış ve yaşamıyormuş gibi!

Gerçi bizim memleketimizin cumhurbaşkanının ve başbakanının “First” ve “Second” Lady’leri o hâlde değiller, ama onlara oy veren çoğu kişinin karısının o hâlde olduğuna eminim. Zaten öyle olmasaydı büyük ihtimalle bunlara oy da vermezlerdi. Ben eskiden bu kadar çok kara çarşaflı kadın gördüğümü hatırlamıyorum. Bunu söylemenin ayrımcılık yapmakla bir ilgisi var mı? Hayır. Ancak o çarşaflı kadınların bizlerinkinden çok farklı bir yaşam tarzını temsil ettikleri de bir gerçek. Bakın, çok önceleri başka bir yazımda kullandığım bir kitapta, “Türkiye’deki Kadın Hakları” başlığı altında ne yazılmış (Richard Lewinshon, “Cinsi Âdetler Tarihi”, Varlık Yayınları, 1966 – Amazon’da İngilizce baskısını bulamadım maalesef):

Bin yıllık dinî evlilik hukukunun kalkmasıyla eski rejimin dış belirtileri de değişmiştir. Erkekler fes giymeyecekler, kadınlar peçe takmayacaklardı. Yüksek sınıf Türk hanımlarının kullandığı yaşmak, doğrusu erkeğin şehvetine karşı pek cılız bir zırhtı. Venedik maskesinin gizlediği yerleri, gözlerle burnun üst yarısını açık bırakıyordu. Üstelik öyle ince kumaştandı ki, kadının her bir çizgisi meydandaydı. Bununla birlikte, yirmi yıl süreyle Abdülhamit devrinde kadının sokakta yabancı erkeklere ağzını göstermesi iyi karşılanmamıştır. Kadınların peçe takmaması kanunu da kolay ve çabuk olmuştur. Bu bir izin değildi, boyun eğilmesi gereken bir kanundu; yoksa cezaya uğranırdı. 1926 yazında artık hiçbir Türk şehrinde peçeli kadın görülmez olmuştu. Ancak taşra bölgelerinde kadınlar, alışkanlık yüzünden, erkeğin yaklaştığını görünce yüzlerini mendille örterlerdi.

(…) Yeni Türkiye’ye bırakılmış olan alanda aşağı yukarı 14 milyon kişi yaşıyordu; dışta ise eski âdetlere ve eski evlilik hukukuna iyiden iyiye bağlı 250 milyon müslüman vardı. Suriye’de, Irak’ta ve Mısır’da hiçbir müslüman kadın kendini peçesiz teşhir edemezdi. İran’da kadınlar kalın siyah örtülere bürünürlerdi – tıpkı alt dünyanın gölgeleri gibi. Bununla birlikte, Türkiye’nin verdiği örnek bu memleketlere de geçti. Birbiri ardına bu memleketler, kadınların örtünmesini zorunlu kılan ortaçağ geleneğinden kurtuldular. Öteki rejimlerde bu, Mustafa Kemal’in rejimi gibi kökten olmadı. Yönetici sınıfların ve yargıçların hanımları peçeyi attılar; dekolte elbiseler içinde halkın içine çıkmaya ve eğlenmek üzere Avrupa’ya gitmeye başladılar. Halktan olan kadınlar ilkin bu davranış karşısında hayret içinde kaldılar; fakat zamanla onlar da gelirleri müsaade ettiği nispette kendilerini onlara uydurmaya, elbiselerini batılılaştırmaya başladılar.

Özellikle Mısır’da, spor hareketleri ve kadınların askere alınması gelenekten kopmayı keskinleştirdi. Genç müslüman kızlar caddelerde şortlar içinde resmî geçit yapıyorlardı. Erkekler alışmıştı buna, artık kadının çıplak baldırını görmek cinsel bir kışkırtma konusu olmuyordu. Doğu’nun cinsî bakımdan aşırı derecede kışkırtılmaya hazır olmasının, değişen zamana karşı koyamayan, sırf bir alışkanlık işi olduğu meydana çıktı. Elli yıl içinde erkekleri batılılaştı.

Eskiden kalma birtakım kalıntılar ister istemez yaşadı. Bugün dahi müslüman kadınların çoğu iktisadî bakımdan erkeklere bağlıdır. Sırf bu, erkeklerin kadına karşı zayıflıklarıyla biraz yumuşayan, cinsî bir mertebenin kurulmasına yetmektedir. Çok karılı evlilikler hâlâ Kuzey Afrika’da ve Arabistan’da yaşamaktadır, ama Ortadoğu memleketlerinden kalkmaktadır. Bu bakımdan da, Mustafa Kemal’in başardığı sadece ulusal değil, aynı zamanda uluslararası bir devrim de olmuştur.
(s. 229-330).

Yazının bazı yerlerindeki ifadeler ne kadar iyimser, değil mi? Hele son cümledeki “devrim” ifadesi. Oysa o devrimin kazanımlarını daha ileri götürecek yerde, mevcut durumunu muhafaza etmeye, daha doğrusu eldekini yitirmemeye çalışıyoruz. Ne yazık ki, bugün olup bitenler sadece bir gerilemeye tekabül ediyor.

II

Yukarıdaki alıntıda İslâm ülkelerinden de bahsediliyor. Öyle olunca aklıma Kahire geldi. 30 sene kadar önce Batı tarzı bir şehir iken ve “Ortadoğu’nun Paris’i” olarak adlandırılırken, şimdi tam manasıyla “İslâmi” olmuş – ya da tipik bir Ortadoğu şehri hâline gelmiş. Yazık.

Burada ara sıra kitaplarından alıntı yaptığım sosyolog Niyazi Berkes 1965 sonlarında bazı Arap ülkelerine üç aylık bir gezi yapmış ve gördüklerini “İslâmlık, Ulusçuluk, Sosyalizm” (Bilgi Yayınevi, 2. basım, 1975 – baskısı yok maalesef) adlı bir kitapta anlatmış. 1965 Ekim’inde Kahire’ye gittiğinde kendisini bir tiyatroda piyes izlemeye götürmüşler. Berkes “Avant-Garde Tiyatro” başlığı altında şunları yazmış:

Tiyatro salonuna girdiğimizde perdesiz çok geniş bir sahne ile karşılaştık. Karşıda kalabalık bir koro. Sağ yanda aklar, sol yanda karalar giyinmiş iki oyuncu grubu. Korodakiler oyunun gerekli yerlerinde bir ağızdan konuşuyor ya da halk türkülerinden parçalar söylüyorlar. Bazı yerlerde de halk müziği araçları ile oyunlar oynuyorlar. Aklar ilerici güçleri, karalar gerici kuvvetleri temsil ediyor. Konu krallık, feodalizm ve emperyalizm döneminde bir Mısır köyündeki sınıf çatışmaları üzerine: köylüler, muhtar, hoca, toprak ağası ve arkasındaki jandarmaları. Asıl oyun üç kişi üzerine: Köyün genç ve güzel oynak kızı, köy abdalı, değirmen işçisi; savaş, toprak, su, değirmen ve kadın üzerine. Dikkatimi çeken şey, sarıklı hocanın karalar grubuna konması. Toprak ağası şık, bastonlu, fesli bir Osmanlı efendisine benzeyen bir genç. Siyah üniforma, siyah fes ve pala bıyıklarıyla jandarmalar fevkalâde. Köy abdalı halk hikmetini temsil ediyor. Fakat köy kızını oynayan genç oyuncu harika bir güzellikte. Profesyonel Mısır dansözlerini gölgede bırakacak şehvanî bir kıvraklıkla oynuyor. Çok alkış topladı. Oyundan sonra da bana bir fotoğrafı hediye edildi. Değirmen işçisi nihayet halkın önderi oluyor; direnmesi ile zafere ulaşıyor. Yazar belli ki tarih yapmıyor, temsilî bir şey yapıyor.

Bu kadar kör kör parmağım bir ideolojik propaganda oyunu göreceğimi anlayınca umutsuzluğa kapıldım. Mutlaka berbat, gülünç bir şey olacaktı. Bugüne değin Arapça bir piyes de görmemiştim. Kim bilir ne kadar sıkıcı olacak diye düşünüyordum. Âdeta geldiğime pişman oldum.

Oyun bittiğinde ise hayatımda az duyduğum bir sanat zevki içindeydim. (…) Oyuncular mükemmel oynuyorlardı ve Arapça sahnede çok güçlü bir dildi. Hiç yadırgamadım. Gülünç ve zayıf bir yan bulamadım. Oyunun bir kusuru uzun ve ayrıntılı olmasıydı. Bunu da dışarıda tanıştırıldığımız zaman yazara söyledim. Haklı buldu ve kısaltmalar yapacağını söyledi.

Yazara, eserinin bana, kısa bir süre önce İstanbul’da gördüğüm “Ayak Bacak Fabrikası”nı hatırlattığını söyledim. Sermet Çağan’ın eserinin bir kopyasını yollayacağımı vaat ettim, çok ilgilendi. Holde, çevremde halka olan Mustafa Behçet Bedevî, Mahmut Emin, eserin yazarı, Ahmed Salih Abbas ve Mısır’ın daha birçok ilerici aydın ve yazarı, Türkiye’de de bu ayarda ve janrda oyunlar yazıldığını ve oynandığını söylediğimde, hem ilgilendiler hem de memnun oldular; tabiî oldukça da hayret ettiler. Mısır’da Türkiye’nin hâlâ Menderes Türkiye’si olduğu kanısı egemen. Bu çevrelerin tanıdığı ve sevdiği Türkiye, Atatürk Türkiye’sidir.
(s. 129-130)

Bugün Türkiye’de belirli bir kesim sürekli olarak Menderes’i ve onun dönemindeki Türkiye’yi övüyor, o dönemde Türkiye’ye demokrasi geldiğini söylüyor, Atatürk dönemine ise sövüyor. Oysa Berkes’in anlattıklarına göre, 43 sene önce Mısır’daki aydınların kafasında Menderes Türkiye’si hiç de hoş bir yere sahip değilmiş. Nereden nereye!

III

Zamanında eski Roma’da büyük genelev mahalleleri varmış. Bunların en ünlüsü Pompei’deki "Subura" adlı bir kenar mahallesi imiş. Bu mahalledeki çoğu basit, görünüşleri hiç de çekici olmayan genelevlere “lupanar” deniliyormuş. Latince’de “lupa” kelimesi “dişi kurt” ve “lupanar” da “dişi kurdun ini” anlamına geliyor. Geneleve “lupanar” denmesinin nedeni, kadınların müşteri çağırmak için geceleri kurt gibi ulumalarından kaynaklanıyor. Aslında bizde de böyle yerler var: uluyan kadınların yerine laikliğe ve Atatürk’e söven hacı-hocalar, malum inlerin yerine de ışık evleri, yurtlar gibi yerler var. Ha, bunların müşterileri derseniz, o da bizim fakir ve cahil Türk halkı oluyor.

Tuesday, November 18, 2008


HEDWIG and the ANGRY INCH

Facebook’ta bir gruba ait fotoğraflara bakarken yorumların birinde, “bu fotoğraf The Origin of Love’a benziyor,” diyen bir yorumla karşılaştım. “O da neyin nesiymiş?” diye yorumdaki linke tıklayınca Youtube’da bir şarkı videosu çıktı karşıma. Şarkı hoşuma gidince dinlemeye başladım, ama şarkıyı söyleyen vatandaşın tam olarak kadın olup olmadığını, öyle değilse bile sesinden hareketle ona benzer bir şey(!) olup olmadığını anlamaya çalışırken şarkı bitiverdi.

Aynı vatandaşın olduğu başka şarkı videoları da görünce işin aslına bir bakayım dedim. Meğersem gördüğüm şey, 1998’de sahnelenmeye başlanan “Hedwig and the Angry Inch” adlı rock müzikalinin 2001 yılında yapılan filmine ait bir videoymuş. Müzikalin (ve filmin) konusu Hedwig adında cinsiyet değiştiren bir Doğu Alman’la ilgili; dolayısıyla film 80’lerin sonlarında geçiyor. Filme ait bazı parçaları internette izledim – oldukça ilgi çekici; hatta kimi yerlerde duygusal sahneler var. Şüphesiz müzikale ve filme ait detaylar her zamanki gibi Wikipedia’da bulunuyor. O yüzden ayrıntılarına girmeyeyim.

Diğer ilginç bir husus, hem müzikalin hem de filmin metin yazarı olan James Cameron Mitchell ile ilgili. Zira Mitchell hem ana karakter Hedwig’i filmde canlandırmış hem de şarkıları söylemiş; kendisi de aslen gay. Aynı zamanda oyuncu, yazar ve yönetmenmiş. Bu arada, filmde Hedwig’in erkek arkadaşını bir kadın oynuyor. Videoda sakallı ve kafası bandanalı şahıs olarak gördüğüm kişi oymuş. Valla kadın olduğu hiç anlamadım.

Diğer şarkılar da hoşuma gidince bir kısmını Ares adlı programla internetten indirdim. Başta dinlediğim şarkı olan The Origin of Love’ın videosunu aşağıya koydum. Burada da Mitchell şarkıyı “unplugged” (ve erkek) olarak söylüyor. Diğer güzel bir şarkı da Midnight Radio. Burada Mitchell erkek olarak görünüyor. Hedwig’in cinsiyet değiştirme hikayesini anlatan "Angry Inch" şarkısı da burada. Tüm şarkılar aslen filmden alınan parçalar. Filmdeki gayet ilginç sahnelerden biri de burada. Film bizim buralarda var mıdır, bilmiyorum. Amazon’da ise şurada. Şarkıların olduğu albüm burada. Ama ben şarkıları filmdeki hâlleriyle Youtube’dan dinleyip, Ares’ten indirdim. Mitchell’in yine cinsellikle ilgili ikinci filmi Shortbus hakkındaki bilgi burada. Fragmanı da şu. Kendisiyle filmle ilgili olarak yapılan röportaj da burada. Oldukça rahat tavırlı bir adam.

Böyle filmler bizim memlekette sinemalarda gösterilir mi? Bilemiyorum, ama belki film festivallerinde veya CNBC-e’de olabilir. Bu arada ben de bir yerlerden filmi beleşe getirmeye çalışacağım. Bu defaki yazı biraz kısa oldu, ama arayı soğutmamaktan iyidir diyorum. 

Monday, November 03, 2008


YENİDEN …

Ne zamandan beridir bloga yazamadım. Neredeyse dört ay olacak. Özellikle yaz sıcakları yüzünden fenalık geçirdiğim için, ardından da – malum – teze daldığım için blog kaldı. Tezi de önümüzdeki haziran ayında “ver-kurtul” yapayım diyorum. Yazmadığım süre içinde bir kitap çevirisi bitirdim, yenisine başladım. Dişçiyi yeniden ziyaret ettim ve ağzımdaki sağlam dişlerin sayısı daha da azaldı. Arada Fulya ile buluştuk, Kadıköy’de kitapçıları dolaştık. Yaz ayında sıcaklar yüzünden dışarı fazla çıkamayıp hareket edemediğimden göbeğimin hacminde bir artış hissettim ve rejime girdim. Haftada neredeyse iki kilo veriyorum. (Şüphesiz sağlıklı değil.) Geçen defa böyle rejim yaptığımda lisede giydiğim bir pantolonun içine yeniden girmeyi başarmıştım; sadece öne doğru eğilemiyordum. (1993’deki ilk Metallica konserinde giydiğim için pantolonun hatırası var.)

