Saturday, September 22, 2007


CINDERELLA

Sonunda tezi yazmaya başladım. Başlarda nereden nasıl başlasam diye düşünürken, birkaç gün önce oturdum bir-iki paragraf karaladım; devamı da ardından geldi. Konusu iki grup – liberaller ve sosyalistler – iktisatçı arasında geçen bir tartışma olduğu için, her iki tarafın da yazdıklarını toplamak gerekiyor. Maalesef sosyalistlerin yazdıkları makaleler her yerde bulunmuyor. Tam da bu tartışmada yazılan makalelerin derlendiği dokuz ciltlik bir kitap var. Bizim memlekette bulunmaz diyordum, ama sonunda Koç Üniversitesi kitabı alıp kütüphanesine koymuş. Fakat esas mesele Koç’un kütüphanesine girmek, zira benim bildiğim kadarıyla kütüphanelerine herkesi almıyorlar.

Bunlarla uğraşırken arada müzik dinliyorum. Bu aralar sıkça dinlediğim grup 80’lerin Glam Rock grubu Cinderella. Şimdilerde Limp Bizkit, Linkin Park, System of a Down gibi gruplar varmış. Valla bunlar beni hiç sarmaz. Metal falan mı yapıyor bunlar acep? Metal dinleyecekseniz Iron Maiden, Megadeth ya da Slayer gibi grupların 80’lerdeki albümlerini dinleyin, Black Sabbath falan alın. Hem bakınız, Ozzy Osbourne şutlandıktan sonra Black Sabbath’ın vokalisti olan Ronnie James Dio grupla yeniden birleşip “Heaven and Hell” adı altında turlamaya başlamış. Dio’daki ses Osbourne’da yok. Büyük adam şu Dio vesselam. Cinderella önümüzdeki yıl tura çıkıyormuş, ama bizim buralara uğramazlar herhalde. İki şarkısının videosunu buraya koyayım dedim. Müzik dediğin işte bu yahu!

1988 tarihli “Long Cold Winter” adlı ikinci albümlerinden “Don’t What You’ve Got (Till It’s Gone)”



I can’t tell ya baby what went wrong
I can’t make you feel what you felt so long ago
I’ll let it show
I can’t give you back what’s been hurt
Heartaches come and go and all that’s left are the words
I can’t let go
If we take some time to think it over baby
Take some time, let me know
If you really want to go

Don’t know what you got till it’s gone
Don’t know what it is I did so wrong
Now I know what I got
It’s just this song
And it ain’t easy to get back
Takes so long

I can’t feel the things that cause you pain
I can’t clear my heart of your love it falls like rain
Ain’t the same
I hear you calling far away
Tearing through my soul I just can’t take another day
Who’s to blame
If we take some time to think it over baby
Take some time let me know
If you really wanna go

Don’t know what you got till it’s gone
Don’t know what it is I did so wrong
Now I know what I got
It’s just this song
And it ain’t easy to get back
Takes so long

Do you wanna see me beggin’ baby
Can’t you give me just one more day
Can’t you see my heart’s been draggin’ lately
I’ve been lookin’ for the words to say

Don’t know what you got till it’s gone
Don’t know what it is I did so wrong
Now I know what I got
It’s just this song
And it ain’t easy to get back
Takes so long

Don’t know what you got till it’s gone no
Don’t know what it is I did so wrong
Now I know what I got
It’s just this song
And it ain’t easy to get back
Takes so long

1990’da çıkan üçüncü albümleri “Heartbreak Station”dan aynı adlı parça:



Waiting at the station
Tears filling up my eyes
Sometimes the pain you hide
Burns like a fire inside
Look out my window
Sometimes it’s hard to see
The things you want in life
Come and go so easily

She took the last train out of my heart ooo, ooo
She took the last train
And now I think I’ll make a brand new start
She took the last train out of my heart

Watching the days go by
Thinking ’bout the plans we made
The days turn into years
Funny how they fade away
Sometimes I think of those days
Sometimes I just hide away
Waiting on that 9:20 train
Waiting on a memory

She took the last train out of my heart ooo, ooo
She took the last train
And now I think I’ll make a brand new start
She took the last train out of my heart

My lady’s on the fly and she’s never coming back
My love is like a steam train rolling down the tracks yea, yea

She took the last train out of my heart ooo, ooo
She took the last train
And now I think I’ll make a brand new start
She took the last train out of my heart

She took the last train ooo, out of my heart
She took the last train
And now I think I’ll make a new start
Last train out of my heart

Sunday, September 16, 2007


İSLÂMCI ZIRVALAMASI

Geçtiğimiz günlerde televizyonda kanallar arasında gezinirken, Stv’de bir tartışma programına denk geldim. İsminde “düşünce” kelimesinin geçtiği bir programdı. Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç, Yeni Şafak gazetesinin eski baş yazarı Ahmet Taşgetiren ve adını anımsamadığım bir adam vardı.

Bulaç’ın programda dedikleri beni hem güldürdü hem de “pes billah” dedirtti. Bulaç’a göre son zamanlarda televizyonlarda din ile ilgili birtakım tartışmalar oluyormuş. Bu tartışmalara bazı hocalar falan çıkıyormuş ve dinin çeşitli hükümleri hakkında konuşuyorlarmış. Ama bunlar böyle konuştukça halkın kafası karışıyormuş ve “bu dinde hiç mi kesinlik yok?” diye soruyorlarmış. O yüzden din ile ilgili böyle tartışmaların halk gibi bu işten anlamayan insanların önünde yapılması, halkın karıştırılması doğru değilmiş. Bu işler doğrudan uzmanlarına bırakılmalıymış.

Bulaç doğru söylemiş. Aslında bu gibi tartışmalar hep halktan gizli yapılsın ve halka da “siz bu işlerden anlamazsınız,” densin. Durduk yerde halkı karıştırmanın ne âlemi var? Böylece halk da o hacının, bu hoca efendinin eline kalsın, bu adamlar da onları dini kullanarak güzel güzel sömürsün, değil mi? Böyle mis gibi bir din tezgâhı kurmak varken, bu tekere çomak sokmak olur mu hiç? Sonra Atatürk gibi bir adam çıkar, bu hacı-hoca takımını ve onların tekkelerini, tarikatlarını yasaklar, siz de cahil halktan hacıladığınız avantalarınız gittiği için bu adama bunca yıl boyunca söversiniz.

Hem Bulaç hem de Taşgetiren programa sadece ceket-gömlek giymiş, kravat takmamış hâlde çıkmışlardı. Biliyorsunuz, tipik İslâmcı giyinişidir bu. Zira kravat takmak Batı hayranı Batıcılara, laiklere ve Kemalistlere mahsustur. Bunlar Müslüman oldukları için kravat gibi kefere uydurması şeyleri takmazlar. Bu ikisini böyle görünce beş sene kadar öncesini hatırladım. Bir arkadaş ile birlikte Aksaray taraflarındaydım. Bir caddeden karşıya geçerken köşeden sakallı bir adamın kullandığı son model, otobüs gibi uzun bir Mercedes fırladı ve arkadaş küfür ederek kendini kaldırıma attı. “Ne oldu?” diye sordum. “Arabayı kimin kullandığını gördün mü?” dedi, “Ahmet Taşgetiren.” Vay anasını dedim. Bunlar Batı’ya bir ton laf ederler, Müslüman ayağına yatarlar, ama işlerine gelince de Batı’nın son model arabalarını kullanırlar. Ne oluyormuş demek? Kravat takmak özentilik, ama Mercedes’e binmek caiz!

Perşembe günkü Cumhuriyet gazetesinde Ümit Zileli’nin “Bir Dinci Kalemin Hezeyanları” başlıklı bir yazısı vardı. İlk paragrafta şöyle diyordu Zileli: “Yazıyı birkaç kez dikkatle okudum … İslâmcı düşünür olarak öne sürülen, Zaman gazetesi köşe yazarı Ali Bulaç’ın “Sömürge Olmamak” başlıklı köşe yazısına şaşırmadım, güldüm!” İçimden, “Allah Allah, bu laik adam ne demeye Ali bey gibi muhterem bir şahsa laf ediyor?” deyip yazının devamını okudum. Yazının tamamı şurada: http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/yazar.do?yazino=587349 Benim önemli gördüğüm bölüm ise şurası:

Benim "sömürgeciliğin dolaylı avantajları"ndan kastım, sufilerin dediği "kahırdan doğan lütuf"tur, yoksa Marxist/solun sömürgeciliği utanmazca meşrulaştırması değildir. Marx, Hindistan'daki İngiliz varlığından bahisle, sömürgeciliğin bütünüyle kötü olmadığını söyler. Sol aydınlara göre, sömürgeci alır ve verir. İneği sağarak süt almak isteyen onu besler. Sömürgeciler, ele geçirdikleri ülkelerde yollar yaptılar, imar hareketlerine giriştiler, yeni kurumlar getirdiler, kısaca geleneksel yapıyı parçalayıp değiştirdiler. Bugün "alternatifsiz liberal demokrasi ve radikal küreselleşme" adı altında aslında utanç verici bir biçimde vahşileşmiş kapitalizmi savunanların en çok sol kökenli aydınlardan geliyor olması tesadüfi değildir. Bunların Kurtuluş Savaşı sırasındaki temsilcileri mandacı aydınlardı. Bizim konumuz başka.

Bilindiği üzere 19. yy.dan başlamak üzere 20. yy.ın neredeyse son çeyreğine kadar İslam dünyasının büyük bölümü sömürge oldu. Türkiye ve İran hariç, bu dünyanın yüzde 80'i sömürgecilerin işgali altına girdi. Türkiye ve İran'ın sömürge olmaması, sanıldığının aksine "avantaj" sağlamadı. Her bakımdan değil elbette, bir yönüyle "dezavantaj" oldu. Şöyle ki: Sömürgecilik, tarih ve gelenek ile mevcut-çağdaş durum arasında radikal bir kopuşa yol açarken, Türkiye ve İran'da kurumların misyonu ve yöneticilerin tarihsel kimliği arasında süreklilik korunmuş oldu.

