Thursday, August 30, 2007


JAPON YARBAYIN DİRENİŞİ

Raflarımdaki tozlu dergilerin arasında dolaşırken yine ecdadımıza ait bir yazı buldum ve aktarayım dedim. Ancak bu defa başrolde Japon bir yarbay var. (Cemalettin Taşkıran, “I. Dünya Savaşı Sonunda Japon Kaptanı Yarbay Çomora’nın Türk Esirleri İçin Verdiği Haysiyet Mücadelesi”, Avrasya Dosyası, Cilt:5, Sayı: 2, Yaz 1999, s. 79-85)

I. Dünya Savaşı sırasında Devlet-i Âliyye, İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Ruslara 200.000’e yakın esir vermiş. Askerlerin büyük kısmı İngilizlere esir düşmüş ve Mısır, Birmanya ve Hindistan gibi o dönem İngiliz sömürgesi olan yerlerdeki esir kamplarına götürülmüş. Osmanlı’nın çok sayıda esir verdiği bir diğer ülke de Rusya imiş. Bu esirler özellikle Sarıkamış harekatı ve onun sonrasında o bölgede yapılan savaşlarda verilmiş. 50.000’den fazla esir Osmanlı askeri Hazar Denizi’nden Sibirya’ya kadar uzanan geniş bir alan içindeki yerlerde tutulmuş. Bunların yurda dönmesi ise ancak 5-6 yıl sonra gerçekleşebilmiş. İşte Japon yarbayın hikayesi de burada başlıyor.

Yazıyı yazan şahıs bir doçent olmakla birlikte aslen asker olduğu için – albaymış – dilinde zaman zaman bozukluklara rastladım ve düzeltmekten çekinmedim. Kendisi arşivden yararlandığı için yazısındaki kimi yerler biraz Osmanlıca içeriyor, ama anlaşılmayacak gibi değil bunlar:

(…) Savaş sırasında Almanlara karşı savaşan ve İtilâf Devletleri yanında yer alan Japonya, Rusya’daki bu otorite boşluğundan yararlanmak istemiş ve Sibirya’ya asker çıkarmıştır. 1918 yılının Nisan ayında Vladivostok’a askerî çıkarma yapan Japonlar, Sibirya’ya ilerleyerek Baykal gölüne kadar gelmişler ve bu sahanın kontrolünü ele geçirmişlerdir. Rusya’da bulunan esirlerin bir kısmı da, daha Rusya’daki Bolşevik-Menşevik çatışması sırasında taraf olmasınlar diye, Sibirya’daki Vladivostok ve Novinikolstusursky’de bulunan esir kamplarına sevk edilmişlerdi. Böylece bu yerlerdeki Türk esirlerin kontrolü Japonya’ya geçmişti. Japonlar, Türk esirlerini Hint Okyanusu üzerinden İstanbul’a göndereceklerini bildirmişler ve bu sevkiyatın maliyetini çıkarmışlardı. Japonlar Sibirya, Baykal Gölü civarında bulunan Türk esirlerini Vladivostok’a toplayacaklar ve burada toplanan esirleri Japon vapur şirketi KATSUVA ile yapılan anlaşmaya göre 48.000 İngiliz lirası karşılığı İstanbul’a götüreceklerdi. (s. 80)

Osmanlı hükümeti bu parayı Osmanlı Bankası’na yatırıyor, tabii bu banka o zamanlar İngilizlerin elinde. İngilizler bu esirlerin Türkiye’ye gelince kendilerine karşı kullanılacağından çekinerek işi ağırdan alıyor ve parayı Londra’ya ancak 1920 sonunda gönderiyor. Böylece 1921 Şubat’ında esirleri taşıyan “Heymeymoro” (Parlak Barış) gemisi yola çıkıyor. Vapurda 1018 Türk esir ve bunlardan 12’sinin Rusya’da evlendiği eşleri var.

Heymeymoro vapurunun kaptanı Yarbay Çomora’dır. Ayrıca bir Japon yüzbaşı ve bir doktor binbaşı vardır. Vapura Türk bayrağı çekilmiştir. 6000 tonajlık gemi 23 Şubat 1921 günü sevinç gözyaşları içinde İstanbul’a hareket eder. Gemide yukarıdaki üç kişilik askerî heyetin dışındakiler de asker olmakla birlikte sivil giyimlidirler. Yolculuk Vladivostok’tan İstanbul’a 45 gün sürecektir. Vapur hiçbir limana uğramayacak, ancak Seylan adasının Kolombo limanından su alacaktır. Geminin ambarına ranza tertibatı yapılmıştır. Ranzalar 65 cm’lik aralarla üç kat olarak kurulmuştur. Ranzaların üstünde otla doldurulmuş bir çuval yatak, yine otla doldurulmuş bir kişilik torba yastık vazifesi görmektedir. İnce bir battaniye de yorgan olarak verilmiştir. Yiyecek olarak 50 gram ekmek ve ölmeyecek kadar pirinç lapası, zaman zaman ince bir dilim balık ve çay … Bu şekilde 20.000 km’den fazla yol gidilecektir. Yolculuk boyunca Türk esirler temizlik işini paylaşmışlardır. (s. 81-2)

Ancak gemi yolculuğun 43. gününde Midilli Adası’nın önünden geçerken Yunanlılar tarafından durdurulur. O esnada Yunanlılar Eskişehir-İnönü mevzilerinde yenilmiş ve Bursa yönünde geri çekilmişlerdir. İşte, II. İnönü olarak bilinen bu savaştaki yenilgilerini örtmek için, Yunanlılar kendi memleketlerinde “Bir gemi dolusu Türk’ü esir aldık,” propagandası yapmak amacıyla Japon yarbaydan Türk esirlerin kendilerine verilmesini isterler.

Yunanlılar, Japon yarbaya kendilerini takip etmesini söyleyerek gemiyi Midilli Adası önüne kadar getirmişlerdir. Sonra gemiye Yunan hükümetini temsilen iki subay ve bir sivil biner. Japon yarbay ve arkadaşları ile görüşürler. Yunanlılar vapurda bulunan esirlerin tamamının kendilerine teslim edilmesini isterler. Japon Yarbay Çomora’nın cevabı mert bir askere yakışan cevaptır: “Hükümetimden bu yolcuların hepsini İtilâf Devletlerinin işgali altında bulunan İstanbul’daki Türk hükümetine teslim etme emri aldım ve elimde bir de bütün devletlerce kabul edilmiş ve imzalanmış bir protokol var. Bu sebeple size bunları esir olarak veremem … ” Yunan heyeti gider. Bir müddet sonra başka bir heyet gelir. Yine Türkleri esir almak için ısrar eder. Japon yarbayın cevabı aynıdır: Hayır! Bunun üzerine Yunanlılar bir yandan Japon gemi mürettebatı ile, diğer yandan da Kızılhaç Teşkilatı vasıtasıyla durumla ilgili temaslara başlarlar. Böylece gemideki 1030 esirin yolculukla beraber tam 8.5 ay sürecek gemi esareti başlar. Artık Türk esirler günlerini 65 cm yükseklikteki ranzalar ile, ışıksız, karanlık ambarlarda, Yunanlıların vereceği erzakla tam 7 ay geçireceklerdir. (s. 82)

Görüşmeler sürerken Yunanlılar gemiye hareket izni vermezler, Japon yarbay da Türkleri vermemekte direnir. Hatta araya Japon büyükelçiliği girer. Bu arada gemi Yunanistan’a daha yakın olsun diye Pire limanına çekilmiştir.

Pire limanında yine küçük rütbeli subaylardan oluşan bir heyet Yarbay Çomora’ya gelir ve esirleri teslim etmesini ister. Yarbay, “Benimle konuşacak zatın benim rütbeme münasip bir asker olması lazım,” diyerek Yunan heyetini gemiden kovar. Ardından gemiye bir yarbay ve binbaşıdan oluşan yeni bir heyet gelir. Yarbay onlara da aynı cevabı verir: “Bu vapur Japon vapurudur. Bu bayrak da kezâlik Japon bayrağı, ben de Japon hükümetinin bir askeriyim. Bütün İtilâf Devletlerinin muvafakati ve Salib-i Ahmer Merkezi umumisinin müsaade ve muvafakatleri ile ve hükümetimden aldığım emir üzerine, [bu esirleri] İtilâf Devletlerinin işgali altında bulunan İstanbul’daki Türk hükümeti makamlarına teslim etmekle vazifeliyim. Aynı zamanda bir asker olduğum için de, uhdeme verilen bu vazifeyi ifaya mecburum. Yunan devleti derse ki, “Biz bu esirleri sizden alırız,” o takdirde önce bizleri ve vapuru, sonra da esirleri alırsınız … (s. 83)

Bunun üzerine Yunanlılar hem Japonları hem de Türkleri yıldırmak için, esirlere ya hiç ya da çok az yiyecek verme yoluna giderler. Hükümetler arasındaki yazışmalar devam ederken, esirler gemideki dördüncü aylarını tamamlamışlardır. Japonların bir kısmı bu duruma dayanamadığından hastaneye kaldırılmıştır. Geminin ikinci kaptanı da hastalanmıştır. Bu olaylar yüzünden Yunan gazeteleri ve Batı basını gemideki Türk esirlerin arasında salgın hastalık çıktığı haberini yayar. Yarbay Çomora haberi tekzip eder, Yunan hükümetine de ağır bir yazı yazar.

(…) Konu Milletler Cemiyeti’ne intikâl eder. Cemiyet konuyu çözüme kavuşturmaya çabalarken, gemiye doktor ve gözlemcilerden oluşan bir heyet gönderir. Bu arada hâlâ Pire limanında kalan esir Türkler, Kütahya-Eskişehir Savaşları ve Sakarya Savaşı için cepheye gemilerle gönderilen Yunanlıların taşkınlıklarını, yaralanıp sargılar içinde cepheden gemilerle dönen askerlerin perişanlığını görürler.

Milletler Cemiyeti 1921 yılının Temmuz ayında şöyle bir karar alır: Gemiye Cemiyet adına bir sıhhiye heyeti gelecek ve hasta, yaralı ve yaşlıları tespit ederek onları İtalya gibi başka bir ülkede misafir edecek(!) Böylece 6 Ağustos 1921’de Heymeymoro gemisindeki 1030 esirden 395’i kadın, yaşlı, yaralı ve hasta alınıp Olimpos adlı küçük bir Yunan gemisi ile İstanbul’a götürülür. Bu arada, sağlam olan ve iyi Rumca bilen Giritli deniz subaylarından Çarkçı Yüzbaşı Mehmet, kardeşi Teğmen Ruşen ve İzmirli Ferit Bey de İstanbul’a giden kâfileye gizlice karışmışlardır.

Ancak gemide kalan 635 Türk esiri yine Pire limanında demirleyen Heymeymoro gemisinde kalmaya devam etmekte ve misafir edilecekleri(!) ülkeye gidecekleri günü beklemektedirler. Öyle ki, 1921 yılını Ramazan ve Kurban Bayramı’nı gemide kutlamışlardır. Yedi aydır gemidedirler ve bu sıkıntı bir müddet daha devam edecektir. (…)

Nihayet İtalya ile anlaşılır ve İtalya Türk-Yunan harbi sonuna kadar bu esirleri misafir etmeyi(!) kabul eder. 13 Ekim 1921’de Heymeymoro gemisi Pire’den ayrılır. (…) 18 Ekim’de Akdeniz’de küçük, kayalık bir ada olan Azinora adasına ulaşır. Esirlerin bazıları bekleme ve yolculuk sırasında öldüklerinden, 620 civarı Türk esiri 8.5 aydan fazla bir süre kaldıkları gemiden adaya çıkarlar. Onları Yunanlılara teslim etmeyen ve Vladivostok’tan beri kaptanlıklarını yapan Yarbay Çomora bir konuşma yapar:

Arkadaşlar, sizi, siz Türkleri tanımış olmak, benim için hayatım boyunca taşıyacağım çok canlı ve daima yaşayan bir şeref ve iftihar vesilesi olacaktır. Ve yine diyorum ki, siz Türkleri tanımış olmak fırsatına nail olduğumdan çok bahtiyarım … Sizlerde çok üstün bir seciye ve karakter, aynı zamanda fazilet gördüm. Bu söylediklerim bilmüşahade duygularımın kendisidir. İşte bu görüşüm bana şu gerçekleri söyletiyor: Sizler insanlığın övüneceği bir üstün insansınız. Bütün iyi ve en iyi vasıflar sizdedir. Onlara sizler sahipsiniz. Yine gördüğümü ve sezdiğimi söylememe müsaade ediniz, sizler çok büyük ve şayan-ı hürmet bir milletin çocukları olduğunuzu fiilen ispat ettiniz. Bu gerçeğin yegâne şahidi benim. Sizlerle geçirdiğim tam sekiz aylık mazi, bana çok kıymetli hayatî mevzular öğretti. Şimdi burada sizi müjdelemek değil, olanı ve yarınlarda olacağı söylemek istiyorum: Yaşamak, varolmak sizin ve siz ayarındakilerin hakkıdır. En şayan-ı hürmet, kendine inanılır, güvenilir, en yüksek ahlâka sahip, yaşamaya en çok layık olan bir milletsiniz. Ve bugün memleketinizin giriştiği mücadele zaferle sona erecektir. Çünkü varolmak ve yaşamak isteyen sizsiniz, Türk milletidir. Yakından gördüğüm kaypak ve kahpe milletler size gem vuramaz. Parlak yarınlar sizindir! Çok üzgünüm sizleri sevdiğiniz vatanınıza götüremediğim için ve yine çok üzgünüm ve müteessirim, çünkü sizleri bu ıssız, insansız, vahşi ve kötü görünüşlü bir yere indirdik. Umarım bu yerden de kurtulursunuz. Şimdi, en iyi dileklerimle hepinizi selamlarım. (s. 83-5)

Adaya bırakılan Türk esirler yine kötü şartlarda yaşarlar. Ada İtalyanlar tarafından salgın hastalığa yakalanan kişiler ve çok ağır suçlular için sürgün yeri olarak kullanılmaktadır. Hatta adada yetişen meyve, sebze, et ve süt ürünleri İtalya’ya sokulmamaktadır. Zehirli yılanlarla dolu bu ıssız adada Türkler ot biçerek ve yılanlarla boğuşarak bir sekiz ay daha geçirirler. Bunların bir kısmı kötü koşullar ve yılan sokmaları yüzünden ölür. Sonunda Milletler Cemiyeti’nin ve Hilâl-i Ahmer’in girişimleriyle 1922 yılında “Ümit” adlı bir gemi ile İstanbul’a dönerler.

Yazıda Japon yarbaya ne olduğu hakkında bilgi verilmemiş. Esirlerin daha sonra ne yaptıklarına dair bir şey de yok. Acaba o gemi bir Japon gemisi, kaptanı da bir Japon olmasaydı ne olurdu? Vallaha kaptan Arap olsaydı askerleri kesin satmıştı!

Japonların bazı meselelerde ne kadar gururlu olduklarını bilirsiniz. Bu gurur biraz da bizim memlekette olsaydı keşke! Mesela bizde görevini adam gibi yapmayanların, üçkağıtçılık yaptıkları meydana çıkanların, ellerine birer kılıç alıp harakiri yapmaları kötü mü olurdu? Tayyip ya da Abdullah amcamın onurlarını korumak için bir Arap kılıcı ile harakiri yaptıklarını düşünebiliyor musunuz? Allah bilir, o zaman da cenaze masraflarını devlete ödetirlerdi. Yahu şu Japonlara bakıyorum da, gerçekten çok geri kalmış bizim memleket!