Geçtiğimiz cuma akşamı İzlenimler’den Fethi bey ile Taksim’de buluştum, yanında arkadaşları da vardı. Sonradan aramıza Bülent Mürtezağolu da katıldı. İlk oturduğumuz yerde Fethi beyin arkadaşının, ardından gittiğimiz yerde Bülent beyin, son gittiğimiz yerde de Fethi beyin cömertlikleri sayesinde yediklerimiz ve içtiklerimiz için cebimden para çıkmadı – yarabbi şükür. Rejim biraz aksadı, ama olsun.

I

Bu hafta sonu liberallerin yıllık kongresi vardı. Kongreyi uzun süreden beridir bekliyordum, zira bu sene katılımcıların arasında hem dinlemek hem de konuşmak istediğim pek çok kişi olacağını tahmin ediyordum. Nitekim konuşmacılar listesinde bayağı tanıdık kişinin ismi geçiyordu. Listede ilk günün katılımcılarının arasında Gülay Göktürk, Etyen Mahçupyan, Asaf Savaş Akat, Mümtazer Türköne, Ali Bayramoğlu, Mustafa Akyol gibileri vardı.

Ne yazık ki, kongrede ilk günü dahi tamamlayamadım. Öğle yemeği vakti geldiğinde başıma müthiş bir ağrı saplandı ve ayrılmak zorunda kaldım. O vakte kadar beklediğim kişiler gelmemiş, ben de çok sıkılmıştım. Üstelik geçen seneki gibi açık büfe de yoktu. Halbuki kongrenin en heyecanlı yeri orasıydı. Öğle yemeği için ara verildiğinde, “bu sene yiyecek sunumu yapmayacağız, herkes ihtiyacını kendisi temin edecek,” şeklinde yapılan bir anons her şeye tuz biber ekti. Fenalaştım ve daha fazla kalamadım. Neyse ki, sabahleyin arkadaşlardan biri (beleş) salamlı sandviç ve çay ısmarladığı için, ayrılmadan önce bir diğeri de (beleş) kakaolu kek verdiği için eve aç karnına gitmedim.

Cuma günkü ısrarımıza rağmen Bülent bey kongreye gelmedi, ancak bana ayrılırken “İhsan Dağı’ya sor bakalım, milletvekili kocası olmak nasıl bir şeymiş,” dedi. İhsan Dağı ODTÜ’de uluslararası ilişkiler profesörü ve Zaman gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor. Karısı da AKP’den milletvekili. Tabii, Dağı aynı zamanda liberal. Cumartesi günü katılımcıların arasında Mümtazer Türköne’nin de olacağını bildiğimden soruyu esas ona sorayım dedim. Ama arkadaşlardan biri beni yarı şaka yarı ciddi, “aman ha, kongre falan takmaz, dövmeye kalkışır, zaten dengesiz bir adam, sakın deneme,” diye uyarınca vazgeçmeyi düşündüm. Hatırlayın, Türköne zamanında Okan Bayülgen’e kafa atmak istediğini söylemişti. Üstelik ilk eşini de birkaç kez dövmüş. Zaten kongreye de gelmedi, geçen sene de gelmemişti.

Etyen Mahçupyan’ın ismi oturum yöneticisi olarak geçiyordu. Oturumlar başladıktan kısa bir süre sonra salona geldi, arka sıraların birinde sessizce oturup konuşmacıları dinledi, tek soru dahi sormadı. Kendi oturumunda da aynı şekilde davrandı, konuşmalar bittikten sonra sadece iki cümlelik, devleti eleştiren bir laf etti ve ardından aceleyle salonu terk etti. Sanki “bunu da başımızdan savdık” der gibi bir hâli vardı. Açıkçası, Atilla Yayla ile bir ara yaptığı liberalizm tartışması nedeniyle oturumda bazı şeyler söylemesini, biraz canlılık getirmesini bekliyordum, ama her nedense yapmadı.

Gülay Göktürk de saçını boyatmıştı sanırım, zira normalden fazla parlak ve siyah bir rengi vardı. Bir oturumda konuşmacılardan birine soru sordu, ama sesini bir türlü net duyamadım. Kendisiyle konuşmadım, her nedense kibirli bir kadınmış izlenimini verdi. Emre Aköz'ü de arkadan gördüm. Ensesi ne kalın adammış - kat kat. Öte yandan, yorumcu olarak yer almalarına rağmen ne Ali Bayramoğlu ne de Mustafa Akyol kendi oturumlarına geldiler.

Yeni Şafak gazetesinde yazan ve sürekli olarak dinci televizyon kanallarında boy gösteren Ali Bayramoğlu’nu yıllar önce üniversiteden bir arkadaşla birlikte görmeye gitmiştim. O zamanlar son sınıf lisans öğrencisiydim ve bir ödev için kendisiyle konuşacaktık. Arkadaşla Bayramoğlu’nun çalıştığı Star gazetesine gittik. O dönem Star Uzanların elindeydi. Bayramoğlu bizi odasına aldı. Tam oturmuştuk ki, “Kusura bakmazsanız ben yemek yiyeceğim” dedi ve bir tabldotu masasının üzerine koydu. “Arkadaşlar, siz de yiyecek bir şeyler ister misiniz? Ya da içecek bir şeyler alır mısınız?” diye sormadan oturup şapır şupur yemeye başladı – gerçekten de şapır şupur yedi. Ben de tam dişçiden çıkıp gelmiştim, o yedikçe sinirlendim. Yanlış hatırlamıyorsam bamya yemişti, her neyse. Biraz kendini beğenmiş, bizi pek öyle takmayan bir hâli vardı. Hatta bir ara, “Ben Uzanları da takmıyorum zaten," gibi bir şey söyledi. Nitekim çok uzun bir süre geçmeden de gazeteden ayrıldı. Benim canım sıkılmıştı. Gazeteden çıktıktan sonra arkadaşa sordum: “Yahu, sen bu adamdan nasıl görüşme kopardın?” Cevap verdi: “Bayramoğlu’na, falanca şahısla konuştum, sizi görmemizi tavsiye etti dedim.” Şaşırdım, “Gerçekten mi?” diye sordum, o da “Yok yav, salladım, o da inandı,” dedi.

Kongrede Mustafa Akyol ile biraz da olsa konuşmayı planlıyorum, maalesef o da olmadı. İşittiğime göre rahat, kolay konuşulabilen, sakin bir adammış. Ama Adnan hocaya bulaştığı için zamanında babası Taha Akyol’dan “biraz” azar işitmiş. Bunu daha önce de duymuştum. Yeniden duyduğuma göre içinde doğruluk payı olsa gerek. Akyol şimdi de Fethullahçıların arasındaymış. Bir hocadan diğer bir hocaya geçmiş – eh, en azından istikrar var.

Bu arada, kulağıma Fethullahçılar arasında “düşünür” sıkıntısı çekildiği lafı geldi. Hoş, bizim İslâmî kesimde düşünen adam olmadığını arada söylerim. Baksanıza, Zaman gazetesinde Mümtazer Türköne gibi adamlar yazıyor; daha ne diyeyim? Hatta, Ali Bulaç’ın fazla derin bir adam olmadığını, kolay etki altında kaldığını, ikna edici olan kişilere inanmaya eğilimli olduğunu, ama tüm bunlara rağmen Fethullahçılar arasında “düşünür” olarak itibar gördüğünü de işittim.

II

Bu arada, Hürriyet gazetesinden Cüneyt Ülsever geçen hafta liberallerin kongresi, liberaller ve iktidar hakkında bir yazı yazdı. Gerçekten çok ilginç bir yazı. Zamanında Recai Kutan yaptığı bir konuşma nedeniyle Genelkurmay’dan azar işitince ertesi gün açıklama yapmış, “O sözler bana ait değil, Cüneyt Ülsever’indir, ben de ondan aldım,” demiş, Ülsever’i resmen “satmıştı.” O zamandan beridir Ülsever bu adamlara hoş bakmaz. 5 sene kadar önce, liberal gençlerin düzenlediği bir toplantıda Ülsever’i dinlemeye gitmiştim. “Amerika’da 8 sene kaldım, sonra Türkiye’ye döndüm. Ama neden döndüm, bilmiyorum,” demişti. Ben de içimden pes demiştim kendisine.

Ülsever yazısında şöyle demiş.

Bakalım Kongre; Deniz Feneri'ni, Dişli'yi, Fırat'ı, belediye ihalelerini, Alevi haklarını, davalara getirilen yayın yasaklarını, 1 Mayıs rezaletini, Kürt meselesini, cinsel sapık Üzmez'i koruma kepazeliğini, aksayan AB adaylığını vb. ne seviyede tartışacak, yaşayıp göreceğiz.

Kongrede bundan bir arkadaşa bahsederken, ön sıradaki bir başka liberal arkadaş dayanamayıp bize döndü ve kızgınca, “Yahu, bizim Hüseyin Üzmez ile ne ilgimiz var? Niye onun hakkında konuşmak zorundayız ki?” diye sordu. Aslında liberallerin pek güzel ilgisi var. İktidarı destekleyen gazetelerin Üzmez’e sahip çıktığı, olayı görmezden geldiği, hükümetin evlenme yaşını 14’e indirmeye çalıştığı bir esnada (hatırlayın, Üzmez’in tecavüz ettiği kız 14 yaşındaydı), aynı iktidara destek veren, onu destekleyen gazetelerde yazı yazan ve onu destekleyen televizyonlarda boy gösteren liberallerin bu adamla çok güzel ilgileri var. Acaba bunlardan herhangi biri kongrede konuşuldu mu? Sorup öğrenmek lazım.

Tüm bu hususlarda liberallere şu nedenlerden dolayı kızıyorum:

Bir liberalin en başta dikkat ettiği şeylerden bir tanesi, devletin bireysel özgürlüklere müdahale edip bunları kısıtlaması ya da ortadan kaldırmasıdır. Bireylerin haklarının devletin karşısında korunması, liberallerin bireysellik anlayışının olmazsa olmaz bir parçasıdır. Devlet diyorum, ama aslında devlet sadece bir mekanizmadan ibarettir. Esas olan, devletin gücünü elinde tutan iktidar partisidir. Yoksa “devlet” adında, tüm partilerden bağımsız olarak işleyen bir kurum yoktur. Dolayısıyla “devlet” kavramı soyut bir kavramdır, onu somut hâle getiren ise işbaşına gelen partidir. Bu açıdan devlet dediğimizde kastettiğimiz şey, onun organlarını kullanma yetkisine sahip olan bu iktidar partisidir.

Türkiye’de liberaller AKP’ye destek veriyorlar. Arada bir, baştaki parti hak ve özgürlükler adına önemli bir iş yaptığında ya da yapmaya niyetlendiğinde onu desteklemenin bir mahzuru yoktur. Bu desteği vermek için illa liberal olmak gerekmez. Öte yandan, bizim liberaller AKP’ye verdikleri destekte haddi aşıyorlar. Bir bakıyorsunuz, kendini liberal olarak adlandıran adamlar iktidar partisine destek veren gazetelerde köşe yazarlığı yapıyorlar, aynı partiye destek veren televizyon kanallarında boy gösteriyorlar, karılarını aynı partiden milletvekili yapıyorlar, devletin kurumlarında çalışıp para alıyorlar, iktidar partisinin savunduğu şeyleri savunuyor, karşı çıktığı şeylere karşı çıkıyorlar. Diğer yandan iktidar partisinin hoşlanmadığı şeyleri görmezden geliyor, ona yöneltilen eleştirileri sanki parti üyesiymiş gibi yanıtlıyorlar.

Halbuki liberallerin devletin gücünü elinde tutan partinin mevcut rejimi baskıcı bir şekle sokmasından, dolayısıyla bu gücü kötüye kullanmasından endişe duymaları gerekir. Bu partinin hak ve özgürlüklere zarar verdiği ya da ihlâl ettiği her defasında liberallerin devleti eleştirmeleri, olup bitenlere karşı çıkmaları gerekir. Bunu yapmak, bir nevi emniyet sübabı görevi görmek demektir. İşte bizim liberaller bunu yapmıyorlar – hem de bilinçli olarak yapmıyorlar. Böylece kendilerini bile bile iktidar partisine kullandırtmış oluyorlar. O yüzden samimi davranmıyorlar. Bunlardan bazıları sadece “liberal” etiketini kullanıyorlar. Yarın öbür gün solcu bir parti işbaşına gelse ve iş gereği solculuk yapmak gerekse, bunlar onu da yaparlar.

Kızdığım şeylerden biri de, bazı kişilerin hak ve özgürlükleri, hatta demokrasiyi savunmayı özellikle liberalizmin tekeline sokmaya çalışması. Sanki bunları savunmak için illa liberal olmak gerekiyor. Bunu en çok yapanlar da yeni liberal olmuş saftirik üniversiteli gençler. Hayır, işin aslı öyle değil. Bir insan hem demokrat hem sosyalist olabilir; hem komünist olup hem bireylerin özgürlüklerini savunabilir. Bu türden haklar hiçbir ideolojinin tescilli malı değildir. Bu tür laflar eden kişilere iyi dikkat etmek gerekir. İşin aslını okuyup öğrenmeyen ve milletin cahilliğinden yararlanan tipler, liberalizmi neredeyse piyasa ekonomisini savunmaya dek indirdiler.

Tarihçi Erik Jan Zürcher’in Hürriyet gazetesinde bir röportajı yayınlandı. Orada şunu diyor:

2000'lerin başında AKP modernleşme açısından umut verici bir değişimi simgeliyordu. Eski elit meşruluğunu ve gücünü kaybetmişti. AKP sistemin tükenmiş enerjisini yenilemişti. Fakat şu anda görüyorum ki AKP Türkiye'yi daha da modern bir ülkeye dönüştürmeye kabil değil. Bunun İslami kökenli bir parti olmasıyla hiç ilgisi yok. Kuruluşundaki hiyerarşik yapıdan ve ataerkilliğinden kaynaklanıyor. Türkiye eğer azınlık, kadın, eşcinsel vb. haklarına önem veren daha modern bir ülke olmak istiyorsa bu AKP'yle zor. Çünkü onlarda buna yetecek ne ideoloji var ne zihniyet ne de kadro. Modernleşme için liberalizm gerekir. Liberalizm serbest pazardan ibaret değildir.

(…) Endişem, Türkiye'nin şu anda bu avantajlarını iyi kullanacak bir politikayla yönetilmiyor olması. Bakın size bir örnek vereyim: Bundan 30 yıl önce Mısır, Türkiye'den eğitim ve sağlık sistemi bakımından daha ileriydi. Şimdi Türkiye'den çıkıp Mısır'a gittiğinizde geri kalmışlık karşısında şaşkına dönüyorsunuz. Türkiye çok hızlı gelişti ama politik sistemi bu hızı yakalayamadı. Sert laik güçler ve aşırı milliyetçiler Türkiye'yi sosyal liberal bir ülke yoluna götürmüyor. CHP şu anda demokrasi için çalışan bir parti değil, AKP ülkeyi modernleştirecek donanımdan yoksun. Nereye döneceksiniz bilmiyorum. Çok ama çok büyük bir boşluk var şu anda siyasi sistemde. Sırtını orduya ya da dine yaslamayan liberal, şehirli, seküler bir siyasi akıma acilen ihtiyaç var.


