Monday, July 30, 2007


TANRI MESELESİ

Antik Yunan’da atheos sıfatı “tanrısız” (άθεος) anlamına geliyormuş. M.S. 5. yüzyılda kelime asebēs (άσεβής), yani “dinsiz” anlamının yanında ek bir anlam daha kazanarak, “tanrılar ile hiçbir ilişkisi olmama” ya da “tanrıları inkâr etmek, tanrısal olmayan” biçimine bürünmüş. Klasik metinlerin modern çevirilerinde atheos kelimesi kimi zaman “ateistik” şeklinde geçiyormuş. Aynı zamanda, soyut bir isim olarak atheotēs (άθεότης), yani “ateizm” kelimesi de varmış. İlk dönem Hıristiyanlar ile paganlar arasında yapılan tartışmalarda atheos kelimesi sık sık olumsuz anlamda kullanılmış. Her iki taraf da birbirini atheos olmakla suçluyormuş. Zaten kelimenin bir diğer anlamı da paganlığa işaret ediyor.

İngilizce “ateizm” kelimesi Fransızca “athéisme” kelimesinden 1587 civarında türetilmiş. Fransızca “athée” kelimesinden gelen “ateist” ise “tanrının varlığını inkâr eden veya buna inanmayan kişi” anlamına geliyormuş; kelime ilk defa 1571 civarında kullanılmış. Ateizm kelimesi 1577 civarında “tanrısızlık” anlamında kullanılmaya başlanmış. “Deist” 1621’de, “teist” 1662’de, “teizm” 1678’de ve “deizm” de 1687’de ortaya çıkmış. Sanırım o dönemlerde bizde “kâfir” ya da “gâvur” bütün bu anlamları içeriyordu.

16. ve 17. yüzyıllar boyunca “ateist” kelimesi bir hakaretmiş ve sadece polemik amaçlı kullanılmış. Kimse kendisini “ateist” olarak tanımlamıyormuş. Avrupa’da “ateizm” kelimesi kendini ifade etme aracı olarak ilk defa 18. yüzyılın sonlarında kullanılmaya başlanmış ve özellikle tektanrıcı Judeo-Hıristiyan tanrısına inanmama anlamını içeriyormuş. Günümüzde de batıda “tanrıya inanmamayı” tanımlamak amacıyla kullanılıyormuş.

Bunları yazmama neden olan şey, internette dolanırken Newsweek dergisinin sitesinde yayınlanan bir sohbete denk gelmem. Sohbetin taraflarından biri, dünyaca tanınan bir papaz olan Amerikalı Rick Warren. Kendisi 1980’de Saddleback’de göreve başlamış; bugün kilisesine 25.000 kişi geliyormuş. Diğer tarafta ise “The End of Faith” ve “Letter to a Christian Nation” kitaplarıyla tanınan ve sinirbilim doktorası yapan Amerikalı ateist Sam Harris var. Newsweek dergisinin daveti üzerine, iki adam geçtiğimiz nisan ayında Warren’in ofisinde bir araya gelmişler. Sohbetleri dört saat sürmüş.

Benim dikkatimi çekenlerden biri, Warren’in tipik bir Amerikalı Hıristiyan tavrı göstermesi oldu. Konuşmayı not alan Newsweek dergisinden John Mecham, Warren’i “bir ayı kadar büyük” biçiminde tanımlıyor. “İbrahim’in tanrısının varlığına ilişkin kanıt nedir?” sorusunu yanıtlarken, Warren “Tanrının nereden geldiğini anlamaya çalışmak, bir karıncanın interneti anlamaya çalışmasına benziyor,” diyor. Bir başka yerde de Harris, “Dogmanın gerçekte iyi bir anlama sahip olduğu ve inanca sıkıca dayalı bir şeye inanmanın yüceleştirici olduğunun düşünüldüğü tek söylem alanı dindir,” diyor.

Konuşmalarının bir bölümü derginin internet sitesinde yer alıyor. Ben sadece ilginç bulduğum bazı yerleri aktaracağım. Maalesef, vaktim olmadığından alıntıları tercüme edemedim. Ancak, basit bir dil kullanıldığından metnin anlaşılmasında zorluk yaşanacağını sanmıyorum. Tam metin şurada: http://www.msnbc.msn.com/id/17889148/site/newsweek/page/0/

Do you believe Creation happened in the way Genesis describes it?

WARREN: If you're asking me do I believe in evolution, the answer is no, I don't. I believe that God, at a moment, created man. I do believe Genesis is literal, but I do also know metaphorical terms are used. Did God come down and blow in man's nose? If you believe in God, you don't have a problem accepting miracles. So if God wants to do it that way, it's fine with me.

HARRIS: I'm doing my Ph.D. in neuroscience; I'm very close to the literature on evolutionary biology. And the basic point is that evolution by natural selection is random genetic mutation over millions of years in the context of environmental pressure that selects for fitness.

WARREN: Who's doing the selecting?

HARRIS: The environment. You don't have to invoke an intelligent designer to explain the complexity we see.

WARREN: Sam makes all kinds of assertions based on his presuppositions. I'm willing to admit my presuppositions: there are clues to God. I talk to God every day. He talks to me.

HARRIS: What does that actually mean?

WARREN: One of the great evidences of God is answered prayer. I have a friend, a Canadian friend, who has an immigration issue. He's an intern at this church, and so I said, "God, I need you to help me with this," as I went out for my evening walk. As I was walking I met a woman. She said, "I'm an immigration attorney; I'd be happy to take this case." Now, if that happened once in my life I'd say, "That is a coincidence." If it happened tens of thousands of times, that is not a coincidence.

There must have been times in your ministry when you've prayed for someone to be delivered from disease who is not—say, a little girl with cancer.

WARREN: Oh, absolutely.

So, parse that. God gave you an immigration attorney, but God killed a little girl.

WARREN: Well, I do believe in the goodness of God, and I do believe that he knows better than I do. God sometimes says yes, God sometimes says no and God sometimes says wait. I've had to learn the difference between no and not yet. The issue here really does come down to surrender. A lot of atheists hide behind rationalism; when you start probing, you find their reactions are quite emotional. In fact, I've never met an atheist who wasn't angry.

HARRIS: Let me be the first.

WARREN: I think your books are quite angry.

HARRIS: I would put it at impatient rather than angry. Let me respond to this notion of answered prayer, because this is a classic sampling error, to use a statistical phrase. We know that human beings have a terrible sense of probability. There are many things we believe that confirm our prejudices about the world, and we believe this only by noticing the confirmations, and not keeping track of the disconfirmations. You could prove to the satisfaction of every scientist that intercessory prayer works if you set up a simple experiment. Get a billion Christians to pray for a single amputee. Get them to pray that God regrow that missing limb. This happens to salamanders every day, presumably without prayer; this is within the capacity of God. [Warren is laughing.] I find it interesting that people of faith only tend to pray for conditions that are self-limiting.

Şurada Harris’in Warren’e karşı ilginç bir mantık yürütmesi var:

HARRIS: What in your experience is making you someone who is not a Muslim? I presume that you are not losing sleep every night wondering whether to convert to Islam. And if you're not, it is because when the Muslims say, "We have a book that's the perfect word of the creator of the universe, it's the Qur'an, it was dictated to Muhammad in his cave by the archangel Gabriel," you see a variety of claims there that aren't backed up by sufficient evidence. If the evidence were sufficient, you would be compelled to be Muslim.

WARREN: That's exactly right.

HARRIS: So you and I both stand in a relationship of atheism to Islam.

Şurasını da güzel buldum:

Do you think that religiously motivated good works are actually harmful?

HARRIS: The thing that bothers me about faith-based altruism is that it is contaminated with religious ideas that have nothing to do with the relief of human suffering. So you have a Christian minister in Africa who's doing really good work, helping those who are hungry, healing the sick. And yet, as part of his job description, he feels he needs to preach the divinity of Jesus in communities where literally millions of people have been killed because of interreligious conflict between Christians and Muslims. It seems to me that that added piece causes unnecessary suffering. I would much rather have someone over there who simply wanted to feed the hungry and heal the sick.

Aşağıdaki haritaların ilki Avrupa’da tanrıya inanma oranlarını gösteriyor. Üstelik %90 ve üstü oranı ile haritada Türkiye de var. İkincisi de Amerika’daki dindarlık durumu olarak adlandırılabilir. Haritaları şuradan buldum: http://helena-alabama.blogspot.com/2007/07/churches-in-helena-in-my-last-blog.html. Ama orası nereden bulmuş, bilmiyorum.


Dindeki “kötülük sorunu”nu ilk ortaya koyan kişi Yunanlı Epikür olmuş. Bu nedenle kötülük sorunu kimi zaman “Epikürcü Paradoks” ya da “Epikür’ün Bilmecesi” olarak adlandırılıyormuş. Paradoks şöyle:

Eğer tanrı kötülüğü engellemeye çalışıyor, ancak başaramıyorsa,
kadiri mutlak değildir.

Eğer engelleyebilecek olmasına rağmen bunu istemiyorsa,
kötü niyetlidir.

Eğer engelleyebilecek ise ve bunu istiyorsa,
kötülük nereden geliyor?

Eğer engelleyebilecek durumda değilse ve bunu istemiyorsa,
niye ona “tanrı” diyelim?