Elhamdülillah, bunca yıllık devrimciyim, “Marksist solun sömürge olmayı meşrulaştırdığını” ilk defa duyuyorum. Hem vahşi kapitalizmi savunanlar da sol kökenli aydınlarmış. Üstelik, sömürge olmanın da birtakım “avantajları” varmış. Tabii, tabii, zaten Ali Bulaç da aslında erkek değil, kadın; esas ismi de “Aliye”. Zileli bunları aktardıktan sonra “Pes!” diyor ve soruyor: “Bu kadar çarpık bir anlayışın neresini düzelteceksiniz?” Geri kalanını Zileli’den aktarmaya devam edeyim:

(…) Ali Bulaç ve onun teknesine binenlere kısa bir tarih dersi vermek gerekiyor, bakalım mandacı ve işbirlikçiler gerçekten sol kökenli miymiş?! ...

Bağımsızlık savaşı veren Kuvvayı Milliyecileri din dışı, hain ilan edip, uşağı Şeyhülislam Dürrizade’nin fetvasıyla idama mahkûm ettiren, Anadolu’yu işgal eden Yunan ordusunu ise “Hilafet Ordusu” olarak selamlayan, kurtuluş sonrası bir İngiliz zırhlısıyla ülkesinden kaçan Vahdettin mi solcuydu?

1918 Kasım’ında Associated Press muhabirine “halifenin egemenliğini tehdit etmeyen herhangi bir manda yönetimini memnuniyetle kabul edeceğini” söyleyen veliaht Abdülmecit mi sol kökenliydi?

İşgalci Yunan hükümetine başvuran, başkanlığını eski şeyhülislamlardan Mustafa Sabri’nin yaptığı Anadolu Cemiyeti, Yunan işgali altındaki Batı Anadolu’da bir “Batı Anadolu Özerk hükümeti” öneriyordu. Yönetimin başında Hıristiyan bir vali bulunacaktı. Bu öneri Yunanistan başbakanı Gunaris’in önüne geldiğinde şu yanıtı vermişti: “Bu hain Türklere ihtiyacımız yok!” Bu cemiyetin başındaki din adamlarının etiketinde solcu mu yazıyordu! …

Edirne Selimiye Camisi’nde, 13 Ağustos 1920’de Yunan genel valisini, Yunan generallerini, Rum metropolitini ağırlayıp, Venezilos’un sağlığı için dua okuyan Müftü Hilmi Efendi mi, yoksa bu haberi veren Te’min gazetesi mi solcuydu?! …

Yunan ordusunun halifenin ordusu sayılması gerektiğini söyleyecek kadar alçalan Teali-yi İslâm (İslâmı Yüceltme) Cemiyeti mi sol kökenliydi?! …

“Alemdar gazetesinde “dünyanın en âdil, en namuslu, en haşmetli devleti” diye yazan Refii Cevat Ulunay mı, kurtuluş hareketini uydurmasyon bir blöf olarak tanımlayıp, “Kuzum Mustafa, sen deli misin?” diye alay eden Refik Halit Karay mı, “fenalığın kaynağı Kuvayı Milliye, ateş olsa cirmi kadar yer yakar” diyen Ali Kemal mi, yoksa başta padişah olmak üzere tümünün üye olduğu “İngiliz Muhipleri Cemiyeti” mi solcu geçmişe sahipti?! …

İşte görüyorsunuz, bizim İslâmcı gericilerimizin geçmişi hep hainlikle dolu. Hoş, şimdi de pek farklı değiller ya! “İslâmcı düşünür” Ali Bulaç iyi ki “düşünüyor”; düşünüyor da bunları söylüyor. Bir de düşünmese kim bilir neler diyecekti? Valla şimdi ben bu adamın ne düşündüğünü bir hayli merak ettim, zira kendisinin düşünme becerisinden yoksun olduğu apaçık meydanda. Belki sadece beyni bulanmıştır Bulaç’ın. Belki onun yerine Amerika düşündüğü için, Bulaç’ı “düşünüyor” zannediyordur bizim İslâmcılar. Belki o yüzden muhterem Fethullah Gülen’in Zaman gazetesinde yazı yazdırıyorlardır. Ne de olsa Fethullah hocamız Amerikan destekli değil mi? Olmaz demeyin, burası Türkiye – insanların en ipe sapa gelmez düşüncelerinin gerçek olduğu ülke.

Zileli, Bulaç’ın tarihi bu şekilde çarpıttığını yazıyor ve “Yazık, İslâmcı düşünürü böyleyse … ” diyor – doğrusu haklı. Gerçekten de, İslâmcılar aralarından düşünen insanlar çıkartmasını beceremediler. Düşünür diye lanse ettikleri adamlar hep başka yerlerden “devşirilmiş” insanlar oldu. Yıllarca devletin örtülü ödeneğinden beslenen, sonunda geçim kapısı sağlamak üzere gericilere sığınan, rakı masasından dönme Necip Fazıl ya da yaşadığı kişisel ızdıraplardan ötürü dinci olan, solculuktan dönme Cemil Meriç gibi adamlar bu İslâmcıların düşünürleri oldu. Ancak belki de İslâmcıların düşünür çıkaramamalarına şaşmamak gerek. Zira onların yerine her şeyi düşünen ve cevaplayan kutsal bir kitap ve Amerika varken, düşünmek gibi insanlara mahsus doğal bir eylemi gerçekleştirmeleri için herhangi bir neden bulunmuyor.

Ali Bulaç böyle zırvalayınca, aklıma bir başka İslâmcının zırvalaması geldi. Bu da Profesör Doktor Ahmet Yüksel Özemre’den geliyor. Özemre bizim dincilerin pek sevdiği derin şahsiyetlerden biri. Zaman zaman panellere katılıyor, televizyonda ve radyoda programlara çıkıyor. Kendisi Galatasaray Lisesi mezunuymuş ve Türkiye’nin ilk atom mühendisi imiş. Çernobil kazası olduğunda da Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun başındaymış. 94-95 yıllarında Moral FM’de “Aklın Yolu İlimdir” adlı programda yapılan sohbetlerin derlenmesinden oluşan bir kitabı var elimde: “Aklın Yolu İlimdir” (İstanbul: Kırkambar Yayınları, 1999). Kitabın “Hoşgörü ve Eşitlik Efsaneleri” başlıklı bölümünde şunları diyor Özemre:

Tıpkı eşitlik (müsâvat) kavramının İslâm-dışı bir kavram olması ve Kuran’da bulunmaması gibi, hoşgörü (müsâmaha) kavramı da Kuran’da, ve tespiti edebildiğim kadarıyla hadislerde de, yer almamaktadır. Her iki kavram da Batı Hıristiyan medeniyetine has paradigmalar, yani “düşünce kalıpları”dır.

Kuran toplumsal hayatın düzenlenmesi konusunda nizam koyucu kavramlar olarak adalet, ihsan, merhamet ve sabır kavramlarını temel olarak almaktadır. (259)

"Eşitlik” bukalemun gibi kılık değiştirici ve zeytinyağ gibi bulaşıcıdır. Bulaştığı yerden söküp atmak hemen hemen imkânsızdır. Bütün ihtilâller, bütün hükümet ve devlet darbeleri hep onun hükmünü geçerli kılmak için yapılır. Her baş kaldırışın, her anarşinin ilham perisidir o!” (s. 261)

(…) Kimisi bir sultan çocuğu olarak doğarken, kimisi de bir kölenin mecburen köle olacak çocuğu olarak dünyaya gelmektedir. Bu durum karşısında, Allah’ın bilfiil bahşetmediği eşitliğin lafzen lütuf ve ihya edilebileceğini sanmak gibi bir serapla insanların kendi kendilerini aldatıp avutmalarındaki garabet ne kadar ibret vericidir!

“Kadın ve erkek eşitliği ise tam bir kuruntudur. Kadın da erkek de morfolojileri bakımında olsun ve kadınların kanunların önündeki çok isabetli ve de İslâmî adalete uygun “imtiyazlı durumu” bakımından olsun asla eşit değillerdir.

“Fırsat eşitliği” de yalnızca bir ütopyadır. Çemişkezek ilkokulunu Milli Eğitim Bakanlığı’nın müfredat programına uygun olarak birincilikle olan bir çocuk ile, İstanbul’da paralı bir ilkokulu birincilikle bitirmiş ve son iki yılını da özel derslerle takviye ederek Anadolu Liseleri giriş sınavına özel olarak hazırlanmış olan bir çocuğun aynı giriş sınavına, aynı sorulara tâbi olmaları zahiren bir fırsat eşitliğidir, ama sınavın ilkokul müfredatı dışından sorular da ihtiva etmesi acaba hangi adayın aleyhinedir? (…)

“İnsanların kanunlar karşısında eşit olduğu da objektif gerçeği yansıtmamaktadır. Bu doğru olsaydı, mesela milletvekillerinin ve öğretim üyelerinin, subayların ve altmış yaşının üstündeki emeklilerin avama nazaran hiçbir imtiyaza sahip olmamaları gerekirdi. Ya da hiç değilse memur, işçi ve Bağ-Kur emeklilerinin aralarında emekli maaşları ve diğer imkanları bakımından hiçbir fark olmaması gerekirdi.” (s. 262-3)

“Eşitlik” Batı medeniyetinin icadı olan bir düşünce kalıbı (paradigma)dır. Türk-İslâm ananesinin “adalet ve ihsan” paradigması yerine Tanzimat’tan beri bu Batı paradigmasının yerleştirilmiş olması ve devletin de vatandaşlarına adalet ve ihsan ile muamele etmek yerine, kendisinin ille de eşitlik çerçevesi içinde muameleye mecbur sayması herkesi git gide tahrik etmiştir. Bunun sonucu olarak, insanlar kendilerinde bulunmayanı eşitlik adına arsızca talep etmeye başlamış ve böyle bir motivasyonla ileri sürülen taleplerin olağanüstü bir yaptırım potansiyeline sahip olduğunu görmekten de büyük zevk almışlardır. O tarihten bugüne kadar Türk toplumunu sarsan, çoğunlukla da basının belirli bir kesiminin coşkuyla desteklemiş olduğu (mesela sayısız hükümet darbeleri gibi) bir sürü fahiş hata ve suç, anarşik başkaldırışlar, terör (yani eşkıyalık) ve (mesela lutilerin durumları, evlilik müessesesinin fuzuliliği ve kadınların ayıplanmaksızın her türlü cinsel özgürlüğe sahip olmaları gibi) daha bir sürü edepsizlik ve fuhşiyat ciddi ciddi hep eşitlik adına meşru gösterilmeye kalkışılmıştır.” (s. 267)