III

Pazar günü Tüyap Kitap Fuarı’ndaydım. Her sene öncelikle gittiğim yer Tübitak’ın standıdır. Ne zamandan beridir okumak istediğim bir kitabı basmışlar bu sene (Brian Greene, Evrenin Zarafeti; İngilizcesi de şurada). İlk defa fuarda satıyorlarmış. Şurada da Greene’nin sunduğu, kitapla aynı ismi taşıyan “The Elegant Universe” adlı toplam 3 bölümlük ve 3 saatlik, bir nevi kitabın görüntülü hâli sayılabilecek bir belgesel var. Tübitak’da bir de Galileo’nun Buyruğu’nu aldım (İngilizcesi). İletişim filozof Spinoza’nın biyografisini basmış (İngilizcesi), Spinoza’nın kitaplarını da Dost Yayınevi basıyormuş. İletişim yakında anarşist Bakunin’in biyografisini de basacakmış.

Şu aralar 1929’daki Büyük Bunalım’dan bu yana en önemli ekonomik kriz yaşandığından Marx’ın kitaplarına ilgi artmış. Gazetede haberi bile çıktı. Türkiye’de Marx’ın kitaplarını basan Sol Yayınevi bu sene baskısı uzun süre önce tükenmiş olan “Doğu Sorunu” kitabını yeniden basmış. Tüm kitaplarını fuarda %50 indirimle satıyorlar. Standı da kalabalıktı zaten. Aslında krizle ilgili olarak Marx’ı değil, Keynes’i okumak lazım. Keynes’le ilgili yeni bir kitap da Dost’tan çıkmış.

Gazetelerde Marx’ın kitapları hakkında çıkan haberlerde Sorun Yayınları’nın Marx’ın biyografisini bastığını okumuştum. Maalesef bu biyografiyi zamanında alma hatasını yaptım. Ruslar tarafından yazılmış, tamamıyla resmî bir biyografi. Son derece sıkıcı; bir türlü bitiremedim. Onun yerine Francis Wheen’in biyografisini alın derim, ancak kitabın Türkçesi yok.

Richard Dawkins’in ne zamandan beri almak istediğim kitabı Ataların Hikayesi'ni satan yayınevi ise fuarda yoktu (İngilizcesi). Artık normal kitapçıdan satın almak zorunda kalacağız. Çeviri özenliymiş diye okudum. Dawkins’in bir de şu kitabı çıkmış (İngilizcesi). “Tanrı Yanılgısı” kitabını basan yayınevi çıkarmış, ama çevirisi nasıldır bilmiyorum. Bir de Eski Yakındoğu adında, yabancı yazarların makalelerinden oluşan hoş bir derleme kitap aldım (İngilizcesi). Özellikle kadınlar ve yiyecekler hakkındaki yazılar ilgi çekici.

IV

Yukarıda Ülsever’in katıldığı toplantıdan bahsettim. Toplantıyı düzenleyen liberal gençler şimdi ne yapıyorlar derseniz, onlar artık ortalıkta yoklar. Çoğunun nerede olduğunu ben de bilmiyorum. Şimdi yeni liberal gençler var. Bir kitap ve bir makale okuyup liberal olmuş, neyin ne olduğunu adam gibi bilmeyen, olmadık dandik adamların peşine takılan sığ tipler bunların çoğu. Böylelerine liberal oldukları için kızmıyorum; "liberalim" deyip malı götüren adamların avukatlığına soyunup kendilerini kullandırttıkları için, bir şeyi adam gibi öğrenmeye çalışmadıkları için, bu kadar boş kafalı ve bu kadar cahil olmakta ısrar ettikleri için kızıyorum. Bakalım, 4-5 sene sonra bunların kaçı hâlâ meydanda olacak? Sağlam adam sayısı o kadar az ki.

* * *

Yıllar önce ben lisedeyken, Ankaralı dört tıp öğrencisinden oluşan Dr. Skull adında bir heavy metal grubu vardı. Toplam üç albüm çıkarttılar, sonra dağılıp gittiler. Aşağıya 1992'de çıkan “Rools 4 Fools” adlı ikinci albümlerinin en sevdiğim parçasını koydum. Unutmayalım, unutturmayalım.

Friday, July 11, 2008


SAVULUN, İSLÂM GELİYOR!

Yukarıdaki resmi Goddess-Artemis göndermiş. İnternette biraz dolanınca resmin 4-6 Mayıs tarihleri arasında Tahran’da yapılan 21. İslâm Birliği Konferansı’na ait olduğunu buldum. Konferansa 45 ülkeden düşünürler, din adamları, entelektüeller, âlimler vs. katılmış. Konferansın konuları arasında İslâm dünyasında birlik ve dayanışma için gerekli ortamı hazırlamak, çeşitli kültürel ve bilimsel görüşleri bir araya getirmek, düşman entrikaları ve seküler düşünce gibi mevcut engellerden kurtulmak için çıkış yolları aramak ve bir arada yaşamayı teşvik etmek gibi meseleler varmış. Konferansta yayınlanan İslâm birliği beyannamesini de 2000’in üzerinde Müslüman düşünür ve âlim imzalamış. (Dikkat isterim, mevcut engellerin arasında “seküler düşünce” de geçiyor.)

Yukarıdaki resmin ana kaynağı şu site. Sitedeki diğer resimler de bundan farklı değil. Eh, adamlar İslâm birliğini kurdular, şeriatı getirdiler, karıları da çarşafa soktular ya, rahat rahat uyuyorlar tabii. Programda yer alan tüm o gösterişli konuları bu adamların ciddî ciddî tartışacağını düşünmek saflık olurdu zaten. Onun yerine en iyi bildikleri şeyi yapmışlar: uyumuşlar! Aslında resimler bugün İslâm dünyasının içinde bulunduğu durumu pek güzel gösteriyor. Bu saatten sonra fazla bir şey beklememek lazım.

I

Şüphesiz, konferansa Türkiye’den katılanlar da olmuş. Acaba bizden hangi Müslüman düşünürler, âlimler, enteller katıldı? Bizde Müslüman entelektüel ya da düşünür denince benim aklıma hep Fethullah Gülen hocamızın gazetesi Zaman’da yazan Ali Bulaç beyefendi gelir. Ali bey, gazetedeki köşesinde her gün entelektüel muhabbetler uydurmak için bir tarafını yırtan köşe yazarlarına hiç benzemez. Düşünme denilen o zorlu eylemin tam hakkını verir. İşte bir örnek: radikal İslâmcı teorisyenlerden Mısırlı Seyyid Kutub’un idam edilişinin 40. yılı nedeniyle İstanbul’da düzenlenen sempozyumda konuşan Ali bey, modern kadınları "kolay ulaşılabilir ve ucuz" olarak nitelendirmiş. Müthiş bir tespit! Ancak böyle bir düşünür böylesine bir tespiti yapabilirdi. Ne yani, laikler mi yapacaktı?

Zaten Ali Bulaç gibi bir düşünür de ancak Fethullah Gülen gibi bir âlimin gazetesinde yazabilirdi. Nitekim Fethullah hocamız da İngiliz “Prospect” ve Amerikan “Foreign Policy” dergilerinin ortaklaşa düzenledikleri 100 önemli entelektüel anketinde Müslüman Nurcu kardeşlerimizin ısrarla verdikleri oylarla birinci olmadı mı? Prospect dergisinin editörü David Goodhart hoca efendimiz için verilen bazı oyların hackerlar tarafından yaratıldığını söylemiş – resmen Müslümanlara iftira bu! Başka kim birinci olacaktı ki? "Travma geçirenlerin" uydurmacası! Bakın, hocamız 28. olan Samuel Huntington’ı ve 43. olan Francis Fukuyama’yı dahi ezip geçmiş. Richard Dawkins denilen kâfir bile 19. olmuş – beter olsun inşallah! Bir de David Goodhart, Fethullah hocamızı daha bir ay öncesine kadar kimsenin tanımadığını söylemiş. Pöh! Tanımıyorlarsa kendileri kaybederler. O Fethullah hocamız ki, sahip olduğu iman, ilim ve irfan ile CIA ajanlarını bile kendisine hayran bırakmış, dize gelen adamlar yeşil kart başvurusu yaparken kendisine kefil olmuşlardır. Titreyin ve utanın laikler!

Böyle haberleri okudukça kalbim sevinçle doluyor. Heyecandan kendimi tutamayıp bilgisayar karşısında tekbir getiriyorum. Alın size Müslüman kardeşlerimizin kafa yapısına ilişkin güzel bir haber. Bu kafayla bunlar ne yapar? Bir de İkinci Cumhuriyetçi Mehmet Altan'ın Ali Bulaç'a yaptığı şakanın haberini ekleyeyim. Utan Mehmet efendi, utan! Yapılır mı Ali bey gibi "sapına kadar" Müslüman olan adama böyle şaka? Laik misin sen?

II

Geçtiğimiz ay cep telefonuma bir mesaj geldi. Büyük harflerle aynen şöyle yazılmıştı: İhtilale hayır! Cumartesi saat 17’de Taksim Tünel’deyiz. Genç Siviller ile “İhtilale Hayır” deyip İstiklâl Caddesi’nde yürüyeceğiz. Genç Siviller denilen tipleri belki duymuşsunuzdur. Demokrasi ve özgürlük lafları ardına sığınarak AKP şakşakçılığı yapan sözde gençlerin kurduğu bir topluluk bu. Hatta işittiğime göre AKP’den para alıyorlarmış, ama doğru mu bilmiyorum. Haberlerde gördüğüm kadarıyla yürüyüşe katılanların arasında Abdurrahman Dilipak ve Nazlı Ilıcak gibi özgürlük “delileri” de varmış. Tabii, emekli 70’lik paşalar ellerinde mavzerler ve Kırıkkaleler ile darbe yapacaklar ya, koşup gelmiş hepsi.

Genç Siviller kendilerine amblem olarak Converse marka ayakkabıyı seçmişler. Eh, ne de olsa memleketteki tüm demokrasi ve özgürlük düşkünü gençler Converse giyiyor. İnternetteki sitelerinde yazdığına göre bu “siviller” rahatsızlarmış. AKP hakkında bildiri yayınlanır, bunlar rahatsız. AKP cumhurbaşkanını seçemez, bunlar rahatsız. AKP türbanı serbest bırakamaz, bunlar rahatsız. AKP'ye kapatma davası açılır, bunlar yine rahatsız. Ama 1 Mayıs’ta Taksim'de insanlar cop yer, gaz yutar, turistler dövülür; 200'e yakın ülkede kutlanan işçi bayramı Türkiye'de insanlara zehir olur, bu sivil arkadaşlar hiç rahatsız olmaz. Aslında ben de rahatsızım, ama bunların yaptığı yalakalıktan. Nitekim 1 Mayıs’ta milleti döven polisler bunlara hiç dokunmadı bile.

Bu sözde sivillerden bazılarını birkaç ay önce Ürgüp’teki konferansta görmüştüm. Bir baltaya sap olma ve kendince önemli bir şeyler yapma heveslisi üniversiteli tipler. Elbette aralarında bu cahil gençleri kullanıp kendilerine avanta sağlamaya çalışan tipler de vardır. AKP gider, bunlar da biter diyorum.

III

Yine geçtiğimiz hafta bir e-mail aldım. Mailde denildiğine göre Genel Kurmay Askerî Savcılığı Taraf gazetesine 7 Temmuz’da bir baskın yapmayı planlıyormuş. Baskının nedeni Dağlıca haberleri ile olarak Taraf’ın elinde bulunan belgelere el koymakmış. Mailin geri kalanında şöyle yazıyordu:

Aslında amaç Taraf'ı yıldırmak, örselemek, yormak. Bu antidemokratik gelişme karşısında, Taraf okurları olarak gazetemize sahip çıkalım. Gazeteyi çıkaran ekibin morale ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz. Onları moral olarak desteklemeli ve cesaretlerini ödüllendirmeliyiz.

İKİ VARDİYALI NÖBET (Sabah 11 Akşam 5 / Akşam 5 gece 12)

Baskının yapılması muhtemel tarih olan 7 Temmuz Pazartesi günü toplanalım. Toplantı o günün iş günü olduğu düşünülerek şöyle hesaplandı. İsteyen okurlar sabah 11'den akşam 5'e kadar gelir nöbetini tutar, isteyen akşam 5'den gece 12'ye kadar gelir nobetini tutar. İsteyen sabah 11 den akşam 12 ye kadar tüm gün nöbet tutar.

SAAT 11.00'DE KADIKOY İSKELESİ ÖNÜNDE BULUŞUYORUZ

Bunun üzerine dayanamayıp şöyle bir mesaj gönderdim:

Ben şimdi merak ettim. Herkes baskının 7 Temmuz’da olacağını öğrendi. Ya askerler tarih değiştirip baskını 8 Temmuz’da yaparsa? O zaman 8 Temmuz’da da nöbet tutmak gerekecek mi? Ya da tarihi öne alıp 6 Temmuz’da baskın yaparlarsa? Bence en iyisi Taraf gazetesinin önünde 1 hafta boyunca nöbet tutmak. Bir de nöbet tutacaklar yanlarında bira falan getirsinler. Öyle kuru kuruna nöbet olmaz. Burası ordu mu?

Dalga geçmeyip de ne yapalım? Memlekette savunacak hiç mi adam gibi bir şey kalmadı? Yazıktır. Askerlerin işi yok da, AKP’nin gayri resmî yayın organı Taraf gazetesini mi basacaklar? Benim asıl merak ettiğim, her yerde bulunmayan, fazla satmayan, fiyatı ucuz, arkasında sadece bir yayınevinin olduğu Taraf gazetesi acaba nasıl ayakta duruyor? Bazı tanınmış yazarlarının her ay maaşlarını nasıl ödüyor? En son Radikal gazetesinden Türk Solu'nun “Son Mohikan”ı Murat Belge’yi transfer ettiler. Bu transferin parası nasıl çıktı? AKP’nin verdiği tam sayfa kamu ilanlarından olmasın sakın? Gazetenin başında Ahmet Altan var. Zaten nerede bir Altan ismi geçiyorsa, orada bir sakatlık var demektir. “Gerçekleşmeyen” baskına ilişkin haber şurada.

IV

Ben esas AKP’nin kapatılma davasının sonucunu bekliyorum. Anayasa Mahkemesi’nin tatile girmeyeceği açıklandığına göre, dava en geç ağustos ayı başında sonuçlanır diye tahmin ediyorum. Nitekim AKP de ek savunma yapmak için süre istemedi. Hele şu AKP bir kapatılsın, nasıl bir cümbüş olacak. Bu şakşakçılar önce âdet yerini bulsun diye “demokrasi darbe aldı” deyip tepinecekler, ağlaşacaklar, sonra da biat edecek, yalakalık yapacak yeni efendiler arayacaklar. Hep böyle olmaz mı zaten? Burası Türkiye.

Tuesday, July 01, 2008


OSMANLI’DA "İLERLEMEME" DÜŞÜNCESİ

Geçtiğimiz hafta sürekli olarak okul işlerim ile uğraştım. Artık tez yazdığımızdan, bu tezde ne haltlar yediğimi altı ayda bir “tez izleme komitesi” adında bir komiteye rapor olarak verip, komitedeki üç hocadan imza almam gerekiyor. Tabii bu komitenin varlığı sadece kağıt üzerinde, çünkü resmî prosedüre göre komitenin toplanması ve benim de hocaların önünde konuşma yapmam gerekiyor. Ama onun yerine hocaları dolaşıp imza topluyorum, çünkü bizim memlekette işler böyle yürüyor. Hocaları bulabildiğiniz sürece sorun yok, fakat “makamlarına” gelmeyenleri sizin bulmanız lazım.