Bir de “Taş Paradoksu” var. O da şöyle:

Tanrı kendisinin dahi kaldıramayacağı bir taş yaratabilir mi?

Eğer yaratamazsa kadiri mutlak değildir.

Eğer yaratabilir ve kaldırazmasa kadiri mutlak değildir.

Her iki durumda da tanrı kadiri mutlak değildir. Kadiri mutlak olmayan bir varlık da tanrı olamaz. Öyleyse tanrı yoktur.

Bu arada, zaman zaman bahsettiğin İngiliz evrim biyoloğu ateist Richard Dawkins’in dünya çapında best-seller olan kitabı “Tanrı Yanılgısı” sonunda Türkçe’ye çevrilmiş (Kuzey Yayınları, Çev: Tonguç Çulhaöz). Bende İngilizcesi olduğundan Türkçe çeviri nasıldır bilemiyorum, ancak meraklısına tavsiye ederim. Dawkins amcam bayağı popüler oldu bu kitabıyla zaten.

Seyir defterine ek: Dawkins’in kitabının Türkçe çevirisine bakma imkânı buldum. Maalesef çeviriyi pek beğenmedim – gerçi bu çeviri işlerine ucundan bulaştığımız için mi böyle beğenmemezlik ediyoruz diyorum. Ancak arada dizgi hatalarına rastladım. Bu arada kitabın İngilizce karton kapaklı ucuz baskısı da çıkmış. Taksim’deki “Pandora” kitabevinde gördüm. Meraklısına duyurulur.

Wednesday, July 25, 2007


FÜHRER

Son zamanlarda Hitler’in biyografisini okumaya daldığım için bir şeyler yazamadım. Ama biyografinin de maşallahı var. Sadece ilk cilt olmasına rağmen büyük boy ve 810 küsur sayfa (Ian Kershaw, "Hitler, 1889-1936: Hubris", Çev: Zarife Biliz, İthaki Yayınları, 2007). İkinci cildi henüz çıkmadı. Hitler’in, I. Dünya Savaşı öncesinde fakir biri olarak muhtaç kişilerin kaldığı bakımevlerinde yaşayan ve hayatını resim yaparak para kazanan bir adam iken, savaş sonrasında İşçi Partisi’ne girerek yükselmesi ve 1933 yılında şansölye olması gerçekten şaşkınlık verici.

Hitler’in en önemli özelliği, bilindiği üzere, kitleleri etkisi altına alan bir hatip olması. Kendisi bu yeteneğinin farkına ancak savaş sonrasında terhis olmayı beklerken askerlere yaptığı konuşmalar esnasında varıyor. Kavgam’da şöyle diyor: Şimdi bana kalabalık bir dinleyici kitlesi önünde konuşma fırsatı doğmuş ve eskiden beri güçlü bir duyguyla tahmin ettiğim şey doğru çıkmıştı; ben “söz söylemesini” biliyordum." Biyografiden tek tek parça aktarmak kolay değil, ama Hitler’in 1923 yılında daha Naziler Almanya’da hakimiyetlerini tam manasıyla kurmadan evvel söylediği bir-iki cümlesi şöyle:

Almanya’yı kurtaracak olan, milli iradenin ve milli kararlılığın diktatörlüğüdür. Arkasından gelen soru ise, ortada uygun birinin olup olmadığıdır. Bizim işimiz böyle birinin peşine düşmek değildir. O ya Tanrı’nın lütfu olarak buradadır ya da değildir. Bizim işimiz, burada olduğunda o kişinin ihtiyaç duyacağı kılıcı yaratmaktır. Bizim işimiz, diktatör geldiğinde ona hazır bir halk sunmaktır. (s. 197)

Halk artık bakanlar değil, liderler istiyor. (s. 197)

Bir özgürlük savaşçısı doğru içgüdülere ve doğru iradeye sahip olmalıdır, iradeden başka bir şeye ihtiyacı yoktur. (s. 198)


Sanki ikinci cümleyi bizim için söylemiş Hitler. 7 Mart 1936’da Alman ordusu Ren bölgesine girer. Ren’in işgali Almanya’da büyük sevince neden olur. Aynı gün Hitler, işgalden iki saat sonra Reichtag’da milletvekilleri önünde bir konuşma yapar. Konuşmaya tanıklık eden ve “insanı hem büyüleyen hem de korkutan bir manzara” karşısında olduğunu söyleyen William Shirer olanları şöyle anlatıyor (William L. Shirer, “Nazi İmparatorluğu”, Cilt I, Çev: Rasih Güran, İstanbul: İnkılap Kitabevi, 1992):

Hitler şunları söyledi: “Almanya artık kendisini Lokerno Paktı’na bağlı saymıyor. Halkının sınırları bakımından temel hakları yararına olmak ve savunmalarını sağlamak üzere, Alman hükümeti bugünden itibaren askerden arındırılmış bölgede Almanya’nın mutlak ve sınırsız hakimiyetini yeniden kurmuştur!”

Bunun üzerine altı yüz milletvekili, Hitler’in şahsen tayin ettiği altı yüz adam, iri yarı, kalın enseli, saçları dibinden kazınmış, göbekli, kahverengi üniformalı, kalın botlu altı yüz küçük adam … sanki kurulmuş gibi birdenbire ayağa fırladı, sağ ellerini uzatarak Nazi selamı verirken hep bir ağızdan bağırdı: “Heil!” … Hitler elini kaldırarak susturdu onları … Derin ve çınlayan bir sesle şunu söyledi: “Alman Reichtag’ının üyeleri!” Herkes tıs kesilmişti. “Alman kuvvetlerinin batı bölgesinde gelecekteki barış garnizonlarına doğru yürüdükleri bu tarihi anda, iki kutsal ant bizi birleştirmiş olacaktır.”

Daha fazla devam edemedi. Bu “parlamento” kalabalığı için Alman askerlerinin o anda Ren’e yürümekte oldukları çok iyi bir haberdi. Kanlarındaki Alman militarizmi kafalarına vurmuştu. Ayağa kalkmışlar, bağırıp çağırıyorlardı … Ellerini köleler gibi hep beraber havaya kaldırmışlardı. Yüzleri sinirden sanki çarpılmıştı. Ağızlarını açabildikleri kadar açmışlar, bağırıyor, bağırıyorlardı. Bağnazlıkla yanan gözlerini yeni tanrılarına, İsa’larına dikmişlerdi. Yeni İsa’ları da rolünü çok iyi oynuyordu. Sanki alçak gönüllülüktenmiş gibi başını önüne eğmiş, bağrışmaların kesilmesini bekliyordu. Sonra yine alçak sesle, ama heyecanla, iki andı açıkladı:

“Önce, halkımızın şerefini kurtarmaya çalışırken, hiçbir şekilde zora boyun eğmemeye yemin ediyoruz … İkinci olarak, Avrupa halkları arasında, özellikle Batılı komşu uluslarla bir anlaşmaya varmak için, bugün her zamankinden daha çok çaba göstereceğimizi taahhüt ediyoruz … Avrupa’dan hiçbir toprak isteğimiz yoktur! Almanya barışı hiçbir zaman bozmayacaktır!” (s. 377-8)

Soyunda Yahudilik olan subay emeklisi kocasını bulma umudunu 1935’te yitirmiş ve Nuremberg Yasaları doğrulusunda kızlarının Alman vatandaşlığı reddedilmiş ateşli muhafazakâr milliyetçi olan Hamburg orta sınıfından ev kadını Luise Solmitz, Ren Bölgesi’nin işgalinin ardından Hitler’e duyduğu şükranı şöyle ifade etmiş:

Bu olaylar karşısında tamamen alt üst oldum … askerlerimizin (Ren Bölgesi’ne) girişi, Hitler’in büyüklüğü, konuşmasının gücü ve bu adamın kuvveti beni sevince boğuyor. Birkaç yıl önce manevî çürümenin egemen olduğu zamanlarda, böyle işleri tasarlamaya cesaret edemezdik. Führer bir kez daha dünyayı bir oldu bittiyle yüzyüze bıraktı. Bütün dünya nefesini tutuyor. Hitler nereye doğru gidiyor, son ne olacak, konuşmasının doruğa çıktığı o an, arkasından hangi cüret, hangi sürpriz gelecek? Ve ardında darbe üstüne darbe, onun cesaretiyle korkusuzca belirttiği gibi eylem geliyor. İnsana nasıl güç veren bir şey bu … Führer’in yaratılışındaki derin ve anlaşılmaz bu sır … Ve şans hep ondan yana. (Kershaw, s. 603)

30 Ocak 1933 günü öğle üzeri Cumhurbaşkanı Hinderburg, anayasaya tamamıyla uygun bir şekilde Hitler’e başbakanlığı verir. Böylece Hitler “şansölye” olur. İşte Hitler’in iktidara geldiği ve Alman tarihinin değişmeye başladığı gün budur. Aşağıda, 10 Şubat’ta Hitler’in şansölye olarak yaptığı ilk konuşmaya ait bir bölümün videosunu koydum. Konuşma öncesi takdimini de Goebbels yapıyor. Video “Mein Kampf” adlı belgeselden bir parça ve İngilizce alt yazılı. Hitler’in konuşmaya nasıl başlayıp devam ettirdiğine ve izleyicilerin katılımına dikkat edin.