Tuesday, August 28, 2007


ŞEVKET SÜREYYA’NIN ANLATTIKLARI

Üniversitede lisansta iken bir ara Şevket Süreyya Aydemir’in kitaplarına merak salmıştım. Birini bitirdikçe diğerini alıp duruyordum. Böylece iki kitap dışında tüm külliyatını edinmiş oldum. Atatürk’ün üç ciltlik biyografisi “Tek Adam”, İnönü’nün üç ciltlik biyografisi “İkinci Adam”, Enver Paşa’nın – yine – üç ciltlik biyografisi “Enver Paşa”, “Menderes’in Dramı” ve “İhtilâlin Mantığı” gibi kitaplar hep onun eserleridir.

Aydemir 1897 yılında doğmuş bir yazar, siyaset ve düşünce adamı. Önemli özelliklerinden biri, aralarında Yakup Kadri ve Murat Belge’nin babası Burhan Belge’nin de olduğu, "Kadro" dergisinin kurucularında biri olması. Bu dergi etrafında birleşen ve “Kadro Hareketi” adını alan kişiler yeni Cumhuriyet’in ideolojisini şekillendirmeye çalışıyorlardı. Aydemir’in kardeşi savaşta ölünce, kendisi 1915 yılında gönüllü olarak I. Dünya Savaşı’na katılmış. Savaştan sonra Bakü’ye gitmiş, 1923’te Türkiye’ye dönmüş ve Türkiye Komünist Partisi yöneticileri arasına girmiş. 1928-51 arasında eğitimci ve iktisatçı olarak çeşitli devlet görevlerinde bulunmuş. Kitaplarını da emekli olduktan sonra yazmış.

Aydemir’in kitaplarında yazdığı kimi şeylerin bugün de hâlâ geçerli olduğunu görünce, insan gerçekten şaşırmadan ve hayıflanmadan edemiyor. “Bu memlekette hiç mi bir şey değişmemiş?” diyor. Aktardıklarımı okuyunca siz de hak vereceksiniz eminim.

I

İlk olarak Aydemir’in 1959 yılında yayınladığı otobiyografisi “Suyu Arayan Adam”dan (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1967) birkaç parça aktarayım. Burada ne güzel yazmış Aydemir. Cepheye gitmek için tren istasyonunda beklerken mekânı bakın nasıl anlatmış:

* * *

Haydarpaşa İstasyonu’ndan tren öğle sonuna doğru hareket edecekti. Dört yüzden fazla subay namzedi (subay adayı) idik. Kafkasya, Irak, Filistin, Hicaz cephelerinde vazife almıştık. Dağılış noktalarına vardıkça her birimiz kendi cephemizin yolunu tutacaktık.

İstasyonda pek az uğurlayıcı vardı. Bunlar bazı yaşlı, terbiyeli erkekler, temiz yüzlü İstanbullu anneler, o zamanlar henüz açılmamış, erkekleşmemiş İstanbullu kızlardı. Herkese kendi oğulları gibi yakınlık gösteren, kendi çocuklarıymış gibi nasihatlerde bulunan bu mübarek bakışlı babaların, amcaların çoğu, belki de eski, emekli askerlerdi. Gidilecek yerlerin ve harbin ne olduğunu hiç şüphesiz biliyorlardı. Bu gidenlerden çoğunun geri dönmeyeceğini ve şimdi bu uğurlayışın, onlardan birçoğu için, çocuklarını son görüş olacağını da herhalde anlıyorlardı. Fakat ne bir şikayet sesi, ne bir taşkın hıçkırık …

Bilakis, herkes bu ayrılışa âdeta mesut bir gün, yıllardan beri beklenen, yıllardan beri hazırlanılan bir sevinç günü havası vermek için elinden geleni yapıyordu.

Fakat bütün bu insanlarda, az sonra, birden sel gibi coşacak, seller gibi çağlayacak göz yaşlarına diledikleri gibi mecra verebilmek için, trenin bir an önce kalkmasını ve kendilerini evlerinin gizli köşelerine bir an önce atabilmeyi bekleyen bir sabırsızlık hâli her şeye rağmen seziliyordu.

Trenin ilk düdüğü çalınca, geldiğinden beri istasyonun bir direği dibine çöküp bastonunu kucağında tutan ve boyuna bir şeyler okuyup üzerimize üfleyen bir ihtiyar zorlukla ayağa kalkabildi. Daha ziyade bir mahalle imamına benziyordu. İstasyon adamlarının anlattıklarına göre, onun gidenler arasında hiç kimsesi yoktu. Fakat hemen her tanrının günü buraya gelirdi. Evvelce, gene böyle bir kafile içinde gönderdiği birinin, cepheden gelen trenlerden çıkmasını beklerdi. Gidenleri uğurlar, gelenlerden haber sorardı. Mihnetli, fakat Hak’tan ümidini kesmeyen nurlu bir yüzü vardı.

Tren ikinci düdüğünü çalınca ellerini kaldırdı. Herkes ona uydu. Duasını bitirdiği zaman, elini öpen her çocuğun boynuna sarılıyordu:

“Torunum sizin yaştaydı oğul. Adı Selâhattin'di. Bağdat’tan iki mektubu geldi. Sonra haber kesildi. Kayıp diyorlar, ama Allah’tan ümit kesilmez ki oğul. Çukurtekke şeyhinin torunu Selâhattin diye sorun. Allah için soruşturun.”

Kiminin alnından öpüyor, kiminin arkasını okşuyor, “Haydi yavrularım, haydi aslanlarım,” diye ağlıyor, inliyordu … (s. 78-9)

II

Benim kitapta en sevdiğim bölümlerden biri işte burası. Aydemir cephedeki boş vaktinde bölüğündeki erlere ders vermeyi kalkınca bakın neler olmuş:

* * *

Derse başlarken İstanbullu başçavuşa dersi sadece dinlemesini, sual ve cevaplara katılmamasını söyledim. Sonra da askerlere sordum: “Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?” Hep birden, “Elhamdülillah müslümanız,” diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı. Kimisi, “İmâm-ı âzam dinindeniz,” dedi, kimisi, “Hz. Ali dinindeniz,” dedi. Kimisi de hiçbir din tayin edemedi. Arada, “İslâmız,” diyenler de çıktı, ama “Peygamberimiz kimdir?” deyince onlar da pusulayı şaşırdılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi, “Peygamberimiz Enver Paşa’dır!” dedi.

İçlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçına da, “Peygamberimiz sağ mı, ölü mü?” deyince iş gene çatallaştı. Herkes aklına gelen cevabı veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu. Fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu.

“Peygamberimiz sağdır,” diyenlere, “O hâlde peygamberimiz hangi şehirde oturur?” diye sordum. Cevaplar tekrar karıştı. Onu İstanbul’da, Şam’da yahut Mekke’de yaşatanlar oldu. Hiçbir yer tayin edemeyenler daha çoktu. “Peygamberimiz ölmüştür,” diyenlere de, “Peygamberimiz ne kadar zaman evvel öldü?” denildiği zaman, bu sefer onlar şaşırdılar. Yüz sene evvel, beş yüz sene evvel, bin sene evvel diye gelişi güzel cevap verenler oluyordu. Fakat çoğu vakit tayin edemiyordu.

Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de dinin ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı. Ezan dinlemişlerdi. Fakat ezan okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir-iki kişi çıktı. Fakat onların da hiçbiri namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar.

Sonra, “Köyünde cami olanlar ayağa kalksın,” dedim. Gerçi köylerinde cami olan birkaç kişi ayağa kalktı, fakat onlar da bayramlarda, cumalarda, âdet yerini bulsun diye camiye gitmişlerdi. Köyünde mektep olan bir tek kişi çıkmadı. Bazı camili köylerde, cami odasında küçük çocuklara imam tarafından Kuran ezberlettirilmeye çalışıldığını görmüşlerdi. Ama usulü dairesinde ve ayrı bir köy mektebi gören kimse yoktu.

İlk ders beni şaşırtmıştı. Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleri idiler. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler. (s. 109-11)

* * *

Çok fazla geçmeden de, bu insanların olduğu Anadolu yeni Cumhuriyet'e kaldı. O dönemki hacılar, hocalar, şeyhler, bu zavallı cahil insanları dini kullanarak sömürüyorlardı. Atatürk bunların çanlarına ot tıkayınca ona düşman kesildiler ve “Müslümanlara zulmediliyor!” diye tepişmeye başladılar. Günümüzün beton kafalı İslâmcıları da bu sömürgen hacı-hoca takımının torunları oluyor. Ve bunlar daha hâlâ bin bir türlü rezillikle bu “zulüm” masalının çığırtkanlığını yapıyorlar.

Şimdi Aydemir’in bu kitabını alıp, Atatürk zamanından beri, yani 84 yıldır Türkiye’de Müslümanların baskı gördüklerini utanmadan söyleyen bu ahlâksız insanların kafalarına “aman beyim, yeter!” deyinceye dek tek tek vurmak isterdim. Yukarıdaki adamların hâllerine bir bakın da, bunlara Müslümanlar diye edilecek ne eziyetin olduğunu söyleyin bir! Dinini, peygamberini bilmeyen bu adamların nesine Müslüman diye eziyet edilmiş acaba?

Dahası var:

* * *

Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual ve cevaplardan anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı. “Biz hangi milletteniz?” deyince her kafadan bir ses çıktı. “Biz Türk değil miyiz?” deyince de hemen, “Estağfurullah!” diye karşılık verdiler.

Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz Türk’tük. Bu ordu Türk ordusu idi. Türklük için savaşıyorduk. Asırlarca süren maceralarımızdan sonra son sığınağımız ancak bu Türklük olabilirdi. Fakat ne çare ki, bu “Biz Türk değil miyiz?” diye sorunca “Estağfurullah!” diyenlerin görüşüne göre, Türk demek Kızılbaş demekti. Kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu. Ama onu herhalde kötü bir şey sayıyorlardı. Yahut belki de, aslında kendileri Kızılbaş oldukları hâlde böyle görünüyorlardı.

Anadolu’da vaktiyle binlerce, on binlerce insan Kızılbaş oldukları için öldürülmüşlerdi. Gerçi bu öldürülenler hakikî, saf Türk aşiretler halkı, Oğuz Türkleriydiler. Demek ki, korku hâlâ yaşıyordu …

Dininde, milletinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, devletin adını, padişahın ismini, devletin merkezini, başkumandan ve onun vekilini de bilmemektedir.

Hele iş vatan bahsine dönünce büsbütün karıştı. Kısacası, vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. Yahut da bütün bilgiler belirsiz, köksüz, şekilsiz, yanlıştı.

Bölüğü yakından tanıdıkça daha garip şeylerle de karşılaşıyordum. Askerlerin bir kısmı kendi isimlerini değil de, başka adlar taşıyorlardı. Künyelerinde yazılı yerler, asıl doğdukları veya kayıtlı oldukları yerler değildi. Bu kayıtları düzeltmeye ve onları temize çıkarmaya uğraşırken, bunu istemeyen, hatta işi büsbütün karıştıranlar da vardı. Böyle bir toplum bu harbi elbette ki ruhen, isteyerek benimsemiş olamazdı.

İşe yeniden, baştan başlamak lazım geldi. Önce isimlerinden başlayarak, bölüğün, taburun, alayın, onbaşının, çavuşun, subayın isimlerini öğretmeye giriştik. Sonra vatana, millete, dine doğru ilerledikçe garip birtakım ruh direnişleri ile karşılaşmaya başladığımı hissettim. Anlaşılıyordu ki, bu direnişleri derin ve esaslıdır. Ben ilk adımda askerlerimi dindar ve mutaassıp zannetmiş, fakat cahil bulmuştum. Ama "ne de olsa bunlar cahil, fakat müslümandır,” diyordum. Halbuki biraz sonra anlaşıldı ki, hepsinin nüfus kağıtlarına ve künyelerine geçirilen bu “İslâm” kaydına bakmayarak, bu kalabalığın içinde bir inancalar, tarikatlar, canlı olarak yaşamaktadır. Bunların hepsinin ruhlarına hurafe, vehim ve geçmişin tortuları hâkimdir. Hatta bir aralık inandım ki, bölükte hiç olmazsa aslını bilmeden de olsa kendini “İslâm” sayanlar çoğunlukta bile değillerdir.

Alevîler, Yezidîler, Kızılbaşlar ve daha akla ve tasnife gelmeyen ve hepsi de mazinin bilinmeyen köklerinden gelip, mensubunu karmakarışık bir insan çamuru içinde yaşatan bir sürü itikât döküntüleri, bu insanları parça parça birbirlerinden ayırmaktadır. Bu görüş ve kanılara varınca, bölüğün daha ilk adımda dinini, milletini ve vatanını bilmemesi şeklinde meydana vurduğu sert gerçek, güçlükle de olsa, birtakım tarihî ve etnik sebeplerle az çok izah edilebilir bir hâl almaya başladı. (s. 111-12)

* * *

Kızılbaşları o dönem öldürenlerin başta geleni, Şah İsmail’e karşı çıktığı seferde 40.000 civarı Alevî’yi kesip biçen Yavuz Sultan Selim’dir.

Görüyorsunuz, işte Osmanlının Türkiye’ye miras bıraktığı insan yığını budur! Atatürk Cumhuriyet’i bu insan yığınının içinde kurmaya, onun içinden çıkarmaya çalışıyordu.

III

Bu defa da “İhtilâlin Mantığı” adlı kitabından aktarayım (5. basım, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1993). Aydemir Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950 seçimlerinin hemen öncesini anlatıyor:

* * *

Cahil köy imamı ile, o güne kadar beklediği ve hakkı olan saygıyı, ilgiyi jandarmadan, hükümet idarelerinden göremeyen, daima hakir görülen köy muhtarlarına, ihtiyar heyeti adamlarına, sokak ve siyaset çığırtkanlarına kadar bütün güçler, yeni seçimler için, Halk Partisi ve İsmet Paşa aleyhine seferber olmuşlardı. Yalnız o günlerin, o yılların değil, 27 yıllık bütün eski defterlerin hesapları ortaya dökülmektedir.

Hele köy, kasaba, şehir kahvelerinde, şaşılacak kadar konuşkan, becerikli, kandırıcı, halk yahut sokak hatipleri türemişti. Bunlara o günün halk liderleri de diyebiliriz. Yalnız kahvelerde, evlerde değil, pazarlarda, mitinglerde, otobüslerde, minibüslerde, yeni partinin müjdesi rüzgâr, hatta fırtına gibi esiyordu. Bu türeyen hatiplerin çoğu, galiba Pir Aşkına çalışıyorlardı. Ama yürüttükleri bu fırtına, belliydi ki tesirsiz kalmıyordu. Şu da çok dikkat çekiyordu ki, bu ortaya atılanların, bu hatipler, müjdeciler ordusunun beyanları, davetleri, halkın şuurundan, aklında ziyade hislerine, uyuşmuş, gerilere itilmiş alt duygularına, yani bilinç altınaydı. Hatta bazen birtakım işaretler, birtakım esrarlı sözler, “Biraz bekleyin, neler göreceksiniz!” cinsinden müphem, dumanlı vaatler veya bilinmeyen geleceklerden haber verişler şeklindeydi. Hatta cemaatin yüzlerine derin derin bakışlarla uzun, esrarlı, manalı sükutlar, bu yeni usul halka yönelişin başarılı taktikleri arasındaydı. Artık, kendisine yukarıdan bakılışlara, beylik hitaplara doymuş, kentlerde, köylerde, yalnız karşılama ve uğurlama figüranları olarak kullanılmaktan bıkmış insanlar için, bu yeni halka yöneliş manalıydı, çekiciydi. Halk buna muhtaçtı.