İşte bu hocalardan biri de benim tez danışmanım. Geçen hafta imza almak için kendisine gittiğimde Osmanlı üzerine biraz sohbet ettik. Nitekim kendisi de bir Osmanlı uzmanı. Esas olarak konuştuğumuz şey, Osmanlı’da neden bilimsel ve düşünsel bir ilerleme olmadığıydı. Söz dönüp dolaşıp Osmanlı’nın kendi sisteminin mükemmelliğine olan inancına geldi. Hocanın dediklerini yanlış hatırlamıyorsam, bu inanç çok erken bir dönemde, 13. veya 14. yüzyıl gibi Osmanlılarda yerleşmişti. Böylece Osmanlılar sistemlerine duydukları güven nedeniyle her iki alanda da bir kısırlığa yakalanmışlardı. Daha da vahimi bunun farkında değillerdi. Bunun üzerine ben de konuyla ilgili bir şeyler karalayayım dedim.

I

Osmanlılar kuruluşlarından itibaren sürekli olarak fetihler yoluyla başarı kazandıkları için, içinde bulundukları düzenin bu başarılarının kaynağı olduğunu ve bu düzeni korudukları müddetçe muzaffer hâlde kalacaklarına inanıyorlardı. Eğer böyle bir düzen elinizde mevcut ise alternatif sistemler hakkında fikir yürütmeye gerek yoktur, zira söz konusu düzen tüm ihtiyaçlarınıza cevap vermektedir. O zaman böyle bir sistemde değişme olduğu takdirde, bu ancak kötü yönde olabilir. Bu düşünceleri maalesef Osmanlıların düşünsel alanda hiçbir ilerleme kaydedememelerine yol açacaktı. Sorun çıktığında dahi sürekli olarak eskiye dönmekten bahsedeceklerdi. Gerisini Mehmet Genç’ten aktarayım. Kendisi bir konuşmasında şöyle diyor (bazı yerlerdeki konuşma aksaklıklarını düzelttim):

Osmanlıların zihin dünyalarında ekonomiye ilişkin tasavvur, en genel anlamıyla, ihtiyaçların karşılanması noktasında toplanıyordu. Devletin ve toplumun bütün katmanlarının ihtiyaçlarını karşılamak, iktisadî faaliyetin hedefi ve meşruiyet temeli idi. Yani kısaca “provizyonist” idiler. Mal ve hizmet üretenler önce kendi ihtiyaçlarını karşılamalı, ondan sonra da kademe kademe tüm toplumun ihtiyaçlarına cevap vermeliydiler. Bu sebepten, Osmanlılar ithalat ve ihracat konusunda çağdaşları olan Batı’nın ve bugünün değerlerine hiç uymayan bir tutum içindeydiler. İthalatı serbest bırakıyor, buna karşılık ihracat üzerinde, bazen yasaklamalara varan ölçüde, sıkı bir kontrol rejimi uyguluyorlardı. Devletin misyonu, bu ekonomi anlayışını sağlayacak kanunları, ilişkileri, kurumları oluşturmaktan ibaretti. Ekonominin sektörleri, ziraat, madencilik, esnaflık ve ticaret alanlarındaki temel düzenlemelerinin hedefi, niteliği bu idi.

Bütün bu karar, ilişki ve kurumlar; teknolojik değişmenin, büyümenin, gelişmenin, yahut en genel ifadesiyle, ilerlemenin hiçbir şekilde söz konusu olmadığı, düşünülmediği ve tabii beklenmediği bir ortamda söz konusuydu. Bu sebepten de, değişmeleri için bir neden yoktu. Daha doğrusu, değişmemeleri idealdi. İlerlemenin kötüden iyiye yahut iyiden çok iyiye doğru olduğu, önü açık, kademeli bir değişme olduğu fikrine de hiçbir şekilde [Osmanlıların] zihinlerinde yer yoktu. Evren hakkındaki temel doktrinlerini, yani dinin yapısında buldukları modeli, sosyo-ekonomik dünyaya da uygulamakta, yansıtmakta tereddüt etmiyorlardı. Yani hakikat, tıpkı dinde olduğu gibi sosyo-ekonomik dünyada da tekti. Buna karşılık yanlışlar sonsuzdu. Yanlışların okyanusunda tek olan hakikati dinde ve doktrinde Allah vahiy yoluyla vermişti. Bir ölçüde o vahye uyarak yerleştirilen gelenek ve tecrübelerle oluşan sistemin unsurlarını da, tıpkı dindeki tek hakikat gibi, sımsıkı muhafaza etmemiz gerekir diye düşünüyorlardı. Buna da kısaca “gelenekçilik” diye isim verebiliriz. Bu tutumun daha sade, anlaşılabilir bir açıklamasını belki organik bir örnekle yapmam mümkündür. İnsan vücudunun sağlığı bir değerdir, ideal bir değerdir. Vücudumuzda kötülüklerden kaynaklanan bir değişme olduğu zaman tek bir amacımız vardır: bu değişmeyi ortadan kaldırmak ve eski sağlıklı hâle dönmek. Sosyo-ekonomik alanda da yapmamız gereken, iyice denenmiş, kanıtlanmış olan kurumları, ilişkileri korumak, sürdürmektir. Değişme olursa, tıpkı hastalıkta olduğu gibi, tekrar eskiye dönmekten başka düşünülecek herhangi bir yön yoktur. Bu tutumu sosyo-ekonomik alandaki karar ve icraatın her safhasında, kağıdın filigranı gibi görmek mümkündür. Kadîm olana, eski olana uygun hareket edilmesini emreden sayısız örnekte bunları görmek mümkündür. Aynı tutumu siyasî kurumlarla ilgili, daha genel düzeyde de sistemle ilgili deneme, risale, rayiha gibi eserlerde 19. yüzyıla kadar görüyoruz ve hep eskiyi yücelten, ondan sapmaları yanlış ve kötü sayan zihnin ürünlerinde de gözlemliyoruz.
(s. 59-60)

Anlaşılacağı üzere Osmanlıların düşüncesinde “gelenekçilik”, toplumsal ve ekonomik dengeleri mümkün olduğu kadar korumak ve değişme eğilimlerini engellemek, eğer bir değişme ortaya çıkarsa eskiye dönmek için değişmeyi ortadan kaldırmak şeklindeydi. Değişme olduğunda geri dönmek istedikleri eski düzeni de Osmanlılar “kadîm” olarak adlandırıyorlardı. Genç’ten devam edelim:

İktisadî hayatın çeşitli alanlarını düzenleyen kuralların ana kaynağı şeriat idi. Ama şeriatın açık bir şekilde düzenlemediği, içine almadığı, herhangi bir çözüm yolu göstermediği ve sonradan ortaya çıkan birçok ilişkiyi düzenleyen başka kurallar da vardı. Padişahların devlet başkanı sıfatıyla çıkardıkları kanunnâme denilen kurallar bunların başında gelir. Bundan başka, mahallî örf ve âdetlerden kaynaklanan düzenlemeler de mevcuttu. Kanunnâmeler ile örf ve âdetler, şeriatın dışında olmakla beraber ona aykırı olmamak şartıyla yürürlüğe girmiş oldukları için, uyulması zorunlu olan kurallardı. Hukukun kaynağı olarak şeriatın ve yetkili dinî otorite tarafından şeraite uygunluğu kabul ve tasdik edilen kanun ve örflerin vücut verdiği bütün bu düzenlemeler manzumesinde, gelenekçilik sıkı bir şekilde riayet edilen bir ilke niteliğindeydi. İktisadî hayatın türlü alanlarında doğan çatışma ve ihtilâfların çözülmesiyle ilgili olarak verilen kararlarda 16. ve 18. yüzyıllar arasında kullanılan deyim, hep aynı formülde olmak üzere “kadîmden ola gelene aykırı iş yapılmaması” şeklindedir. Kadîm olan nedir sorusuna bir kanunnâmede “kadîm odur ki, onun öncesini kimse hatırlamaz” diye verilen cevap, gelenekçiliğin ilke olarak ne ölçüde ve nitelikte yerleşmiş olduğunu gösteren en veciz ifadedir. (s. 63-4)

Genç konuşmasında din hakkında da kısaca bir şeyler söylüyor:

Osmanlı düzeninde İslâm’ın tasavvuf yanı benimsendiği için gelişme yollarının tıkanmış olduğu tezine ekleyeceğim şudur: Osmanlılar müslümandılar, kendilerince ve kendilerine göre müslümandılar. (…) Amaçları, ahiret ile dünya arasında, din ve devlet arasında çağın koşullarına uygun, ahenkli ve dengeyi gözeten bir düzen oluşturmaktı. Bunu yaparken oluşturdukları yolu tasavvufî olarak nitelendirmek mümkündür. Kurdukları düzenin bu sebepten ilerleme yollarını tıkadığını söylemek de mümkündür. Ancak bu eksik bir söylemdir; gerilemenin yollarını aynı derecede tıkayan bir düzenin de olduğunu eklemek gerekir diye düşünüyorum. (s. 77)

Genç’in son cümlesine katılmak mümkün değil. Bu cümle açıkçası önceki cümlenin dinle ilişkili olumsuz etkisini hafifletmek için söylenmiş. Kaldı ki, ilerlemeyi engelleyen sistemin karşısında aynı derecede gerilemeyi de engelleyen bir sistem olsaydı, Osmanlı’nın durumu değişmezdi. Elimizde sadece birbiriyle çatışan iki farklı güç olurdu. Zira önemli olan “ilerleme” fikrinin ağır basmasıdır. Nitekim Osmanlı’da 18. yüzyılın sonunda başlayan reform denemelerine kadar olan tüm “ıslahat” denemeleri hep eskiye yöneliktir. Bu gelenekçilik düşüncesi ancak 19. yüzyılın ilk yarısında terk edilmiştir – yani iş işten geçtikten sonra.

II

İkinci olarak ekonomiye baktığımızda durum şöyle:

Osmanlılar ticaret ve sanayi faaliyetlerine karşı sürekli olarak kuşku beslemişlerdi, çünkü ekonomik güç aynı zamanda siyasî güç demektir. Devletin dışındaki siyasî güç de tahtın mutlak gücünün tehlikeye girmesi demektir. Bu nedenle Osmanlı Devleti reayanın, yani halkın ticarî ve sınaî faaliyetlerini sürekli olarak denetlemiş ve bunları çoğunlukla tahta siyasî rakip olma imkânları bulunmayan gayri-müslimlere bırakmıştır. Bu ekonomi-siyaset anlayışına ve yukarıda bahsettiğim gelenekçiliğe uygun olarak, toplumun örgütlenmesi de her bireyi uygun yerde tutacak biçimde idi. Örneğin Avrupa toplumlarında toplumsal sınıflar devletin yapısını belirlerken, Osmanlı’da devletin kendisi sınıfsal yapıyı belirliyordu.

Tüm ekonomik düzen tarımdan elde edilen fazla gelirin, yani kırsal kesimin ihtiyaçları karşılandıktan sonra kalan ürünün devlet tarafından alınmasını sağlayacak geleneksel yolların korunmasına yönelmişti. Bu nedenle Osmanlılarda sermaye birikimine yol açabilecek tüm faaliyetler devlet tarafından engellenmiştir. Örnek vermek gerekirse, tüccarlar için meşru olarak kabul edilen kâr oranı %5 ile %15 arasında, çoğunlukla %10 civarındaydı. Bundan daha yüksek düzeyde kâr elde etme eğilimi sıkı ceza tehdidi altında tutularak engelleniyordu. Hâliyle, bu derecede düşük bir kâr oranı ile sermayeyi büyütme ve sanayi sermayesine çevirme imkânı yoktur.

Devletin amacı toplumun geleneksel örgütlenmesinin değişmesini engellemek olunca, Osmanlılar merkantilist bir ekonomi politikası da izlemediler. Bu politika, Avrupalıların sanayi kapitalizmine geçiş öncesinde izledikleri politikadır. Geri kalanını Halil İnalcık’tan aktarayım:

İran devlet geleneğinde ekonomi, yalnızca devlet maliyesini ve dolayısıyla hükümdarın iktidarını güçlendirmenin bir aracı olarak görülürdü. İmparatorluk ekonomisi ve ticaretinin örgütlenmesine yaklaşımında Osmanlı rejimi, öncelikle merkezî hazinede mümkün olduğu kadar çok kıymetli maden (külçe veya para hâlinde altın ve gümüş) biriktirmeyi amaçlıyordu. (…) fiskalizm (gelircilik), “her durumda kamu gelirlerini ekonomi dışı amaçlarla azamiye çıkarma çabasıdır.” Gerçekten de bu, Osmanlı İmparatorluğu’nun temel ilkeleri arasındaydı.

Öte yandan, askerî güç zenginliğin başlıca aracı olarak görüldüğünden, fiskalizmle birlikte askerî emperyalizm İran-Osmanlı fetih devleti anlayışının temelini oluşturuyor, Osmanlı fetih ve imparatorluk inşası sürecinin dinamikleri bu iki kavramın içeriğinden kaynaklanıyordu.
(s. 81)

Buna karşılık, batılı merkantilist hükümetleri Osmanlı Devlet’inden farklı kılan şey, Avrupa devletlerinin zenginlik-güç-zenginlik denkleminde sanayi ve manifaktüre büyük ağırlık tanıması, böylece tüccar sınıfının ve merkantilizmin toplumda önderlik konumuna yerleşmesiydi. Başka bir deyişle Batı, kapitalist bir sistem altında biteviye genişleyen sanayi ve pazar aracılığıyla gelişen bir ulusal zenginlik ekonomisine doğru yol alırken, Osmanlılar fetihle toprak kazanmayı vurgulayan bir imparatorluk politikasına bağlı kalıyorlar ve manifaktür alanında lonca sistemine, toprak tasarrufu ve tarım alanında mîrî devlet kontrolü yöntemine önem veriyorlardı. (s. 82)

Doğulular, siyasal iktidarın, hükümdarın merkezî imparatorluk hazinesinde ne kadar altın ve gümüş biriktirebildiğine bağlı olduğunu; dolayısıyla vergi yükümlülerinin zenginleşip o hazineyi besleyecek duruma gelebilmeleri amacıyla korunmaları gerektiğini kabul ediyorlardı. Ne var ki merkantilistler buna yeni bir fikir ekleyerek, altın ve gümüş birikiminin yerli sanayilerde ve ihracatta sürekli bir büyümeyle sağlanacak elverişli bir ticaret dengesine bağlı olduğunu öne sürdüler. İşte bu fikir Batı’yı özellikle 18. yüzyılda Doğu ekonomilerinden farklılaşmaya, sanayi devrimine ve serbest piyasa ekonomisine götürdü. (s. 86)

Osmanlılar, Batı merkantilizmi gibi, bütünlüğü içinde ülke ekonomisini sistematik olarak düzenlemeyi öngören bir ekonomik doktrine hiçbir zaman ulaşamamışlardı. Ödemeler dengesi, sanayi üretiminin korunması ya da emek-yoğun ürünlerin tarım ürünleriyle değişimi yoluyla emeğin korunması gibi bir ekonomik kaygı olmaksızın, ithalat, pazarda mal bolluğu sağlamak açısından yararlı görülüyordu. Bu zihniyet çerçevesinde Osmanlılar, ticaret imtiyazlarını, yani kapitülasyonları imparatorluk için yararlı saymakta, imparatorluğun çıkarına olduğu gerekçesiyle bu tür imtiyazları merkantilist Avrupa ülkelerine seve seve tanımaktaydılar.