Şöyle bir Führer de bizde olsa ne iyi olurdu! Hep söylüyorum, birkaç bin insanı gaz odasında göndersek kötü mü olur? Vallaha ne kapkaççı, üçkağıtçı, maganda, ne de siyasi ve ekonomik istikrarsızlık kalır. Memleket düze çıkar yahu! Sonra bütün Ortadoğu’yu işgal edip, o zibidi Arapların zırt pırt çıkardıkları krizlere son veririz. Üstelik Ortadoğu meselesi de kökünden çözülmüş olur; toprak rahatlar. Ardından bir yolunu bulup Fransa’yı işgal etsek diyorum; o pis, kendini beğenmiş dümbelek Fransızları toptan fırına atardık. Etrafı temizledikten sonra Hindistan ve Pakistan’ı da aradan çıkarırız. Böylece temizlik nedir bilmeyen, hem de insan olarak kıl olan bu geri milletleri ayıklarız. Haa, arada muhakkak zenci meselesi de hâlledilmeli. Gerekirse bütün Afrika işgal edilip bu çikolata renkli ırk ortadan kaldırılmalı. İnsanlığa hizmet bu yahu! Belki Hitler yaşasaydı bu işleri hâllederdi, ama fırsat vermediler adamcağıza. İnsanlığın bu büyük kaybının hatırası önünde bir kez daha saygıyla eğiliyor ve Allah’tan halkımıza en kısa zamanda münasip bir “Führer” nasip eylemesini diliyorum. Amin!

Tuesday, July 17, 2007


UÇ TAYYİP UÇ!

Cumhuriyet gazetesinde bu pazar günü Tayyip Erdoğan ile ilgili bir haber vardı. Erdoğan’ın serveti 11 yılda 1.7 katrilyona ulaşmış! Okuyunca “Vay anasını!” dedim. Görünüşe göre, Tayyip efendiye Allah “yürü ya kulum” değil, “uç oğlum uç,” demiş. Asgarî ücretin 500 lira civarında olduğu bir ülkede hünkar Recep “bireysel kalkınma” gerçekleştirmiş. Tabii, bu meblağ Erdoğan’ın “bilinen” servetine ait. İşte haberin tamamı:

Tayyip Erdoğan’ın serveti 11 yılda “355 kat" arttı. 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na başlarken 5 bin 110 YTL’si olan Erdoğan’ın serveti, 2005 yılında başbakanlık koltuğuna otururken 1 milyon 780 bin YTL’ye ulaştı. Erdoğan’ın 4 yıllık belediye başkanlığı döneminde ise serveti 10 kat arttı. Çocukları 1 trilyona villa, 2.5 milyon dolara gemi alırken, Erdoğan hakkındaki haksız malvarlığı davasından iktidarı döneminde beraat etti.

Erdoğan’ın kendi beyanlarına göre serveti incelendiğinde, her yıl katlanarak arttığı ortaya çıkıyor. Erdoğan’ın 1994 yılında belediye başkanlığına başladıktan sonra verdiği 15 Nisan 1994 tarihli mal bildirimine göre 5 bin 110 YTL’si vardı. Bu bildirimden 9 ay sonra verdiği beyanda ise, serveti 8 bin 450 YTL’ye yükseldi. Erdoğan’ın serveti her yıl bir önceki yıla oranla katlanarak artarken, mahkûmiyeti nedeniyle belediye başkanlığından ayrılmak zorunda kalmıştı. Erdoğan’ın belediye başkanlığından ayrıldığı 1998 tarihinde verdiği mal bildiriminde ise serveti 66.5 bin YTL’ye yükselmişti. Dolayısıyla Erdoğan’ın serveti, başkanlığa başladığı tarihten bıraktığı tarih arasındaki 4 yıllık sürede 11 kat artmıştı.

2001 yılında AKP Genel Başkanı sıfatıyla verdiği mal beyanında ise, Erdoğan’ın 738 bin YTL’si bulunuyordu. 2005 yılında başbakan olarak kendisinin açıkladığı serveti ise 1 milyon 780 bin YTL’ye ulaşmıştı. Belediye başkanlığına başladığı 1994 yılındaki 5 bin 100 YTL’si dikkate alındığında, Erdoğan’ın serveti 11 yılda “355 kat” artmıştı.

Erdoğan hakkındaki haksız malvarlığı edindiği gerekçesiyle açılan davadan da AKP iktidarı döneminde kurtuldu. Davanın iddianamesinde malvarlığındaki 256 bin YTL’lik bölümünün haksız edinildiği savlanıyordu.

Başbakan Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan’ın üzerinde kayıtlı bir evlerinin bile olmaması dikkat çekiyor. Başbakan Erdoğan’ın oğulları Ahmet Burak ile Bilal Erdoğan ise 2006 yılında İstanbul’da 1 milyon YTL’ye villa satın aldılar. Küçük oğlu Bilal Erdoğan ayrıca eşi Reyyan Erdoğan ile birlikte 261 bin 500 dolara ABD’de bir ev sahibi oldular.

Başbakan Erdoğan’ın olduğu Ahmet Burak, Erdoğan’ın başbakanlık koltuğuna oturduktan sonra kurduğu Yenidoğan Gıda A.Ş.’de 2005 rakamlarıyla “500 milyon lira dolayında maaşla” çalışıyordu. Oğul Erdoğan’ın yüzde 50 hissesine sahip olduğu MB Denizcilik Taşımacılık Limited Şirketi, Safran 1 adlı kuru yük gemisini satın aldı. 95.54 metrelik, 4 bin 300 tonluk gemi 2 milyon 350 bin dolara mal oldu. Geminin 500 bin dolarını peşin ödeyen oğul Erdoğan, geri kalan kısmını 36 ay taksitle ödeyecekti.

Hatırlarsanız, Erdoğan’ın büyük oğlu Ahmet Burak bundan birkaç sene önce ehliyetsiz araba kullanırken ses sanatçısı yaşlı bir kadını ezerek öldürmüştü. Ne oldu bu iş? Dava falan? En son – şimdilerde AKP’ye destek veren sefil Hürriyet gazetesinde okuduğumda – olayın meydana geldiği yerdeki kanıtlar Büyükşehir belediye ekiplerince “yok edilmişti.” Herhalde Ahmet efendi kadıncağızı öldürmenin hesabını öte tarafta Allah’a verecek!

Yine hatırlarsanız, Erdoğan “askerlik yan gelip yatma yeri değildir,” demişti. Ama gene öğrendiğimize göre, kendisi küçük oğluna “çürük raporu” aldırmış. Niye acaba? Askerlik yan gelip yatma yeri olmadığı için mi? Belki oğlu orada yan gelip yatacaktı! Bunu öğrendiğim günlerde okulda çok sevdiğim bir hoca ile konuşuyordum. Kendisi AKP’yi hiç sevmez. “Hocam,” dedim, “Erdoğan’ın küçük oğlu çürük raporu almış.” Kızarak cevap verdi: “İbne raporu alsın!”

Bir de aklıma çok takılan bir şey var. Abdullah Gül’ün karısının ismi “Hayrünisa”; kızının ismi ise “Kübra.” Erdoğan’ın kızının ismi de “Sümeyye.” Bunlar Türk isimleri mi Allah aşkına? Apaçık Arap isimleri bunlar! Nedir bu Arap hayranlığı? İnsan Türk olmaktan bu kadar mı nefret eder? Bu kadar mı utanır? Bunlar resmen kendilerini Türkiye Cumhuriyeti’nin bir üyesi olarak görmüyorlar.

Önümüzdeki pazar günü AKP’ye, Erdoğan’a, hatta Bülent Arınç’a – hem de samimî olarak – oy verecek insanlar var. Bence AKP’ye oy veren bir insan ancak iki şeyden biridir: Ya bir aptal ya da bir üçkağıtçı. Bundan başka mantıklı bir açıklama olamaz. Bunların yaptıkları rezillikleri gördükten sonra, aklı başında ve kendine saygısı olan hiçbir insanın bunlara oy vereceğini zannetmiyorum. Üçkağıtçılar başka tabii; onlara biraz menfaat gösterin, CHP’ye de oy verirler. Kızıyoruz efendim!

Friday, July 13, 2007


"GOODBYE AMERICA"

Lise yıllarından beridir dinlediğim Amerikalı bir heavy metal grubu var: WASP. 1982’den beridir faaliyette olan bir grup bu. Ben albümlerini toplamaya başlayalı 15 sene olmuş. Kurulduğu günden bugüne pek çok eleman değiştiren grupta daimi tek kişi grubun kurucusu ve vokalisti Blackie Lawless; asıl ismi Steven Edward Duren. Birkaç sene önce Türkiye’ye de gelmişlerdi. İnternetten konser resimlerine baktığımda 1.93’lük Blackie amcamın bir hayli yaşlanmış, hatta kısmen çökmüş olduğunu gördüm. Eh, 18’lik delikanlı değil, 51 yaşında adam; uyuşturucu ve hızlı yaşamın bunda payı büyük olsa gerek. Ancak sesi hâlâ yerinde. İsmi her ne kadar WASP da olsa, grup artık Blackie’nin solo projesine dönüşmüş durumda.