Bu tür hatiplerden birini tanırdım. Ankara doğusundaki Kayaş vadisinde bir toprak damım vardı. 1950 seçim öncesinin hareketli günleriydi. Civar köylüler tetikteydi. “Efendi, köycek Demirgırat olduk gâri … ” sözlerini hemen her geçenden dinlerdim. Ortada bir de “Cebelici Hoca” türemişti. Adı Zeynelabidin’di. Yahut öyle tanınırdı. Bana da uğrar, süt içer, ayran içer ve her gelişte yeni fütuhatını haber verirdi. Dinlerdim. Tipik bir demagog ve usta bir propagandacıydı. Eski İstiklâl Mahkemeleri’nin topladığı, sindirdiği, din ticaretçilerinden biriydi.

Eğer ortada başka dinleyenler de varsa, daha da hızlı konuşurdu. Celâl Bayar’ın sarayına kolunu sallaya sallaya girermiş, Bayar uykuda bile olsa kapısını açar, odasına dalarmış. Menderes onu kapıda karşılar, kapılara kadar uğurlarmış, vb. …

Öyle sanıyorum ki, bütün bunlara köylüler de inanmazdı. Ama o, “Efendi, bunlara böyle konuşacaksın. Atatürk köylünün aklına hitap ederdi. Halbuki sen köylüye masallar anlatacaksın. O, masallara inanır … ” der dururdu.

İşte bu Zeynelabidin Hoca bir gün, yanında da birkaç köylüyle gelmiş. Beni odamda bulamayınca bahçeye dalmış. Ona dere boyunda yakalandım. Bir şehri zapteden fatih gibi mağrurdu, muzafferdi. Haberini müjdeledi:

“Hasanoğlu Köy Enstitüsü’nün işi bitti efendi! Aha, köylüleri topladım. Tepeye çıkardım. Söyleyin bakalım, dedim. Şu enstitü binalarının planı neye benziyor? Şu baştaki bina, şu yana doğru uzanan, sonra şu sağa, sola kıvrılan binalar? Onlar evvelâ bir şey anlamadılar. Ama sonra anlattım: Bu binaların dağılışı orak-çekiç biçimindedir dedim. Göreceksin, bu köylerden Halk Partisi bir tek oy alamaz.”

Söylenen deli saçmasıydı, ama kullanılan silah keskindi. Sonradan söylendiğine göre de, Halk Partisi’ne Hasanoğlan’da bir tek oy çıkmış. O da muhtarınmış. Muhtarın bayanı bile oyunu “Demirgırat”a vermiş. Hem bu söylenti galiba doğruydu.

O günler öyle günlerdi ki, Ticanî şeyhi geçinen Pilavoğlu’nun bizim köye gelip köy berberine kestirdiği sakalından, iki tarafta iki kişinin, aşırı bir hürmet ve âdeta ibadet eder gibi, dualar okuyarak uçlarında tuttukları ipek örtüye dökülen kıllar, civar köylere tel tel satılırdı. Köylerde Ticanîler de çoğalıyordu. Nitekim, sonra bunlardan bir grup Yenişehir’de Atatürk’ün heykeline güpegündüz saldırdılar. İçlerinden henüz yirmi yaşlarında ve istasyonda gişe memuru olan bir delikanlı, toplantı hâlindeki millet Meclisi’ne girip, orada balkonda ezan okudu. Kimdi bu Pilavoğlu? Cahil denecek bir ortaçağ düzenbazı.

Civardaki Karapürçek köyünde şunları anlattılar: Bir cuma günü Pilavoğlu, âdet olan gösterişli karşılamalar içinde köye gelir. Cemaati dere kenarında toplayıp cuma namazını kıldırır. Sonra halka sorar:

“Bu namazı nerede kıldık?”

“Dere boyunca kıldık efendi.”

“Hayır! Ama siz körsünüz, görmediniz. Biz namaza el bağlar bağlamaz, cemaatçe uçtuk. Kâbe’ye vardık. Ama siz cahiller, siz nadanlar, toptan cehennemlikler, bunu görmediniz. Çabuk tövbe, istiğfar edin!” vb…

Bunu bana anlatan komşu köylüleri tanırdım. Temiz, bozulmamış eski Oğuzlardı. Ama Yemen’de, Balkan Harbi’nde, seferberlikte, Anadolu Savaşı’nda hemen bütün genç çocuklarını şehit vermişlerdi. Hepsi de ona inanmışlardı:

“Efendi,” diyorlardı, “biz essahtan cahalız. Uçmuşuk, Kâbe’ye varmışık, hacı olmuşuk da haberimiz yok!” (s. 132-5)

* * *

Aydemir’in bahsettiği o hatipler size, zamanında camilerde ve belirli yerlerde düzenlenen toplantılarda cahil halkı kandırıp onların sırtından siyaset yapan, sonra da belediye başkanı ve en sonu başbakan seçilen birtakım Kasımpaşa fırlaması magandaları hatırlamıyor mu?

Bizim ahmak liberal geçinenlerimiz 50 seçimlerini halkın CHP’ye tepkisi olarak gösterip, 1950 yılını Türkiye’de demokrasinin başlangıcının miladı kabul ederler. Oysa bu liberaller sadece Türkiye’nin tarihinden bihaber saf cahillerdir. Görüyorsunuz halkın tepkisini işte. Bugün AKP’ye verilen oylar o zaman DP’ye verilen oylardan çok mu farklı?

Bir de bu DP iktidarını öven üçkağıtçı İslâmcılar vardır ki, onların esas derdi başkadır. Bunu da gene Aydemir anlatsın bize. Yine aynı dönem için konuşuyor Aydemir:

* * *

Millî Kurtuluş Mücadelesi ve Reformlar devresinde yenilmiş, saf dışı edilmiş nice fitneler, nice saltanatçı, padişahı özleyeceklerdir. Din tüccarları köy köy dolaşarak, sanki 27 yılda din elden gitmiş gibi, şimdi dine dönüldüğünü müjdeleyeceklerdir. Düzmece şeyhler, tarikatçılar, cemaati bir göz açıp kapamada Kâbelere uçuracaklardır. Vaktiyle 31 Mart İsyanı’ndaki ilişkilerinden kurtulmak için Harp Divanı’na, kendisinin hem cahil hem deli olduğunu raporlarla ispatlayıp, bir de “İki Musibet Mektebinin Şahadetnamesi”, yani tımarhâneden ve hapishâneden belgeler de yayınlatan eski “Bedi-üz Zaman Said-i Kürdî” isminde biri, şimdi “Said-i Nursî” adı ile ortaya atılıp, âdeta bir din içinde din akımı örgütlenecektir. Anadolu’da yeşil takke çok yerde şapkanın yerini alacak, insanlar daha çocuk denecek yaşlarda sakal bırakacak, bunları yapmayanlar kâfir sayılacaklardır. (s. 135).

* * *

Görüyor musunuz? Bizim Nurcuların sevgili Said-i Nursileri mahkemede ceza almaktan kurtulmak için “deli” olduğunu belgeleriyle ispatlamış! Eh, onun öğrencisi Fethullah hoca da Cumhuriyet’i yıkmaları için müridlerine ders verirken çekilen kasetler ortaya çıktığında derhal “hastalanıp” soluğu Amerika’da – İran’da değil! – almadı mı? Ayıp valla Fethullah efendiye! Humeyni bile Fransa’ya kaçıp orada 9 sene kalmakla yetinmişti. Gerçi İran’da devrim olunca döndü. Ama bizim Nurcular daha hâlâ devleti tam olarak ele geçiremediler ki, hoca efendimiz küfür-kâfir-şeytan oğlu şeytan diyarı Amerika’dan dönsün? İnsan biraz İran’a bakar da utanır. Adamlar 9 senede devrim yaptılar yahu!

IV

Şimdi kısa bir süreliğine Aydemir’den uzaklaşıp Tarık Zafer Tunaya’dan bir aktarma yapayım (“İnsan Derisiyle Kaplı Anayasa”, İstanbul: Arba Yayınları, 1988). Aktaracağım şey 1965 yılına ait bir konuşma. Taraflardan biri CHP’li, diğeri de Süleymancılardan biri. Olay Alanya’da geçiyor:

* * *

Soru: Siz CHP’ye neden rey vermiyorsunuz?

Cevap: O partiyi toplantılarınızda taşıdığınız beyaz put (Atatürk’e verilen addır) kurmuştur. O dinsizdir. CHP’liler boşuna yoruluyor. Biz o dinsizin partisine ondan rey vermeyiz. İsmet Paşa demokrasi kuracakmış, kursun da görelim.

S: AP (Demirel’in Adalet Partisi) nasıl, ona neden rey veriyorsunuz?

C: O da dinsizdir, amma CHP’nin yanında ehveni şerdir.

S: O beyaz put dediğin adam senin ananı, bacını düşman ayaklarından kurtarıp Cumhuriyet’i kurmadı mı?

C: Harbi o kazanmış değil ki. Harbi asker kazanmıştır. Nasıl Yezid, Hazreti Hüseyin Efendimizi kesip şehit ederek hilâfeti almışsa, senin Atatürk’ün de padişahımızı sürüp halifeliği ortadan kaldırmıştır.

S: Siz Atatürk ve CHP’lilerin dinsiz olduğunu nereden biliyorsunuz?

C: O dinsiz olmasaydı, CHP’ni kurduğu zaman birçok hocalarımızı astırmaz, şapka giydirmez, kadınları serbestlemez, halifeyi sürdürmezdi.

S: İslâm, dinini ahkâmından olan ülülemre itaat etmek var. Siz etmiyor musunuz?

C: Ülülemre itaat etmek var, amma hükümetin ve başındakilerin Müslüman olup halifenin olması şarttır.

S: Artık Türkiye’de bir halifelik kurulabilir mi?

C: Biz bayrağımızı çekmek üzereyiz. Allah bizimledir.

S: Bayrağınızı çekmek üzere olduğunu söyledin. Sizinki ayrı mı?

C: İslâm’ın bayrağı yeşildir. Ümmet-i Muhammed onun bayrağı altında toplanacaktır.

S: Halifeyi siz mi seçeceksiniz? Böyle birisi var mı?

C: O kadar inceleme. (s. 73-4)

* * *

Sorarım size, bu kafadaki adamlar bugün de yok mu?

Neyse ki – Allah’a şükürler olsun – bugün artık AKP gibi “Müslüman” partiler var da, memleketimizdeki bilumum gericiler, yobazlar, İslâmcılar, Cumhuriyet ve demokrasi düşmanları uyduruk ehveni şer partilere oy vermek zorunda kalmıyorlar. Hem – bu defa gerçekten Allah’a şükürler olsun – Demirel de emekli oldu zaten.

Bu olaydan 9 sene sonra 1974’te Cumhuriyet gazetesine şunları yazıyor Aydemir (“Lider ve Demagog”, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1997):

* * *

“Bugüne gelince? Bugün ne yazık ki, estirilmek istenen gericilik rüzgârları köyleri, kentleri gittikçe sarmaktadır. Ve bu rüzgârların temelinde yatan, ne yüce bir din aşkı, ne saf bir ahlâk özlemidir. Bu rüzgârları estirenlerin iç âlemlerinde kökleşen, sadece çağdışı kalmaktan, çağa ayak uyduramamaktan gelen, ama onları yiyip bitiren bir aşağılık duygusudur. Çünkü açığa vuran, asıl kin, katılık, saldırganlık, ortalığı haraca kesmek gayretidir. Aşağılık duygusunun bir ters tepkisi olan sahte bir üstünlük gururudur. Oysa dinin hoşgörücü ve din adamının da sakin ve kapsayıcı olması gerek. Ama şimdi onlardan bir kısmının estirdiği gericiliği körükleme rüzgârları, kabul ve itiraf etmek gerekir ki, köy kahvelerinden, köylerden, kentlerden, başkentteki cami avlularına kadar taşmıştır. Kendince şeriat sözcüsü geçinen bir politikacının sorumsuz beyanları ile de, sınırlarımız dışına kadar yaygınlaşmıştır.” (s. 229-30)

* * *

Sizce son cümlede bahsedilen politikacı kim olabilir? Erbakan efendi tabii! Şimdi başımızda bu adamın yetiştirdiği, onun beslemesi olan Erdoğan ve Gül gibi adamlar yok mu? İnsan hayret etmeden edemiyor valla!

Gene soruyorum, bir değişiklik var mı?

V

Bütün bunları okudukça Türkiye’nin bugünkü durumunu 1950’dekine benzetmeden edemiyorum. Halkın cahilliği, üçkağıtçı politikacılar, aynen Menderes gibi abuk sabuk laflar eden bir başbakan, ona ve partisine yalakalık eden medya ve türlü türlü rezil insanlar … Hiç değişmemiş gerçekten!

Sanırım o günlerden tek önemli farklılığımız, kendisinden 15 yaş küçük olan 15 yaşındaki bir lise öğrencisi kızı babasının zoru ile okuldan aldırıp nikâhlayan bir adamın yakında başımıza cumhurbaşkanı seçilecek olması. Bu adamın seçilmesini demokrasi ile ilişkilendiren, onun demokrasinin ilkelerine uyacağına gerçekten inanan birtakım aptallara da rastlıyoruz. Bunun dışındaki çoğu şey, az çok görünüm farklılıkları olmakla birlikte, aynen 50’lere benziyor.

Daha şimdiden AKP’nin aldığı oylardan cesaretlenip, yavaş yavaş gerçek kimliklerini ve düşüncelerini çekinmeden ifşa etmeye başlayan insanlar ortaya çıkmaya başladı bile. Bir süre sonra, bunlar tam bir utanmazlıkla konuşmaya ve eylemde bulunmaya başlayacaklar. Benim esas merak ettiğim şey ise, bu işin sonunun nasıl biteceği. DP döneminin sonu 27 Mayıs ve Menderes, Zorlu ve Polatkan'ın idamı ile bitmişti. Bakalım AKP'nin nasıl bitecek?

Tuesday, August 21, 2007


OKUMA LİSTESİ

Bijou kitap listesinden bahsedince, “bu sıcak yaz ayında paracıklarımızı hangi kayda değer şeylere – bana göre elbet – harcayabiliriz?” diyerekten aşağıdaki kısa okuma listesini yazdım:

Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam – Suraiya Faroqhi (Tarih Vakfı Yurt Yayınları)

Osmanlıların zaman, mekân ve güzellik kavramları, yemek ve sohbet kültürleri, iletişim ağları üzerine …

(…) Bu aşk simgeleri, bir kese içindeki küçük eşyalardan oluşan bir koleksiyondur; eşyalardan her biri bir aşk ilanını simgelemektedir. İlki bir incidir ve “Sen güzeller arasındaki incisin” anlamına gelir. Bir karanfilin söylemek istediği şudur: “Sen bir karanfilsin, ama geçip gidiyorsun, sen bir gül goncasısın, ama seni saklamak mümkün değil, seni ne zamandan beri seviyorum, ama senin bundan haberin yok.” Bir saç teli “Sen benim başımın tacısın” anlamına gelmektedir. Üzüm ise (herhalde siyah üzüm olacak) aynı bugün olduğu gibi “iki gözüm” anlamını taşıyor. Bir parça altın telin anlamı ise “Ölüyorum, hemen gel.” Mektubun altına eklenen bir miktar biber de “Bize doğru dürüst bir haber gönder!” demeye gelir.

Osmanlı-Türkiye İktisadî Tarihi: 1500-1914 – Şevket Pamuk (İletişim Yayınları)

“Ecdadımız ekonomide ne haltlar yemiş?” diyenler için. Osmanlı’nın ekonomik çöküşünün nedenleri için basit bir dille ve kolay okunabilir şekilde yazılmış iyi bir başlangıç kitabı. Şevket amcam da Orhan Pamuk’un Boğaziçi Üniversitesi’nde profesör olan kardeşi.