(…) Osmanlılar açısından esas kaygı, daima devletin fiskal (gelirci) çıkarları ile iç pazardaki tüketicilerin korunmasıydı; oysa merkantilist ekonomilerde rekabete dayalı bir uluslararası piyasanın icapları ekonomik düzenlemeleri belirliyordu. Son tahlilde bu uçurum, otoriter bir hükümdarın kontrolündeki bir statü toplumunun sosyal yapısı ile, serbestçe oluşmuş sınıflardan meydana gelen bir yapıya erişmiş ve burjuva sınıfının iktidarı paylaştığı bir sivil toplum arasındaki tezattan doğmakta idi.
(s. 88)

(…) Osmanlılar zenginliği, yeni teknolojiler sayesinde tarımın, çeşitli sanayi ve ticaret gelirlerinin azamiye çıkarılması gibi entansif yöntemlerden değil, fetih yoluyla ilhak edilen topraklardaki yeni vergi kaynaklarından bekliyorlardı. (s. 89)

(…) Osmanlı toplumunda devletin sıkı denetimi ve patrimonyal ilişkileri, vazgeçilmez bir ekonomik bölüşümcülük mekanizması olarak kalmaktadır. İmparatorluk ekonomisi ve maliyesi, esas olarak, devletin toprak mülkiyetini elinde tutması ve başlıca zenginlik kaynağı olan tarımsal üretimi kontrol etmesi olgusuna bağlıydı. (s. 85-6)

III

Osmanlı’nın yukarıda bahsettiğim ekonomik ve toplumsal yapısı bizim “sınıf bilinci” dediğimiz şeyin ortaya çıkmasını engellemiştir. Bu da bizim memlekette niye Cumhuriyet kurulurken devlet eliyle işadamı yetiştirilmeye çalışıldığını anlamaya yeter sanırım. Avrupa devletlerinde bunlar tarihsel gelişme seyri içinde kendiliğinden ortaya çıkarken, bizde ortaya çıkmaları Osmanlı tarafından bilinçli olarak engellendiği için, Cumhuriyet’in ilk yıllarında devletin ekonomiye el atması kaçınılmazdı. Zira Osmanlı'nın mülkiyet yapısı, ne üretim biçimini değiştirme imkânı sağlamış ne de mevcut sınıflar arasında önemli bir farklılaşmaya yol açmıştı. Şunu da eklemek gerekir ki, her ne kadar Cumhuriyet’in ilk yıllarında devlet eliyle sanayileşme politikası uygulanmışsa da, aslında 20’li yıllarda bu işleri özel sektörün yapması beklenmiştir. Dolayısıyla 30'lu yıllarda devletçilik politikasının uygulanma nedeni esas itibariyle özel sektörün yetersiz kalmasıdır.

Öyle görülüyor ki, ilerleme ancak zorunluluktan doğuyor. Eğer mevcut hâlinizden memnunsanız fazla düşünmenize gerek yoktur, çünkü düşünme bir anlama çabasıdır. Her şey yerli yerindeyken anlaşılmayacak ne olabilir ki? Eğer sizin için her şeyi açıklayan yol gösterici bir kitap ya da doktrin varsa, bütün aradığınız cevapları orada bulabilirsiniz, onları sizin aramanıza gerek yoktur. Maalesef bu da araştırma ve öğrenme çabasını engeller. Cemil Meriç’in ifadesiyle, “Düşünmek bir mücadeledir, bir aczin ifadesidir.” Bizim memleketin hâlini biraz da bu açıdan düşünmek lazım.

* * *

Geçen sene bir yazımda kardeşimin bir arkadaşının nikâhına gittiğini yazmıştım. Kızı nikâhın olduğu gün apar topar tesettüre sokmuşlar ve salona öyle çıkarmışlardı hani. Geçen gün laf açılınca kardeşime kıza ne olduğunu sordum. Dediğine göre kız adamdan boşanmış, hatta yeni bir erkek arkadaş bile bulmuş. Gerçi kardeşim kızın ne zaman boşandığını bilmiyor, ama olayın üzerinden bir sene geçmeden boşanmış. Eh, mutlu son sayılır bu.

Thursday, June 26, 2008


KÂFİR

Ne zamandan beridir Ayaan Hirsi Ali’nin “Infidel” adlı kitabını alıp okumak istiyordum. Bir ara internetten kitabı word dosyası biçiminde bulmuştum, ama okumaya fırsatım olmamıştı. Sonunda, ben okuyuncaya kadar Türkçe çevirisi “Kâfir” adıyla çıktı. Kitabın reklamını görür görmez kardeşime aldırdım.

Ayaan Hirsi Ali aslen Somalili. İstemediği bir adamlar evlendirilmek zorunda kalınca Hollanda’ya kaçıyor ve mülteci oluyor. Kendini yetiştirip üniversitede siyasal bilimler okuyor ve sonunda Hollanda meclisine milletvekili olarak seçiliyor. Kendisi aynı zamanda Theo van Gogh ile birlikte “İtaat” filmini çekmiş. Ancak van Gogh’un öldürülmesinden sonra aldığı tehditler ve bazı politik olaylar yüzünden Amerika’ya yerleşmek zorunda kalıyor. Zaten Hollanda’daki Müslümanlar İslâm hakkında yaptığı açıklamalar yüzünden ona kin besliyorlar. Nitekim Ali de bir ateist. İşte “Kâfir” de onun otobiyografisi.

Kitap oldukça akıcı bir olay örgüsüne sahip ve Afrika’daki İslâm ülkelerinin içler acısı hâlini ilk elden anlatıyor. Özellikle kadınlar hakkındaki – sünnet ve erkek baskısı gibi – olaylar oldukça ibret verici; okudukça bir kez daha Türkiye’deki laik sistemin nimetlerini anlıyorsunuz. Dincilerin Ali’ye kin beslemelerine ve ölümle tehdit etmelerine şaşmamak gerek.

I

Bütün bunlar pek güzel de, kitabın güzelliğini bozan bir şey var: çevirisi özensiz. Kitap baştan sona imlâ hataları ile dolu. Bazı yerlerde virgül ya hiç kullanılmamış ya da yanlış kullanılmış, ayrı yazılması gereken -de’ler, -da’lar bitişik yazılmış, yer yer dizgi hataları var. Kimi yerlerde çeviriler yanlış olmuş, orijinali ile ilgisi olmayan şeyler yazılmış. Eksik kelimeler bile var.

Yanlış ve eksik çeviriler için üç örnek vereyim. Çevirilerdeki imlâya hiç dokunmadım. İlk örnek şöyle:

Yüz yıllar boyunca, herhangi bir şeyi sorgulamayı reddederek işleyişi reddederek sadece Kuran’ın söyledikleriyle davranıyorduk. Bu kadar uzun bir süre sebeplerden kaçmıştık, çünkü inancımızın bütünleştiriciliğiyle yüzleşme kabiliyetimiz yoktu. (s. 353)

Hangi işleyiş reddediliyor? Hangi sebeplerden kaçınılıyor? İnancın bütünleştiriciliği ile yüzleşmek ne demek? Zaten bir virgül de eksik. Bir de İngilizcesine bakın:

For centuries we had been behaving as though all knowledge was in the Quran, refusing to question anything, refusing to progress. We had been hiding from reason for so long because we were incapable of facing up to the need to integrate it into our beliefs.

Türkçe çeviri ile tamamıyla alâkasız bir cümle. O kadar baştan savma bir çeviri ki, “reason” kelimesi ilk anlamı olan “neden” kelimesiyle çevrilmiş. Halbuki cümlede “akıl” anlamına geliyor. Ben kabaca şöyle çevirdim:

Yüzyıllar boyunca sanki tüm bilgiler Kuran’da yer alıyormuş gibi davranmıştık; herhangi bir şeyi sorgulamayı reddetmiştik, ilerlemeyi reddetmiştik. Bu kadar uzun bir süre boyunca akıldan saklanmıştık, çünkü onu kendi inançlarımız ile birleştirme ihtiyacı ile yüzleşmeyi beceremiyorduk.

Diğer örnek de şöyle:

O günün Hollanda hükümeti, eski Yugoslavya’da, gözü dönmüş Sırpların Srebreniska’daki katliamlarına karşı görev yapan Birleşmiş Milletler Barış Gücü’ne asker göndermişti. Bunun üzerine hiçbir politikacı istifa etmemişti. (s. 369)

Bir mantıksızlık dikkatinizi çekti mi? İşte cümlenin İngilizcesi:

The Dutch government of the day had sent troops to the UN peacekeeping force in the former Yugoslavia, troops who turned a blind eye to the Serbian massacres at Srebrenitsa. Yet not one politician resigned over it.

Anlayacağınız, “göz yummak” ya da “görmezden gelmek” anlamına gelen “turn a blind eye” ifadesi “gözü dönmüş” diye çevrilmiş. Yuh be kardeşim! Bu kadar da olmaz. Demek “turn” ve “eye” kelimeleri bir arada kullanılınca “gözü dönüyor” anlamını veriyorlar; zaten yanlarında “Serbian” kelimesi de var. Eh, o zaman al sana “gözü dönmüş Sırplar.” Sadece Türkçesini okuduğunuz zaman bile bir mantık hatası olduğunu görüyorsunuz. Bu kadar mı baştan savma çevrilir?

Sonuncu örnek biraz uzun:

Doğru düşünüyordum. Kendimi kötü hissetmemiştim, aksine her şey çok açıktı. İnanç yapımdaki aksaklıkları gördüğüm uzun süreç ve parçalanmaya başlayan yapının kenarlarında dolaştıktan sonra parça parça sökülüp gitmişti – her şey sona ermişti. Omuzlarımın üstünden beni izleyen melekler, evli olmadan seks yapmanın gerginliği, içki içmenin suçluluğu, hissettiğim bütün dini kısıtlamalar uçup gitmişti. Cehennemde yanma korkusu kalktıktan sonra ufuk çok daha genişlemişti. Allah, melekler, şeytan bütün bunlar insanoğlunun hayal ürünüydü. Artık bundan sonra kendi nedenlerimle ve kendime olan saygımla ayaklarımın üzerinde durup yolumu bulabilirdim. Bana yönümü gösterecek pusula içimdeydi, kutsal kitabın sayfalarında değil. (s. 366)

İngilizcesi de şöyle:

It felt right. There was no pain, but a real clarity. The long process of seeing the flaws in my belief structure and carefully tiptoeing around the frayed edges as parts of it were torn out, piece by piece—that was all over. The angels, watching from my shoulders; the mental tension about having sex without marriage, and drinking alcohol, and not observing any religious obligations—they were gone. The ever-present prospect of hellfire lifted, and my horizon seemed broader. God, Satan, angels: these were all figments of human imagination. From now on I could step firmly on the ground that was under my feet and navigate based on my own reason and self-respect. My moral compass was within myself, not in the pages of a sacred book.

Adam gitmiş “reason” kelimesini yine “neden” diye çevirmiş. “Obligation” kelimesi “yükümlülük” yerine “kısıtlama” diye çevrilmiş. “God” olmuş “Allah.” Bazı kelimeler çevrilmemiş bile. Benim kendimce yaptığım çeviri şöyle:

Yaptığımın doğru olduğunu hissediyordum. Hiçbir acı duymuyordum, sadece gerçek bir berraklık vardı. İnanç yapımdaki kusurları gördüğüm uzun süreç ve yıpranmış kenarlarının etrafında ayaklarımın ucuna basarak dikkatlice dolaştığım bu yapı, parça parça sökülüp gitmişti – her şey sona ermişti. Omuzlarımın üzerinden beni izleyen melekler; evli olmadan seks yapmanın, içki içmenin ve hiçbir dinî yükümlülüğü yerine getirmemenin yarattığı zihinsel gerginlik – hepsi uçup gitmişti. Sürekli varolan cehennem ateşi olasılığı ortadan kalkmıştı ve ufkum daha geniş görünüyordu. Tanrı, şeytan, melekler; bunların hepsi insan hayalinin ürünüydüler. Bundan sonra ayaklarımın altındaki toprağa sağlam bir şekilde basabilir, aklıma ve öz saygıma dayanarak yolumu bulabilirdim. Ahlâkî pusulam benim içimdeydi, kutsal bir kitabın sayfalarında değildi.

II

Yine de kitaptan ilginç gördüğüm iki yeri aktarayım dedim. İlki Ali’nin küçükken Arabistan’da yaşadığı bir Ay tutulması ile ilgili. Türkçe çevirideki imlâ hatalarını düzelterek aktarıyorum:

16 Eylül 1978’de Riyad’ta bir Ay tutulması olmuştu. Akşama doğru Ay tutulması gözle görülmeye başlamış, mavi gökyüzü yavaş yavaş kararmaya, Ay’ın rengi sönmeye başlamıştı. Birden kapının hızla çalındığını duyduk. Kapıyı açtığımızda yan komşumuz her şeyin yolunda olup olmadığını sormuştu. Kıyamet Günü’nün geldiğini söylemişti. Kuran’da yazıldığına göre güneş batıdan doğacak, denizler yükselip taşacak, bütün ölüler dirilecek ve Allah’ın melekleri günahlarımızı ve sevaplarımızı tartıp iyileri cennete, kötüleri ise cehenneme göndereceklerdi.

Hava henüz aydınlık olmasına rağmen müezzin aniden ezan okumaya başlamıştı. Bu sefer her zamanki gibi birisi bitirip diğeri başlamamıştı, hep bir ağızdan şehri ayağa kaldırırcasına okuyorlardı. Mahalleden bağırtılar çağırtılar geliyordu. Dışarı çıkıp baktığımda herkesin caddelerde namaz kıldığını görmüştüm. Annem bizi içeriye çağırıp, “herkes namaz kılıyor, bizim de kılmamız lazım,” demişti.

Gökyüzü daha da kararmıştı ve bu bir işaretti. Daha çok komşu kapımızı çalıp, geçmiş hataları yüzünden af dileyip bağışlanmayı istiyorlardı, çünkü çocukların duaları mutlaka kabul olunurdu. Cehennemin kapıları sonuna kadar açılmıştı. Hepimiz paniğe kapılmıştık. Sonunda, hava karardıktan sonra babam eve gelmişti. “Baba,” diye bağırarak ona koşmuştuk. “Bugün Kıyamet Günü. Seni bağışlaması için anneme yalvarmalısın!”

Babam diz çöküp bize sarılmıştı. Yavaşça konuşuyordu: “Eğer bir Suudi’ye gidip bunu yaparsanız,” – bize doğru seslice el çırpmıştı – “bunun kıyamet olduğunu sanırlar, çünkü onların hepsi koyun.”

“Peki öyleyse bu Kıyamet Günü değil mi?”

“Sadece Ay’ın gölgesiydi,” diye açıkladı. “Bu çok normal bir şey; merak etmeyin, geçecek.”

Babam haklıydı. Kıyamet Günü güneş batıdan doğacaktı, ama ertesi günü aynı dolgunluk ve kudretiyle, her zamanki yerinden çıkıp gelmişti ve Dünya batmıyordu.
(s. 74-5)

Ali’nin babası kitabın başka bir yerinde Araplar için “inek” diyor. Bu kafayla bunlar nereye gider? Onlar bir yere gitmez gerçi, ama Amerika gelir.

III

Bu aktaracağım kısım ise hepimizin aşina olduğu bir şey: başörtüsü. Ali mülteci olmak için beklediği kampta Etiyopyalı kızlar ile örtünme meselesini tartışıyor. O esnada Ali kapalı gezen bir Müslüman – henüz “kefere” olmamış.