İşte WASP birkaç ay önce “Dominator” adlı bir albüm çıkardı. Albümde Amerikan hükümeti son yıllardaki politikaları yüzünden eleştiriliyor. Albüme yazdığı “önsözde” Blackie, George Bush’un Tony Blair ile olan ilişkisindeki kibrine şaşıyor ve Bush’un Blair’e “ayak işlerine bakan çocuk” muamelesi yaptığını söylüyor. Amerika’nın müttefiki ile ilişkisi böyle ise, kim bilir diğer ülkeler ile nasıldır demeye getiriyor. Büyük ülkelerin küçük ülkelere karşı davranışlarını erkeklerin kadınlara kötü davranmasına benzetiyor. Amerikan hükümetinin gücünü, ihtiyaç ve ümitsizlik içinde olan halkının yararına kullanmak yerine, küçük ülkeler üzerinde hakimiyet kurmak için kullandığını söylüyor ve şöyle bitiriyor:

“Seni merhamet için yalvartacağım, seni bağırtacağım.”

Bir zamanlar şöyle yazmıştım: “Ülkemi seviyorum, ama hükümetinden ölesiye korkuyorum.”

Yazdığım hiçbir şey bu kadar doğru çıkmadı!

İşte Blackie şunları yazmış:

When I first started to write the songs for what would be this album, “Dominator”, I was unhappy and disturbed about America’s place in the world. Like most Americans after September 11th, I wanted to see the men that plotted and planned those attacks hunted down like the savage animals they are.

I still do.

When the war in Iraq started, it seemed as if that “hunt” would take place and justice would be served. As the war progressed, day after day, it was becoming obvious that we had been sold the greatest pack of lies since the days of Richard “Tricky Dick” Nixon.

These lies continue.

Pete said, “I get on my knees and pray, we don’t get fooled again.” Well, we got fooled … again!

I watched the way the US was talking down to other countries. That is to say, addressing smaller, less powerful countries with little to no respect. When I saw the exchange with George W. Bush and Britain’s Tony Blair I was stunned at Bush’s arrogance. We had all seen it before, but telling another world leader, while cameras are filming, to “go down there and tell them I said to knock that shit off” (referring to the Middle East), left my jaw hanging open. Bush using Blair like some sort of “errand boy” and this is America’s greatest ally. So we can only imagine what was going on with the other so called allies.

The more I thought about it, I realized that bigger countries abuse smaller countries similar to the way men do to women. Men abuse women, disrespect them and treat them like shit. Why? … because they can. In effect, a smaller country is treated by a more powerful country just like an abusive man-woman relationship, making them “their bitch.”

Upon first listening, or reading of these lyrics, one might think that it is written from the point of view of a man talking to a woman. In reality, it is a bigger, more powerful country talking to a weaker one. At the same time denying its own people, when the people need them the most.

For me this concept was interesting, but saddening at the same time.

“Dominator” is largely a view of American Imperialism and the “Bully” tactics it uses and enforces.

I hate bullies!

The last six years in America has been an unbelievable ride. After September 11th I was never more proud to be an American. After going to New Orleans and seeing the devastation and abandonment of that great city by its own Federal Government I was never more ashamed to be an American.

The fundamental organizing principle by any Government is its ability to make war against and controlling its own people. We have seen that this American administration uses it not to benefit its own people in their moment of need and despair, but to abuse its power to “Dominate” the lesser countries of the world.

“I’ll make you cry for mercy, I’ll make you cry out loud.”

I once wrote “I love my country, but I’m scared to death of its Government.”

Nothing I have ever written is more true!

BL

Bizdeki rockçılar ya da metalciler Barışarock-marışarak gibi birtakım şeyler düzenliyorlar. Acaba bu konserlere gelenlerin ne kadarı gerçekten bu tür şeylere duyarlı? Bazen televizyonda ya da gazetede gelenlerin görüntülerini ve fotoğraflarını görüyorum da, çoğu özentilikten öteye geçememiş. Abuk sabuk, uçuk kaçık giyinmek ile, siyahlara bürünmekle kendilerine “kişilik” kazandırdıklarını, bir “birey” olduklarını zannediyorlar. Gerçi eskiden de böyleydi bu. Benim zamanımda da – 15 yıl önce işte – konserlere gelen tipler de bunlar gibi aynı tornadan çıkmıştı. Eskiden “özenti” derlerdi, sanırım şimdilerde “tiki” (fiki, miki?) diyorlar. Merak ettim; WASP’da olduğu gibi, bizde de “bizim” hükümetleri eleştiren gruplar var mı?

Blackie zamanında “Ülkemi seviyorum, ama hükümetinden ölesiye korkuyorum,” diye yazdığını söylemiş. Bu söz aslında 1995 yılında çıkan “Still Not Black Enough” albümünde yer alan “Goodbye America” adlı şarkının bir dizesi. İlginizi çekebilir diye şarkıyı resmin altına ekledim. Sözleri de yazdım. Benim en sevdiğim dize “I have more pigs than I have more tits to feed,” oldu. Çevirisi kabaca, “Doyurmam gereken domuzların sayısı, doyurmaya yarayan memelerimden daha fazla,” olacak sanırım :)




I’m politically incorrect and damn proud of it
I love my country, but I’m scared to death of its goverment
You believe what you read cause it’s all that we give you
Cause all of history is written by winners
I’m engaged in frenzy of mass self-destruction
And I feed upon your famine to fuel my corruption
I’m wholeselling hatred and international incest
To carnivorous hyenas in a global theft fest
I’ve mastered the arts of death and foreign nations genocide
And those who turn on me commit national suicide

I’m the queen of the global dream
And I rule as a declining nation
I sit and watch all the violent screams
From the throne of your desparation
I killed them all and stole their land
Enslaved the blacks and slaughtered the red man
In God we trusted and I give birth
To would be kings to rule the earth

Breakdown, goodbye America
So long the music’s died
Freedom’s last hero’s wasted
I made you, I’ll break you
Breakdown, goodbye America
It's all gone, kiss it goodbye
There on my bloody bended knees where
My nation died

I have more pigs than I have more tits to feed
I embrace the world’s phoney leaders
And hold the suckling to my breast
And I’d fool you all as I feed you
I’ll prop you up then strike you down
And lick your blood up from your ground
Humpty fucking dumpy
My empire’s falling down

Breakdown, goodbye America
So long the music’s died
Freedom’s last hero’s wasted
I made you, I’ll break you
Breakdown, goodbye America
It’s all gone, kiss it goodbye
There on my bloody bended knees where
My nation died

OSMANLI’DA İŞKENCE VE CEZA

Eskiden sıkça Radikal gazetesi alırdım. Pazar günleri verdiği ilavesinde ilginç yazılar çıkardı. Hem gazeteden hem de ilavesinden bazı yazıları kesip saklardım. Ancak ilavedeki yazılar giderek sıkıcı olmaya başlayınca, gazeteyi sadece cuma günleri kitap eki için almaya başladım. İşte, o sıkça aldığım dönemlerde sakladığım yazılardan biri de, ecdadımız Osmanlı’daki işkence ve cezalar üzerine Avni Özgürel’in “Geçmiş Zaman Olur ki … ” adlı köşesinde yayınladığı kısa bir yazısıydı (“Osmanlı’da Cezalandırma”, 15 Aralık 2002). Bize derslerde bunlar öğretilmediği için yazını önemli bir kısmını buraya aktarayım dedim:

Genelde suçlar hafif ve ağır olmak üzere iki kategoride değerlendirilir. Hafif suçlara azar, kırbaç; ağır suçlara ağza taş doldurma, güneş altında bağlı bırakma, gözlere mil çekme, kızgın demirle dağlama, yırtıcı kuşlara parçalatma, ateşte yakma, fillerin ayağı altında ezdirme ya da bedenini parçalar ayırma türünden cezalar verilirdi.

Yönetici sınıftan kişilerin kanının toprağa değmesi “saygısızlık” olarak kabul edildiği için, onlar hakkında verilen cezalar genellikle halıya sarılarak at sürüsünün ayaklarının altına atılmak suretiyle infaz edilirdi. Ama dünden bugüne yöntemleri değişmiş olsa da, varlığını koruyan tek şey işkence oldu. Sarayda Baltacılar bölüğüne dahil cellatlar zümresi sadece ölüm cezalarının infazıyla değil, işkence tatbikiyle de yükümlüydü. Bu amaçla kullanılan kerpeten, şiş benzeri aletler, şifre adı verilen ve deri yüzmede kullanılan jilet keskinliğindeki özel bıçaklar Tophane Sarayı depolarında mevcut. İşkence, itiraf almak, bilgilenmek amacı dışında, hakkında “işkence edilerek idam” kararı verilen hükümlüler için infazın da bir parçasıydı.

İslâm hukukunda eziyetin yasaklanmış olması, esas olarak hürriyeti bağlayıcı ceza yerine bireylerin birbirlerine karşı işledikleri suçlarda ödeşme diyebileceğimiz kısas ve diyetin benimsenmiş olması; kamusal nitelikteki suçlarda ise değnekle dövme, el kesme, recm [taşlama] ve ölüm cezalarının tatbiki işkenceyi ortadan kaldırmadı. Kısa ya da diyet haklı kişinin talebine bağlı olarak mal ve parayla karşılanabildiği gibi – Osmanlı’da buna kanlılık deniliyordu – suçlunun bir uzvunun kesilmesi şeklinde de uygulandı.