Merkezî devletin tarımsal artığın daha büyük bir bölümüne doğrudan el koyma çabalarının ikinci ve uzun dönemde daha önemli sonucu ise, dirlik düzeninin ya da tımar sisteminin gerilemesi ve iltizam düzeninin tarımsal kesime yayılması olmuştur.

Osmanlı Gerçeği – Erdoğan Aydın (Cumhuriyet Kitapları)

Osmanlı üzerine eleştirel bir okuma yapmak isteyenler için … Önsöz’den:

Özetle Osmanlılık, kendi halkına yabancılaşmış devşirme ve despotik bir devlet geleneği olduğundan, onu savunarak halktan ve demokrasiden yana olmak mümkün değildir. Dolayısıyla, Osmanlı’yla özdeşleştiğimiz oranda, hukuk devleti ve demokratik bir toplum hâline gelmemiz daha da olanaksızlaşacaktır.

Wittgenstein’ın Maşası – D. Edmonds ve J. Edinow (YKY)

20. yüzyılın iki önemli filozofu (eşcinsel) Ludwig von Wittgenstein ile (kibirli) Karl Popper arasında Cambridge Üniversitesi’nde yaşanan ünlü – Wittgenstein’ın Popper’e salladığı söylenen – “maşalı” tartışmanın hikayesi. Yardımcı oyuncu rolünde de İngiliz filozof Bertrand Russell var.

Wittgenstein, “Beni yanlış anladın Russell. Zaten beni hep yanlış anlarsın,” diyor. “Yanlış” derken ş’yi vurguluyor ve “Russell”ı da “HRussell” gibi söylüyor. Russell, “Zaten her şeyi birbirine karıştırıyorsun Wittgenstein. Hep karıştırırsın zaten,” diyor.

Türkiye’de Devlet ve Sınıflar – Çağlar Keyder (İletişim Yayınları)

Osmanlı’nın son dönemlerinden alıp 1980’lerin başına kadar geliyor kitap. Taa master yaparken sınıfa anlatmak için okumuştum. Benim favorilerimden ...

19. yüzyıldan beri bütün reformcuların sarıldıkları amaç, Batı normlarına uygun modern bir toplumun yaratılmasıydı. Toplumsal bağlamda bu proje, dar gruplara yönelik bağlılıkların kökünün kazınarak, bunun yerine yalnız, ama rasyonel bireyleri bir arada tutma işlevi görecek bir gesellschaft’ın oluşturulması demekti. Demek ki, hedef, kendi başına din değil, İslâmiyet’ten kaynaklandığı ve meşruluklarını İslâmiyet’in düsturlarından aldığı iddia edilen gelenekler, âdetler ve gündelik davranışı yöneten kurallardı.

Sosyoloji Notları ve Konferansları – Cemil Meriç (İletişim yayınları)

Meriç’in kızının 65-75 yılları arasında derslerde tuttuğu notlardan ve konferans notlarından oluşuyor. Bazen bir cümle ile bütün olup bitenleri özetliyor Meriç. İşte bir tanesi:

Anti-tezini aramayan, onunla görüşmeyen, hatta onu kuvvetlendirmeye çalışmayan düşünce mağlubiyete mahkûmdur.

Son olarak da Jorge Luis Borges'dan iki kısa hikaye kitabı:

Alçaklığın Evrensel Tarihi (En sevdiğim hikaye “Yaya Kalan Büyücü”)

Brodie Raporu (Burada favorim “Araya Giren”)

Bunlara Amerikalı ünlü korku yazarı H. P. Lovecraft’ın Dost Yayınları’ndan çıkan üç ciltlik külliyatı da eklenebilir.

Valla aklınızda bu tarz bir okuma listesi varsa siz de yazın derim. Bazen insanın aklına hiç gelmemiş, ilginç kitaplar çıkabiliyor.


YALAN

Daha önceden yaptığı gibi, Gaykedi beyaz yalanlar ile ilgili olarak bana pas atınca, aşağıdakileri yazıverdim. Mesele, hangi durumlarda beyaz yalan söylediğimiz.

Şimdi garip gelecek, ama ben beyaz yalan söyleyemem. Aslında böyle yalanları gerektiren durumlarda hiçbir şey söylemem. Bunun için rol yapmam gerekir, ondan da muhakkak sıkılırım. Bunun için motivasyon lazım. O yüzden sessiz kalmayı tercih ederim. Eğer fikrim sorulursa, gülümseyerek kısaca “evet” der ve başımla onaylarım. O evet’i de sadece bana yeniden bir şey sorulmasın diye yaparım. Bilmem neden, ama beyaz yalanı gerektiren durumlardan her zaman için sıkılmışımdır.

En son söylediğim önemli bir yalan – tabii ki “beyaz” değil – 2.5 sene kadar önce idi. Beni çok kızdıran nadir insanlardan birine söylemiştim. O da söylediğim kişinin başına fena iş açtı. Hâlâ acısını çıkarmak için beni arıyor. Londra’da Türk konsolosluğunda sırada beklerken tesadüfen o da oradaydı, ama şansıma beni görmedi. Eh, ne de olsa kötüye bir şey olmaz. :))

Esasında menfaat gerektiren durumlarda yalan söylemekten ziyade, olayları çarpıtmak ve ortalığı karıştırmak söz konusu kişi için çok daha faydalıdır. Zira yalanın temelinde bir şey yoktur, yani dayanaksızdır. O yüzden durumu korumak için tekrar yalan söylemek gerekir ki, o zaman da bu işin sonu gelmez. Halbuki çarpıtma olan bir şey üzerine yapılır. Olmayan şeyi çarpıtamazsınız. Diğer bir deyişle, bir yalan uydurup onu çarpıtmak mümkün değildir. Bu sebeple ancak gerçekler çarpıtılabilir – tıpkı politikacıların yaptığı gibi.

Şimdi “olayları çarpıtmak da aslında bir nevi yalan söylemek sayılmaz mı?” diye sorulursa, derim ki, yalan, olmayan bir şeyi olmuş gibi göstermek demektir; çarpıtmak ise gerçeği olduğundan farklı göstermektir. Birine “bu perdenin arkasında Porsche marka bir araba var,” dedikten sonra o kişi perdeyi kaldırdığında ardından bir şey çıkmazsa, bu bir yalandır. Eğer üzerinde Porsche yazan oyuncak bir araba çıkarsa, bu bir çarpıtmadır.

Bu aralar Machavelli’nin Prens’ini okuyorum da, o yüzden yukarıdaki gibi yazdım. Etki altında kaldık tabii …

Thursday, August 16, 2007


ATATÜRK’Ü NEDEN SEVMEZLER?

Abdullah amcam gene cumhurbaşkanlığı için depreşiyor, dinciler seçim sonuçlarından cesaret alarak gulu gulu dansı yapıyor, bunlara yaranmaya çalışan sefil medya ise bir yandan kendi içindeki çatlak sesleri tasfiye ediyor, diğer yandan yalakalığını sürdürüyor. Anlayacağınız, memleket her zaman olduğu gibi “batıyor”.

Evvelki gün Emin Çölaşan Hürriyet’teki son yazısında rezil bir İslâmcı dergiden bahsetti. Bu dergi Cumhuriyet’in temellerine olan bütün kinini kapağında kusuyordu. Dertleri ne peki? İslâmcıların bu nefreti nereden kaynaklanıyor? Bu yazıda bu konudaki “nacizane” düşüncemi belirteyim dedim.

I

Önce bir tanım yapalım:

Fransız Devrimi’nin dorukta olduğu yıllarda Auguste Comte felsefî bir akım olan Pozitivizm’i kurar. Felsefesi deterministtir. Buna göre, bütün toplumlar sırasıyla teolojik, metafizik ve pozitif dönemlerden geçerek olgunlaşır. Her bir aşama kendisinden önceki aşamanın sonucu, kendisinden sonraki aşamanın hazırlayıcısıdır. Her gelişme sürekli olarak daha iyiye, daha doğruya yöneliktir.

İlk aşama olan “teolojik”, yani “dinsel” dönemde, insanlar yaşamlarını doğaüstü şeyler hakkında sahip oldukları inançlara göre düzenlerler. Çevreyi kavramakta düş gücü, duyu organlarından daha etkilidir; teknoloji yetersizdir. İnsanlar olup bitenlerin ardında tanrının iradesinin olduğunu düşünürler. Bu dinsel dönem fetişist, çoktanrıcı ve tektanrıcı olmak üzere üç alt devreye ayrılır.

İkinci aşama, düş gücü ile algılanan gerçeklerin bir ölçüde duyu organları ile algılanan gerçekler tarafından etkilendiği “metafizik” dönemdir. Endüstrileşmenin tohumları bu aşamada atılır. Doğal hukuk, derebeylik, kölelik, dinsel ve askerî otorite zayıflar. Comte’a göre metafizik dönem bir ara aşamadır.

Son aşama da, endüstrileşmeye tekabül eden, insanın çevresini duyu organları ve deneysel yöntemle algıladığı “pozitif” dönemdir. Dolayısıyla bu dönemin en belirgin nitelikleri pozitif bilim ve endüstridir. Bu dönem toplumsal evrimin sonudur.

II

Pozitivizmin Osmanlı’ya kadar gelmiş, imparatorluğu kurtarma görevini yüklenen sivil ve asker bürokratları etkilemiştir. Bunlar ilk olarak İslâm’ı pozitivist ilkeler ile birleştirmeye çalışmışlar, ancak sonradan İslâm’ı bir kenara bırakarak kurtarıcı olarak tamamıyla pozitivizme sarılmışlardır. Timur’dan aktaralım:

19. asırda Avrupa’da keskinleşen sınıf kavgalarının ideolojik ifadesi idealizm-materyalizm çatışması şeklinde ortaya çıkmıştı. Aslında, idealizm-materyalizm mücadelesinin tarihi eskidir ve eski Yunan’a kadar gider. Ancak burjuva devrimlerinden önce idealizm, dinci idealizmin tekelindeydi ve kilise tarafından temsil ediliyordu. Oysa 19. yüzyılda müsbet ilimlerin gelişmesi, bir yandan kilisenin itibarını sarsmış ve idealizmin laik biçimlerde savunulmasına yol açmış, diğer yandan da geleneksel mekanik materyalizm yerine diyalektik materyalizmin doğuşunu sağlamıştır. Burjuva çıkarları bu dönemde çeşitli ideolojiler tarafından savunulmuştur. Ancak bunlardan bir tanesi vardır ki, Batı’dakinden farklı nedenlerle Jön-Türklerden itibaren Osmanlı aydınlarını etkilemiş ve Türk Devrimi’ne temel teşkil etmiştir. Bu ideoloji pozitivizmdir. (Taner Timur, “Türk Devrimi ve Sonrası 1919-1946”, Ankara: Doğan Yayınları, 1971, s. 128-9)

Bu etkilenenlerin arasında Atatürk de vardır; eylemlerinin hemen hemen hepsi bu düşünce içine oturtulmuştur. Bu nedenle, Türk devrimi de düşünsel açıdan pozitivizme oturmuştur. Timur şöyle diyor:

Osmanlı bürokratları ve aydınları Batı’nın “üstünlüğü”nü açıklayacak ve bize aktarılacak “sihirli değnek” aramakla meşguldürler. (…) Pozitivizm ve dayandığı ilim anlayışı, hem Batı’nın üstünlüğünü açıklamak hem de Hıristiyanlığa bulaşmamış olmak erdemlerine sahipti. Toplumsal ahenk fikri ile de, sınıfsal açıdan her türlü uzlaşmaya elverişli olan küçük burjuva özlemlerine cevap veriyordu. (…) Durkheim’ın da Türkiye’de çok tanınmış olması anlamlıdır. İttihat ve Terakki’nin fikir babası Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları’nda Durkheim’ın “kolektif bilinç” kavramını tarihi maddeciliğin sınıf çelişkisine karşı kullanmıştır. (s. 132-3)

Nitekim, Cumhuriyet’in “imtiyazsız sınıf, kaynaşmış bir kitleyiz” sloganındaki dayanışmacı ruh, kaynağını pozitivist düşünceden almaktadır. Gerek Türk aydını gerek Atatürk, pozitivizmi bilimin egemenliği biçiminde anlamışlar, onu dine ve geleneğe karşı kullanmışlardır. Nitekim pozitivizmin önemli özelliklerinden biri de – yukarıdaki “pozitif” aşamayı hatırlarsak – “deneysel yönteme” dayalı olmasıdır. Böylece Türk devrimi bu düşünceyi neredeyse tamamıyla uygulamaya aktarmıştır. Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir,” sözü devrimin ruhunun ne denli pozitivizme dayalı olduğunu gösterir. Burada, Türk devriminin bilime ve kolektif bilinçten hareketle toplumsal olana, yani “millet” anlayışına vurgu yaptığına dikkatinizi çekerim.

III

Gel gelelim İslâmcılığa. Önce İslâm’ın siyasî niteliği hakkında bir-iki laf edelim:

Antik Yunan’ın siyaset öğretisi Müslümanların yaşadığı topraklarda Kuran’ın nasları içinde donup kalmıştır. Halbuki bu öğreti, önce pagan, sonra Hıristiyan olan Batı dünyasında toplumu düşünmenin motoru hâline gelmiştir. Bunun nedeni, İslâm’ın, bir toplum düzeni yaratmak için “din olma” vasfını edinip bundan faydalanması iken, Hıristiyanlığın varolan bir toplum düzenine kendisini dayatmasında yatmaktadır. İslâm Eski Ahit’in ruhuna sıkı sıkıya bağlı kalmış, Hıristiyanlık ise ilâhi öğretisini yaymak için varolan siyasî düzene eklemlenmiştir. Dikkat ederseniz, aradaki farklılık dinin “siyasallaşma biçiminde” yatmaktadır.

Antik Yunan düşüncesinde toplum – onların deyişiyle, “kamu” anlamında “res publica” – Platon’un Devlet’inde temellenir. Platon’a göre “site”, insanın yarattığı bir bütündür ve insan bu sitenin kuruluşu vasıtasıyla kendisini şekillendirir. “Cumhuriyet” de sitenin “ide”si ya da düşüncede tasarlanan şeklidir. İşte Platon’un bu cumhuriyeti, İslâm anlayışında ortak bir imanın ayakta tuttuğu ve bunun da bilge bir hükümdarda cisimleştiği ideal bir topluma dönüşmüştür. Bu toplumda bireyleşmeye ve sorgulamaya ihtiyaç yoktur, çünkü “ümmet” her türlü sorunun mutlak ve değişmez yanıtıdır. Böylece bireyin Kuran’ın hükümleri ve peygamberin hadisleriyle ümmetin içinde eridiği düzen, sonsuza değin “ideal site” olmaya yazgılıdır.

Gerisini Berkes’ten aktaralım:

Bu alafranga İslâmcıların anladığı İslâmlık Osmanlı, Türk, hatta ortaçağ Müslümanlığı gibi tarihsel Müslümanlık değil, Hz. Ömer, hatta Hz. Peygamber zamanına kadar götürdükleri hayalî bir Müslümanlıktır. Onların sanısı zıddına, tarihte olan Müslümanlık, yaşamın her yanını kaplayan bir din olma eğilimi yüzünden daima bilime, fenne, hatta devlete aykırı olmuştur. Türk geleneklerinde [ise, İslâm] sivil ve siyasal yaşamın her yanını kapsamaktan çıkarılarak, sadece bir hukuk, halkın ibadet ve örfü alanlarına daraltılmıştır. İslâmcıların tarihe baştanbaşa aykırı olan görüşleri, onların da, yalnız İslâmlık adına bireyci bir ideolojiye yönelmelerinden ileri gelir. Onların da toplum görüşü yoktur. Onların toplum olarak anladığı “ümmet” organik bir toplum değil, inanan bireylerin toplamıdır.