“Ben neden örtünmeyip tenimi göstereyim?” diye sormuştum Mina’ya. “Sizin hiç utanmanız yok mu? Ortalıkta çıplak dolaşarak ne elde etmeyi umuyorsunuz? Bunun erkekleri etkilediğini bilmiyor musunuz?”

“Mini etek giymeyi seviyorum, çünkü bacaklarımın güzel olduğunu düşünüyorum. Sonsuza kadar böyle kalmayacaklar ve ben de şimdi keyfini çıkarıyorum,” dedi bir bacağını bana doğru sallayarak. “Eğer bundan hoşlanan başka birileri varsa, bu çok daha güzel.”

Buna inanamamıştım. “Bu bana öğretilerek büyüdüğüm şeyin tam tersi,” demiştim. Çene çalmak için kızların hepsi başıma toplanmışlardı ve “Neden Müslümanlar bu kadar zor insanlar?” demişlerdi.

“Fakat erkekler sizi böyle kolları açık ve her yeri çıplak gördüklerinde kafaları karışıp, cinsel duyguları uyanıp baştan çıkıyorlar,” demiştim onlara. “Arzuları onları kör ediyor.”

Kızlar gülmeye başlamışlardı. “Gerçekten öyle olduğunu sanmıyorum,” demişti Mina. “Ve biliyorsun, eğer baştan çıkıyorlarsa, bu çok da büyük bir sorun değil.”

Ben bağırmaya başlamıştım, neyin gelmekte olduğunu görüyordum. “Fakat bu durumda çalışmayacaklar, otobüsler birbirine çarpacak ve fitne her yeri kaplayacak.”

“Peki o zaman neden Avrupa’da, çevremizdeki her yer kaos hâlinde değil?” diye sormuştu Mina.

Doğruydu. Bütün yapmam gereken gözlerimi kullanmaktı. Avrupa’da her şey mükemmel işliyordu, bütün otobüsler saat gibi çalışıyordu. Kaosun ilk sarsıntısı bile ortalıkta görünmüyordu. “Bilmiyorum,” demiştim umutsuzca. “Belki de buradakiler gerçek erkek değillerdir.”

“Öyle mi? Bu güçlü sarışın Hollandalı işçiler gerçekten erkek değiller mi?” O anda bütün kızlar bana bakıp gözlerinden yaş gelinceye kadar gülmeye başlamışlardı. Bunun bir İslâm saçmalığı olduğunu düşünüyorlardı. Biz Müslümanlar şunla ya da bunla övünüyorduk, ama bizim kültürümüz cinsel açıdan tamamen engellenmişti. Ve yeryüzünde fitnenin en çok zarar verdiği kişinin kendim olduğunu mu sanıyordum? Onlar çok samimiydiler, bunun benim suçum olmadığını biliyorlardı. Ben böyle düşünüyordum, ama gerçekten bunun yapmamı sağlamışlardı.

Ayağa kalkıp, başörtümü çıkarıp bungalovun önüne çıktım. Biraz ötede bir grup Bosnalı mülteci oturmuş, güneşlenerek sohbet ediyorlardı. Bu kadınlar Müslüman olmalıydılar, ama hemen hemen çıplak sayılırlardı. Kısacık şortlar ve tişörtler giymişlerdi, hatta sutyen bile takmamışlardı, meme uçları belli oluyordu. Biraz ilerilerinde erkekler normal bir şekilde çalışıyorlar, oturuyorlar ya da sohbet ediyorlardı. Açıkça hiçbiri onları fark etmiyordu bile. Onlara bakarak, uzun süre Etiyopyalı kızların söylediklerinde haklı olabileceklerini düşündüm.

Ertesi sabah bir şey denemeye karar vermiştim. Başörtüm olmadan dışarıya çıktım. Uzun yeşil bir eteğim ve uzun bir tuniğim vardı. Başörtümü herhangi bir olumsuz durum için yanımdaki çantaya koymuştum, fakat saçlarımı örmemiştim. Ne olacağını görmeyi planlıyordum. Terliyordum. Bu gerçekten haramdı ve on altı yaşımdan beri ilk kez halka açık bir yerde başörtüsüz dolaşıyordum.

Tam olarak hiçbir şey olmamıştı. Bahçıvanlar makaslarıyla çalılıkları kesip düzeltiyorlardı. Kimse dönüp bakmamıştı bile. Bunlar Hollandalıydı ve belki de gerçekten erkek değillerdi. Etiyopyalılar ve Zahirelilerin arasından geçmiştim, kimse benimle ilgilenmemişti. Fakat bunlar da Müslüman değillerdi. Ben de Bosnalı gruba doğru yürümüştüm. Kimse bana bakmamıştı. Hatta başörtülü dolaşmamdan daha az ilgi görmüştüm. Hiçbir erkek heyecanlanmamıştı.
(s. 255-7)

IV

Bu arada, Ali’nin bir özelliği var: kendisi tüm bunların kültürden değil, dinin kendisinden kaynaklandığını düşünüyor. Yani bazılarının yaptığı gibi, “İslâm bir barış dinidir, olup bitenler ise sadece bu ülkelerin geriliğinden kaynaklanmaktadır,” demiyor. Asıl sorunun İslâm dininde olduğunu söylüyor ve lafını hiç sakınmıyor. Bakın, BBC’de katıldığı “Hard Talk” adlı programda bir soruya nasıl cevap veriyor (programı Youtube’dan izledim):

Soru şöyle:

And you stand by your clear, unambiguous view that Islam is a religion of violence, that it legitimates the killing of the unbeliever, that it legitimates all sorts of violence against women, including rape, and you justify all of these by saying that it is in the Quran. Is that still your unambiguous position?

Ali’nin cevabı da bu:

That is my unambiguous position. It is also in the hadith. And there is a distinction between Islam as it is today and Islam as we would all like it to be or to become. And in these debates between people who defend Islam as a religion of peace and people who say they know there’s something wrong with Islam, what I notice is that those who defend Islam as a religion of peace are talking about an Islam that is not there yet – a sort of normative Islam. And I think that Islam of peace will come if we acknowledge that there is a lot of violence in the Quran, Muhammed was a very violent man when he wanted to (…)

Kendini eleştiren birtakım Müslüman kişiler için de şöyle diyor:

You know, what is curious about such reactions is that they are always very quiet when in the name Islam of Islam people are beheaded, all sorts of anti-semitic, anti-jewish acts are carried out (…)

V

Böylesine önemli bir kitabın böylesine özensiz bir çevirisi ile karşılaşmak canımı sıktı. Hiç mi okuyup düzelteni yok bu çevirilerin? Böylesine kepazelik olur mu? Eğer kitabı alacaksanız Amazon’dan İngilizcesini alın derim; zaten dili çok ağır değil. İş sadece imlâ hataları ile kalsa belki buna katlanılabilirdi, ama yanlış çeviri olmadık bir şey.

Bu arada, Ali'nin Türkiye hakkında yazdığı bir yazı da şurada. Yazıda Erdoğan, Gül ve AKP için şöyle demiş: "They have understood and exploited the fact that you can use democratic means to erode democracy." Haksız mı? Kitabı okuduktan sonra İslâmcılara kızmakta ve laik düzeni savunmakta ne kadar haklı olduğumu bir kez daha gördüm – kim ne derse nesin.

Monday, June 02, 2008


SOLUK MAVİ NOKTA

Geçtiğimiz ay Einstein hakkında bir haber yayınlandı gazetelerde. Einstein’in 50 yıl boyunca özel bir koleksiyonda saklanan ve dolayısıyla daha önce hiç yayınlanmamış bir mektubu bulunmuş. Habere göre 3 Ocak 1954 tarihli bu mektubu Einstein, kendisine “Choose Life: Biblical Revolt” adlı kitabının bir nüshasını gönderen filozof Eric Gutking’e yazmış. Mektubun özelliği ise Einstein’ın dinî görüşleri hakkında bazı ifadeler taşıması. Nitekim mektubun bir yerinde şöyle bir ifade geçiyor:

... The word God is for me nothing more than the expression and product of human weaknesses, the Bible a collection of honourable, but still primitive legends which are nevertheless pretty childish. No interpretation no matter how subtle can (for me) change this.

Daha önceleri Einstein’in dinî görüşleri hakkında bayağı yazılıp çizilmişti, ama bu mektup son sözü söylemiş görünüyor. (Mektubun kısaltılmış hâli burada.) Dahası, mektup yine geçtiğimiz ay Londra’daki Bloomsbury müzayede evinde 170.000 pounda (ya da dolar cinsinden 404.000$) satılmış. Hatta satın almak isteyenler arasında Richard Dawkins de varmış. Dawkins mektubu kendi adını taşıyan vakfa bağışlamayı planlıyormuş, ama müzayedeye katılamamış.

Einstein hakkındaki haberi okurken aklıma Carl Sagan geldi. Sagan Amerikalı ünlü bir astronom. Yıllar önce TRT 2’de onun sunduğu “Cosmos” adlı bir belgesel gösterilirdi. Bu aynı zamanda onu ünlü yapan belgesel. Kitaplarından biri olan “Contact” 1997’de aynı adla filme çekildi. Başrolünde Jodie Foster oynuyordu. Sagan tanrı meselesinde kuşkucu (skeptic) biri olarak tanınıyor; Foster ise ateist.

I

Yukarıda yazının başına koyduğum ve “Soluk Mavi Nokta” olarak bilinen (The Pale Blue Dot) fotoğraf "Voyager 1" adlı uzay aracı tarafından çekilmiş. Mavi halka içerisindeki küçük nokta Dünya’yı gösteriyor. Fotoğrafın çekilmesini yetkililere Sagan önermiş, ancak kabul ettirmesi biraz zor olmuş. Sonunda Voyager’ın kamerası 14 Şubat 1990’da, 6.4 milyar kilometre öteden bu fotoğrafı çekmiş. Fotoğrafta görünen renkli ışın çizgileri güneş ışığından değil, güneşe bu derecede yakın bir noktaya yöneltilmesi sonucunda kameranın optiğinden dağılan ışıktan kaynaklanıyor. Sagan bu fotoğraf hakkında “The Pale Blue Dot” adlı kitabında şunları demiş:

Look again at that dot. That's here. That's home. That's us. On it everyone you love, everyone you know, everyone you ever heard of, every human being who ever was, lived out their lives. The aggregate of our joy and suffering, thousands of confident religions, ideologies, and economic doctrines, every hunter and forager, every hero and coward, every creator and destroyer of civilization, every king and peasant, every young couple in love, every mother and father, hopeful child, inventor and explorer, every teacher of morals, every corrupt politician, every "superstar," every "supreme leader", every saint and sinner in the history of our species lived there-on a mote of dust suspended in a sunbeam.

The Earth is a very small stage in a vast cosmic arena. Think of the rivers of blood spilled by all those generals and emperors so that, in glory and triumph, they could become the momentary masters of a fraction of a dot. Think of the endless cruelties visited by the inhabitants of one corner of this pixel on the scarcely distinguishable inhabitants of some other corner, how frequent their misunderstandings, how eager they are to kill one another, how fervent their hatreds.

Our posturings, our imagined self-importance, the delusion that we have some privileged position in the Universe, are challenged by this point of pale light. Our planet is a lonely speck in the great enveloping cosmic dark. In our obscurity, in all this vastness, there is no hint that help will come from elsewhere to save us from ourselves.

The Earth is the only world known so far to harbor life. There is nowhere else, at least in the near future, to which our species could migrate. Visit, yes. Settle, not yet. Like it or not, for the moment the Earth is where we make our stand.

It has been said that astronomy is a humbling and character-building experience. There is perhaps no better demonstration of the folly of human conceits than this distant image of our tiny world. To me, it underscores our responsibility to deal more kindly with one another, and to preserve and cherish the pale blue dot, the only home we've ever known.

II

Dünya’ya bu kadar uzaktan bakınca din ve inanç farklılıklarından kaynaklanan çatışmalar o kadar anlamsız görünüyor ki. Bir seneden daha fazla bir süre önce blogdaki yorumlardan birinde Hollandalı bilgin Erasmus’tan bir alıntı yapmıştım, tekrar ekleyeyim dedim. Erasmus 16. yüzyılın başında yayınlanan “Deliliğe Övgü” (Encomium Morias) adlı kitabından şöyle demiş (Orhan Hançerlioğlu, "Düşünce Tarihi", İstanbul: Remzi Kitabevi, 8. baskı, 1999, s. 177):

Ah şu mutlu deliler … Yaptıkları bin bir deliliğe ne de güvenirler. Tanrı katına yüz akıyla çıkmak için nasıl da hazırlanıyorlar, deliliklerini armağanlandırmak için cennet bile az gelecek. Tanrının karşısına dizilince kimi balıkla dolmuş karnını gösterecek. Kimi günde şu kadar yüz hesabıyla okunmuş bin ölçek duayı ortaya dökecek. Bir üçüncüsü, uzun uzun tuttuğu oruçları sayacak ve günde bir kez yediğinden ötürü karnının kaç kez patlamak üzere olduğunu anlatacak. Biri, taşımaya yedi geminin yetmeyeceği kadar çok tören, tespih, mırıltı götürecek. Bir başkası altmış yıl eldivensiz parmakla hiçbir paraya dokumadığını söyleyerek övünecek. Öteki, gemicilerin en yoksulunun bile giymekten utanacağı pis cüppesini gösterecek. Başka biri de kayaya yapışık sünger gibi elli yıl aynı manastıra bağlı kaldığını haykıracak. Kimileri ilahi okumaktan seslerinin kısıldığını ileri sürecek. Kimileri de yalnızlıktan avanaklaştıklarını ya da susmaktan dillerinin uyuştuğunu anlatacaklar. Tanrıyı iyice şaşırtacaklar. Bütün bunlardan hiçbir şey anlamıyorum, diyecek Tanrı, benden daha mübarek olmak isteyenlere verecek cennetim yok benim, gidin kendinize benimkinden başka bir cennet arayın!

III

DNA’nın yapısını keşfettiği için James Watson ile birlikte 1962 yılında Nobel ödülü alan İngiliz biyolog Francis Crick de “Şaşırtan Varsayım” (İngilizcesi) adlı kitabında şöyle diyor:

Geçmişte dinî inançların bilimsel olayları açıklamadaki başarısı o kadar zayıf olmuştur ki, geleneksel dinlerin gelecekte daha iyi sonuç elde edeceğine inanmak için pek bir neden yoktur. Bilincin, ussal nitelikler gibi, bilimin açıklayamayabileceği bazı yanları olduğu kabul edilebilir elbette. Geçmişte bu tür eksikliklerle (örneğin kuantum mekaniğinin sınırlılığı) yaşamayı öğrendik, ileride de böyle idare edebiliriz. Geleneksel dinî inançları kucaklamaya itileceğiz anlamına gelmemeli bu. Yaygın dinlerin inançlarının çoğu sadece birbirleriyle çelişmekle kalmıyor, aynı zamanda bilimsel ölçütler uygulandığında da o kadar çürük tanıtlara dayanıyorlar ki, ancak kör bir imanla kabul edilebilirler. Bir kiliseye bağlı kişiler ölümden sonraki yaşama inanıyorlarsa, neden bunu saptamak için sağlam deneyler yapmıyorlar? Başaramayabilirler, ama en azından deneyebilirler. Yalnızca kilisenin açıklayabileceği gizemlerin (dünyanın yaşı gibi) yoğun bir bilimsel saldırı karşısında yok olduğunu tarih gösterdi. Üstelik, doğru yanıtların geleneksel dinlerin söylediğiyle uzaktan yakından bir ilişkisi olmadığı ortaya çıktı. Vahiyle inen dinlerin vahyettikleri bir şey varsa, o da genellikle yanlıştır. (s. 285)

İnsanların çoğunun deneysel bulgular karşısında ikna olup, görüşlerini hemen değiştireceklerine inanmak ne kadar da rahat olurdu. Maalesef tarih bunun tersini gösteriyor. Yerkürenin yaşının artık hiçbir mantıklı şüpheye yer bırakmayacak biçimde saptanmış olmasına karşın, ABD’de milyonlarca köktendinci, Hıristiyan İncil’inin kelimesi kelimesine okunmasından çıkardıkları bir görüşe göre, bu yaşın çok az olduğu gibi çocukça bir iddiayı hâlâ inatla savunmaktalar. Ayrıca, uzun zamanda bitkilerin ve hayvanların evrimleşip büyük değişimler geçirdiği de aynı ölçüde kesinlikle belirlenmiş olmasına karşın, bunu da genellikle yadsıyorlar. Doğal ayıklanma sürecine ilişkin söyleyeceklerinin de tarafsız olması beklenemez, çünkü görüşleri dinî dogmalara körü körüne bağlılıkla önceden belirlenmiştir.