Bir müslüman kendi hevâ ve hevesleri dolayısıyla değil, dininin gereği olduğu için bu olumsuz durumlara karşı cihat etmek zorundadır. İşte bu sebepten dolayıdır ki, bu olumsuz durumlara katlanmak, tolerans (ya da hoşgörü) sahibi olmak İslâmî olmayan bir tutumdur.” (s. 269)

Mahiyeti ve kuralları Kuran’a ve sünnete göre belirlenmiş olan İslâm ahlâkını ve İslâm’ın toplumsal hayat düzenini Batı kökenli, yani İslâm-dışı “eşitlik” ve “hoşgörü” kavramlarını temel alarak yeniden şekillendirmeye tevessül etmek ya da bunun gerekliliğini savunmak İslâm’a tümüyle aykırı bir davranıştır. İdrak ve vicdan sahipleri, İslâm’ı eksik ve çağdışı addeden, ve bu vehmi motivasyonla da, Hıristiyan paradigmalarına göre tağdir ve tağyir etmeyi amaçlayan bu türden sinsi bir modernist ve reformist strateji tezgahını berrak bir biçimde teşhis ve ilan etmek cesaretini göstermelidirler.

Her optik filtrenin, ardındaki fiziki realiteyi tadil ve tağyir ettiği bilinen bir gerçektir. Buna benzer bir şekilde de, Batı kültürüne has “eşitlik” ve “hoşgörü” filtrelerinin ardından İslâm ahlâkının ve İslâm’ın toplumsal hayat düzeninin nasıl göründüğüne bakmak, bu kültürden başka kültür tanımayanlar için elbette ilgi çekici olabilir. Ama Müslümanları ilâhî hüküm ve emirlerine uyarak, Batı’nın zorla empoze etmeye çalıştığı düşünce kalıplarına (paradigmalarına) göre değil, Kuran ve sünnette ifadesini bulan İslâmî kavramlara göre değerlendirme yapmaları hem isabetli hem de hayırlı olurdu. (s. 273)

Hocam, hazır işe başlamışken biraz daha ileri gidip, İslâm’da âdaletin, merhametin, mutluluğun vs.’nin olmadığını falan da söyleseydin bari! Hoş, Özemre açık açık yazmış, ama ben gene de onun dediklerini tamamlayayım: “Siz bizim demokrasi, insan hakları gibi laflar ettiğimiz bakmayın. Biz bunları sadece kendimiz için istiyoruz, yoksa bunlara gerçekten inandığımızdan değil. Hele biz İslâmcılar tam manasıyla yönetimi elimize geçirelim, bizim gibi düşünmeyenlere, bizden olmayanlara hiçbir şekilde hoşgörü göstermeyeceğiz. Topunu bu topraklardan süreceğiz!”

İnsanlar arasındaki eşitsizliği Allah kaynaklı varsayıp, bunu hiçbir şekilde değiştirmememiz ya da değiştirmeye çalışmamamız gerektiğini söylüyor Özemre. Hele verdiği örnekler ne kadar da yanlış! Tam manasıyla konuyu saptırıyor! Sadece kanunlardan ya da birtakım imtiyazlı durumlardan kaynaklanan eşitsizlikleri mutlakmış gibi göstermeye çalışıyor. Üstelik, anladığım kadarıyla, Özemre dolaylı yoldan Aydınlanma’nın tüm kavramlarına da karşı çıkıyor. Eh, ne de olsa İslâmî değil bunlar, öyle değil mi?

Keşke Özemre İngiliz Aydınlaması’nın – Locke, Hume, daha da önemlisi J. S. Mill gibi – kimi yazarlarını okumuş olsaydı. Mill’in “The Subjection of Women” diye bir yazısı vardı. Bir Montesquieu’dan, bir De Tocqeville’den haberdar olsaydı. Belki o zaman ufku genişlerdi de, böyle zırvalara saplanıp kalmazdı. Bu kişilerin önemli eserleri Türkçe’ye de çevrildi hem.

Bizim İslâmcı kesimin kafa yapısını, düşünür diye ortaya atıp durduğu adamları görüyorsunuz işte. Bu kafayla bunlar nereye gider? Sonra da bu adamlar “İslâm dünyası neden çöktü?” diye sorup dururlar. E güzel kardeşim, sizin gibi idraksiz, nasipsiz, zavallı adamlar varken İslâm dünyası çökmesin de ne yapsın? Çökmese ayıp zaten!

Friday, September 14, 2007


6-7 EYLÜL KASIRGASI

Eskiden Beyazıt meydanında hafta sonlarında seyyar kitap satıcıları olurdu. Ara ara gider yoklardım, bazen ilginç eski kitaplara rastladığım olurdu. Hatta Hikmet Kıvılcımlı’nın bir kısım kitaplarını orada bulmuşumdur. O seyyar satıcıları belediye kaldıralı bir beş sene oluyor herhalde. İşte orada bulduğum kitaplardan biri de, Hasan İzzettin Dinamo’nun 6-7 Eylül Olayları esnasında yaşadıklarını anlattığı “6-7 Eylül Kasırgası” adlı küçük, broşür şeklindeki kitabıydı (İstanbul: May Yayınları, 1971).

Gene sorayım, Hasan İzzettin’i bilir misiniz? Şimdilerde milletin Kurtuluş Savaşı’na ilişkin bildiği tek romansı kitap “Şu Çılgın Türkler”. Halbuki ondan önce Hasan İzzettin’in sekiz ciltlik “Kutsal İsyan” ve onun devamı olan yedi ciltlik “Kutsal Barış” romanları vardır – toplam 15 cilt! 1909’da doğmuş şair ve romancı Hasan İzzettin. Solcu olduğu için hayatının önemli bir bölümü hapislerde geçmiş. Arada çeviri yapmış, özel ders vermiş, fotoğrafçılık bile yapmış. 1989’da İstanbul’da ölmüş. Bizim unutturulmak istenen yazarlarımızdan biri.

Demokrat Parti iktidarının 6-7 Eylül Olayları’nı çıkartma nedeni, Kıbrıs meselesinde halkı etkilemekmiş. Ancak olaylar büyüyünce İstanbul’da karışıklılar çıkmış ve şehir yağma edilmiş. Bunun üzerine DP yönetimi sıkıyönetim ilan etmiş ve “İstanbul’u komünistler yıktı” gerekçesiyle bir gecede 50-60 solcuyu tutuklatmış. Hasan İzzettin, Aziz Nesin, Kemal Tahir ve Asım Bezirci gibi solcular Harbiye’nin zindanlarına atılmış. Tutuklananların arasında 15-20 kişi için idam düşünülüyormuş. Aslında tutuklanacakların listesi olaylardan çok önce hazırmış. Öyle ki, listeye bir yıl önce ölmüş solcu bir işçiyi bile eklemişler ve hakkında tutuklama kararı çıkartmışlar.

Geri kalanını Hasan İzzettin’in Harbiye’de yaşadıklarını anlattığı kitabından aktarıyorum:

I

Hücre yaşayışımız felaket biçiminde sürüp gidiyordu. Zalim bir sessizlik, hücrelerimizin duvarları üzerine ikinci bir zırhlı duvar gibi geçmişti. Ne arayan vardı, ne soran. Yalnız beni değil, hiç kimseyi arayan soran yoktu. Koridorda ancak asker gardiyanların ayak sesleri, bir de hâlâ hücresinin önündeki sandalyede oturan Örfi’nin boru gibi kalın sesi işitiliyordu. Hep kendi kendine konuşur gibi yaparak komşu hücrelerdeki arkadaşlarıyla konuşuyordu. Bunu gören gardiyanlar, onu yine içeri tıkmakla korkutmaya çalışıyorlardı. Sonra, bir sessizlik başlıyor, bu arada gittikçe bozulan mahpuslardan biri patlıyor, boş yere buraya kapatıldığından söz ederek kös dinlemiş olan cahil gardiyanlara insan hakları kurallarından örnekler sıralıyordu. Hepsi boşunaydı. Gardiyanlar varıp demir kapıyı yumrukluyor, sonra ufacık hava deliğini açıp mahpusa gözleriyle de bir zılgıt geçtikten sonra öfkeli öfkeli söylenerek uzaklaşıyorlardı. Kimi zaman şöyle dedikleri işitiliyordu: “Koca İstanbul’u yıktırmak kolay mı? Onu daha önce düşünseydin.”

Bu sözlerden de anlaşılıyordu ki, büyüklü küçüklü bütün asker de Menderes’le Bayar tayfasının oyununa gelmişti.

Böyle birkaç gün daha geçti. Bir deniz altı sessizliği bütün en kötü beklentilere gebe olarak sürüp giderken, bir gün koridorda kalabalık ayak sesleriyle kimi konuşmalar işittik. Sırayla hücrelerin kapıları açılıp kapanıyor, kimi kimselerce mahpuslara belli sorular soruluyordu.