İmparatorluk asırları boyunca suç niteliğindeki değişimlere uyum “tazir suçlarına” verilen cezalarda görüldü. Burada, önceden mahiyeti belirlenmemiş suçlara, tamamen kadıların takdirine bağlı olarak, önceden tespit edilmemiş her türlü ceza verilebiliyordu. Bir kişinin affedilmesi ya da şeyhülislam fetvasıyla idamı mümkündü. Topluluk karşısında suçunu itiraf ve bir daha yapmayacağına dair yemin ettirme, kulak çekme, teşhir, mirastan yoksun bırakma, azarlama türünden cezalar sıkça uygulanıyordu. Tarih, nadir de olsa, suçluyu mağaraya kapatıp içine duman basarak öldürme, çuvala koyup denize atma, topun namlusuna sokup mermi gibi atma cezalarının da uygulandığını kaydediyor. Bu cezaların bir kısmının sadece imparatorluğun Avrupa kıtasındaki topraklarında, özellikle de Bosna’da uygulandığını kaydetmek gerek.

Siyasî suç yüklenen kişilere işkence de yapılsa, boğdurulsa da, bu olay saray duvarlarının ardında kalırken, günümüzde İstanbul Valiliği’nin tam karşısında, bir dönem jandarmaya ait olan bina âdi suçlarda “işkencehane” olarak kullanıldı.

“Tomruk Dairesi resmiyette “emniyet müdürlüğü”, yani çavuşbaşılığa bağlı (sonradan Deavi Nezareti oldu, yani Adliye Bakanlığı) nezarethaneye verilen addı. Suçlular buraya getirildiklerinde, ayakları üzerine çeşitli boylarda sekiz-on delik açılmış tomruklardan, baldır uzunluğuna uyan birinin içine sokulur ve kilitlenirdi. Dairede, baş dışarıda kalmak üzere, vücudun bütünüyle içine sokulduğu tomruklar da vardı.

Tomruk Dairesi kapatıldığında, resmi binaların bahçe kapılarının arkasına dayanak olarak konulan tomruklar üç-dört metre uzunluğunda, 50 cm çapında kütüklerdi. Suçlular itirafta bulunmaları hâlinde konuldukları cendereden kurtulabilir, aksi hâlde ölünceye kadar tomruğa tıkılı kalırlardı. İtirafçılar zindana gönderilirdi. Subaşılığa bağlı zindanlar, o dönemde asesbaşılık denilen gardiyan teşkilatı tarafından muhafaza edilirdi. Tomruk cezası eskiden beri uygulandığı hâlde, Tomruk Ağalığı’nın Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra ihdas edildiği biliniyor. Muhzır Ağalılığı denilen kurum 1825’te resmen Tomruk Ağalığı adını aldı.

İşkence merkezinde tek yöntemin “tomruğa kilitlemek” olduğu söylenemez elbette. Bu dairede işkencenin her türlüsünün yapıldığı su götürmez. Özellikle sanık sayısı fazlalaştığında, “tomruk boşaltma” amacıyla işkencelerin yoğunlaşıp şiddetlendiğine şüphe yoktu. Tomruk Ağası’nın yardımcılarına bağlı olarak yapılan işkencenin türüne göre görevlendirilmiş kişiler vardı. Genelde “solaklar” falakacı, “kapı kahyaları” tomruk muhafızıydılar.

Aslında şu cezaların bir kısmını günümüzde de kullansak kötü mü olur? Hoş, bizim emniyet müdürlüklerinde, özellikle göz altına alınanlarda ve sorgulamalarda kullanılan dede yadigarı birtakım yöntemler vardır. Ama gizli saklı yapılmaktan çıkartılıp yasal hâle getirilirse memleketin daha fazla hayrına olması ihtimali vardır diyorum.

Uygulanacak kişilerin arasında kimler olurdu acaba? Mesela her türlü yolsuzluğa bulaşmış maliye bakanı Unakıtan, yüce divandan kurtulan Mesut Yılmaz falan? Çin’de rüşvet alanları idam ediyorlar. Biz de benzeri bir şey yapsak kötü mü olur? Hem halkın anlayacağı tarz bir ceza olur. Ne varsa ecdatta var vallahi.

Monday, July 09, 2007


AŞK BİR SAFSATA MI?

Cumhuriyet gazetesinin cumartesi günü verdiği “Bilim ve Teknoloji” adlı bir eki var. Dergide bu hafta aşk konusunda New Scientist dergisinden yapılan bir çeviri vardı. (“Aşk Sakın Bir Safsata Olmasın?”, Sayı:21, 6 Temmuz; New Scientist, 31 Mart 2007, Çev: Rita Urgan). Yazıya göre, eş bulma süreci yanlış yorumlamalar, yalanlar ve kendini aldatmalardan oluşuyormuş. Belki de en büyük yanılgı insanın gerçekten âşık olduğu duygusuna kapılmasıymış. İşte bazı yerlerini aktarayım (dili bazı yerlerde düzelttim):

Çiftleşme oyununu nasıl oynayacağımızı belirleyen bilinçaltı süreçler, ilk randevudan önce bile etkili olurlar. Bu süreçlerin erkekler ile kadınlar arasındaki farklılıklarını inceleyen Kaliforniya Üniversitesi evrimsel ruhbilim uzmanlarından Martie Haselton, erkeklerin kadının gülümseme ya da kahkaha yoluyla aktardıkları cinsel iletiyi genellikle abarttıklarına tanık oldu. Haselton’a göre, erkekler, karşı cinsten birilerinin kendilerine gülümsediklerini gördüklerinde bunu genellikle “kendilerine ilgi duydukları” biçiminde yorumlarken, kadınlar gülümsemeyi salt gülümseme olarak algılıyor. Dahası, erkekler ne denli zeki ve yakışıklıysa, “beni arzuluyor” duygusunu yansıtmaya o denli eğilimli oluyor.

Erkeklerdeki karşı cinsin ilgisini abartma eğilimi ile, kadınlarda görülen ve onları erkeklerin bir gecelik cinsel ilişkilerde daha başarılı olduklarını düşünmeye iten bilinçaltı eğilim arasında bir uygunluk söz konusu.

Haselton bir başka araştırmasında, kadın ve erkeklerden oluşan farklı gruplara – erkeğin kadına pahalı mücevher alması gibi – çiftleşmeyle ilgili farklı türdeki davranışların uzun erimli bir ilişkinin ya da adamanın bir göstergesi sayılıp sayılamayacağını sordu.

Sonuçta, bu tür abartılı armağanlar vermenin anlamı konusunda, kadınların erkeklerden daha kuşkulu bir tavır sergiledikleri görüldü. Görünüşe göre, kadınlarda erkekleri çok daha kolay “parmaklarında oynatabilecekleri” görüşü egemendi.

Kadınların, “erkeklerin daha kolay güdülenebildikleri” yönündeki inançları, bu cinsin farklı bir sorun ile karşı karşıya olduğu gerçeğini yansıtıyor. Kadınlar gebelik, emzirme ve çoğunlukla çocuğun bakımını üstlenme gibi edimler vasıtasıyla üremeye daha büyük yatırımda bulundukları için, olası baba adayının kendisini gerçekten bu ilişkiye adayıp adamayacağından emin olmak istiyorlar.

Öyle ki, kadınların bu tür önlemleri, onların aşağılık biriyle ilişkiye girme olasılığını en aza indiriyor. Üstelik, kadının hedeflediği ilişkinin uzun ya da kısa erimli olması durumunda da aynı sürecin geçerli olduğu görülüyor. (…)

Geher kadınların salt cinsel bir yakınlık kurmaya çalıştıklarında bile, fiziksel ya da cinsel özellikleri ağır basan erkekler yerine, uzun süreli ilişkilere daha eğilimliymiş gibi görünen erkekleri seçtiklerine dikkati çekiyor.

Cinsel arenada tarafların birbirlerine sürekli yalan söyledikleri gerçeğinden yola çıkan O’Sullivan, kadınlar ile erkeklerin belirli türlerde yalanları ne sıklıkla söylediklerini saptamak amacıyla bir denek grubuna sorular yöneltti. Verilen yanıtların, evrim kuramına dayanarak yapılan kestirimlerle genelde uyumlu oldukları; kadınların daha çok bakirelik, doğum kontrolü ve cinsel ilişkiye girdiği eşin performansı gibi konularda yalan söyledikleri görüldü.

Öte yandan, erkekler genellikle ilişkinin geleceği, eşle ilgili gerçek duyguları ve ne kadar para kazandıkları gibi konularda yalan söylediler.


Evrim kuramına göre erkeklere özgü yalanlar şöyleymiş:

a) Eşlerini kızdırmak için yalan söylemek

b) Âşık olmadıkları hâlde öyle olduklarını söylemek

c) Geçmişte yaşadıkları ve eşlerinin onaylamayacaklarını düşündükleri olaylarla ilgili yalanlar atmak

d) Kazançları ve sahip oldukları şeyler hakkında atıp tutmak

e) Gelecekle ilgili planları hakkında yalanlar atmak

f) Dostlarıyla ne kadar vakit geçirdikleri konusunda palavra sıkmak

g) Cinsel ilişkiyle bulaşan bir hastalığı gizlemek

Kadınlara özgü yalanlar (kadınların yalanları niye daha az yahu?):

a) Başka birisine ilgi gösterdiği ya da flört ettiği konusunda yalan söylemek

b) Doğum kontrolü konusunda yalan söylemek

c) Romantik ilişki içinde olduğu kişinin zekâ ve görünümüyle ilgili görüşlerini abartmak

Kadınlar ile erkeklerin ortaklaşa yalanları:

a) Bekaret

b) Partnerin kalbini kırmamak için yalana başvurmak

c) Partnerin beden yapısından ne denli etkilendikleri konusunda yalan söylemek

Tekrar metinden devam edelim:

İnsanların başarıyla üremek üzere evrilen canlılar oldukları düşünüldüğünde, bu tür yalanlar da belli bir anlam kazanıyor. Olaya bu açıdan bakıldığında, dişilerde en çok aranan özellikler doğurganlık ve bağlılık iken; erkeklerin biyolojik uygunluğunu, kaynaklar ve adama belirliyor. Öyle olunca, erkek için iffetliğini kanıtlayan bir kadın, önüne gelenle yatıp kalkan kadından çok daha uygun bir eş oluyor.