Çöpe atılmış düşüncelere keçi inadıyla sarılmanın altında birkaç neden varmış gibi geliyor bana. Bize ilk yaşlarda verilen genel düşünceler, özellikle ahlâkî olanlar, beynimizin derinliklerine yerleşiyor. Bu durum dinî inançların kuşaktan kuşağa nasıl aktarıldığını açıklamaya yardım edebilir, ama böyle düşünceler ilkin nereden çıkıyor ve neden çoğu sonunda yanlış çıkıyor?

Bir etmen, kendimizin ve dünyanın doğasına ilişkin genel açıklamalara olan çok temel gereksinimimizdir. Çeşitli dinler böyle açıklamaları, ortalama insana kolayca hitap edebilecek deyimlerle dile getiriyorlar. Unutulmamalı ki, beynimiz büyük ölçüde gelişimini insanların avcı-toplayıcı olduğu dönemlerde tamamladı. Küçük insan takımları içinde işbirliği ve komşu rakip kabilelerle düşmanlık için kuvvetli bir seçici baskı vardı. Bu yüzyılda bile Amazon ormanlarında, Ekvator’un ücra köşelerindeki rakip kabilelerde en başta gelen ölüm nedeni düşman kabile üyelerinin mızraklarının açtığı yaralardır. Böylesi koşullarda ortak genel inançlar kabile üyeleri arasındaki bağlılığı kuvvetlendirmektedir. Bunlara olan gereksinim evrim sonucu beynimizde yer etmiş olabilir pekâla. Bu yüksek gelişmeyi sağlamış olan beynimiz, hiç de bilimsel gerçeklikleri bulma baskısı altında değil, yalnızca yaşamı sürdürmeye ve ardıllar bırakmaya yetecek kadar becerikli olmayı sağlamak üzere evrim geçirmiştir.

Bu noktadan bakıldığında, bu ortak inançların tamamıyla doğru olmalarına gerek yoktur; insanların bunlara inanmaları yeterlidir. İnsan yeteneklerinin en belirgin olanı, karmaşık bir dili akıcı biçimde kullanabilmesidir. Yalnızca dış dünyadaki nesneleri ve olayları değil, aynı zamanda daha soyut kavramları belirleyecek sözcükler de kullanabiliyoruz. Bu yetenek, insanın çok az sözü edilen bir başka çarpıcı özelliğine götürüyor bizi: kendimizi aldatmak için sınırsız bir yeti. Eldeki sınırlı bulgunun en uygun yorumunu çıkarmak üzere evrimleşmiş beynimizin doğasının ta kendisi, bilimsel araştırma disiplini yoksa, özellikle oldukça soyut konularda, çoğu kez yanlış vargılara sıçramayı neredeyse kaçınılmaz kılmaktadır.

(…) Yanıt ne olursa olsun, buna ulaşmak için tek akılcı yol ayrıntılı bilimsel araştırmadan geçmektedir. Başka yaklaşımların hepsi de karanlıkta kendini yüreklendirmek için ıslık çalmaktan öte bir şey değildir. İnsana dünyaya ilişkin bitip tükenmeyen bir merak bahşedilmiştir. Gelenek ve göreneklerin çekiciliği dünün tahminlerinin geçerliliğine ilişkin kuşkularımızı ne kadar bastırırsa bastırsın, bunlara karşı sonsuza dek hoşnut kalamayız. Yalnızca içinde yaşadığımız bu uçsuz bucaksız evrenin değil, ta kendimizin de açık ve doğru bir şeklini elde edinceye dek çekici sallamayı sürdürmeliyiz.
(s. 288-90)

IV

Son olarak Sagan’dan bitirelim. Kendisi 1994’te tedavisi olmayan Myelodysplasia adlı bir hastalığa yakalanıyor ve 1996’da ölüyor. (Yukarıdaki Sagan’ın eşi ile birlikte çekilmiş bir resmi, hoşuma gidince koydum.) Ölümünden sonra yayınlanan “Milyarlarca ve Milyarlarca” (İngilizcesi) adlı kitabında hastalık ile olan savaşını anlattığı son bölümde şöyle diyor Sagan:

Dünya öylesine sevgi dolu ve tinsel derinliği olan, o kadar nefis bir yer ki, sağlam kanıtı olmayan hoş öykülerle kendimiz aldatmak için bir sebep yok. Bana göre, ne kadar kırılgan olsak da, ölümün gözünün içine korkmadan bakmak ve yaşamın sağladığı kısa ama muhteşem fırsat için her gün şükran duymak çok daha iyi. (s. 248)

* * *

Bu da Billy Joel’in 1989 tarihli “Storm Front” albümünden The Downeaster “Alexa” adlı parça. Joel bunu Long Island’daki balıkçılar hakkında yazmış; kendisi de gençliğinde orada bir gemide çalışmış. En sevdiğim kısmı şurası:

I’ve got bills to pay and children who need clothes
I know there’s fish out there but where God only knows
They say these waters aren't what they used to be
But I've got people back on land who count on me

Tuesday, May 13, 2008


İKİ HİKAYE

İlkokuldan başlayıp üniversitenin ilk yıllarına değin sıkı bir çizgi roman okuyucusuydum. Türkiye’de yayınlanan çizgi romanların önemli bir kısmını, hatta orijinal Amerikan çizgi romanlarını dahi takip ederdim. Ancak hem yaş ilerleyip ilgi alanları değiştiğinden hem de çizgi romanlar eski çekiciliklerini kaybettiğinden, bir süre sonra bunları okumayı bıraktım. Örneğin Süpermen’in ve Örümcek Adam’ın yeni maceraları eskileri kadar güzel değildi; çizimleri de bozulmuştu. Süpermen 80’lerin ilk yarısında yenilenmiş, ama artık macera açısından tükenmeye başlamıştı. Örümcek Adam’ın 90’lardaki maceraları 70’lerdekileri aratıyordu. Zaten Barbar Conan gibi yayınlar da Amerika’da bitmişti (öğrendiğime göre şimdi yeniden başlamış, fakat takip etmiyorum).

Açıkçası eski maceralar daha güzeldi – hele Zagor, Mister No gibi İtalyan serilerinin bizde 80’lerde yayınlanan maceraları. Dayım da eski bir çizgi roman okuyucusu olduğu için Zagor gibi serilerin 70’lerde yayınlanan sayılarını ondan okuma fırsatını bulmuştum. Bunların arasında Zagor ile Çiko’nun tanıştığı macera da vardı, ama o macera daha sonra yeniden yayınlandı mı bilmiyorum. Bu İtalyan karakterlerin arasında Martin Mystere en entelektüel olanıydı. Jorge Luis Borges ve Ambrose Bierce gibi yazarları onun sayesinde tanıdım. Borges’in “Kum Kitabı” adlı hikayesi ile ilişkili bir macerası vardı Mystere’nin, Bierce ise güya bir uzaylı tarafından öldürülmüştü (nitekim Bierce gerçekte kaybolmuştur). Ama sonradan Mystere’nin maceralarının ve çizimlerinin eski tadı kalmadı; ben de almayı bıraktım.

Buna rağmen Mystere’den Borges miras kaldı. O dönem merak edip Borges’in “Alçaklığın Evrensel Tarihi” kitabını almıştım. Okudukça kısa hikayeleri hoşuma gitmeye başladı, böylece ben de kitaplarını almaya devam ettim. Evvelki gün rafları karıştırırken elime “Brodie Raporu” adlı kitabı geçti. Kitaptaki ilk hikaye benim en sevdiğim Borges hikayesidir. Kısa olduğundan aktarayım dedim.

I

Araya Giren

(2 Samuel, I, 26)

Bu öyküyü Nelsonların en küçük çocuğu Eduardo’nun bin sekiz yüz doksan küsur yılına doğru, Moròn çiftliğinde, eceliyle ölen ağabeyi Cristian’ın ölüsünün başında (pek olası değil ama) anlattığı söylenir. Gerçek olan, peşpeşe Paraguay çayı içilen o üzüntülü uzun gecede, bu öyküyü birisinin bir başkasından duyduğu, o başkasının da bunu, bana anlatacak olan Santiago Dabove’ye yinelediğidir. Yıllar sonra aynı öyküyü olayın geçtiği yerde, Turdera’da anlattılar bana. Biraz daha ayrıntılı olan ikinci anlatım, doğal olarak ufak birkaç değişiklik ve çelişkiye karşın sonuçta Santiago’nun anlattıklarını doğruluyordu. Bugün bu öyküyü yazmamın nedeni, bunun, eğer yanılmıyorsam, eski kırsal kesim insanlarının vicdanına küçücük trajik bir ayna tutmasıdır. Aslına bağlı kalacağım, ama kimi ayrıntıları eklemek ya da öne çıkarmak konusunda yazının baştan çıkarıcılığına dayanamayacağımı şimdiden görür gibiyim.

Turdera’da onlara Nilsenler derlermiş. Rahip, kendisinden önceki rahibin bu insanların evinde, gotik harflerle kaleme alınmış, kara ciltli eski bir İncil gördüğünü ve buna şaştığını anımsadığını anlattı bana; el yazısıyla son sayfalarına adlar ve tarihler yazılıymış. Evde bulunan tek kitapmış. Her şey gibi yitip gidecek olan, Nilsenlerin rastlantı sonucu kalan tarihçesi. Şimdi yerinde yeller esen harabe ev, sıvasız, tuğladanmış; dış kapıdan sonra birisi kırmızı taş döşeli, birisi toprak iki avlu ayrılıyordu. Bu eve yabancılar pek girmezmiş. Nilsenler yalnızlıklarını özenle korurlarmış. Boş odalardaki portatif karyolalarda yatarlarmış; bütün lüksleri atlar, eyerler, kısa saplı bıçaklar, cumartesi günleri giyilen şık giysiler ve kavga çıkarmalarına neden olan içkilermiş. Uzun boylu ve kızıl saçlı olduklarını biliyorum. Bu iki Arjantin yerlisi damarlarında, kuşkusuz adlarını bile duymadıkları Danimarka’nın ya da İrlanda’nın kanını taşıyorlardı. Mahalleli bu iki kızıl saçlıdan korkuyorlardı; adlarının bir cinayete karışmış olması olanaksız değildi. Bir kez omuz omuza verip polisle çatıştılar. Küçüklerinin Juan İberra ile çatıştığı ve bu işten anlayanlara göre de hiç de altta kalmadığı anlatılır. Sürü güdücülüğü, araba sürücülüğü, at hırsızlığı ve kimi kez de kumarda hile yapmışlar. İçki içerken, kumar oynarken eli açık olmaları dışında, cimrilikleriyle ün kazanmışlardı. Akrabaları var mıydı, nereden gelmişlerdi, kimse bilmiyordu. Bir kağnıları, bir çift de öküzleri vardı.

Costa Brava’ya damgasını vuran kabadayılardan bedensel açıdan farklıydılar. Bu durum ve bilmediğimiz başka şeyler aralarındaki ilişkiyi anlamamıza yardımcı oluyor. Bunlardan birisiyle arayı bozmak iki düşman kazanmak demekti.

Nilsenler çapkındılar, ama aşk öyküleri o zamana değin batakhanelerden ve genelevlerden öte gitmiyordu. Bu yüzden, Cristiàn birlikte yaşamak üzere Juliana Burgos’u eve getirdiğinde dedikodunun ardı arkası kesilmedi. Hizmetçisi olduğu doğruydu, ama kadına çirkin, sahte takılar takıp eğlenceye götürdüğü, insan önüne çıkardığı da en az onun kadar doğruydu. Kimi tango figürlerinin ve kadınlara sulanmanın yasak olduğu, hâlâ bol ışık altında dans edildiği yoksul mahalle eğlenceleriydi bunlar; Juliana esmer tenli, badem gözlü bir kızdı, gülümsemesi için birinin bakması yeterdi. Çalışmanın ve bakımsızlığın kadınları yıprattığı yoksul bir mahallede fena sayılmazdı.

Başta, Eduardo onlara eşlik ediyordu. Sonra bilmem ne işi için Arrecifes’e gitmesi gerekti; dönüşte yolda bulduğu bir kızı eve getirmiş, birkaç gün sonra da kapının önüne koymuştu; gittikçe asık suratlı olmuştu, barda tek başına kafayı buluyor, kimseyle konuşmuyordu. Cristiàn’ın kadınına tutulmuştu. Belki de bunu kendisinden önce anlamış olan mahalleli, iki kardeş arasındaki gizli rekabeti haince bir zevk alarak gözetliyordu.

Bir gece Eduardo, geç vakit köşeyi döndüğünde Cristiàn’ın siyah atının evin önündeki kazığa bağlanmış olduğunu gördü. En güzel giysilerini giymiş olan ağabeyi avluda onu bekliyordu. Kadın elinde Paraguay çayı gidip geliyordu. Cristiàn, Eduardo’ya:

“Farias’lardaki bir eğlenceye gidiyorum,” dedi. “Al, Juliana senin olsun; istediğin gibi kullan.”

Ses tonu yarı buyurgan, yarı içtendi. Eduardo bir süre ona bakakaldı, ne yapacağını bilemiyordu. Cristiàn kalktı, bir nesneden başka bir şey olmayan Juliana’ya değil de Eduardo’ya veda etti, atına bindi, hiç acele etmeden sürüp gitti.

O geceden sonra kadını ortaklaşa kullandılar. Mahalleliyi çileden çıkara bu üçlü ilişkinin ayrıntılarını kimse bilmeyecekti. İşler birkaç hafta iyi gitti, fakat böyle süremezdi. Kardeşler kendi aralarında Juliana’nın adını hiç kullanmıyorlardı, hatta ona seslenirken bile; fakat birbirleriyle dalaşmak için bahane arıyorlardı ve buluyorlardı da. Hayvan postlarını satarken tartışıyorlardı, ama asıl tartıştıkları başka şeydi. Cristiàn sesini yükseltiyor, Eduardo ise susuyordu. Ayrımında olmadan birbirlerini kıskanıyorlardı. Bu berbat mahallede bir erkek bir kadının kendisi için çok önemli olduğunu, onu arzuladığını, sahip olmak istediğini ne başkasına ne de kendine söylerdi, fakat iki kardeş de âşıktılar. Bu da bir biçimde onları küçük düşürüyordu.