Bu sırada ayak sesleri bizim hücrenin kapısına da yaklaştı. Bir gardiyan kapıyı açtı. Başımı uzatıp bakınca, bizimkinden önce bütün öteki hücre kapılarının açılmış olduğunu gördüm. Bütün mahpuslar kapılarının önünde dikilerek merakla soru soran birkaç kişiye bakıyordu. Bunlar, iktidarın buyruğunda sonraları bir cellat gibi çalışacak olan, hırsı zekâsından çok büyük, erdemsiz bir adam olan general Namık Argüç’le, faşist, cellat yamaklığına hevesli birkaç yüksek asker yargıçtı. Hemen herkese özdeş sorular soruyor, mahpusların öfkeyle yönelttikleri sorulara hınzırca gülümsemelerle ya da suçluluğu peşin olarak kabul edilmiş kişilere söylenebilecek kaba cevaplar vererek geçiyorlardı. “Bizi neden kapattınız buraya?” diye soranlara da yine hınzırca gülerek, “Siz bilirsiniz nedenini,” deyip geçiyorlardı. Herkesin gözünün önünde belli kişilerce belli erekler uğruna yıktırılan kentin serüveni, biraz olsun mürekkep yaladığını bilinen bu askerlerce bilinmiyor muydu? Yoksa bu suçlamayı onlar da öbür iki yumruk kafalı herif [yani Menderes ve Bayar]gibi bilerek bir kurtuluş taktiği olarak mı kullanmak istiyorlardı? Eğer böyleyse, onlar da ötekiler kertesinde sefil ve iğrençti. Böylece, askerlik şereflerini ayaklar altına alarak, ötekilerin çomarlığını bilerek üzerlerine alıyorlardı. Ben, bu tiksinti veren düşüncelerle bir oklu kirpi gibi bütün varlığımla ayaklanmış beklerken, herifler hücremin kapısına dayandılar. Adımı, sanımı, ne işlerine yaracaksa, kaç yabancı dil bildiğimi sordular. Fransızca, İngilizce, Almanca bildiğimi söyledim. Bu onları hiç ilgilendirmedi. “Peki Rusça bilmiyor musun?” diye sorular.

Bu soruyu soran da anlamsız, düşman, basit yüz çizgileriyle general Namık Argüç’tü. Bu gerçekten iğrenç bir soruydu. Herif demek istiyordu ki, “siz Ruslardan emir alarak İstanbul’u yıktırdınız.” Generalin suratına tükürür gibi “hayır” dedim. O zaman bizi ne korkunç, ne piçliğine bir biçimde suçlamak istediklerini anladım. Ne yalan söyleyeyim, ürktüm. Dışarıdan direktif alan, kitleleri ayaklandırmış, İstanbul’u yıktırmış kişiler olarak görülmek isteniyorduk. General Argüç’le yüksek asker yargıçların yüzümüze bir bakışları vardı ki, çok iğrençti. Bize karşı yüzlerinde hiç de kin, tiksinti yoktu. Parıl parıl parlayan gözleriyle bakışlarında, kendilerine talih getirecek büyük bir ava bakarken güçlü, yırtıcı bir yaratığın duyduğu tanımlanamaz sevinç, hırs göze çarpıyordu. Eğer bizi suçlu çıkarabilirlerse, zayıf sırtlarımızdan elverişli bir hasat yapmayı düşündükleri açıkça görülüyordu. Şimdiden bizi suçlu olarak kabullendikleri, ancak bunun kanun maddelerine dökülerek meydan çıkarılmasını sağlamak üzere kuruntular arkasında oldukları anlaşılıyordu. Bu, kültürce ayaklarımızın dibinde bulunan adamların bizi birer kasaplık hayvan gibi düşünerek hesaplar kurmaları, yaşadıkça tiksintiyle anacağım bir dram sahnesi oldu. Herifçioğulları suçsuz da olabileceğimiz ihtimalini büsbütün bir yana bırakmış, salt mahkum etmek üzere olanaklar arıyorlardı.

Daha sonra Ankara’da üniversitelilerin üzerine ateş açtıracak kerte ileri gidecek, belasını da bulacak olan general Namık Argüç cellat düşünceli tayfasını toplayıp gittikten sonra, bütün mahpusları bir kara düşüncedir aldı. Şimdi hepsi, hücresinin yirmi beş mumluk sarımtırak karanlığında kara kara düşünüyordu. Ben de altmış kuruşluk incecik mukavvadan yatağımın üstüne uzanarak, kendimi kara düşüncelerin uçurumundan aşağı bıraktım.(s. 22-5)

II

Bizim bu konuşmalarımızı ilgililer içercesine dinliyor, gereken yerlerde de hayasızca not alıyorlardı. Anlaşılan dışarıda bütün Millî Emniyet’in, bütün polisin yaptığı araştırmalar fos çıkmıştı. Kuyruğu sıkışan Bayar-Menderes ikilisi, ağızdan kaçırılacak ufacık tefecik ipuçlarından medet ummaya başlamıştı. Sanki düşman bir ülkenin karşı casusluk örgütünün eline düşmüş gibiydik. Her zerremizde vatanı yakıp kül edecek korkunç gizler gizliymiş gibi, bizi dinleyenler bütün antenlerini germiş dinliyordu. Sanki ufak bir sözcüğümüzde sembolik anlamı yakalayarak, İstanbul’u yıkan korkunç kasırganın anahtarını bulmak istiyor gibiydiler. İnsanoğlunun bu şaşkınlık anlarındaki aptallığına bir kez daha acı acı güldüm içimden. İçim tiksintinin en karasıyla dolup taşarken biraz daha konuştuk. Şerife:

"Hepimiz suçsuz olduğunuzu biliyoruz. Acaba ne zaman salıverirler sizi?” diye sordu.

"Evet, hepimiz, anladığıma göre, en aşağı şu bizi dinleyen subaylar, asker gardiyanlar kertesinde suçsuzuz. Ama bir suç uydurmak gerekirse, onu hiç bilemeyiz. Bundan dolayı da ne zaman buradan kurtulacağımızı ne biz bilebiliriz, ne de bizi sokaktan toplayıp buraya tıkanlar.”

"Annem de bizi bırakıp gitti. Ben şimdi küçük bir çocukla o dağ başında ne yaparım? Yanımızdakiler de bizi evden çıkarmak için, geceleri eve taş atıp güm güm kapıları dövüyorlar”

"Münire kadın, sana geceleri hovardalar göndereceğim diye beni tehdit ediyor.”

"Git, başımıza bu işi açan birinci şubeye şikayet et. Gerekirse sıkıyönetim komutanlığına başvur. Bizi karılarımızı kerhaneye düşürmek için mi buraya kapadılar?”

"Bir-iki gün önce, seni tutuklayıp götüren komiserle başka polisler, subaylar geldi. Kapıyı habersiz omuzlayıp kırarak içeri girdiklerinden çocukla çok korktuk. Dudaklarımız uçukladı. Senin bütün kitaplarını didik didik ettiler. Birkaç yabancı dilde kitabınla bir yığın yazını alıp götürdüler.”

Konuşma süresi beş dakikaydı. O da henüz hiçbir şey konuşmadan doldu. Saatine bakan yüzbaşı, “Vakit doldu,” dedi. “Götürün bunları, başkaları gelsin.”

Acaba ne gibi bir giz sızdırabilirler benim karımla şu konuşmamdan diye düşündüm. Ankara’daki yıktırıcı başılar mutlaka bu konuşmalardan sızdırılmış ipuçlarına değin bir rapor bekliyorlardı.

Üzücü düşüncelerle hücreme döndüm. Bu, daha çok, aptal kodamanların hâlâ kendilerini kurtarmak için biricik çare olarak bizim suçluluğumuzdan medet umduklarını anladığımdandı. Suçlulukları ayyuka çıkan bu insanlar, demek ki, son kerte sıkışık durumdaydılar. Bizi mahkum ettiremezlerse okkanın altına gideceklerdi. İşte bu düşünce beni titretti. Demek ki, bu hücrelerde daha çok çile dolduracaktık. (s. 30-2)

III

Burada Hasan İzzettin o dönem DP milletvekili olan tarihçi Fuat Köprülü’den bahsediyor. Bir bilim adamının ne hâllere düşebileceğini gösteren ibretlik bir örnek Köprülü:

Artık günlük gazeteleri okumamıza da müsaade çıkmıştı. İstanbul’u yıktıran DP kodamanlarının hâli yürekler acısıydı. Muhalif gazetelerle dergilerde çok acı söz çakıştırmalar, eleştiriler, yergiler yer alıyordu. İç basınla birlikte dış basından ilginç haberler veren kimi dergiler de elimize geçmeye başladı. Örneğin, Adnan Menderes’in koordinasyonsuz ekonomi siyasetini eleştiren Time dergisi, başbakanı epeyce hırpalıyor, “Menderes uçurumun kenarında dolaşmaktan hoşlanıyor,” gibi bir söz ediyor, bunun tehlikelerine dikkati çekiyordu. Anlı şanlı Menderes, ülke içinde olduğu gibi ülke dışında da yaşlı bir servi gibi niteliğini bilmediği, gücünü ölçemediği fırtınalar önünde çatırdayarak yerlere serilmek eğilimi gösteriyordu. Time dergisindeki yazıyı okuyunca biraz alınlarımız yükseldi, başlarımız doğruldu. Menderes efsanesi salt Türkiye’de değil, dünyada da kamuoyundan ilk onmaz darbeyi yemiş oluyordu.

İşler Avrupa’da, Türkiye’de umulmaz bu ters gidişi alınca, Menderes’le arkadaşları, özellikle Köprülüzade Fuat adlı eski saygıdeğer profesör, beceriksiz, rate bir politikacı olarak konuyu yeni baştan ele alıp bütün Türkiye’ye, dünyaya karşı Fatih’in toplarıyla bir salvo ateşine girişti. Meclis kürsüsünden yaptığı bu kuru sıkı atışta ağız dolusu politika yalanları savuruyor, “İstanbul’u 6-7 Eylül gecesi dışarıdan aldıkları buyrukla komünistler yıktırdı,” diye gerisini yırtarcasına bağırıyordu. İlk gençliğimden beri kitaplarını okuduğum, özel bir saygı beslediğim bu herifin, kendi kıçını kurtarmak uğruna bu kerte alçaldığını görmek, beni sonsuz tiksindiriyordu. Cüce bir politikacıdan başka bir şey olmayan Köprülüzade, bütün aydınların gözünde böylece harcandığını bile ayırt edemeyecek kerte sağduyusunu yitirmişti. Kodamanlar sıkıştıkça daha çok bize sarılıyor, politika pazarında hâlâ bize kocaman yamyam kapanları kurmuş, bunların altını Köprülüzade’nin bilimci körüğüyle üfleyip harlandırmaya çalışıyorlardı. Köprülüzade birdenbire başlıca düşmanlarımız arasına girmişti. Elimize geçse onu bir kaşık suda boğardık. Onların bize böyle kudurmuşçasına saldırışları, bir yandan da bizi umutlandırıyordu. Şundan ki, onların hâlâ bu yan üzerinde direnmeleri, sağduyu sahibi Türkleri de iğrendirmeye başlamıştı. Eski gazeteci Hüseyin Avni Şanda’nın kulağına değip de el altından bize ilettiği habere göre, komünistlerin biricik suçlu olarak tutuklu bulundurulmasını artık Millî Emniyet de doğru bulmamaya başlamıştı. Bu haber de kulağımıza gelince, ufukta tanyerine benzer bir yerlerin ağardığını ayırt eder gibi olduk. Menderes’le Bayar’ın yenilgisi çıplak gözle görülecek kerte yaklaşmış görünüyordu. (s. 35-7)