(…) İslâm anlayışında örgütlü toplum görüşü yoktur. O, bireylerin toplamıyla ilgilidir. Hangi aileden, kavimden, dilden, devletten olursa olsun, kişilerin, bireylerin inançta birliğidir. Onun için tarihte çok Müslüman hükümetleri olduğu hâlde, hiçbir zaman İslâm devleti olmamıştır. Devlet türleri İslâmlıktan çıkmamış, ondan önce gelmiş ve aldığı İslâmlığa da ona göre biçim vermiş, din ile toplum arasında ancak bu yoldan bir örgütlenme meydana gelebilmiştir. Halbuki şimdi bu İslâmcılara göre, İslâm uygarlığı, inanan kişiler ümmetinin İslâmlıktan gelen uygarlık araçları yığınıdır. (“Türk Düşününde Batı Sorunu", Ankara: Bilgi Yayınevi, 1975, s. 217-8)

Berkes bu İslâmî uygarlık görüşünü hayalî, yapma ve bireyci şeklinde nitelendirerek, hem Osmanlı hem de dünyanın diğer yerlerindeki Müslümanlar için yıkıcı, anti-sosyal ve nihilist bir rol oynama tehlikesi taşıdığını söylüyor. Bu uygarlık görüşü herhangi bir toplum örgütü ve özellikle toplumsal değişme anlayışından tamamıyla yoksundur. Bundan dolayı, mesele toplumsal kalkınmaya geldiğinde Namık Kemal’den de geridir.

İşte, İslâm uygarlığının Batı uygarlığı karşısındaki gerçek durumu! Bu uygarlığın sanımca en münasip adı “teneke uygarlığı”dır. Esası, içindeki petrolü boşaltılmış gaz tenekesidir. Halk onu alır, evinin damını ya da duvarını yamar; onun içinde su taşır; onun içinde su içer; onun içinde yıkanır. “Tenekecilik” adında bir de meslek meydana getirerek bu maddenin ekonomik gelişmeye de bir faydası olmuş!

Bu teneke uygarlığı içinde yaşayan toplum karşısında devletin çok titizlikle üzerinde durduğu görev, tenekeyi Batı uygarlığının etkilerine karşı galvanize edecek bir totalitercilik kurmaktır. Liberalizm yalnız batılılara mahsustur. Onun için, bu liberalizm uygarlığının etkilerinin sızdığı uygarlık ideali, inadına, bir bireycilik ve liberalizm şeklinde bir kurt gibi sokulur; onu için için kemirmeye başlar; herhangi bir toplumcu görüşün yeşermesine hiç imkân bırakmaz. (s. 220)

Dikkat ederseniz, bu İslâmî düşünce biçiminden hareket ettiğinizde, dinin siyaseten istismarı diye bir şey söz konusu olamaz. Zira İslâm zaten bu dünyaya düzen vermenin, hem de en iyi düzeni vermenin aracısı hâline geliyor. Üstelik kendisi bunu hem iddia ediyor, hem de bir “hak” olarak talep ediyor. O yüzden, “Tanrı’nın sitesini” bu dünyada gerçekleştirdiğini iddia eden ve bunu dayatan İslâm, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken her zaman için bir sorun oluşturmuştur. Dolayısıyla İslâm’ı “siteden” çıkarılmadıkça ve insanların vicdanlarına bırakılmadıkça, bir sorun olmaya devam edecektir. Atatürk de bunun gayet iyi farkındaydı.

IV

Kemal Tahir bu durumu şu şekilde açıklıyor:

Mustafa Kemal’in Müslüman Osmanlılar tarafından baştan beri sevilmemesi, zaferden sonra düpedüz dinsiz sayılması; İttihatçıların başka amaçlarla yaptıkları propagandalardan çok, o zamanlar meydana çıkan ve çok güçlü görünerek birçok gerçek devlet adamını aldatan Pan-İslâmizm politikasını her yiğidin göze alamayacağı bir cesaretle, hemen hemen hiçbir devlet adamının varamayacağı bir doğru hesapla, bir şeye yaramayacağını kestirerek (bu kestirme de mizacındaki ve inançlarındaki laik temelden gelmiştir) hiç duraksamadan terk edebilmesindendir. (“Çöküntü", İstanbul: Bağlam yayınları, 1992, s. 164-5)

Nitekim Atatürk İzmir’de halka yaptığı bir konuşmada şunları söylüyor:

Tam cesaretle söylüyorum ki, dünyanın bugünkü umumî koşullarına ve yüzyılın insanların kafasında yapmış olduğu bugünkü değişikliklere göre, bütün İslâm âleminin şimdiye kadar vehim edildiği bir noktadan sevk ve idaresine maddî olanak yoktur ve olamaz (alkışlar). Bunu bu kadar kuvvetle söyleyebilmek için çok şey bilmeye, çok şey düşünmeye, çok şey hatırlamaya hacet yoktur. “Çünkü bu olmamıştır ve olamayacaktı,” dediğim zaman, bu benim ifadem değildir. Tarihin ifadesidir. Arkadaşlar! Bin üç yüz şu kadar yıldan beri bu nazariye nerede ve ne vakit uygulama kabiliyeti bulabilmiştir?

Efendiler! Dünya yüzünde mevcut bütün İslâm âlemini bir an için gözden geçirelim. Hepsinin ne hâlde olduğunu, zannederim ki, içinizde bilmeyen bir fert yoktur. Hepsi esirdir, sefildir ve hakikî zenginlik ve mutluluktan yoksundur. Bugün dünyada “bağımsızım” diyen İran devleti uyuyor. Afgan devleti dahi hakikî mutluluktan çok uzaktır. (Sadi Borak, “Atatürk’ün Resmî Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri”, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2. basım, 1997, s. 162-4) [Demek İran o zaman da uyuyormuş! Yahu bu adamlar hiç mi ilerlememişler be!]

Burada vurgulamak istediğim, İslâm’ın “ümmet” anlayışı karşısına Atatürk’ün “millet” anlayışını geçirmesidir. Bütün sorun bu iki farklı anlayışın sonuçlarının çatışmasından kaynaklanıyor. Atatürk en baştan beri bir ulus devletin yönetiminde ve temellerinde “ümmet” anlayışının ve onun siyasî çıkarımlarının yer alamayacağını çok iyi biliyordu. Bu durum, onun pozitivizm anlayışının bir sonucudur.

V

Bugünkü toplumsal yapılara yukarıda bahsettiğim Comte’un sınıflandırmasından baktığımızda şunu söyleyebiliriz:

Bütün İslâm medeniyeti teolojik aşamanın tektanrıcı devresine, Batı uygarlığı pozitif döneme ve Türkiye de metafizik döneme denk gelmektedir. Dünya düzleminde tektanrıcı devrenin temsilcileri ile pozitif aşamanın temsilcileri savaşıyor. Türkiye ise bir aşamadan diğerine geçişin sıkıntılı metafizik dönemine ait sorunlar ile uğraşıyor. Bir yandan hem tektanrıcılar hem de pozitifçiler ile boğuşuyor, diğer yandan da kendi içinde ümmetçiler ile milletçiler çatışıyor. Anlayacağınız, Türkiye yine her zamanki gibi hem içerde hem de dışarıda iki arada bir derede kalıyor.

Peki ümmetçiler kendileri gibi düşünmeyenlere karşı rahat durabilirler mi? Kendi hâllerinde yaşayabilirler mi? Normalde, kendileri gibi düşünmeyenleri rahatsız etmedikçe istediklerini yapmakta özgürdürler; buna kimsenin itirazı olmaz. Ancak, şimdiye değin yaptıklarına baktığınızda bunun asla mümkün olmayacağını görüyoruz. Madımak Oteli’nin kararmış enkazından yükselen yanık insan eti kokusu hâlâ burunlarımızdan gitmedi. Hizbullah’ın Gonca Kuriş gibilere yaptığı vahşetin kaldırdığı midemiz hâlâ düzelmedi.

Hayır, bunlar rahat duramazlar, çünkü amaçladıkları rejim demokratik bir cumhuriyet değildir. Toplumu, bireylerin en gündelik ve en özel yaşamlarına kadar, 1600 yıllık en geri bir arkaizmden çıkarılan ilkelere göre yönlendirecek, çekip çevirecek bir düzendir amaçladıkları. Tıpkı İran, Suudi Arabistan, Afganistan ve Cezayir gibi ülkelerde yapmak istedikleri ve çoğu kez de başardıkları bir düzendir bu. Onların inandıkları “doğrunun” gereği budur. Aksini düşünmeleri ve uygulamaları kendilerini inkâr etmek demektir.

O nedenle, devletin vatandaşlarına verdiği kimlik cüzdanında otomatik olarak “Dini: İslâm” yazan bir ülkede, kendileri gibi düşünmeyenleri, kendileri gibi inanmayanları “kendi doğru yollarına” getirmek için, her fırsatını bulduklarında elbette ellerinden geleni artlarına koymayacaktırlar. Allah sonumuzu hayır etsin – amin!

Sunday, August 12, 2007


DUVAR YAZILARI

Kütüphaneyi karıştırırken taa ortaokulda aldığım baskısı kalmamış iki kitap buldum: “Biz Duvar Yazısıyız” (Gülay Kutal, Metis Yayınları, 4. basım, 1988) ve “Biz de Duvar Yazısıyız” (derleme, Metis Yayınları, 1989). Son kitaptaki karikatürleri Latif Demirci çizmiş. İkisi de Sovyetlerin dağılmasından önce yayınlandığı için bazı Soğuk Savaş yazıları da var. Aralarından beğendiklerimi aşağıda yazdım.

* * *

Orta yaş, insanın kendini bir-iki hafta içinde eskisi kadar güçlü hissedeceğini sandığı zamandır.

Demokrasi başkalarıyla paylaşılamayacak kadar güzeldir.

Sağa oy veriyorum,
Çünkü ben bir eşeğim.

Gerçek, içkisiz zamanlarda ortaya çıkan bir yanılsamadır.

Arabanın önündeki çocuklar kazaya neden olur.
Arkadaki kazalar da çocuğa …

Seçim düzeni değiştirebilseydi yasal olmazdı.

Norveç polisini yasaklayın.

Düşün – ve hepimizi şoke et böylece!

“Uzman” son dakikada çağrılan ve böylece suçun bir kısmını yüklenmesi sağlanan kişiye denir.

Good night everybody
Good body every night.

Sovyetler sizi ziyaret etmeden,
Siz Sovyetleri ziyaret edin.

Daha çok fasulye yiyin. Norveç’in daha çok gaza ihtiyacı var.

Oy kullanma! Bu sadece onları cesaretlendirmeye yarıyor.

İsa yaşıyor ve hâlinden memnun.
Şu anda Tanum Kitapçısı’nda İncil imzalıyor.

Tanrı yaşıyor! Onunla konuşun!
(Saat 6’dan sonra fiyatlar yarı yarıya)

Aşkın gözü kördür.
Evlenince yeniden görmeye başlar insan.

İntikamını al!
Çocuklarının başına dert olacak kadar uzun yaşa.

Evlilik, kadının aslında ne tür bir erkekle evli olmak istediğini anladığı bir süreçtir.

Oy verme,
Kendin yap!

Önce bir kralın yönettiği bir krallıktık. Sonra bir imparatorun yönettiği bir imparatorluk olduk. Şimdi de Margaret Thatcher’ın yönettiği bir ülkeyiz.

Zengin adamın esprisi her zaman çok komiktir.

Yaşıyor olmaktan memnun musun?
Hayır, şaşkınım …
(Moskova’da bir tuvalet duvarı)

Bir arzunuz olursa lütfen resepsiyona müracaat edin.
Ne yapamayacağımızı anlatalım.
(Moskova’da Russia Oteli’nin tuvaletinde)

Sovyetler Birliği’nde niçin et bulunmaz?
Koyunlar çalışır, inekler yönetir de ondan!

SSCB’de yaşama kuralları
1. Düşünme
2. Düşünsen de konuşma.
3. Konuşsan da yazma.
4. Yazsan da yayınlama.
5. Yayınlasan da adını verme.
6. Adını verirsen de hemen inkâr et.

Boris eskiden Baturka hapishanesinin tam karşısında oturuyordu.
Şimdi evinin tam karşısında oturuyor.

Önce iyi haber: Reagan vurulmuş.
Şimdi de kötü haber: Hâlâ yaşıyormuş.

Bir erkeğin karısına laf anlatabilmesinin tek yolu,
Başka bir kadınla konuşmasıdır.

Dünyanın bütün işçileri,
İşi bırakın!

Kadın hareketlerini destekliyoruz!
Ama ritmik olursa …

Türkler kardeştir, işçiler yetimdir.
İşçiler de Türk olduğuna göre,
Türkler öksüzdür!

Geldim, gördüm, yedim!
(Özal)

Anayasada yeri yok,
Ama yaşamayı seviyoruz
(M. Üstündağ)

Türküm, doğruyum, çalışkanım,
İşsizim, solcuyum, hapisteyim.

Biseksüel idim.
Seninle ikiseksüeliz.

“Köpek faşistler!”
Faşistler köpek bilem olamazlal (Muhlis Beyğ)

Strangers in the night,
AIDS in the morning

Savaşma seviş!
Sevişirken nasıl olsa savaşıyorsun.

Geldim, gördüm, yemedim.
(İstanbul Üniversitesi yemekhane duvarı, 1988)

Düşenin dostu olmaz,
Pezevengi olur
(M. Üstündağ)

Kişi başına düşen milli gelir azaldıkça,
Kişi başına düşen milli umut artmaktadır.

Büyük Gençlik Sınavı (ÖSS) Partisi
Bütün son sınıf lise öğrencileri davetlidir.
20 Nisan 1986

Adalet mülkün temelidir,
Mülk ise adaletsizliğin …

Türk, öğün, çalış,
Babana bile güvenme.

(K)Oyum ANAP’a.

* * *

Sizin de bildiğiniz duvar yazıları varsa, söyleyin de kültürümüz artsın.

Thursday, August 09, 2007


ÜSLUP MESELESİ

“İzlenimler” adlı arada takip ettiğim bir site var. Bir süre önce sitenin sahibi Fethi bey internet günlüğü sayılabilecek “Robdöşambr” adında yeni bir site açtı. Son yazılarından biri, benim okuldan şahsen tanıdığım bir hocanın yeni çıkan kitabı üzerineydi. Hoca, Fethi beye kitabını imzalayıp göndermişti. Bunun üzerine ben de bir yorum bıraktım. Ardından olan oldu.

Daha önce İzlenimler sitesinde “atıştığımız” bir kişi benim yorumuma konu ile ilgisi olmayan bir yorum bıraktı. Ben de cevap verdim. Biz yazışmayı sürdürürken, İzlenimler sitesinde atıştığım bir diğer kişi de olaya dahil oldu. Her ikisi de daha önceden söz konusu sitede bana karşı sert üsluplar ile yazmışlardı. Aynı davranışı sürdürdükleri için aramızdaki yazışmanın üslubu da giderek sertleşti.

Neler olduğuna dair bir fikir vermek için yorumların bir kısmını buraya aktarayım dedim:

* * *

1. bliyaal

valla iyi ki yazmışsınız fethi bey. ben de okula gidince murat hocaya bir uğrarayayım da, bana da bir tane imzalayıp versin. severim kendisini, esprili hocadır. gerçi zamanında bana matematiksel iktisat dersinden zayıf vermişti, ama olsun.

2. manyakadam

senin gibilere diploma veren universiteler bu hale getirdi memleketi zaten. cahil zibidi.