Aynı biçimde, kadınlara ilgi çekici gelen erkekler de, uzun süreli ilişkiye daha yatkınmış gibi görünen ve varlıklı izlenimini veren erkekler. (…)

Eş bulma sürecinin yanlış yorumlamalar, yalanlar ve kendini aldatmalardan oluştuğu düşünülürse, belki de en büyük yanılgı insanın gerçekten âşık olduğu duygusuna kapılmasıdır.

“İnsan aşık olduğunda, belli bir kişinin onun için en uygun eş olduğu inancına kapılır,” diyen New England Üniversitesi felsefe uzmanlarından David Smith, konuya açıklık getirmek için George Bernard Shaw’ın dizelerine dikkati çekiyor: “Aşk, bir kişi ile tüm ötekiler arasındaki farkın büyük ölçüde abartılmasıdır.

Sevgilinizin ruh ikiziniz ya da tek gerçek aşkınız olduğu düşüncesi, salt istatistiksel açıdan ele alındığında olanaksızdır. Milyarlarca insanın barındığı bir gezegende olsa olsa birkaç yüz, bilemediniz bin uygun eş adayı ile karşılaşabiliriz. O hâlde kendimizi niye aldatıp dururuz?

“ “İnsanlar mantıklı davranıp en uygun olsa eşi arıyor olsalardı, asla durmazlardı. Yaşam, onca insanı tanımamıza el vermeyecek kadar kısa. Bu yüzden insanları, en azından geçici bir süre için, aramaktan vazgeçiren bir düzenek olsa gerek,” diyen Smith, “Sırılsıklam âşık olmak, eş bulma sorununa getirilen en etkili çözümlerden biridir,” diye ekliyor.”

Ben gene de sonucu karamsar buldum. Sanki insan hiç mutluluk bulmayacakmış ve kendini kandırmaya devam edecekmiş gibi bir izlenim veriyor. Âşık olma duygusu niye var o zaman? Yazıya göre, aşk duygusu ilişkinin daha uzun sürmesini sağlayıp üremeyi devamlı kılıyormuş. Ama bu aşk, aldanma anlamında bir aşk. Yine de hoş bir sonuç değil bence.

Yazıda kadınlar biraz maddiyatçı gösterilmiş sanki. Gerçi üreme mantığı açısından, kadının hem kendini hem de çocuğunu beslemeyi becerebilecek bir erkek seçmesi mantıklı görünüyor. Ama bu da eş seçimini tamamıyla paraya tâbi kılmıyor mu? Şöyle sorayım: Size ilgi duyan iki erkek olsun. Biri oldukça yakışıklı, uzun boylu, kaslı falan; ancak fazla parası yok. Lise mezunu. Bir depoda çalışıyor ya da garsonluk yapıyor. Diğer adam ise fazla yakışıklı, uzun boylu, kaslı falan değil; orta karar bir adam. Ancak uluslararası bir şirkette üst düzey yönetici; hâliyle oldukça iyi para kazanıyor. Üstelik üniversiteyi yurt dışında okumuş. Hem fiziksel hem de maddî özelliklerinden ayrı olarak, ikisi adam da size hemen hemen aynı duyguları veriyor. Çok farazî bir durum oldu, ama tercih yapmak kolay olur mu?

Erkekler konusuna gelince; yukarıda erkeklerin kadınlardan gelen gülümseme ya da kahkaha gibi şeyleri abarttıkları söylenmiş. Valla bu sonuç ne kadar doğru bilmiyorum. Çok zaman önce, okuldaki sınıfımda aramızın iyi olduğu bir kız vardı. Gülümsemekten espriye kadar çoğu konuda durumumuz iyiydi. Bir ara “acaba?” dediğim oldu, ama emin olamadım. Yani, alıntıladığım metinde bahsedilen biçimdeki gibi durumu abartmadım. Ne de olsa her gülümseme ilgi duyuyor anlamına gelecek değildi. Sonra ne oldu? Kız çok sonra bana “Sana neredeyse asılıyordum, sen fark etmedin,” dedi. Hoppalaaaa! Şimdi bu yorum hatası anlamına mı geliyor? Demek ki, her erkek aynı düşünmüyor.

Sonuçta, ümitsiz olmanın ya da kendine acımanın bir faydası yok. Hem bakınız, Bülent ablam bile yeniden evlendi. Kaçıncı evliliği bu? Benim neyim eksik Bülent ablamdan? Biraz iyimser olmak lazım efendim.

Saturday, July 07, 2007


LEYLA HANIM’I KİM ALACAK?

Dergiler arasında dolaşırken Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılmış bir ankete ilişkin ilginç bir makaleye rastladım. Makalenin başlığı şöyle: “Cumhuriyet Türkiye’sinin Damat Adayları: Leyla Hanımı Kim Alacak” (Zafer Toprak, Toplumsal Tarih, Nisan 1996, Sayı: 28, s. 6-12). “Haftalık Mecmua” adındaki bir dergi 1926 yılında “Leyla Hanımı kim alacak?” başlığıyla bir anket düzenlemiş ve on tane damat adayı belirlemiş. Tabii bütün şahıslar birer hayal ürünü. Aslında anket Cumhuriyet’in “ideal erkek” tipleri üzerine.

Önce gelin adayı Leyla Hanım ve ailesini tanıyalım:

Kurguya göre Salih Paşa Leyla’nın büyük babasıydı. Altmış sekiz yaşında, hâlâ dinç, eski bir askerdi. Varlıklıydı, İstanbul ve İzmir’de birçok emlaki vardı. Pederşahi ailenin reisiydi. Ailede onun sözü geçerdi. Artık hayatta tek amacı torunu Leyla’nın mürüvvetini görmekti. Karısı Melek Hanım kocasının sözünden pek dışarı çıkmazdı. Ama fırsat buldukça Salih Paşa’yı yönlendirmekten de geri kalmazdı. Kerime Hanım Salih Paşa’nın gelini, Leyla’nın annesiydi. Leyla’nın babası Şevket Bey ise ticaretle meşguldü. (s. 6)

Önce gelinlik kız Leyla’yı tanıyalım. Leyla on dokuzunda, zengin, varlıklı bir ailenin nazlı kızıydı. Uzun boylu, kumral, pek güzel, güzel olduğu kadar da sevimliydi. “Ahlâk itibariyle de emsalsiz addolunabilir”di. Zeki bir kızdı; güzel sanatlara istidadı vardı. Salih Paşa torununun terbiyesi, eğitimi için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştı. Leyla küçük yaşlarda Fransızcayı bir mürebbiyeden öğrenmiş, sonra Alman mektebinde okumuştu. İyi piyano çalıyordu. Alaturka musiki üstatlarının birinden tambur dersi almıştı.

Leyla saf bir kızdı. Kalbinde o güne kadar hiçbir çarpıntı duymamıştı. Ancak o da, her genç kız gibi bir hayat arkadaşı edinme gereğini giderek hissediyordu. Güzellik, irfan, ahlâk … İşte Leyla’da bunların üçü de mükemmeldi. Başta Salih Paşa olmak üzere, bütün aile Leyla’nın meziyetleriyle her zaman iftihar ediyordu. Er geç Leyla’nın mürüvvetini görmek istiyorlardı. Ama kimseyi Leyla’ya layık görmüyorlardı. Bu kadar müstesna, onun kadar nazlı bir yavrucağın hayırsız bir kocaya düşüvermesi olasılığını düşündükçe uykuları kaçıyordu. Helal süt emmiş, soyu sopu belli bir damat bulmak için büyük çaba sarf ediyorlardı. (s. 7)

Şimdi de damat adaylarını vereyim. Gerçi adayların bütün “meziyetlerini” yazamadım. Yine de listeye şöyle bir bakın derim, belki aralarından beğeneceğiniz potansiyel bir kısmet tipi vardır.

“Adaylardan ilki Doktor Necmettin Şükrü Bey’di. (…) Doktor Necmettin Şükrü meslektaşları arasında temayüz etmiş, otuz iki yaşlarında, yakışıklı bir gençti. Almanya’da eğitim görmüştü. Doktorluk baba mesleğiydi. Baba-oğul Beyoğlu’nda muayenehane açmışlardı. Kazançları yerindeydi. Sıraselviler’de güzel bir evde oturuyorlardı.