IV

Aydın solcuların evlerinde kendilerini kurtarmaya yarayacak bir şey bulamayınca, içimizdeki eski bilinçli tütün işçileriyle ustalara asılmışlar, onların kıt, kısır yaşayışlarından kendileri için kurtuluş formülleri istiyorlardı. Onlar, bizim gibi Moskova’dan buyruk almadıklarından, ancak yağmalara katılabilir, bunları fiilen yönetebilirlerdi! Bu yüzden onların evlerine yapılan baskınlarda, yağma-talan malıdır diye birçok eşyayı alıp götürmüşlerdi. Tahtakale’de eski ayakkabı satan Conga Ali’nin evinden yedi çift eski püskü ayakkabı alıp götürmüşler, şimdi de “bunları nereden aldın?” diye adamcağızın başını etini yiyorlardı. Conga her ne kadar Tahtakale’de eski ayakkabı alım satımı ile uğraştığını söyleyip duruyorsa da, ötekiler bunların mutlaka yağma malı olduğunda direterek doğruyu söylemesi istiyorlardı. Eğer bu yedi çift eski pabucun talan malı olduğu ispatlanabilirse, Bayar-Menderes ikilisi temize çıkacak, İstanbul’u yıktıranların komünistler olduğu anlaşılacak, böylece sıkıyönetim komutanı Nurettin Aknoz da içimizden on beşini astıracak, geri kalanını on beşer yirmişer yılla içeri tıktıracak, Menderes tayfası solcuların sırtından bir kez daha hasat yapmak olanağını bulacak, böylece bir taşla birkaç kuş birden vurulacaktı. Conga Ali’den başka birkaç tütün işçisi arkadaşın evinden de bir şeyler alıp götürmüşlerdi. Kırk yıl eski bir ceviz sandığının dibinde kalmış gelinlikler, kara gün için saklanan basmalar, türlü kumaş parçaları, nereden geldiği bile zamanla unutulmuş kullanılmaz süs kristalleri, bin bir güçlükle diktirilip ancak bayramdan bayrama giyilen yeni kalmış erkek elbiseleri, konuklara çıkarılmak üzere bir köşede dikkatle korunan tabak, kaşık, çatal, bıçak, peçete gibi sofra takımları hep yağmalanmış mal diye götürülmüş eşya arasında bulunuyordu.

İşte DP’nin suçlu ejderhalarını kurtarırsa bu zavallı eşya kurtaracaktı. En son bel bağladıkları kurtarıcı mucize, bu eski postallarla kumaş kırpıntılarında yatıyordu.

Esmer kuru yüzünde bir halk umutsuzluğu yüzen Conga Ali’nin hücresinde oturmuş dertleşiyorduk. Eski mapushane arkadaşımız Remzi de bizimle birlikteydi.

Conga "Yahu,” diye dert yanıyordu. “Menderes’le Bayar kıçlarını kurtarmak için salt benden aldıkları yedi çift eski püskü Tahtakale pabucuna kalmışlarsa Türkiye batmış demektir. Ben şu sırada dışarıda olsaydım, beş parasız olduğum hâlde yine de onlara kredi ile böyle yüz çift postal bulurdum. Eğer Beyoğlu’nda duman ettikleri birkaç milyarlık servetin acısını benim yedi çift eski pabuçla karşılayabilirlerse, onlara aşkolsun derim doğrusu. Düşünemeyeceğimiz kadar bayağı heriflermiş bunlar meğer. Bizim gibi birkaç yoksul işçiyi ateşe atarak, pisledikleri kocaman suçu örtbas etmeye çalışmaları çok alçakça, namussuzca bir iş. Geceleyin ciplerle gelen ekipler mahalledeki birçok eve kapıları kırarcasına zorlayarak baskın yapmışlar, korkudan çoluk çocuğun dudakları çatlamış! Evin köşesini bucağını didik didik etmişler. Mahallede gören de sanır ki, o gece İstanbul’u kırıp döken, yağmalayan DP’li bıçkınlar arasında biz de varız. Oysa o gece hepiciğimiz evlerimizde çoluk çocuğumuzun arasında ya uyuyor ya da dinleniyorduk. İstanbul’un yıkılışının haberini ise mahallemizdeki Demokrat Parti’lilerin gece yaptıkları işleri böbürlenerek anlatışlarından öğrendik. Her semtin partilileri grup grup Beyoğlu’na, Samatya’ya, Yedikule’ye, Heybeli’ye, Büyükada’ya gitmiş, daha gündüzden hazırlanan planları uygulamaya başlamışlardı. Evlerde Rum kızlarına nasıl tecavüz ettiklerini, bir papazı nasıl sünnet ettiklerini bağıra bağıra mahallede anlatanlar hep o partililer değilmiş gibi, şimdi işin bir suç olduğu anlaşılınca onları bir yana bırakıp, birkaç sosyalist işçinin eski pabuçlarını suçlamaya kalkışıyorlar." (s. 41-3)

V

Mapushanenin bir akademi olduğunu eskinden beri bilenler de birer birer yararlı işlere el atmaya başlamışlardı. Kemal Tahir hücresindeki şezlonguna kurularak birçok roman yazmanın heyecanı içinde sürükleniyor, doktor Hulûsi salondaki masamsı eski bir marangoz tezgâhının başına geçip sabahtan akşama dek İngilizce tıp dergilerinden not alıyor, sanki sınava hazırlanıyormuş gibi milletle konuşmaktan dikkatle kaçınıyordu. İki doktor Boratav kardeşler de İngilizce ders kitapları getirtmişler, düzgünce çalışmaya başlamışlardı. Ben de elimden geldiğince onlara yardım ediyordum. Aziz Nesin’in hücresi iki kanatlı kocaman cümle kapısının hemen karşısına düşüyor, oradan da ancak iki-üç metre uzaklıkta bulunuyordu.

Hücresinin karşı duvarına, kapıdan içeri giren görevlilerin ilk bakışta gözlerine çarpacak biçimde bir resim yapmış, yanına da büyük bir yazıyla boydan boya “Ah ulan ah, inek arabaları” diye yazmıştı. Millet gördükçe gülüyordu. Bu yazı ile resimler, usumda kaldığına göre, biz Harbiye’den çıkıp gidinceye dek orada kalmıştı. (…) (s. 49-51)

VI

Tahliyeler hep gece karanlığında, yatsıya doğru ya da yatsıdan sonra yapılıyordu. Her giden arkadaş grubu bize de kurtuluş umutları vermekle birlikte, çevremiz günden güne boşaldığından dolayı da derin bir yalnızlık duygusuyla dolmaya başlıyorduk. Hemen hepimiz, önce idama mahkum edilerek sonra affedilmiş kader kurbanları gibi sevinç içindeydik. Beş-altı ayın gerçi mapushane yaşayışında hiçbir değeri yoktu. Ancak, biz bu birkaç ay içinde çok yoğun bir öldürücü işkence, umutsuzluk cehennemi yaşamıştık. En aşağı onar yıl yatmış gibi yaşlanmış, yıpranmıştık. Kafka’nın sokaktan kaldırılıp götürülen, kendisine yüklenecek bir suç biçimi aranan insanına dönmüştük. Bu, suçluluk bilinciyle mahkemenin karşısına çıkmaktan çok daha kötüydü. (…)

Bir ikindi üstü bu komedya da ben de ufak bir rol aldım. İnce uzun boylu, sarışın mavi gözlü, sevimli bir asker sorgu yargıcı beni beş dakika bile sürmeyen bir sorguya çekti. Sonra zindana döndüm. Yatsı vakti benimle birkaç arkadaşın adı okundu. Geri kalan arkadaşlarla helalleştik. Yataklarımızı ertesi gün almak üzere arkadaşlara emanet ederek caddeye çıktık. Alışkanlık dolayısıyla çevremde zararlı insan gölgeleri aradım. Kimse yoktu. Bir dolmuşa atlayarak Sirkeci’ye indim. Baktım, o yörede kırılıp dökülen bütün evlerin, mağazaların camları takılmış, içleri yine mobilya ile malla dolmuştu. Yalnız 6-7 Eylül kasırgasının benim insan yüreğimde açtığı korkunç yaralar yaşadıkça işleyecekti. Onları hiçbir güç onaramazdı.(s. 94-6)

VII

Bir de önceki yazıda bahsettiğim kitaptan aktarayım. Kemal Tahir bir gün Hasan İzzetin’e sormuş:

“Yahu arkadaş, sen ömrünü nasıl geçirirsin?” Dinamo’nun cevabı çok ilginç:

"Karnımı doyurdum mu, bir iskemle atar otururum gecekondumun önüne. Toprakta gidip gelen karıncalara bakarım. Onların nasıl öteberi taşıdıklarını, birbirlerine nasıl yardım ettiklerini, koca yükleri yuvalarına nasıl soktuklarını seyrederim. Onların takip ederken gün kararır, akşam olur. Bugüne kadar çok roman yazdım. Ciltler dolusu … Sayısını bile unuttum. Bir zamanlar bunları tenekelere koyup toprağa gömdüm. Bir zaman sonra gömdüğüm yerleri unutmayayım mı? kazmadığım yer kalmadı. Çoğunu bulamadım. Sekiz tanesini buldum. İşte onlar Kutsal İsyan ciltleriydi.”