3. robdoshambr

Bliyal,

Murat beye benim selamımı da söyle, epeydir yüzyüze görüşemiyoruz. Sayesinde epey matematik çalışmışsındır, bugün değerini daha iyi anladığını zannediyorum

Manyakadam,

Ne alakası var, saçmalamışsın. Lütfen biraz daha nezaket, görüşlerine katılmasan da kırıcı olmak zorunda değilsin. Kalpakları değişiriz sonra.

FST

4. manyakadam

Fethi efendi, bu adamin burada dediklerinde bisey yok tamam. Ama eski dediklerini bir gozden gecir mutlaka bana hakverirsin. kendisi bir numarali ozentici ve hatta birazda cokbilmistir. zibidiligini de ben demiyorum, kendi sitesindeki resmi diyor. inanmayan baksin. ama yinede derseniz ki baska yerde yazdigi baskadir buradaki baskadir, o yuzden yeni sebeb dogmadan bisey dememek daha iyi olur, sizde haklisiniz. caniniz sagolsun.

6. bliyaal

Fethi bey,

Murat hoca vizede zayıf vermişti, ama finalde geçmeyi başardık. Merak etmeyin, okula gittiğimde selamınızı iletirim. Biz de uzun süredir oturup sohbet etmemiştik, vesile olur.

Manyak bey kardeşim,

Senin gibi düşünmeyen insanlara karşı hoşgörülü olmayı öğrenmen gerekiyor. Kaldı ki, dış görünüşe bakarak insanları yargılamak gibi insanlığın ilkel dönemlerine ait marazları bünyende taşıyorsun. Cemil Meriç “İnsana saygı ona tahammülle başlar,” der. Görünen o ki, henüz bu olgunluğa ulaşamamışsın; yaşın küçük olsa gerek. Büyüklerine karşı saygılı olman lazım.

Görüyorsunuz işte Fethi bey, zamane gençlerinde adab-ı muaşeret hiç kalmamış.

7. manyakadam

bliyal veledi, sen hele beni bir kenara birak, benim oglan bile gozu kapali dover seni. hatta hastanelik eder. sen kime kucuk diyorsun? ayrica bu medeniyet ayaklarinida birak. biz gorduk gecen seferden senin ne kadar medeni ve basklarina hosgorulu oldugunu. isine gelince kiviriyorsun degil mi?

fethi bey, bu bliyalmidir nedir, eger cizgiyi dahada asacak olursa yorumlarini yayinlamamanizi rica edecegim. surada iki kelime konusuyoruz soytariligin luzumu yok. birde utanmadan insana saygidan bahsediyor velet yahu.. tanimasak neyse..

8. bliyaal

Manyak bey kardeşim,

Oğlunuz varmış, Allah bağışlasın. Demek “seri üretime” geçecek kadar büyükmüşsünüz. İnşallah size çekmez, ahlâklı yetişir; medenî bir insan olur. Zaman kötü, gençlerin ahlâkını bozan çok şey var.

Fethi bey,

Eğer haddi aştıysak affola; ne yapalım, çocukla çocuk oluyoruz arada.

9. fatih demir

Manyakadam Abicim,Allah askina birak su kisiliksiz seyi…Bunu da bosu bosuna demiyorum…

Bak abi sana yukarda ne demis : “dış görünüşe bakarak insanları yargılamak gibi insanlığın ilkel dönemlerine ait marazları bünyende taşıyorsun.”

Ama ayni seviyesiz ve kisiliksiz insan kendi blogunda bak ne demis : ““Modern” dedim, çünkü başörtüsünün geri bir inancı temsil ettiğini düşünüyorum……………….

……………Giysiler ister istemez insanların nasıl düşündüğünü de gösteriyor. Kot pantolon giyen, makyaj yapan bir kız ile, siyah çarşaf giyen ve yüzünü göstermeyen bir kızın aynı inançlara ya da ideolojiye sahip olduğunu söyleyemezsiniz. Metallica tişörtü giymiş, siyah kot pantolonlu, spor ayakkabılı ve uzun saçlı bir erkek ile, kumaş pantolon ve gömlek giymiş, ayağında makosen ayakkabılar olan ince bıyıklı bir erkek için de aynısı geçerlidir.”

Yani bu kadar olur ya….

Insanlik hakkinda en son konusacak kimse herhalde budur… Ama yaptiklari bu kadar da degil….
Yukardaki kosesinde kendine bliyaal gibi ibranice koklu kelimelerle tanimlamakta bir sakinca gormeyen bu insanlikla alakasi olmayan “sey” sonra utanmadan Basbakan ve cevresi icin : “Bir de aklıma çok takılan bir şey var. Abdullah Gül’ün karısının ismi “Hayrünisa”; kızının ismi ise “Kübra.” Erdoğan’ın kızının ismi de “Sümeyye.” Bunlar Türk isimleri mi Allah aşkına? Apaçık Arap isimleri bunlar! Nedir bu Arap hayranlığı? İnsan Türk olmaktan bu kadar mı nefret eder? Bu kadar mı utanır? Bunlar resmen kendilerini Türkiye Cumhuriyeti’nin bir üyesi olarak görmüyorlar.” demis…..

Yani kisliksizlik diz boyu….Bir de gormemis gibi kosesinde hala diyar-i kufurde falan diye yazdiktan sonra bir de “simdi de istanbulda” yazmis…Madem istanbuldasin niye londradayim diye yaziyon…

Ama cevap verirse utanmadan daha diger pisliklerini de yuz onune cikarir gerekli cevabi veririm bu utanmaza…bu kadar olur ya!!!

10. manyakadam

sagolasin fatih demir hizir gibi yetistin. hakkaten laf anlamaz bu. bir de bana seri imalat falan demis valla kan sicradi beynime. terbiyesiz herif. simdi yanimda olucakti oglanada birakmaz kendim dokerdim 32 disini kafir kilikli serserinin.

neyse bak sana ne diyecem.. gecen gunu corlulu ali pasa medresesinin ordan az beyazita dogru gidince sol tarafta bir cami var ona girmistim. baktim icerde bir grup genc sunneti bitirmisler daha farza durmamislar. iclerinden bir tanesi vardi uzun sacli kupeli top sakalli diyeyim gerisini sen anla. demesin mi yanindaki arkadasina kametle diye. sonra cemaat yaptilar farza durdular ben de sunneti sonra kilarim diye durdum bunlarla. hem de tam bu uzun saclinin yaninda!

bu senin bliyal serserisinin abdestle namazla isi olsa zaten arada camiyede girerdi boyle seyler yazmazdi. ama bu da masabasindan halka akil veren ankara kafasindan ne beklersin ki fatih evladim?

11. bliyaal

Fatih bey kardeşim,

Bloğumun gizli takipçisi olduğunuzu bilmiyordum.

Dış görünüşün “düşünceyi” göstermesi başka, birisinin dış görünüşüne bakarak ona “zibidi” demek başka. İlki bir tespit, ikincisi bir aşağılama. Alıntı yapılan cümlelerimde de bir tespiti açıklıyorum ve “ideoloji” kelimesini kullanıyorum. Diğer yazdığım şeylerde de kendi “düşüncemi” söylüyorum. Bu kadar basit. Tabii, siz başkalarının sizden faklı düşünmesinden son derece rahatsız olduğunuz için, olup biteni kavrayamamanızı ve aradaki farkı anlayamamanızı tamamıyla doğal karşılıyorum.

“bliyaal” kelimesini kullanmam her zaman için eleştirilebilir. Nitekim ben de diğerlerini kullandıkları isimler için eleştiriyorum. Her ikisi de gayet olağandır. Yalnız bu “bliyaal” kelimesini ele alış tarzınız bana biraz sorunlu geldi. Musevilere karşı herhangi bir art düşünceniz varsa bunu açık açık söyleyin – ancak, bunu söylemenin sizin için cesaret işi olduğunu kabul ediyorum.

Diğer yandan, Londra-İstanbul gibi ufak tefek şeyler ile bir yere varılmaz. Cümleyi tamamıyla okuyan zaten İstanbul’da olduğumu anlar. Bu kadar basit bir şey dahi size özentilik olarak görünüyorsa, bu özentiliğin nedenini kendi içinizde aramanız gerekir. Bunun için aynaya baksanız dahi yeter.

Diğer yazdıklarımı – sizin deyiminizle “pisliklerimi” – açığa çıkaracakmışsınız. Düşüncelerime “pislik” dediğinize göre, siz de bahsettiğim “insanlık” durumuna henüz ulaşamamışsınız demektir. Medenî olmak aynı zamanda hazmetmeyi de gerektirir. Ancak siz hazım ilacı yerine “müshil ilacı” almışsınız – düşünce “kabızlığından” olsa gerek.

12. fatih demir

Walla haklisin Manyakadam abicim…De elini kirletmene degmez.. Bunlari boyle celiskileri ile tutarsizliklari ile yani zekalarinin normal bir insan zekasinin ne kadar altinda oldugunu ispatlayarak tepelemek lazim…

Dedigin camiyi bilirim. Ben de Aksaraydan cemberlitasa giderken yada donerken dururdum orada… Tabi evvelinde yada sonrasinda Bereket donerini de unutmazdim Ozledim memleketi walla… ama su tipler sogutuyorlar adami memleketinden…

13. manyakadam

basortululere geri inancli demenin nesi asagilama degil utanmaz adam? sen boyle mi tespitte bulunuyorsun? hem ben sana zibidi diyorsam bunun ideolojiyle ne ilgisi var. demek zannediyorsunki kot pantolon giymek ideolojik bir sey. zaten oyle de yazmissin. merak etme bende de var iki cift kot pantolon. ama senin gibi kot giyince birsey oldum sanmiyorum.

14. bliyaal

Manyak bey ve Fatih bey kardeşim,

Camiye girecek durumda olsaydım bile camiye girmekten çekinirdim. Çünkü sizin gibi adamlar ile saf tutmanın insanı imandan çıkaracağından korkardım. Zira Peygamber “safları sık tutun, yoksa araya şeytan girer,” demiş.

15. manyakadam

sen bu kafayla daha cok zaman camiye girecek durumda olmazsin. cenabet herif.

16. fatih demir

BilyaalOncelikle kardesim falan diye konusma. yoksa agzimi bozarim.Milletin curuk kagidi almis cocuklarina “ipne” diye yazmak senin dusunce sistemin ise ben oyle dusunce sisteminin icine senin kullanmami tavsiye ettigin seylerle yaparim…

kullandigin cumleyi en gerizekali adam bile anlar… “dis gorunusune bakarak insanlari yargilamak” demissin… sonra utanmadan insanlari “cok komikti bilmem neydi diye yargilamissin.. Ne kadar kivirirsan kivir hicbiryere cikamazsin… Millet ne kasar bir kivirtgan oldugunu gordu…

ister kendine bilyaal ister gaydeve de…umrumuzda degil… yahudi dusmanligini gizlemek icin boyle bir kelimeyi sectigini soylemen de iyi olmus… Arap ve musluman dusmanligini aciktan yapman senin ne kadar insanliktan nasibini almamis bir yaratik oldugunu da zaten ortaya koymus…. Benim elestirim burda da celiskilerinken, basbakan ve gulun dioger cocuklarinin ismini anmadan iftira ve yalanlarina yol bulmaya caismanken yaptigin pislikleri ortaya dokmekken bana baska seyler ima etmen seviyesizligini gosteriyor…. Insan olamayisini gosteriyor zaten…

Location icin acikca Londra yaziyor be gormemis adam… Degistir o zaman..niye hala onu birakiyorsun…kucuk dusuncelerin kucuk insani…

Dusuncelerinize pislik dememistim celiskilerinize demistim..ama kafanizin ici onunla dolu oldugu icin agzinizdan da o dokulmus…

Medeniyet sizin basortulu insanlara geri demeniz basbakanin cocugunun hastaligina ipne diye gulmeniz bulundugu yeri yalan yazmaniz ise ben oyle medeniyetin icine……

17. fatih demir

Bak ne demis yaw….okudukca tepem atiyor… AKP icin ne demis bu bilyaal denen utanmaz “Önümüzdeki pazar günü AKP’ye, Erdoğan’a, hatta Bülent Arınç’a – hem de samimî olarak – oy verecek insanlar var. Bence AKP’ye oy veren bir insan ancak iki şeyden biridir: Ya bir aptal ya da bir üçkağıtçı. Bundan başka mantıklı bir açıklama olamaz.”

bu mu senin dusunce diye seettigin sey?????seviyesiz saygisiz yaratik!!!

18. bliyaal

Manyak bey ve Fatih bey kardeşim,

Üslubunuzun artık adabı aşmasından açıkça görüyorum ki, siz iyice sinirlenmişsiniz. Halbuki, peygamberin de dediği gibi, öfke bir ateştir; şeytandan gelir. O yüzden iyisi mi, siz gidip bir abdest alın, iki rekat namaz kılıp iman tazeleyin ve bu gece yatağa öyle yatın. O kadar namaz-niyaz içinde yaşadıktan sonra, dikkatsizlik edip öte tarafa “niyazi” gitmek de var. Ne olur ne olmaz …

Ah, bir de şu “bliyaal” kelimesini ikiniz de doğru yazsanız. Sürekli olarak ya “bilyal” ya da “bilyaal” yazıyorsunuz. Bu kadar da “idraksizlik” olmaz ki …

19. fatih demir

Utanmadan bir de adab dersi vermeye kalkiyor yaw…Bak bakalim yukarida kim adabini bozmus bilibiliyaal efendi!!!Ya aptal ya uckagitci dedigin icin sevdigim insanlara sana cok okkali birseyler soylemeyi dusunuyordum… sonra aklima birsey geldi ve muhattap almaya bile degecek fikir uretemedigin icin vazgectim…Ama bu utancla bu kullandigin cumleyle yasamaya devam edeceksin… birgun biryerlerde yakalayiverecek bu cumleleriz seni…utanir misin? sanmam… yukardaki yazilardan sonra…. hic sanmam…. peeehhhh

20. bliyaal

Fethi bey,

Kusura bakmayın, yukarıda yazdık gerçi, ama bu gece kendimizi tutamadık işte. Oluyor arada.

21. manyakadam

utanmaz insan biz yazdiklarimizin arkasindayiz. sen kendi sozlerin icin ozur dile.

bu halkin yarisina ya aptal ya 3kagitci diyorsun. bir de utanmadan hosgorulu olmaktan bahsediyorsun. ikiyuzlu maskara seni.

22. robdoshambr

Fatih Bey ve Manyakadam,

Burada yazdıklarınızın içinde doğru varsa dahi üslup sebebiyle güme gitmiş. Arkadaş hata yapmışsa bile müslümana düşen onun için hayır dua etmektir, pygamber efendimizi cahil köylüler taşladığında burayı yerle bir edelim diyenlere “onlar bilmiyor, umulur ki doğru yolu bulurlar” demiştir. Sizin bu tavrınız yüzünden belki de kendisi dini mübini islamdan daha da soğuyacak.

Arkadaşımız AKP için olumsuz şeyler söylemiş, ben AKP’nin avukatı değilim, size de olmamanızı tavsiye ederim. Blyal’e gereken cevap sandıkta verilmiş ama AKP eleştiriden münezzeh değildir.

23. Bulent Murtezaoglu

Bliyaal bey,

Belki gormussunuzdur, ben bir ara sizin saka yaptiginizi dusunuyordum bu rahatsizlik yaratan ifadeleri kullandiginizda ama ciddiye benziyorsunuz. Gosterilen tepkinin uslubunu bir kenara birakalim, hic boyle cenabetlikten baslayip kot pantalon londra Ibranice filandan cikmadan da dediklerinizin bazilarinin tutar tarafi olmadigini gostermek kabil bence. Kabil de ihtiyac var mi bilmiyorum, cunku pekala da bunlari gorebilecek donaniminiz var gibi gozukuyor — atla deve degil bu isler sizin kadar okumus/okuyabilmis birinin kafasina saksi dusse bile atlamayacagi seyler bunlar gorebildigim kadariyla.