Salih Paşa ailesi soruşturma sonucu Necmettin Şükrü’nün ahlâkça da “çok temiz bir genç” olduğunu öğrenmişlerdi. Ancak muayenehanesinin Beyoğlu’nda olması aileyi kuşkulandırmıştı. Tahkikat derinleştirildiğinde Necmettin Şükrü ve babasının muayenehanelerinin “emraz-ı zühreviye ve frengiye tedavihanesi” olduğu görülmüştü. Diğer bir deyişle, baba-oğul zührevi hastalıklar ve frengi uzmanıydılar. Bunlar o gün için “fena hastalıklar”dı. Tıpkı bugünün AIDS’i gibi … (…)

“İkinci talip Dava Vekili Talat Şevki Bey’di. Sade mesleğinde değil, her hususta müstesna bir gençti. “Ahlâkının düzgünlüğü, ciddiyeti bu zamanda az bulunur”du. Doğrusu onunla evlenen hanım gerçekten mutlu olurdu. Mevki, şöhret, refah, fazilet, Salih Paşa gibi kibar bir aileye damat olmak için aranacak vasıfların hemen hepsi Talat Şevki Bey’de vardı. Ayrıca Talat Şevki Bey ailenin hukuk işlerine de bakıyordu. Ona kızlarını verecek olsalar aileye büyük yararı dokunacaktı.

Ancak, avukatlık henüz meslek skalasında pek yükseklerde yer almıyordu. Aile kendilerine damat olacak adamın daha nüfuzlu bir mevkisi olmasını bekliyordu. Ayrıca Talat Şevki’nin özel serveti de yoktu. Ama yetenekleri nedeniyle az zamanda zengin olabilecek evsafta bir damat adayıydı. (…)

Leyla Hanım’ın üçüncü talibi genç diplomat Nusret Reşit Bey’di. Her ne kadar devlet memuriyeti ise de, diplomatın toplumda ayrı bir yeri vardı. Ne de olsa dış ülkelerde memleketi temsil ediyordu. Ailesi de bu vesileyle gezip tozuyordu. Nusret Reşit Bey, hâli vakti, tahsili, ahlâkı ile, her yönden mükemmel bir adaydı. Washington sefaretinde önemli bir memuriyete tayin edilmiş, yakında oraya gidecekti. İstikbali parlaktı. (…)

“Dördüncü talip Türk ordusunun değerli bir elemanı, Erkân-ı Harb Kaymakamı Selami Bey’di. Cihan Harbi’nde Kafkasya’da, Galiçya’da, Filistin’de cepheden cepheye koşmuş, Çanakkale muharebesinde ön safta çarpışmıştı. Mütareke sırasında Anadolu hârekatına katılmış, Milli Mücadele’de Türk ordusunun zaferinde onun da payı olmuştu. Kırk yaşına geliyordu. Artık sıcak bir yuva kurmak ihtiyacını duyuyordu. (…)

“Beşinci talip Cumhuriyet’in yükselen mesleklerinden birine mensup Tüccar Kürkçüzade Rıfat Bey’di. Sürdüğü saltanat için her gün yeni bir hikâye işitiliyordu. Bir taraftan kazanıp öte taraftan harcadığı para ile tüm İstanbul’u sefaletten kurtarmak kabildi. On beş sene önce ambar memuru iken aklını kullanmış, her devre göre bir başka işe sarılmış; bazen günlerce uyumadan, açı açına koşmuş, kovalamış, nihayet zengin olmuştu. Öyle harp zenginleri gibi hesabını bilmeyen çılgınlardan da değildi. Ayağını sağlam basıyor, her giriştiği işten yüz binlerce lira kazanıyordu. (…)

(…) Boğaziçi’nde en güzel yalılardan birini, Büyükada’daki köşklerden en mükellefini satın almıştı. Bu arada çiftliğinde sık sık av eğlenceleri tertip ediyordu. Nişantaşı’ndaki konağında da her gece ziyafet eksik olmuyordu. Son zamanlarda Nice’de bile villa satın almıştı. (…)

Ünlü yazar Şinasi Hikmet Bey Leyla Hanım’ın altıncı talibiydi. Yaşı otuz beşe yaklaşmıştı. Küçük yaşta annesini ve babasını kaybetmişti. Ne yapmışsa kendi gayretiyle ortaya koymuştu. Şinasi Hikmet Bey ülke çapında şöhret olmuştu. Birkaç romanı vardı. Yıllarca mahrumiyet içinde yaşadıktan sonra bir gazete sahibi olmuştu. O günlerde en çok satılan Şinasi Hikmet Bey’in gazetesi, en çok okunan da Şinasi Hikmet Bey’in köşesiydi. Güler yüzlüydü. (…)

Yedinci talip Mebus Muhtar Fevzi Bey’di. Otuz sekiz yaşındaydı. Avrupa’da eğitim görmüştü. Yakında vekil olması büyük olasılıktı. (…)

“Sekizinci talip Müderris (bugünkü karşılığıyla profesör) Fuad Hüsamettin Bey’di. Türkiye çapında bilgisi ve fazileti ile tanınmıştı. Gençliğinde okullarda öğretmenlik, müdürlük yapmış, nihayet Darülfünun’da bir kürsü sahibi olmuştu. Hayatını bilimsel çalışmalara hasretmişti. (…)

Fuad Hüsamettin Bey’in pek değerli eserleri vardı. Verdiği konferanslar, yazdığı makaleler, bilim dünyası için birer olay oluyordu. Yaşı kırkı geçiyordu. Ancak gençliği harp yorgunluklarından uzak, düzgün, perhizkâr yaşadığı için çok dinç kalmıştı. Şakaklarındaki gümüşten gölgeler ona hoş bir görünüm veriyordu. (…)

“Dokuzuncu talip yakın akrabadan Ekrem Bey’di. (…) Ekrem Bey Robert Koleji’ni yeni bitirmişti. Bankaların birinde çalışıyordu. Cumhuriyet’le birlikte gündeme gelen pragmatik, sportif, ölçülü erkek tipini yansıtıyordu. Diğer adaylar gibi o da ahlâk yönünden kusursuzdu. Öyle yüzü pudralı, göğsü çiçekli zamane gençlerine hiç benzemiyordu. Yüzündeki sağlam bir irade ifade eden çizgiler, zekâ ile parlayan gözler, geniş omuzlar ona güç ve metanet mabudelerini andıracak bir heykel görünümü veriyordu. (…) Çevresinde en iyi koşan, en güzel yüzen, en mükemmel ata binen, yelken kullanan o idi. Ne içki içerdi ne de çapkınlığı vardı. (…)

Haftalık Mecmua’nın onuncu ve sonuncu talibi Ercüment Baha Bey’di. (…) Konservatuarda okudu. Yeteneği takdir kazandı. Ülkeye ünlü bir müzisyen olarak döndü. Konserlerinde yer bulmak sorun oldu. Besteleriyle Batı dünyasında seçkin bir yer edindi. Artık herkes “Türk musikisindeki inkılabı” ondan bekliyordu. Daha şimdiden pek değerli eserler ortaya koymuştu. Bestelediği “milli opera”ların bazı parçalarını duyanlar gelecekte bunların birer şaheser olacağını ileri sürüyorlardı. (…) (s. 7-11)

Yarışma sonuçları ne olmuş peki? İşte:

Cevaplardan anlaşıldığı kadarıyla kadınların çoğu Kürkçüzade Rıfat Bey’i tercih ediyordu. Ayrıca tüccara oy verenler arasında önemli ölçüde ticaret erbabı vardı. Ticaretin geleceği parlaktı. Leyla Hanım için de böyle bir tercih yeğlenmeliydi. Doktor Necmettin Şükrü Bey’e rey verenler tabibin uygarlığa büyük hizmetleri dokunduğunu kaydediyorlardı. Kimisi İstiklal Savaşı’ndaki hizmetlerini, bugünkü mevkisinin parlaklığını ileri sürerek Mebus Muhtar Fevzi Bey’i tercih ediyor; kimisi Müderris Fuat Hüsamettin gibi değerli bir bilim adamının Leyla için en uygun hayat arkadaşı olacağını iddia ediyordu. Kaymakam Selami Bey’in son savaşlar esnasında ülkesi için gösterdiği kahramanlığa meftun olanlar Leyla’nın onunla evlenmesini diliyordu. Muharrirle musikişinas diğerlerine oranla daha az oy almışlardı. Ancak Muharrir Hikmet Şinasi Bey’e oy verenler arasında onun kimsesiz olmasını meziyet olarak görenler de vardı. (…) Avukat Talat Şevki Bey ise talipler arasında en yaya kalandı. Avukatlık henüz toplumda yeterinde prestij kazanamamıştı.

(…) Tasnif sonucu Ekrem Bey’e 1515 oy çıktı. Leyla Hanım’la evlenmesi kesinleşti. Diğer adayların kazandıkları oylar şöyleydi: Mebus Muhtar Fevzi Bey 1410 oy, Tüccardan Rıfat Bey 1341 oy, Diplomat Nusret Reşit Bey 1222 oy, Doktor Necmettin Şükrü Bey 965 oy, Kaymakam Selami Bey 965 oy, Müderris Fuad Hüsamettin Bey 818 oy, Muharrir Hikmet Şinasi Bey 676 oy, Musikişinas Ercüment Baha Bey 502 oy ve Avukat Talat Bey 103 oy. (s. 11-2)

Valla, “müderrislik” işleri ile az çok ilgilenen biri olarak Fuad Hüsamettin Bey’in alt sıralarda yer almasını esef verici buldum. Acaba bugün olsa bu damat adaylarının şansı ne olurdu? Kaldı ki, Leyla Hanım gibi bir gelin adayı da kaldı mı artık? Gelin adayı hanımın meziyetleri arasında yok yok.