"Ya hafızası kaybolmasa hâlimiz nice olurdu?” diye gülüyor Kemal. (…)" (s. 511)

Aynı kitaptan bir tane de 6-7 Eylül Olayları’na ilişkin aktarayım. Kemal Tahir anlatıyor:

Yüksekkaldırım’ın üst başına yakın bir kitapçı, Lazaraki vardır. Bu adam orada eski kitaplar satar. Asıl önemli olan Lazaraki’nin kitapçılığı değil. Bu adam en eski ve en değerli Bizans mozaiklerini gerçek taşları ve renkleriyle aynen yapar. Bizans mozaiği üzerine yer yüzünde ondan büyük usta yoktur. Bir de evinde çok zengin bir Bizans kitaplığı vardır. Onları satmaz. Aslında Lazaraki’nin mozaikçiliği de amatörce. Zevk için yapar, satış metası olarak kullanmaz. Onda, en kıymetli Bizans mozaiklerinin hakikî büyüklükteki ve gerçeklerinden fark edilemeyecek kadar mükemmel kopyaları vardır. O sıralarda İstanbul’da Bizans kongresi toplanıyor. Bu kongreye de Almanya’nın eski cumhurbaşkanlarından, dünyaca ünlü bir bizantolog profesör katılıyor. Bu profesör iki tane kıymetli Bizans mozaiği kopyası istemiş. Bu adamı duymuş. “Ne kadar para isterse veririm,” diye haber göndermiş. Lazaraki verimkâr olmamış. Bunun üzerine resmen istemek için bizimkilere müracaat etmiş. Lazaraki yine vermeyince o gün resmî bir araba kapısında zınk diye durmuş. Adamın eli ayağı titremeye başlamış. Gelenlere arkadaki deposundan birkaç tane getirmiş. İkisini seçip parasını vermişler. Birkaç gün sonra 6-7 Eylül olmuş. Tabii Lazaraki’nin kitapçı dükkânı da yağmalanmış. Adamın kitapları filan gördüğü yok. Aklı, dükkânın arkasındaki depoda duran mozaiklerinde. Dükkânın önündeki molozlara bakmış, içlerinde hiçbir mozaik parçası yok. Yüreğine su serpilmiş. Bir de arka tarafa geçsin ki, güzelim mozaiklerin yerinde yeller esiyor. Ağır şeyler, öyle hemen taşınacak gibi de değil. Küçük bir kırık parçası bile yok etrafta. Demek, bilenler daha evvelden mozaikleri alıp savuşmuşlar. Kırıcılar geldiğinde kıracak bir şey kalmamış. (s. 511-3)

Adnan Menderes için Kemal Tahir şunu diyor:

Kazanç yollarını bizim yerimize düşünür. Bu yola sorumluluklar yüklenerek sapar. Kazançları bize dağıtır, zararları başka yerlerden kapatır. Kötüsü gelirse ölür, ölümü ile bütün suç delillerini ortadan kaldırmış olur. İşte burjuvalarımızın taptığı şef tipi, sözgelimi Adnan Menderes budur! (“Çöküntü”, s. 150)

VIII

İşte olup bitenler böyle! Şimdilerde bizim İslâmcı gericilerimiz ve dümbelek liberallerimiz DP’yi Türkiye’ye demokrasi getirmiş bir parti diye, Menderes’i de demokrasi şehidi diye yutturmaya çalışıyorlar. Halbuki şunları söyleyen Menderes değil miydi: “Odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm – Siz isterseniz hilâfeti bile geri getirirsiniz – Kara cüppeliler ordusu [üniversite hocaları için] – Battal Gazi ordusu [TSK için] – Ben orduyu yedek subaylarla bile yönetirim – Beşer-i hafıza nisyan ile maluldür – Ben kendime sabık başbakan dedirtmem.” Hem benim bildiğim, Menderes’in evlilik dışı üç ilişkisi vardı. Çekmecesinden sutyen çıktığı bile söyleniyordu. Bizim beton kafalı İslâmcı gericilerimiz Menderes’i savunurken bir de bunları savunsunlar sıkıysa!

Demokrat Parti memlekete demokrasi getirmişmiş! Puah! Muhalefet hakkını kısıtlayan, CHP’nin mallarına el koyan, basın özgürlüğünü kısıtlayan, gazetecileri hapse atan, üniversitelerdeki bilim özgürlüğüne müdahale eden, ispat hakkı isteyen basın ile “İsmail Hakkı mı, o da ne?” diye dalga geçen, kendilerine oy vermeyen Kırşehir ilini ilçe yapan, işçi haklarını ve sendikaları bastıran, sanat ve edebiyat yaşamını anti-komünizm baskısı altına alan, CHP’yi kapatmak için Meclis’te Tahkikat Komisyonu’nu kuran hangi parti idi peki? Özgürlükçü geçinen ahmak liberallerimiz sıkıysa bunları da savunsunlar da görelim!

Sonra da bu üçkağıtçılar takımı 27 Mayıs oldu diye ağlaşıp duruyorlar. Tabii ağlarlar, çünkü 27 Mayıs bunların menfaatlerinin köküne kibrit suyu döktü. Hele 6-7 Eylül Olayları esnasında tutuklanan solculardan bahsederler mi hiç? Şeytan diyor ki, al eline bir çekiç, bu zevzeklerin kafalarına akılları başlarına gelinceye değin güm güm vur. Daha önce de söylemiştim, şimdi olup bitenleri ister istemez DP dönemine benzetmeden edemiyorum. Bakalım bu işin sonu nasıl bitecek?

Hasan İzzettin'in "Meydan Okumak" adlı şiirinden bir parça ile bitirelim:

Öyle çekmişim ki
Artık benden sonra
Birkaç satırımın yaşaması bile
bana vızgeliyor.
Artık bahçemdeki yemişlere
ne güleryüzlü bir dost
ne hırsız geliyor.
Demek, diyorum, bu duruma gelirmiş
budana budana bir şair.
Ölümsüzlüğe sırtını dönmüş şiir
Artık acıya meydan okuyabilir.

Wednesday, September 12, 2007


KEMAL TAHİR’İN SON YEMEĞİ

Mete Tunçay’ı bilir misiniz? Hani eskiden solcu iken sonradan Müslüman, daha doğrusu “Fethullahçı” olan, Nurcuların Abant’ta düzenlediği uyduruk toplantıların müdavimi, Bilgi Üniversitesi hocası sakallı tarihçi. Kendisini bir süre önce televizyonda, eskiden milliyetçi (ya da “faşist” mi diyeyim?) iken sonradan muhafazakâr (ya da İslâmcı) olan Taha Akyol’un CNN Türk’teki programında gördüm. Meğersem, Tunçay bu sene 70. yaşını kutluyormuş. Bu vesile ile İletişim Yayınları’ndan “Mete Tunçay’a Armağan” diye bir kitap çıkmış, o yüzden oradaymış.

O zaman aklıma gelmişti, ama sonradan unuttum. Şimdi yine aklıma gelince yazayım dedim. Zamanında Kemal Tahir ile ilgili bir kitap okumuştum (Hulûsi Dosdoğru, “Kemal Tahir”, İstanbul: Tel Yayınları, 1974). Orada anlatıldığına göre, Tahir ölümünden önceki gece önce Mehmet Barlas’ın evinde yemeğe gitmiş. Yemekte Mete Tunçay ve İsmail Cem de varmış. Tunçay durup dururken kendisine laf etmeye başlayınca Tahir fenalaşmış ve evine dönmüş. Zaten bir süre önce kanser teşhisi ile ameliyat olup sol akciğeri alındığı için sağlığı eskisi kadar iyi değilmiş. Ameliyattan sonra meydana gelen kalp yetersizliği yüzünden de aylarca ilaç kullanmış. Maalesef, Tahir o sabah ölmüş. Kitabın yazarı Dosdoğru Tahir’in ölümünden Tunçay’ın sorumlu olduğunu düşünüyor. İlgili yerleri aktarıyorum:

* * *

Kemal Tahir’in ölüm nedeni, kalbinin arka duvarını kapsayan çok geniş çaptaki enfarktüs krizi idi. Bu öldürücü krizin gazeteci Mehmet Barlas’ın evindeki son yemekli toplantıda başladığı, retrospektif olarak, yani sonradan geriye doğru yapılan hastalıkla ilgili soruşturma ile anlaşıldı.

Kemal Tahir’in uzun yıllar Anadolu zindanlarında siyasal tutuklu olarak kalmasının etkisi ve sigara tiryakiliği yüzünden, hızlı yokuş ve merdiven çıkmalarından sonra hışıltılı bir solunum darlığı belirtisi gösterdiğini onu yakından tanıyanlar bilir. (s. 411)

Sık sık yapılan kontrollerde tek ciğerli kalmasının solunum kapasitesini uzun süre çok daralttığı ve bunun dolaşım sistemi üzerinde yaptığı değişimler mediastinumunun sola itilmiş olması ve alınan akciğerin bıraktığı boşluğu zamanla meydana gelebilecek köpüksü bir yastık dokusunun doldurması beklenirken, bu dokunun bir türlü oluşamaması yüzünden kalbinin bir destekten yoksun kalması, kuşkusuz bütün bu sayılan nedenler, kendisinde ölüme götüren arka duvar enfarktüsünün hazırlanmasında önemli ölçüde rol oynamışlardır. Ama bütün bu sayılanlar yanında, arkadaşımızda o öldürücü enfarktüs krizinin görülmesinde rol oynayan başlıca faktör, Mehmet Barlas’ın evindeki son akşam yemeğinde hiç beklemediği bir zamanda, tanımadığı biri tarafından, çok ağır bir yergi salvosuna tutuluşudur. Oysa Kemal Tahir, geçirdiği ameliyattan bu yana uluorta konuşmaktan hoşlanmadığı kimselerle buluşmaktan kaçınıyor, yakınları ve eşi buna çok dikkat ediyorlardı. Bu son yemek çağrısında da, telefonla ev sahibinden sofrada kendilerinden başka kimlerin bulunacağını sormuştu. O zaman Mehmet Barlas, yemekte bulunacakların Kemal Tahir’in hep tanıdıkları olacağını, yalnız Mete Tunçay’ın kendisini tanımak üzere gelmek istediğini bildirmişti. (…)

(…) Meğer Mete Tunçay, öteden beri Kemal Tahir’in arkasından veriştirenlerden biriymiş. Mehmet Barlas’ın, Mete Tunçay’ın bu yanını daha önceden bilmemiş olması pek akla yakın gelmedi bize.