Camiye gidip gitmemeniz umurumda degil de, hakikaten degecek seylerde ugrasip gayet guzel blog girdileri yazabilen ve anladigim kadariyla universitede calisma ihtimali olan birinin, is burada hir cikartan konulara donunce akil, bilgi ve izanini tatile cikartmasi bana kayip olarak gozukuyor. 2007 Turkiye’sinde “bunlar boyledir zaten” dayip “bunlar”in “boyle” oldugunu dusunmeye meyyal insanlara ‘evet, evet, aynen’ dedirtmeyi cok asan seyler yapabilecek arkaplani oldugu asikar olan insanlarin bunu yapmamalarinin muazzam firsat maliyeti de olabilir. Siz bilirsiniz tabii.

* * *

Yazılanları bir kez daha gözden geçirince, benim de kendi bloğumda kimi zaman kızıp serleştiğimi fark ettim. Yazarken bunları her nedense olağan görüyor insan. O yüzden son bir yorum daha bıraktım ve ne düşündüğümü söyledim. Sanırım bu yazının sonuna da uygun gelecek:

* * *

24. bliyaal

Bülent bey,

Blogda yazdığım eleştirilerimde kimi zaman sert olduğum doğrudur. Ama sizin bahsettiğiniz ifadeleri yazdığımda çoğu defasında dalga geçiyorum. Kimi yerlerin ciddî gibi görünmesine gelince, internette ne sesimizi duyuyoruz ne de birbirimizin yüzünü görüyoruz. Kelimeler tek başlarına bunları yansıtmıyor. O nedenle bunlar hakkında farklı farklı düşünmek olağan sayılsa gerek. Ne de olsa kelimeler yüz yüze konuşmanın yerini tutmuyor.

Benim blogumda yazarken kızmama ve dalga geçmeme neden olan şeylerden biri de, manyak adam ve Fatih Demir gibi kişilerin davranışlarıdır. Kimse ile yazışırken onlar gibi aşağılayıcı ifadeler kullanmıyorum, ama bu insanların yeri geldiğinde karşılarındaki kişinin de onlara aynı şekilde cevap verebileceği ihtimalini görmeleri lazım. Gerçi ben onların bana yazdığı gibi yazmıyorum ya … Hem yüz yüze konuşsak bu iş sadece konuşmakla kalmaz herhalde.

Kızarak küfür etmek, dalga geçmek ya da alaycı olmaktan çok daha kolaydır. Düşünmeyen ve yeterli cevap verecek durumda olmayan kişiler, her zaman için işin kolayına kaçarak böyle davranırlar. Önemli olan soğukkanlı olmak. Hoş, arada benim de kızdığım olmuyor değil; ancak ne kadar beğenmeseniz de, birine karşı aşırı tavırla yaklaşarak sadece onun ne kadar haklı olduğunu gösterirsiniz. Elbet, hepimiz için geçerli bu.

* * *

İşte dün gecenin özeti böyle. Yazarken vaktin nasıl geçtiğini anlamıyor insan …

Tuesday, August 07, 2007


BARON DE TOTT’UN OSMANLI ANILARI

Askerde hafta sonları çarşı iznine çıktığımda yaptığım en işe yarar şey kitapçıları gezmekti. İçeride okuyamacağımı bilmeme rağmen çarşıya çıktığımda kitap satın almadan edemiyordum. Kapıdaki inzibatlar acemilikten arkadaşlarım oldukları için, çarşıdan döndükten sonra üstüm aranmadan rahatça içeri girebiliyordum. Bu sayede pek çok kitabı içeri soktum. Aralarında “Marksizm’in Temel İlkeleri” ve “Beş Komünizm” gibi kitaplar da vardı. Yakalansam kim bilir ne yaparlardı? Kitapları giysilerimi koyduğum çantanın içinde saklıyordum, çanta da depoda duruyordu. Böylelikle onları kimse görmüyordu. Askere gelirken sadece bir çanta ile gelmiştim, ama terhis olduğumda kitaplar yüzünden eve iki çanta ile döndüm. Eh, ne de olsa alışmış kudurmuştan beterdir!

Kimi zaman, kitapçıları gezerken önceden bulamadığım ve baskısı kalmamış kitaplara rastladığım oluyordu. Bunları param yettiğince alıyordum. Hatta aralarından daha sonra master tezi yazarken kullanacaklarım da oldu. Bir defasında, Oscar Wilde’ın bütün eserlerinin toplu hâlde basıldığı bir cilt almıştım. Satıcı asker olduğumu anladığında indirim yapmıştı. İşte, rastladığım kitaplardan biri de Baron de Tott’un “18. YüzyıldaTürkler” adlı kitabıydı (Çev. Mehmet R. Uzmen, Tercüman Yayınları; yeni baskısı: Elips Kitap, 2004). İçinde baskı tarihi yazmamakla birlikte, muhtemelen 70’lerde yayınlanmış bir kitaptı bu.

Baron de Tott 1755 yılında İstanbul’a Fransız elçisinin tercümanı olarak gelmiş. O esnada tahtta III. Osman bulunuyormuş. Onun ardından III. Mustafa tahta geçmiş. Baron bu dönem boyunca İstanbul’da bulunmuş ve başarısız devlet adamları ile tanışmış, yozlaşmış kurumların başıbozuk işleyişini görmüş. 1774’teki Küçük Kaynarca Anlaşması ile Rus hükümeti Fransız hükümetinin uzmanlarını geri çekmesini Osmanlı’dan isteyince, baron ülkesine geri dönmüş. İşte, 1784’te Amsterdam’da “Mèmoires Sur Les Turcs Et Les Tartares” adıyla basılan bu kitap baronun anılarından oluşuyor. İlginç bulduğum yerleri dili bir-iki yerde düzelterek aşağıda aktardım:

I

İlk parça Fransız elçisinin yabancı elçiler ve Avrupalı ileri gelenler adına verdiği bir davete ait. Baron bir Türk ile olan konuşmasını aktarıyor:

Bu arada, orkestranın çaldığı bir hava ile balo açıldı. Bana dans edenin kim olduğunu sordular. Ben, “İsveç elçisi,” dedim. Yanımdaki Türk şaşkınlıkla döndü ve sordu: “Ne? İsveç elçisi mi? Bab-ı âli’nin müttefiki bir devletin elçisi! Hayır, bu mümkün olamaz. Aldanıyorsunuz. Daha dikkatli bakın.” Aldanmadığımı, onun gerçekten İsveç elçisi olduğunu söyledim. O zaman ikna olan Türk gözlerini indirdi ve ilk dansın sonuna kadar sesini çıkarmadı. İkinci dans başlayınca yine dans edenin kim olduğunu sordu. Hollanda elçisi olduğunu söyledim. Bu cevap üzerine Türk ağır ağır, bu sefer asla inanmayacağı belirtti. Fransız elçisinin ihtişamını ne dereceye kadar büyüttüğümü, [Fransız elçisinin] fazla önemli olmayan bir elçiyi oynatacak kadar zengin olduğunu ve Hollanda elçisini bu şekilde oynatmak için ona ne verdiğini merak ettiğini söyledi. O zaman bildiğim bütün Türkçe kelimeleri kullanarak bu elçilerin balonun davetlileri olduğunu, parayla tutulmuş oyuncular olmadığını, Fransa elçisinin de dans edeceğini anlatmaya çalıştım. Zorlukla ikna edebildim. Bu arada Türk kendisine daha ilgi çekici gelen bir olayla meşgul olmaya başladı. Bana dönerek, “Karınızı göremiyorum,” dedi. “Ah, işte orada. Fakat bir erkekle konuşuyor. Çabuk gidip bu konuşmayı kesin.” “Neden peki?” diye sordum. O zaman daha açık bir şekilde konuşmaya, beni aydınlatmaya çalışıyordu ki, Madam de Tott konuşmasına devam ederek oyun salonuna girdi ve kayboldu. Bu durumda her türlü saygılı davranışını kaybeden Türk ayağa kalktı, beni sürükledi. İtiraz etmeden onu takip ettim. Oyun salonuna girip de, erkeklerle kadınların yan yana oturup konuştuğunu gördüğünde, daha önce hakkımda duyduğu kuşkuların ne oranda değiştiğini tahmin edemem.

Herkes yemeğe çağırılıp da, davetliler ayrı ayrı masalara yönelince, Türk salonu terk etmeye kalkıştı. Daha ciddî bir endişenin onu bu davranışa ittiğini anladım. Eğlencenin sonunu görmesi için ısrar ettim. Bana sinirli bir tavırla, “Her şey bitti, içmeye başladılar,” dedi. “Bırakın gidelim ve eğer bana itimat ederseniz karınızı alıp siz de buradan derhal ayrılın.” “Sizi anlıyorum, fakat emin olun her şey tahmin etmediğiniz kadar sükûn içinde geçecektir,” dedim. Israrlarım sonunda meraklılarımı masaların etrafında dolaştırdım ve onlara ayrılan masaya oturttum. Onlara cesaret veren birkaç kadeh likörden sonra tamamen ikna oldular. Sabaha kadar kaldılar ve ayrılırken, aralarında tertiplenecek böyle bir eğlenenin en azından otuz cinayet ile sonuçlanacağını bana gizlice söylediler. (s. 18-9)

Allah Allah, bizim Türk aynen şimdiki lümpenler gibi davranıyormuş, değil mi? Değişen bir şey var mı?

II

İkinci alıntı şimdiki deyimle “keşlere” ait:

Aşırı afyon alışkanlığına tutulan Türkler bir nevi kemik hastalığına yakalanırlar. Devamlı sarhoşluk hâlinde yaşamaktan başka bir şey düşünmeyen bu insanları, bilhassa İstanbul’da Tiryakiler Çarşısı denen yerde görmek ilgi çekicidir.

Akşama doğru Süleymaniye Camisi’ne çıkan yol ağızlarında, soluk yüzleri, uzamış boyunları, eğik kafaları ile acımadan başka bir şey ilham etmeyen bu tiryakileri fark etmek mümkündür.

Caminin inşa edildiği alanı çevreleyen duvarların biri boyunca bir sürü küçük dükkan sıralanmıştır. Her dükkanın önünde, aralarında geçit olan asma çardaklar mevcuttur. Bu sayede dükkan sahipleri geçişi rahatsız etmeden müşterilerini ağırlayabilirler. Tiryakiler yavaş yavaş gelirler ve her zamanki ihtiyaçları olan dozda afyonlarını alırlar. Afyonlar zeytin iriliğinde taneler olarak dağıtılır. İçlerinde en fazla alışkın olanlar bir defada dört tane birden yutarlar. Üzerine soğuk su içerek, üç çeyrek veya bir saat sonra gelecek olan hayal âlemini beklerler. Her biri hayal âlemine dalarken çok değişik, fakat o derecede garip ve eğlendirici hareketler yapar. Bundan sonra olanlar büsbütün ilgi çekicidir. Evlerine dönerken zihinleri tamamen dağınıktır. Ancak, aklın alamayacağı bir mutluluğun dopdolu neşesi içindedirler. Yanlarından geçenlerin gürültülerine karşı bütünüyle sağır kalırlar. Arzuladıkları, hayal ettikleri her şeye sahip olmuş bir hâlleri vardır.

Benzer manzaraları özel evlerde ev sahiplerinin tertiplediği âlemlerde görmek mümkündür. Ulemâ sınıfına dahil kişiler bu çeşit âlemlerin baş müşterileridir. Aşırı şarap içerek daha iyi sarhoş olmayı keşfetmeden önce bütün dervişler de afyon müptelasıydılar. (s. 74-5)

Şimdilerde böyle afyon-mafyon tarzı şeylerin yerini uyduruk magazin programları, uyduruk televizyon dizileri ve özellikle futbol aldı. O zamandan bu zamana değişen bir şey var mı?

III

Bu alıntı da III. Osman’ın en önemli sadrazamı Koca Ragıp Paşa’ya ait:

Türkleri kötü bir şekilde etkileyen bütün boş inançlardan doğuştan sahip olduğu irade gücü ile kurtulmuş olan bu sadrazam, en merhametsiz şeylerde bile neşelenecek bir taraf bulurdu. İslâmiyet’in onun alaylarının dışında olmadığı kolayca düşünülebilir. Bir gün, bir Avrupalı Bâb-ı âli’ye gelerek hareketlerle kendisinin Alman olduğunu, fakat İslâm olmak istediğini belirtti. Derdini tam olarak anlamak için birinin yardımına gerek olduğu gibi, bir Avrupalının din değiştirmesi için resmî bir tercümana ihtiyaç olduğu hakkında bir yasa maddesi de mevcuttu. Alman elçiliğinde bulunan bir tercüman hemen çağrıldı ve Dantzig’de doğan bu Alman’ın İslâmiyet’e geçmek için İstanbul’a geldiği öğrenildi. Gerçek sebebi öğrenemeyen Ragıp Paşa’ya bu açıklama tarzı garip geldi. Yeniden sorguya çekilen Müslüman adayı gayet sofucasına Muhammet’in kendisine göründüğünü ve onu İslâmiyet’e ait bütün lütûflardan faydalanması için buraya çağırdığını itiraf etti. Bunun üzerine sadrazam, “İşte garip bir kaçık!” dedi. “Muhammed Dantzig’de ona görünmüş! Hem de bir kâfire! Halbuki ben yetmiş yıldır beş vakit namazımı kaçırmadan kılarım, bana bir kez olsun görünmedi. Tercüman ona de ki, cezasız kalmadan beni aldatmak mümkün değildir. Muhakkak anasını, babasını katletti. Eğer bana gerçeği söylemezse onu asacağım.” Bu tehditten dehşete düşen Alman, Dantzig’de bir okul öğretmeni olduğunu, bir müddet sonra can sıkıcı kuşkular uyandırmak talihsizliğine uğradığını, eğitimi kendisine emanet edilen çocukların aileleri tarafından şiddetle tenkit edildiğini, sonunda mahkemenin kendisini cezalandırmak için toplandığını, İstanbul’da böyle bir mesele için bu kadar fazla gürültü çıkarılmadığını öğrenerek buraya gelmeye karar verdiğini ve niyetinin Türk çocuklarını eğitmek olduğunu itiraf etti. Sadrazam çevresindekilere dönerek, “Buna kelime-i şehadet getirtin. Sonra, din hakkında bilgiler alması için bir mollanın yanına verin. İkisi birlikte yaşamak için yaratılmışlar. Mollaya gönderdiğim bir arkadaştır. Ancak, mahalle imamını da yanlarına yollayarak, hiçbir dinin yaptıkları şeylere izin vermeyeceğini her ikisine birden hatırlatın. (s. 77-8)

Sanırım bu Alman herif bir sübyancı imiş. Osmanlı’da bu türden şeyler genelde olağan karşılandığından adamcağız çareyi Osmanlı’ya kaçmakta bulmuş. Ee, ne de olsa çağının ilerisinde bir memleket. Baksanıza, sadrazam da molla ile bu adamın birbirleri için yaratıldığını söylemiş. Mollaların arasında böyle şeylerin yaygın olduğu biliniyor.