Bir gün, öğleden sonra Lomas alanında Eduardo, Juan İberra ile karşılaştı, çalıştırdığı bu güzel parçadan ötürü kutladı onu Juan. Öyle sanıyorum ki, işte o zaman Eduardo ona küfretti. Onun yanında hiç kimse Cristiàn’la alay edemezdi.

Kadın, hayvansı bir boyun eğmeyle ikisine de hizmet ediyordu, fakat paylaşmaya karşı çıkmayan ama hiç sözünü de etmeyen küçük kardeşi yeğlediğini de saklamıyordu.

Bir gün Juliana’ya birinci avluya iki iskemle çıkarmasını ve ortalarda görünmemesini buyurdular, çünkü konuşmaları gerekiyordu. Juliana konuşmanın uzun süreceğini umuyordu ve öğle uykusuna yattı, fakat kısa bir süre sonra onu uyandırdılar. Cam tesbihi ve annesinin bıraktığı haçı unutmadan, nesi var nesi yok bir torbaya doldurttular. Hiçbir açıklamada bulunmadan kadını arabaya bindirdiler ve sessiz ve yorucu bir yolculuğa çıktılar; yağmur yağmıştı, yollar berbattı, Moròn’a geldiklerinde saat sabahın beşi olmalıydı. Orada kadıncağızı genelev patronuna sattılar. Önceden anlaşmışlardı; bütün parayı Christiàn aldı, sonra kardeşiyle paylaştı.

Turdera’da o zamana dek, o korkunç aşkın (aynı zamanda bir alışkanlık olmuştu) hay huyu arasında yuvarlanıp giden Nilsen kardeşler yeniden erkek erkeğe sürdürdükleri o eski yaşamlarına dönmek istediler. Kumar oynamaya, horoz dövüştürmeye ve sazlı sözlü eğlenceli yaşamlarına yeniden başladılar. Kimbilir, belki pislikten kurtulduklarını sanıyorlardı, fakat her ikisi de ayrı ayrı zamanlarda, nedenli nedensiz ortalarda görünmez oluyordu. Yılbaşından az önce kardeşlerden küçüğü başkentte bir işi olduğunu söyledi. Cristiàn, Moròn’a gitti; bizim de artık bildiğimiz o evin önündeki direğe bağlanmış olan Eduardo’nun atını tanıdı. Girdi içeri; kardeşi içerde sırasının gelmesini bekliyordu. Cristiàn ona:

“Böyle sürerse atları yoracağız. Yanımıza alsak daha iyi olur,” demiş olmalı.

Patronla konuştu, kemerinden parayı çıkardı ve kadını eve götürdüler. Juliana, Cristiàn ile arkaya oturmuştu; Eduardo ise onları görmemek için atını mahmuzladı.

Sözünü ettiğimiz eski yaşamlarına döndüler. İğrenç çözüm yolu başarısızlıkla sonuçlanmıştı; her ikisi de birbirlerini aldatma çabasına yenik düşmüşlerdi. Kabil oralarda dolaşıyordu, ama Nilsenlerin birbirlerine duydukları sevgi derindi – birlikte ne sıkıntılara, ne tehlikelere göğüs germişlerdi – hınçlarını başkalarından çıkarmayı yeğlediler. Hiç tanımadıkları bir insandan, köpeklerden, aralarının açılmasına neden olan Juliana’dan.

Mart ayı sona ermek üzereydi ve sıcaklar hâlâ azalmamıştı. Bir pazar günü (pazarları insanlar erken yatmaya alışıktırlar) bardan dönen Eduardo, Cristiàn’ın öküzleri arabaya koştuğunu gördü. Cristiàn:

“Gel,” dedi ona, “şu derileri Pardo’nun dükkânına bırakmamız gerekiyor. Ben zaten yükledim, hava serinken yararlanalım.”

Pardo’nun dükkânı sanırım daha güneydeydi; Tropas Yolu’nu tuttular, daha sonra başka yola saptılar. Gece ilerledikçe kırlar daha da bir büyüyordu.

Çayır boyunca yürüdüler; Cristiàn yaktığı sigarayı fırlatıp attı ve ağır ağır:

“Hadi iş başına birader. Daha sonra akbabalar yardımımıza gelirler. Bugün onu öldürdüm. Üstü başıyla şurada kalsın. Artık kimseye zararı dokunamaz.”

Kucaklaştılar, neredeyse ağlamak üzereydiler. Şimdi başka bir bağ birleştiriyordu onları: acı bir biçimde kurban edilmiş olan kadın ve onu unutma zorunluluğu.

II

Bir defasında internette bir İsrailli ile Borges hakkında konuşuyordum. Bana, “Eğer Borges’i seviyorsan, İtalo Calvino’yu da seversin,” demişti. Calvino’yu hiç okumamıştım, ancak çok sonraları denk getirip kitabını aldım. “Zor Sevdalar” adlı kitabında bazı hoş kısa hikayeleri vardır. Benim en beğendiğim bir karı-kocanın sıradan bir gününü anlattığı hikayesi.

Bir Karı-Kocanın Serüveni

Arturo Massolari işçiydi, sabah altıda sona eren gece vardiyasında çalışıyordu. Eve dönmek için güzel havalarda bisikletle, yağışlı aylarda ve kışın da tramvayla uzun bir yol giderdi. Eve altı kırkbeşle yedi arasında, yani karısı Elide’nin çalar saatinin çalmasından bazen az önce, bazen de az sonra varırdı.

İki gürültü: çalar saatin sesiyle, kapıdan giren ayakların sesi çoğu kez Elide’nin zihninde birleşir, uykusunun, yüzü yastığa gömülü, daha birkaç saniyenin tadını çıkartmaya çalıştığı tıkız sabah uykusunun derinliklerinde yakalardı onu. Sonra birden yataktan fırlar, saçları gözlerinin önünde, kör gibi kollarını sabahlığa geçiriverirdi. Mutfakta, işe götürdüğü çantadan boş kapları çıkartıp sefertasını, termosu musluğun içine koymakta olan Arturo’nun karşısına böyle çıkardı. Arturo ocağı yakmış, kahveyi koymuş olurdu. Arturo ona bakar bakmaz, Elide’nin içini birden elini saçlarına götürmek, gözlerini iyice açmak gelirdi; eve dönen kocasının kendisini hep böyle dağınık, yarı uykulu görmesinden sanki biraz utanırdı. Birlikte uyuduklarında böyle olmazdı, sabah ikisi birlikte uyku mahmurluğunu atmaya çalışır, aynı durumda olurlardı.

Bazen de çalar saatin çalmasından bir dakika önce elinde kahve fincanı, Arturo odaya girip onu uyandırırdı; bu durumda her şey daha doğal olurdu, uykudan sıyrılma tatlı bir tembelliğe bürünürdü. Gerinmek için kalkan çıplak kollar en sonunda onun boynuna dolanırlardı. Sarılırlardı birbirlerine. Arturo’nun üstünde su geçirmez montu olurdu, buna değince havanın nasıl olduğunu anlardı kadın: nemli ya da soğuk oluşuna göre yağmur mu yağıyordu, sis mi vardı, kar mı yağıyordu anlardı. Ama yine de sorardı ona: “Hava nasıl?” O ise her zamanki gibi yarı alaycı, anlatmaya koyulurdu, sondan başlayarak karşılaştığı aksilikleri sıralardı. Bisikletle gelişini, fabrikadan çıktığında havanın bir akşam önce fabrikaya gidişteki havadan değişik olduğunu, işle ilgili sorunları, işyerindeki dedikoduları anlatıp dururdu.

O saatte ev yeteri kadar ısıtılmamış olurdu hep, ama Elide soyunur, biraz ürpererek banyoda yıkanırdı. Arkasından Arturo gider, daha telaşsız soyunur, o da yıkanırdı ağır ağır; işyerinin kirini pasını atardı üstünden. İkisi de yarı çıplak, biraz üşüyerek, aynı lavabonun başında dururlar, arada itişip, birbirlerinin elinden sabunu, diş macununu kaparlar, bir yandan da birbirlerine söyleyeceklerini söylemeyi sürdürürlerdi. Sonra yakınlaşma zamanı gelirdi, kimi kez sırayla sırtlarını ovalamaya yardım ederken araya okşamalar girer, birbirlerine sarılırlardı.

Ama birden Elide, “Saat kaç olmuş” der, koşup acele ayakta jartiyerini takar, etekliğini giyerken fırçayı saçlarında aşağı yukarı dolaştırır, dudakları arasında tokalar, yüzünü komodinin aynasına yapıştırırdı. Arturo peşinden gelirdi, bir sigara yakmış olurdu. Ayakta durur, sigarasını içip ona bakardı. Her seferinde de hiçbir şey yapmadan orada durmanın sıkıntısını yaşadığı görülürdü. Elide hazırdı artık, paltosunu koridorda giyerdi, öpüşürlerdi, kapıyı açmasıyla merdivenlerden aşağı indiğinin duyulması bir olurdu.

Arturo tek başına kalırdı. Elide’nin topuklarının basamaklardaki sesini dinlerdi, artık duyulmaz olunca da, hızlı adımların avludan, dış kapıdan geçip kaldırımdan tramvay durağına gidişini zihninden izlemeyi sürdürürdü. Tramvayın gıcırtısını, durmasını, her yolcu binişinde basamağın çıkarttığı sesi iyice duyardı. “Tamam, bindi,” diye düşünür, her günkü gibi onu fabrikaya götüren “on bir” numaranın kadınlı erkekli işçi kalabalığı arasına sıkışmış karısını görürdü. Sigarayı söndürür, pencerenin panjurlarını kapatırdı, karanlık olurdu, yatağa girerdi.

Yatak Elide’nin kalktığında bıraktığı gibi olurdu, ama onun, Arturo’nun tarafı neredeyse bozulmamış, sanki yeni yapılmış gibi olurdu. Arturo önce kendi tarafına iyice uzanır, ama sonra bir bacağını öteye, karısının sıcaklığının kaldığı yere uzatırdı. Sonra öbür ayağını da uzatırdı oraya, böylece yavaş yavaş Elide’nin tarafına, hâlâ karısının bedeninin biçimini koruyan o ılık çöküntüye geçer, yüzünü onun yastığına, kokusuna gömer, uykuya dalardı.

Akşam Elide döndüğünde, Arturo bir süredir odalarda dolaşıyor olurdu; ocağı yakar, pişirmesi için bir şey koyardı. Yatağı düzeltmek, biraz ortalığı süpürmek, yıkanacak kirlileri banyoya götürmek gibi kimi işleri yemekten önceki bir-iki saat içinde o yapardı. Elide hiçbirini beğenmezdi, ama doğrusunu söylemek gerekirse bu nedenle daha fazla çaba göstermezdi o; onun yaptığı bir tür bekleme töreniydi, evin duvarları arasında kalsa da, dışarıda ışıklar yanınca, kadınların akşamları alışveriş yaptıkları mahallelerin o saatle bağdaşmayan kalabalığına karışarak dükkânlara uğramakta olan karısını, bir tür karşılamaydı.

Sonunda merdivende ayak sesini duyardı, sabahkine benzemezdi, daha ağır olurdu; çünkü gün boyunca çalışmanın yorgunluğu içindeki Elide, eli kolu paket içinde tırmanırdı merdiveni. Arturo sahanlığa çıkar, elinden paketleri alır, konuşarak içeri girerlerdi. O paketleri açarken, kadın paltosunu çıkartmadan kendini mutfaktaki bir iskemlenin üstüne atardı. Sonra, “Hadi bakalım iş başına,” deyip yerinden kalkar, paltosunu çıkartır, ev entarisini giyerdi. Yemeği hazırlamaya koyulurlardı: ikisi için aksam yemeğini, gece yarısından sonra bir paydosu için erkeğin götüreceği kahvaltılığı, kadının ertesi gün fabrikaya götüreceği öğle yemeğini, ertesi sabah erkek kalktığında hazır olması gerekenleri.

Kadın biraz iş görür, biraz hasır iskemlede oturur, erkeğe ne yapması gerektiğini söylerdi. Erkek o saatte dinlenmiş olurdu. Dört döner, hatta her işi yapmak isterdi, ama hep biraz dalgın, aklı başka yerde olurdu. Bu sıralarda zaman zaman çatışmalarına, ağızlarından çirkin bir sözcüğün çıkmasına ramak kalırdı; çünkü kadın erkeğin yaptığı işe daha dikkat etmesini, daha özen göstermesini ya da kendisine daha bağlı, daha yakın, daha destek olmasını isterdi. Onun ise, kadının dönmüş olmasının ilk coşkusu geçtikten sonra aklı evin dışına kayar, gideceği, acele etmesi gerektiği düşüncesine takılırdı.

Masa hazırlandıktan, her şey bir daha kalkılmayacak biçimde yerine konulduktan sonra, ikisini de bu kadar az bir arada olabilmenin yıkımı kaplar, el ele tutuşmak isteği kaşıkları ağızlarına götürmelerini neredeyse engellerdi.

Ama daha kahvenin hepsi bitmeden erkek, her şeyin yerli yerinde olup olmadığına bakmak için bisikletin arkasında olurdu. Kucaklaşırlardı. Arturo ancak o zaman anlardı sanki, karısının nasıl yumuşak, ılık olduğunu. Ama bisikletin borusunu omzuna yüklenip dikkatle merdivenlerden inmeye başlardı.

Elide bulaşığı yıkar, evi tepeden tırnağa gözden geçirip kocasının yaptığı işlere başını sallayarak bakardı. Şimdi o, az sayıda lambanın bulunduğu karanlık sokaklarda yol alıyordu, belki de havagazı deposunu geçmişti bile. Elide yatağa gider, ışığı söndürürdü. Kendi tarafına uzanırdı, bir ayağını kocasının yerine doğru uzatırdı onun sıcaklığını duymak için, ama her seferinde kendi yatmakta olduğu yerin daha sıcak olduğunu fark ederdi. Arturo’nun da burada yatmış olduğunu anlardı ve büyük bir sevecenlik kaplardı içini.

III

Yine de Borges’in favorim olduğunu söylemem lazım. Tez yüzünden istediğim kitapları okuyacak vaktim olmuyor, ama ne yapıp edip tezin içine bile bazı kitaplardan alıntılar koymayı becerdim: mesela Stalin dönemi Rusya’sından esinlenerek yazılmış George Orwell'ın “Hayvan Çiftliği”, Arthur Miller’ın "Satıcının Ölümü”, hele John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri” – bunların hepsinden kısa birer alıntı koydum. Özellikle Gazap Üzümleri’nin sonu çok güzel biter; her okuduğumda etkiler beni. Bir de Oscar Wilde’ın “The Soul of Man Under Socialism” adlı denemesinden ütopyalar ile ilgili bir alıntı koydum. (tahminimce Wilde’ın bu denemesi Türkçeye tamamıyla çevrilmedi). Şöyle diyor Wilde:

Ütopyayı içermeyen bir dünya haritası göz atmaya dahi değmezdir, çünkü insanlığın sürekli ayak bastığı bir ülkeyi dışarıda bırakmaktadır. Ve insanlık buraya ayak bastığında etrafına bakar, daha iyi bir ülke görür görmez de yelkenlerini açar. İlerleme ütopyaların gerçekleştirilmesi demektir.

Sanırım en anlamlısı bu oldu.