Bilindiği üzere, Kemal Tahir’e gösterilen gizli açık bütün düşmanlıklar, onun batılılaşma konusundaki temel düşünceleri ve kişilerin putlaştırılmasına, Kemalizm’e(!) karşı çıkışındandır. Bu gibiler, uydurma bir dokunulmazlık zırhına da büründüklerinden, karşıt düşüncedekileri vatan-millet düşmanlığı, gericilik, halifecilik, bölücülük ile suçlamaktadırlar. (…)

Sofrada Kemal Tahir ile tanışır tanışmaz saldırıya geçen ve onu tarihi değiştirmekle suçlayan Mete Tunçay’ın bu çıkışının karşılıksız kaldığını sofrada bulunanlardan birkaçı söylemiş de olsa, ölümünün ertesi günü Mehmet Barlas’ın Cumhuriyet gazetesindeki sütununda arkadaşımız için yazdığı yazıda Kemal Tahir’in bir anti-tez olduğunu ortaya atması, o aralarından ayrıldıktan sonra sofrada kalanların bu konuyu enine boyuna konuştuklarını ortaya koymaktadır. Ayrıca Kemal Tahir’in ölümünden sonra Mehmet Barlas’ın taziyeye geldiği zaman, gece onların arkasından durumu çok merak ettiklerini, gözlerine hiç uyku girmediğini, geç vakitlere kadar oturup konuştuklarını ve sabah karşı da arabaya atlayıp Boğaz’a kadar giderek sıkıntılarını dağıtmak istediklerini söylemesi de, sofrada geçen olayın önemini anlatmaktadır. (s. 414-5)

Son yemekte Kemal Tahir’in kendisine yöneltilen söz konusu çıkıştan sonra karşılık vermediği ve fenalık geçirdiğini, sofradan kalktıktan sonra orada bulunanlardan doktor Afşin tarafından yapılan nabzına bakılıp biraz uzanması tavsiye edildiği, arkadaşımızın bu fenalık hissini bir gaz sıkıştırmasına bağlayarak eve gitmek istediği, yolda araba vapuruyla Üsküdar’a geçene kadar uzunca bir süre bekledikleri, fenalığının gittikçe arttığı, en küçük sarsıntılarda karın ağrılarının çoğaldığı, Göztepe’ye evlerine gelince bir kat yukarıdaki dairelerine çıkmayı göze alamayıp alt katta oturan bir dostlarına girdiklerini, orada ıhlamur, karbonat gibi şeylerle bir süre oyalandıklarını, gaz ağrısı sanarak başvurulan her çarenin durumunu büsbütün ağırlaştırdığını, sonunda bir kenara büzülüp kaldığını ve sabaha karşı sıkıntısı dayanılmaz hâle gelince, daha önce reddettiği doktorun çağrılmasını istediğini, gelen hekimin arkadaşımızı kıvrıldığı yerde ölmüş olarak bulduğunu biliyoruz.

Kemal Tahir kanserler boğuşmadan önceki sağlıklı döneminde böyle saldırılara aldırmaz, hatta düşüncelerini daha da yoğunlaştırma fırsatını kendisine veren saldırganlara teşekkür bile ederdi. Ama “üzerimden silindir geçti,” diye nitelediği bu büyük ameliyattan sonra gerçekte incir çekirdeğini doldurmaz çıkışlarla, olumsuz çatışma ve çekişmelerle boşuna zamanını harcamaktan kaçınıyordu. Son zamanlarda tezgâhında biriken yapıtlarının bir an önce yayınlanması için, içi içine sığmıyordu. Bu yüzden vara yoka sinirlendiği oluyor, uzun konuşmalardan bunalıyordu. Gerçekten de geride, kendisinden başka hiç kimsenin altından kalkamayacağı, yarı hazır durumda sayısız roman taslağı bıraktı. Kim ne derse desin, Kemal Tahir’in vakitsiz olarak dramatik ölümünde son yemeğin ve o yemekte uğradığı suçlama etkisinin büyük olduğuna inanıyoruz. Çıkışın sahibi, bir dost sofrasında ilk olarak tanıdığı bir yazara karşı hiçbir nezaket kuralına girmeyecek biçimde “sizin eserlerinizi toplatmak lazım,” yollu suçlamalara kalkışmış. (s. 418-9)

* * *

Tahir’in ölümü dolayısıyla İsmail Cem’in Milliyet gazetesinde yazdıklarının bir kısmını aktarayım:

Bir rastlantı, ölümünden dört-beş saat önce Kemal Tahir ile bizi aynı dost meclisinde bir araya getirdi.

Yorulmayan Savaşçı, görüşlerini savaşının son saatlerinde de aynı inançla savunuyordu. Fakat sesi biraz kısılmıştı; acılı yılların, bir büyük mücadelenin ve iki yıl önce inanılmaz şekilde üstesinden geldiği amasız hastalığın etkileri, onu yavaş konuşmaya zorluyordu.

Kemal Tahir’i son gecesinde dinlerken, sözlerinin bir çeşit vasiyet özelliği taşıyacağını nasıl bilebilirdik?

“Sizler gençsiniz,” demişti ölümünden önce. “Size şunu belirtmek istiyorum. Hayatım boyunca bir sistem dahilinde düşünmeye çalıştım. Sistemden ayrılmadım. Yazdıklarım bir rastlantının sonucunda değil, sistemli düşüncenin sonucunda bulunmuştur. Bundan ötürü doğrultumda yanlışa düşmedim; olaylar söylediklerimi doğruladı. El yordamıyla değil, bir sistem içinde düşünmelidir insan.”

“(…) İnsanlar yanlış yapabilir, ama çok çekmiş insanlar talihlidir bir bakıma. Yanlış yapmaları daha zordur. Benim geçtiğim yollarda kendini tüketen ve benim çektiğim acılardan geçen insanlar doğrulara daha kolay erişebilir. Yazdıklarımı bir gün tarih yargılarsa, bu ilişkiyi mutlaka görecektir. Romanlarımın doğruluğunu ortaya koyacaktır.”

“Ben romanlarımda dünü yazdım. Ama romancı dünü yazarken kendi gününü yansıtır bir bakıma. Hatta gelecek için yazar.”

Ve bu sözlerle noktalamıştı son gecesini Kemal Tahir.

Ardında, topluma büyük katkısından ötürü Kemal Tahir’e her zaman bir şükran borcu duyacak olan insanlar bırakarak. (s. 417-8)

* * *

Bir de Kemal Tahir’in notlarından alıntı yapayım (“Çöküntü”, İstanbul: Bağlam yayınları, 1992):

Aslında okuma-yazma bilmemek cahillik değil, okuma-yazma bilmemektir. Asıl cahillik, iki şeyi ayrı ayrı çok iyi bilenin bunları sırasında yan yana getirememesi, yan yana getirip yeni bir görüşe varamamasıdır. (s. 85)

Kim daha ilerisini görürse, o diğerlerine söz geçirir. Akıllı bir insan için asıl övgüler, dostlarının beğenmeleri değil, düşmanlarının diş gıcırtılarıdır. (s. 103)

Anadolu’ya gidip yerleşmek meselesi – bütün yarım aydınların son sığınağı budur. Bir çeşit gözü açık görülen düş … Bilgisizlikten gelme bir korkaklık … Hiç Anadolu’ya ölünceye kadar yaşamak için baktınız mı? Hayır, bakmamışsınız! Yürek isterim yürek! Ödünüz kopar. Bütün dayanışma gücünüz, sonunda büyük şehirlerden birisine dönüp yerleşmektir. Büyük şehir dedimse, bunlar iki taneyi aşmaz! Anadolu bizi, Turan masalına iten vicdan sınırımızdır. Gerçeklere karşı gözümüzü kapatan yırtık yırtık perde … Bizi, milletimizi sevmekten alıkoyan cılk yara … Anadolu’ya yerleşeceksiniz, öyle mi? Osmanlı’nın büsbütün karamsarlığa, ölüme benzer umutsuzluğa gırtlağına kadar gömüldüğünü meydana vuran biricik istek budur. Bu bir çeşit kendini öldürmeye karar veriş … Yağma var! Git bakalım, git de bir gör! Bir memleketi yüzyıllardır yüzüstü bırakmak ne demekmiş … Yolsuz, ışıksız diye söylemiyorum. Biz yol yapsak, elektrik santralleri de yükseltsek, insanı değiştirmemekte ayak direriz! En modern tesislerin üstüne geriliği kara bir örtü gibi çekmeye çabalarız. İnsanların cinsel güçlerini, kısacası ruhlarını, çeşitli cinsel hastalıklar çürütür. Gövdelerini sıtma tüketir. Gözlerini trahom oyar! Gidin de görün bakalım! Gaz ışığında 15-20 gün eskimiş bir gazeteyi hecelemek neymiş. Gidin görün bakalım, çevreniz sizi yavaş yavaş nasıl sarıyor. Sizi yavaş yavaş yaşayan ölü hâline nasıl getiriyor. Kömürle zehirlenir gibi, uyanılmaz uykulara nasıl çekip götürüyor. Hiçbir şey yapamadığı, tersine yüzyıllardır düşmanlık ettiği yere yenilmiş olarak gidip barınacağını nasıl düşünebilir adam? Yağma mı var? (s. 107-8)

Anadolu’yu yekpare bir millet, yekpare bir vatan hâline getirmedikçe, yani ekonomik-sosyal-toplumsal duygusallık bakımından gerçekten birleştirmedikçe, demokrasi ve genel oylama sonucunda Millet Meclisi’nde toplanan milletvekillerinin – aynı parti içinde de bulunsalar – takım hâlinde, milî görüş ve anlayışla, millî çıkarları kollayarak çalışmaları kolay olmayacaktır.(s. 110-1)

* * *

İşte böyle! Tunçay’a bakıyorum da, sürekli Zaman ve Yeni Şafak gibi gazetelerde, Samanyolu gibi televizyonlarda boy gösteriyor. Halbuki kendisi önceden Kemalist’miş(!) – “kitapları toplatmaktan” bahsettiğine göre ne olabilirdi ki zaten(!) Şu İslâmcılar aralarından bir türlü düşünür çıkartmayı beceremediler. Nerede uyduruk kıytırık tipler var, onlara yapışıyorlar. Yeter ki, bu adamlar onların sevdiği şeyleri söylesin.