IV

Şimdi de üç farklı duruma ait üç küçük alıntı verelim:

Kaderin buyruğuna itaat etmeyi emreden Kuran hükmü, ceza hukukuna dahil edilmemişe benzemektedir. Bu arada, bir Müslüman bir sopa darbesi ile bir Hıristiyan’ın kafasına vurarak onun ölümüne sebep olmuşsa, kadı, suç aleti olan sopayı dikkatlice inceler ve onun ölümüne sebebiyet vermeyecek kadar hafif olduğuna kanaat getirirse, Hıristiyan’ın kaderi ile öldüğünü, hiç kimsenin buna engel olamayacağını ilan edebilir. Ancak, bu hükme gerekçe olacak kararı Kuran’ın hiçbir yerinde bulmak mümkün değildir. Üstelik, aynı şekilde bir Hıristiyan bir Müslüman’ı katlederse, kadı hiçbir surette Hıristiyan’ın tanrının buyruğunu yerine getiren bir kimse olduğuna dair bir karar vermez. (s. 101)

Bir de bizim dümbelek İslâmcılarımız Osmanlı’da hoşgörü olduğunu söylerler. Baronun anıları arasında yabacı uyrukluların Osmanlılar tarafından aşağılandığına dair pek çok örnek var. Devam:

Mirasa konmakta acele eden bir genç Osmanlı, babasını katletmişti. Gayet sağlam delillerle mahkeme karşısına çıkarıldı ve kafası kesilmek suretiyle idama mahkum olundu. Delikanlının sefahat arkadaşlarından biri, yanında büyük bir servetle kadının yanına koştu. Orada kararın verilmiş olduğunu öğrendi. Ancak, ümitsizliğe kapılmadı. Zaten servetin büyüklüğü karşısında gözleri kamaşmış olan kadıyı sıkıştırdı. Kadı ona, “Arkadaşınızın mahkum olduğu suçun delillerinden daha kesin deliller olmadıkça ilk kararımı bozamam,” dedi. “Arkadaşınızın babasının katili olduğunuzu iddia edin ve iki tanık bulun. O andan itibaren arkadaşınız bütün eski haklarına kavuşacak ve sizi bağışlayabilecektir.” Baba katili olarak tanınmak pek güven verici bir şey olmadığı için teşebbüs tehlikeliydi. Buna rağmen suçlu, sözde katili bağışladı ve yasa sayesinde hazırlanmış olan bu korkunç tertip tam başarıya ulaştı. (s. 101)

En azından Osmanlı adaleti günümüz adaletinden daha iyiymiş. Şimdilerde millet adliye koridorlarında birbirine giriyor. Halbuki Osmanlı zamanında alan memnun, satan memnun. Memleketin düzeni bozuldu vesselam. Bir tane daha:

(…) Eğer [yol kesen haydutlar] köylerde cinayet işlemişlerse, köye giden kadı suçluları arayacağına köylülerden haraç alır. İşte bu yüzdendir ki, köyde oturanlar kadının mevcudiyetinden daha fazla çekindiklerinden, olayı bilmezlikten gelirler. Bizim şehirlerimizde tecrübesiz işçiler ne ise, Türkiye’deki haydutlar da öyledir. Ancak suçüstü yakalandıklarında cezalandırılabilirler. Yeteri kadar zengin olduktan sonra mesleklerini terk ederler, marifetlerini anlatarak saygı toplarlar. Hatta daha yüksek mevkilere gelerek servetlerini arttırırlar. (s. 101-2)

Allah Allah, baron amcam son cümleleriyle sanki günümüzü tasvir etmiş. Değişen bir şey var mı?

V

Benim en sevdiğim parça işte bu. Fransız dışişleri bakanı bizim baronu özel bir görevle Kırım’a yollar. Hotin kalesinin kumandanı da yardımcı olması için baronun yanına bir Türk mihmandar verir. İsmi Ali Ağa olan bu adam, yol boyunca baronun ihtiyaçlarını karşılamak için gittikleri köylerde insanlara eziyet eder. Sonunda baron bu zorbalığa dayanamaz ve aralarında şöyle bir konuşma geçer:

* * *

Baron: Prut’u geçerken gösterdiğinizi beceriklilik ve bize karşı daima iyi niyetle davranmanız, eğer bu zavallı Boğdanlıları kırbaçlamasaydınız veya itaat etmedikleri zaman kırbaçlasaydınız, sizden hiçbir şey istememe sebep olacaktı.

Ali Ağa: İtaat etmeden önce veya sonra dayak yemeleri bir şey fark ettirmez. Hatta zaman kaybetmemek için önceden yapmak daha doğru olur.

B: Zaman kaybedileceğini sanmıyorum. İyi niyetleri, kuvvetleri ve itaatleri ile imkânsızı başaranları sebepsiz yere dövmek iyi bir iş midir?

AA: Siz ki Türkçe biliyorsunuz, İstanbul’da kalmışsınız, Rumları tanımışsınız, Boğdanlıların dayak yemeden hiçbir şey yapmayacaklarını bilmiyorsunuz. Bütün gece boyunca onları zorlamasaydım, sabahleyin arabanızın Prut’u geçeceğini mi sanıyordunuz?

B: Evet. Onları dövmeden de, dayak yemekten korktukları zaman çalıştıkları gibi çalışacaklarına eminim. Artık ne olduysa oldu. Önümüzde aşılacak nehir yok. Yolda at buluruz. Bize gereken şey yiyecektir ve üzerinde durmak istediğim konu da budur. Azizim Ali, size itiraf edeyim ki, kırbaç zoruyla temin ettiğiniz lokmalar boğazımızda kalıyor. Bırakın ücretlerini ödeyeyim; istediğim tek şey budur.

AA: Kuşkusuz, hazımsızlık çekmemek için iyi bir çare buldunuz; zira paranızla bir lokma ekmek bile satın alamazsınız.

B: Hiç merak etmeyin. Öyle iyi bir fiyat biçeceğim ki, sizin bile temin edemeyeceğiniz kadar iyi yiyeceklere sahip olacağım.

AA: Tekrar ediyorum, bir lokma ekmek bile bulamayacaksınız. Boğdanlıları iyi tanırım, kırbaçlanmak isterler. Zaten size masraf yaptırmamak için emir aldım. Bu insanlar o masrafları rahat rahat karşılayacak kadar zengindirler. Üstelik, dayak yeseler bile bu görevi memnuniyetle yerine getirirler.

B: Azizim Ali Ağa, lütfen teklifimi geri çevirmeyin. Masraflarımın ödenmesinden vazgeçtim. Üstelik, paraları ödendiği takdirde dayak yemek istemeyeceklerdir. Bütün sorumluluğu üzerime alıyorum; bırakın yapayım.

AA: Fakat açlıktan öleceğiz.

B: Merakımı tatmin etmek için böyle bir deneme yapmak istiyorum.

AA: Madem ki istiyorsunuz, deneyin. Böylelikle Boğdanlıları tanıma fırsatını da ele geçirmiş olacaksınız. Ancak, onları tanıdığınız zaman unutmayın ki, akşamleyin bir çorba içmeden yatmam doğru olmaz. Paranızın ya da güzel sözlerinizin başarıya ulaşmadığını görünce, benim kendi usulümü kullanmamı haklı bulacaksınız.

B: Olsun. Madem ki anlaştık, geceleyeceğimiz köye geldiğimizde sadece papazı bulacağım. Bize para karşılığında yiyecek vermesini, köy sakinlerinden uzak bir yerde yatacak yer temin etmesini isteyeceğim.

Yolumuz uzun olduğundan, konaklayacağımız yere güneş battıktan sonra vardık. Verdiği söze sadık kalan mihmandarım atından indi, dirseğini eyere dayadı, kırbacını dizlerinin üzerine yerleştirdi ve kendisine sağlayacağım eğlenceli sahneyi seyretmek üzere hazırlandı. Hemen faaliyete geçerek köy papazını sordum; bir-iki adım ötede duran adamı gösterdiler. Ona yaklaşarak önüne önce yirmi altın koydum. Sonra, aşağıda aslına sağdık kalarak tercüme ettiğim Türkçe ve Rumca konuşmayı yaptım.

Baron (Türkçe): İşte dostum, ihtiyacımız olan yiyecekleri satın almamız için para getirdim. Boğdanlıları severim, onların kötü muamele görmelerine razı olmuyorum. Bana bir koyun ile ekmek vereceğinizi umarım. Paranın üstü sizde kalsın, benim sağlığıma içersiniz.

Boğdanlı (Türkçe anlamıyormuş gibi yaparak): Anlamıyorum.

B: Nasıl? Anlamıyor musunuz? Türkçe bilmiyor musunuz?

Boğdanlı: Yok Türkçe. Anlamıyorum.

B (Rumca): O hâlde Rumca konuşalım. Bu parayı alın, bize koyun ve ekmek getirin. Sizden istediğim bu kadardır.

Boğdanlı (Yine anlamamazlıktan gelerek ve köyünde yiyecek olmadığını, herkesin açlıktan öldüğünü işaretle anlatmaya çalışarak): Ekmek yok, fakiriz biz. Hiçbir şey yok.

B: Ekmeğiniz de mi yok?

Boğdanlı: Yok, ekmek yok.

B: Vah zavallılar, sizlere acıyorum; fakat hiç olmazsa dayak yemeyeceksiniz. Bu da bir şeydir. Aç karnına yatmak herhalde çok kötü bir şey olacak. Siz namuslu insanların mevcut olduğunun bir delilisiniz. (Mihmandara dönerek) Görüyor musunuz dostum, para burada bir işe yaramadı, ama hiç olmazsa dayağın da gerekli olmadığını öğrendik. Bu zavallıların hiçbir şeyleri yok. Yarın için daha fazla iştahlı olacağız.

Ali Ağa: Oh, ben kendi hesabıma üzülüyorum. Bu geceyi çok daha iyi geçirebilirdik.

B: Bu sizin hatanız. Neden bizi böyle berbat bir köyde durdurdunuz? Yiyecek ekmek bile yok! Mecburen oruç tutacaksınız; cezanızı çekin.

AA: Berbat köy mü dediniz? Eğer karanlık olmasaydı gözleriniz kamaşırdı. Burası aslında küçük bir şehir gibidir. Burada her şey mevcuttur, ördek kızartması bile bulabilirsiniz.

B: Dayak atma arzunuzun kabardığını iddia edebilirim.

AA: Yemin ederim ki hayır beyim. Duyduğum açlığı bastırmak ve size Boğdanlıları daha iyi tanıdığımı ispat etmek için izin verin ben konuşayım.

B: Kırbaç vurduğunuz vakit açlığınız gidecek mi?

AA: Hiç merak etmeyin, eğer on beş dakika içinde mükellef bir ziyafete konmazsanız, vurduğum bütün darbeleri bana iade edersiniz.

B: Bu takdirde anlaştık. Sözü size bırakıyorum, fakat asla unutmayın; eğer bir masumu döverseniz, onu size iade etmekte tereddüt etmeyeceğim.

AA: İstediğiniz kadar vurun, fakat ben sizi nasıl sükûnetle seyrettiysem, siz de bana karışmayın.

B: Bak bu doğru, şimdi sizin yerinize geçiyorum.

AA (Yerinden kalktı, kırbacını elbisesinin altına koydu. Sakin bir şekilde Boğdanlının yanına yaklaştı, omzuna dostça vurdu): Merhaba dostum, nasılsın? Ali Ağa’yı tanımıyor musun? Haydi konuşsana.

Boğdanlı: Konuşmak yok.

AA: Demek konuşmak bilmiyorsun. Bak bu çok şaşırtıcı! Demek ki dostum, sen Türkçe bilmiyorsun.

Boğdanlı: Yok Türkçe!

AA (Bir yumrukta papazı yere devirdi; papaz ayağa kalkmaya çalışırken onu tekmelemeye devam etti): Al sana serseri herif! Bu sana Türkçe’yi öğretir!

Boğdanlı (Gayet güzel bir Türkçe ile): Neden bana vuruyorsunuz? Bilmiyor musunuz, bizler fakir insanlarız. Beylerimiz bize ancak teneffüs edece kadar hava bırakıyorlar.

AA (Baron’a): İşte gördüğünüz gibi, ben iyi bir lisan öğretmeniyim. Türkçe’yi su gibi konuşuyor. Hiç olmazsa şimdi onunla konuşabiliriz. (Boğdanlı’nın omzuna bastırarak) Şimdi madem ki Türkçe biliyorsun, söyle bakalım. Ailen, sen, çocukların nasıllar?

Boğdanlı: İhtiyacımız olan şeyler mevcut olmadığı için, olabildiğimiz kadar iyiyiz.

AA: Yok canım, şaka ediyorsun. Eksiğiniz sadece biraz daha fazla dayak yemek. Ama merak etme, birazdan o da olacak. Bana hemen iki koyun, on iki piliç, on iki kumru, yirmi okka ekmek, dört okka tereyağ; tuz, biber, hardal, limon, şarap, salatalık, iyi zeytinyağ lazım. Hem de en iyi cinsten.

Boğdanlı (Ağlayarak): Size daha önce de söyledim, bizler ekmeği bile olmayan zavallılarız. Bütün bunları nereden bulalım?

AA (Kırbacını çıkarır, kaçıncaya kadar Boğdanlıya vurur): Seni gidi pis kâfir! Hiçbir şeyin yok ha! Bak gördün mü, sana nasıl Türkçe öğrettim. Bir anda zenginleşeceksin. (Boğdanlı ortadan kaybolur. Ali Ağa ateşin yanına bağdaş kurar) Gördüğünüz gibi, benim reçetem daha iyi geldi.

B: Dilsizleri konuşturmak için evet, ama yiyecek bulmak için sanmıyorum. Sizin usulünüzün de benimki gibi bir işe yaramadığını görüyorum. Bu yüzden, galiba vurduğunuz darbeleri size iade etmem gerekecek.

AA: Yiyecek mi dediniz? Hiç merak etmeyin, on beş dakika içinde istediklerim buraya gelmezse, bu kırbaçla bana istediğiniz kadar vurun.

Nitekim on beş dakika geçmeden papaz yanına üç kişi daha almış vaziyette bütün istenenleri fazlasıyla getirdi.

Bu örnekten sonra Ali’nin reçetesinin daha iyi olduğunu ve benim insanlık inadımı iyileştirmediğini nasıl itiraf edemeyiz? Nitekim ben anlaşılmaz, fakat kesin bir yenilgiye uğramıştım. İtaat etmem için bu bana yetti ve inançlarıma rağmen, mihmandarımın beni beslemek hususunda gösterdiği usullere itiraz etmeden yememe baktım." (s. 127-135)

İşte Osmanlı yüzyıllar boyunca hükmü altındaki topraklarda insanlara böyle davranmıştır. 16. yüzyılda Anadolu’da çıkan Celâli isyanlarının önemli bir nedeni de, halkın devletin temsilcilerinden gördüğü bu davranış biçimidir. Ancak, Boğdanlı’nın davranışının da sadece o yöreye özgü olduğunu zannetmemek lazım. Zira bu davranış biçimi günümüzde özellikle doğuda yaygındır. Biz buna “köylü kurnazlığı” ya da “şark kurnazlığı” demiyor muyuz? Ben buna askerde çok sık rastlamıştım. Güzellikle verdiğiniz bir emri yerine getirmeyen ve savsaklayan, hatta iyi niyetinizi suiistimal eden adamlar, birkaç sert tokattan ya da yumruktan sonra isteğinizi düzgün bir şekilde yerine getirirlerdi.

Yine de şu Ali Ağa büyük adammış vesselam. Millete nasıl davranılacağını biliyormuş. Tarihinin hiçbir döneminde devletten düzgün bir davranış görmeyen, üçkağıtla devleti kandırmaya çalışan ve her defasında karşılık olarak zorbalık gören bir halk demokrasiyi anlayacak ve uygulayacak – imkânsız bir şey bu. İlk günden beri bu davranış ile yönetilen ve buna alışan bir halk, demokrasiyi, kendi başına düşünmeyi nasıl anlayacak? Bu memleketin demokrasiye değil, Ali Ağa gibi adamlara ihtiyacı var. Bakın işler o zaman nasıl da tıkır tıkır yürür. Hey gidi hey, ne varsa ecdatta var. Nur içinde yatsın Ali Ağa – amin!