Bu aralar Kemal Tahir’in “Rahmet Yolları Kesti” adlı kitabını okuyorum. Kitap, Yaşar Kemal’in eşkıyalığı öven “İnce Mehmet”inin bir nevi anti-tezi. Sizi bilmem, ama Tahir’den sonra onun tarzında bir tarihî roman yazarı gelmedi. Artık gelir mi, o da bilinmez ya!

Monday, September 10, 2007


İNTERNETİ BEKLERKEN …

On gün önce internet bağlantım kopuverdi. Bağlantıyı sağlayan şirketin kapandığını öğrenmem üç gün sürdü; kimse herhangi bir şey de haber vermedi. Ben de bunun üzerine ADSL bağlatmaya karar verdim ve yakınlardaki bir Telekom bayisine gittim. Ancak kullandığım telefon babam üzerine kayıtlı olduğundan, görevli tek başıma başvuruyu yapamayacağımı söyledi. Babamın bizzat gelip başvuru yapması gerekiyormuş. Ancak oğlu olduğum için, babamın nüfus cüzdanını getirirsem cüzdan ile tek başıma başvuru yapabilirmişim. Mesele şu ki, babam Anadolu yakasında, ben ise Avrupa yakasında oturuyorum.

“Babam cüzdanının faksını gönderse olur mu dedim?”, kabul etmediler; faks silik çıkabiliyormuş. “Şimdi ben illa karşıya gidip cüzdanı alıp geri mi geleceğim? Bari babamın yanına gideyim, oradaki bir bayiden işimizi hâlledelim,” diyecek oldum, o da olmuyormuş. Telefon Avrupa yakasında olduğu için başvuru da Avrupa yakasındaki bir bayiden yapılmalıymış. Sonunda babam bu tarafa geldi, ben de başvuruyu yapabildim. Ancak işim perşembe günü bittiğinden ve araya hafta sonu girdiğinden hattın açılması pazartesiyi buldu. Sonuçta işi on günde hâlletmiş olduk.

Bu arada vakit geçsin diye H. P. Lovecraft’ın kitaplarını yeni baştan okudum. Araya bir de Ursula K. Le Guin’in “Mülksüzler” adlı romanını sıkıştırdım (Çev. Levent Mollamustafaoğlu, İstanbul: Metis Yayınları, 2006; İngilizcesi “The Dispossessed”). Romanda birbirlerinin etrafında dönen iki dünya var. Her biri ötekinin “ay”ı; hangisinin dünya, hangisinin ay olduğu nereden baktığınıza bağlı. Dünyalardan biri (Urras) verimli, ancak sınıflı ve sömürülü. Diğeri (Anarres) ise anarşist ve özgür, ancak çorak. Kitaba yazdığı sonsözde Bülent Somay şunları diyor:

İki dünyanın da adlandırılması bir dizi kelime ve ses oyunu içeriyor: Anarşist dünya “Anarres”in adı, bir yanda anarşiyi (anarşi: başsızlık – Yunanca’da arche: baş, başat; ana öntakısı ise olumsuz iyelik, -sız, -siz demek) çağrıştırırken, bir yandan da “şeyleri” mal ve mülkleri olmayan anlamına geliyor (Latince’de res: şey, nesne). Kapitalistlerin ve devletçiliğin dünyası “Urras” ise, öncelikle ABD ve SSCB’nin harflerinden devşirilmiş (USA ve USSR). İlk iki harfi olan Ur- ise, Almanca’da ilk, kaynak, başlangıç anlamına gelen bir öntakı. Bu anlamda Urras, Anarres’e giden göçmenlerin kaynağı, ikili gezegen sistemindeki hayatın başlangıç noktası, eski dünya. (s. 333)

Le Guin roman hakkında şunları demiş (arka kapaktan):

Romanım Mülksüzler, kendilerine Odocu diyen küçük bir dünya dolusu insanı anlatıyor. İsimlerini toplumlarının kurucusu olan Odo’dan alıyorlar; Odo romandaki olaylardan kuşaklarca önce yaşamış, bu yüzden olaylara katılmıyor ya da yalnızca zımnen katılıyor, çünkü bütün olaylar aslında onunla başlamıştı.

Odoculuk aslında anarşizmdir. Sağı ve solu bombalamak anlamında değil; kendine hangi saygıdeğer adı verirse versin, bunun adı tedhişçiliktir. Aşırı sağın sosyal-Darwinist ekonomik özgürlükçülüğü de değil; düpedüz anarşizm: eski Taocu düşüncede öngörülen, Shelley ve Kropotkin’in, Goldmann ve Goodman’ın geliştirdiği biçimiyle. Anarşizmin baş hedefi, ister kapitalist ister sosyalist olsun, otoriter devlettir; önde gelen ahlâkî ve ilksel teması ise işbirliğidir (dayanışma, karşılıklı yardım). Tüm siyasal kuramlar içinde en idealist olanı anarşizmdir; bu yüzden de bana en ilginç gelen kuramdır.

Romandan en beğendiğim üç yeri alıntılayayım dedim. Üçü arasından en hoşuma gideni ilki; bunu olursa tezime de ekleyeyim dedim :))

Zayıf bebek ayağa kalktı. Yüzü günışığı ve kızgınlıkla parlıyordu. Bezi düşmek üzereydi. “Benim!” dedi yüksek sesle, çınlayan bir sesle. “Benim güneş!”

“Senin değil,” dedi tek gözlü kadın, kesinlik içeren bir yumuşaklıkla. “Hiçbir şey senin değil. Kullanmak için var. Paylaşmak için var. Eğer paylaşmazsan kullanamazsın.” Zayıf bebeği nazik, amansız elleriyle tutup kaldırdı ve günışığıyla dolu karenin dışına koydu. (s. 30)

Romanın kahramanı Shevek, Urras’taki bir partide oranın kaymak tabakasına şunları diyor:

Hayır. Harika değil. Çirkin bir dünya. Bu dünyaya benzemiyor. Anarres sadece tozdan ve kuru tepelerden oluşuyor. Her şey az, her şey kupkuru. İnsanlar da güzel değil. Hepimizin koca elleri ve ayakları var, benimkiler ve buradaki garsonunkiler gibi. Ama koca göbekleri yok. Çok kirlenirler, birlikte yıkanırlar, burada kimse bunu yapmaz. Hiç saray yoktur. Yaşam sıkıcıdır, çok çalışılır. Her zaman istediğinizi alamazsınız, hatta bazen gereksindiğinizi bile, çünkü yeterince yoktur. Siz Urras’lıların her şeyi yeterince var. Yeterince hava, yeterince yağmur, çimen, okyanuslar, yiyecek, müzik, yapılar, fabrikalar, makineler, kitaplar, giysiler, tarih. Siz zenginsiniz, siz sahipsiniz. Biz yoksuluz, biz yoksunuz. Sizde var, bizde yok. Burada her şey çok güzel. Güzel olmayan yalnızca yüzler. Anarres’te hiç bir şey güzel değildir, yalnız yüzler güzeldir. Diğer yüzler, kadın ve erkek yüzleri. Bizim onlardan başka bir şeyimiz yok, birbirimizden başka bir şeyimiz yok. Burada siz mücevherleri görüyorsunuz, orada gözleri görürsünüz. Çünkü bizim erkeklerimiz ve kadınlarımız özgürdür, hiçbir şeye sahip olmadıkları için özgürdürler. Siz sahipliler ise sahiplisiniz. Hepiniz hapistesiniz. Herkes yalnız, tek başına, sahip olduğunuz yığınla birlikte. Hapiste yaşıyor, hapiste ölüyorsunuz. Gözlerinizde görebildiğim yalnızca bu – duvar, duvar! (s. 196-7)

Bir gösteri esnasında bir meydanda toplanan Urras’taki Odoculara da şunları söylüyor Shevek:

Özgürlüğümüz dışında hiçbir şeyimiz yok. Size kendi özgürlüğünüzden başka verecek bir şeyimiz yok. Bireyler arasında karşılıklı yardımlaşma dışında hiçbir yasamız yok. Hükümetimiz yok, yalnızca özgür birlik ilkemiz var. Devletlerimiz, uluslarımız, başkanlarımız, başbakanlarımız, şeflerimiz, generallerimiz, patronlarımız, bankerlerimiz, mülk sahiplerimiz, ücretlilerimiz, sadakalarımız, polislerimiz, askerlerimiz, savaşlarımız yok. Başka da pek fazla şeyimiz var sayılmaz. Biz paylaşırız, sahip olmayız. Varlıklı değiliz. Hiçbirimiz zengin değiliz. Eğer istediğiniz Anarres’se, aradığınız gelecek oysa, o zaman ona eli boş gelmezi gerektiğini söylüyorum. Ona yalnız ve çıplak gelmeniz gerekiyor, tıpkı bir çocuğun dünyaya, geleceğine, hiçbir geçmişi olmadan, hiçbir malı mülkü olmadan, yaşamak için tümüyle başka insanlara dayanarak gelmesi gibi. Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrim’i satın alamazsınız. Devrim’i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir. (s. 256)

Devrim deyince yüce Marx’ı anmadan olmaz. Komünist toplumu anlatan sınırlı sayıdaki metinlerinden birinde bakın ne demiş Marx:

… herkesin bir başka işe meydan vermeyen bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesi hoşuna giden faaliyet dalında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da, benim için, bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirici olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağı yaratır. (“Alman İdeolojisi”, Ankara: Sol Yayınları, Çev. Sevim Belli, 1999, s. 59-60)

Marx’ın düşüncesi belki ütopik, ama ben betimlemesini beğendim. Amaç olarak kötü bir şey mi düşündüğü? Bu sene Kapital’in ilk cildinin basımının 140. yılı imiş. Kasım ayında da İstanbul’da Kapital üzerine bir sempozyum düzenlenecekmiş. Bu arada, kitabı daha önceden “Günlerin tortusu”nda Atilla bey tanıtmış. Eh, biz ikinci defa belirtmiş olduk diyelim.