Ben erkek adaylar ile kendimi karşılaştırdım ve evde kaldığım sonucuna ulaştım. Siz olsaydınız kime oy verirdiniz? Ya da kimi alırdınız?

Thursday, July 05, 2007


YAKUP KADRİ’NİN ANKARA’SI – NEREYE GELDİK, NEREYE GİDİYORUZ?

Kütüphaneyi karıştırırken elime Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Ankara” adlı romanı geçti (İstanbul: İletişim Yayınları, 8. baskı, 1999). Üç dönemin Ankara’sına ilişkin bir roman bu: Birinci bölümde Sakarya Savaşı öncesi (1922), ikinci bölümde Cumhuriyet’in ilanını izleyen yıllar (1926) ve üçüncü bölümde Cumhuriyet sonrasının 14. ve 20. yılları (1937-1943) anlatılıyor. İşte bu son bölümde anlatılan Ankara ve Türkiye, Yakup Kadri’nin deyişiyle “yazarın o vakitler hayal ettiği Ankara ve Türkiye’dir.”

Bu açıdan hüzünlü bir roman “Ankara”, çünkü Yakup Kadri’nin bir ütopyasını anlatıyor. Roman ilk olarak 1934 yılında yayınlanmış. 30 yıl sonra, kitabı üçüncü baskı için gözden geçirirken, Yakup Kadri ilk sayfaya şöyle bir not koymaktan kendini alamamış:

Otuz yıl önce yazdığım bu romanı üçüncü baskıya vermek üzere gözden geçirirken, bir düş görüyor gibi oldum ve bana öyle geldi ki, burada hikâye ettiğim devri bir somnabül hâli içinde geçip gitmişim.

Fakat bu hâlim çok sürmüyor; uyanıyorum ve kendimi toparlayarak etrafıma bakıyorum, o devirden bu yana ne kalmış diye. Kitabın birinci bölümünde belirtmeye çalıştığım Millî Mücadele ruhundan hemen hiçbir iz bulamıyorum.

Ya son bölümde hayalini kurduğum Türkiye’nin gerçekleşmesine doğru bir gelişme olmuş mudur? Ben, o zamanlar, bir gün gelip öleceğini aklımdan bile geçirmediğim Atatürk’ün öncülüğü ve rehberliğiyle bu ideal Türkiye’ye yirmi yıl içinde varacağımızı umuyordum. Şimdi, o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl daha geçmiş bulunuyor. Fakat, biz, sosyal, kültürel ve ekonomik devrim şartları bakımından, hâlâ romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yaptığım Ankara’nın içinde tepinip durmaktayız. (s. 17)

Romanın ikinci bölümünde anlatılan Ankara, zaferden sonraki, Yakup Kadri’nin ifadesiyle “çoğu arsa spekülasyonlarıyla, komisyonculukla, müteahhitlikle ve yahut birtakım yüksek sinekürlerle birdenbire en geniş maişet seviyesine varmış insanlardan mürekkep bir muhit” olan, devrimin yozlaşmış Ankara’sıdır. Halbuki üçünü bölümde hayalini kurduğu Ankara’yı anlatırken neler yazmış Yakup Kadri. Tarih 29 Ekim 1942:

Neşet Sabit’le Selma Hanımın, Işıklar caddesinin hemen başında katıldıkları kafile, olsa olsa bin kişiden ibaretti. Bu kafile, Hâkimiyeti Milliye meydanına gelince, üç bine çıktı. Gazi Bulvarı’nın ortalarına doğru beş bin oldu. Çankaya’ya varınca, artık, bütün tepeyi bir engin orman gibi kaplayarak hep olduğu yerde sağdan sola, soldan sağa dalgalanmaya başladı.

Hava oldukça serin, hattâ eni konu ayaza çevirmiş olmakla beraber, bütün bu binlerce insanın vücudundan çıkan bir acayip hararet her yana bir ilkbahar ılıklığı veriyor gibiydi. Bundan başka, bütün vücutlar birbirine o kadar yapışmış, bütün soluklar birbirine o kadar karışmıştı ki, her fert ruhça olduğu gibi, bedence de bütün şahsî duygularından sıyrılmış ve on bin kişi bir adam, bir adam on bin kişi olmuştu.” (s. 235)

Birden, yığında öne doğru bir kımıldanış, bir hamle oldu. Binlerce insan, hep bir ağızdan:

“Gazi, Gazi, Gazi ... ” diye haykırdı.

Sarayın, göz kamaştırıcı bir ışıkla gündüz gibi aydınlamış taraçasına, yanında beş on arkadaşıyla Gazi’nin çıktığı görülüyordu. Gerçi, buna görülmek demek biraz mübalâğalı idi. Zira, bu kadar uzaktan, onu ancak şevk ve coşkunluktan bütün melekeleri yüz misline çıkmış böyle bir halkın bakışı seçebilirdi.

Derken havada bir ses duyuldu:

“Bayramınız kutlu olsun.”

Bu, Gazi’nin mikrofondan akseden sesiydi. Yığın, hep bir ağızdan cevap verdi:

“Senin bayramın kutlu olsun. Senin bayramın … ”

Gazi, şimdi, yanındaki arkadaşlarıyla beraber, taraçanın tâ ön planına kadar ilerlemişti. Durdu. Uzun bir müddet dalgaları evinin eşiklerini yalayan bu insan denizini seyretti. Sonra, ağızda duran birine eğilip sordu:

“Paşam, acaba kaç bin kişi var dersiniz?

Mikrofonlar bu sözü de etrafa büyüterek yaydılar.

“Ön safta üç-dört bin kişi var zannederim. Fakat, arkadan muttasıl geliyor, muttasıl geliyor … (s. 237-8)

Ne yazık ki, daha Atatürk sağken devrim yozlaşmaya başlamıştı. Devrimin yozlaşması konusunda Niyazi Berkes şunları yazıyor:

Kemalizmin talihsizliği, devrimciliğin, henüz geri yapısı değişmemiş bir topluma daha ileri bir uygarlığın gerektirdiği kafa yapısını yazı, kıyafet, takvim, kanun gibi araç ya da sonuç niteliğinde olan şeyler yoluyla yerleştirme olarak anlaşılması, arkadan gelen kuşaklara da böyle tanıtılması oldu. Atatürk’ün asıl başardığı iş, toplumsal değişmelerin yapılması için gerekli olan yeni bir yönü ve ortamı açması olmuştur. Bu yöne dönüldükten sonra toplumsal değişmeleri gerçekleştirecek reformlar düşünürler, iktisatçılar ve halkın Meclise yolladığı temsilcilerce plan ve kanunlarla başlatılacaktı. Halbuki bunların bir haylisi çok geçmeden “inkılâplar bitti” konusu üzerinde ciddî ciddî tartışmaya bile başladılar. Gerçek ulusal bağımsızlığı perçinleyecek, ulusal çağdaşlaşmayı gerçekleştirecek ekonomik kalkınma işi, bu kişilerin düşünüş geleneğinin etkisiyle, ya duygulara seslenen bir ulusçuluk idealizmi ya da sınırsız bir batıcılık rasyonalizmi içinde gidip gelen bir “fikriyat” ortamı altında, hükümetin bileceği bir tedbirler işi olarak görülmeye başladı. (“Türk Düşününde Batı Sorunu”, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1975, s. 93)

İşte, Yakup Kadri’nin o hayalini kurduğu Ankara’da, Atatürk’ün topladığı o mecliste, bugün Cumhuriyet ve özgürlük düşmanı yobazlar oturuyor. Camilerdeki cahil insanlara vaaz verip onları kandırmaktan başka bir meziyeti olmayan birtakım mahalle kabadayıları, magandalar, yanar dönerler, içten pazarlıklılar, hatta ruh hastası tipler o mecliste başbakanlık ve bakanlık yapıyor.

Memleketin hâlini ise Emre Kongar’dan aktarayım:

Aslında türban dahil, günümüzde toplumumuza egemen gözüken tüm bunalımlar, Türkiye’nin çağdaş bir sınıflı toplum yapısına henüz tam anlamıyla kavuşamamış olmasından kaynaklanıyor.

Demokrasi ve insan hakları sorununun temelinde de, yağma kültürünün hukuk devletini kemirip yok etmesinin gerisinde de, bugünlerde gündeme egemen olan çeteler ve tarikatlar sorununun altında da, Türkiye’nin, çağdaş toplumsal ve ekonomik gelişmesini henüz insanlık ailesinin ileri toplumları düzeyinde gerçekleştirememiş olması yatmaktadır.

Bir başka biçimde söylemek gerekirse, Türkiye, henüz ne aydınlanma ve sanayi devrimlerinin ürettiği sermaye sınıfının, ne de bu sınıfın gelişmesi ile ortaya çıkıp, güçlenen işçi sınıfının oluşmasını bütünüyle tamamlayabilmiştir.

Bu sınıflar tam anlamıyla gelişmediği için de, bunları ürettiği, ulus devlet, sanayi ve kent toplumu, laiklik, halk egemenliği, demokrasi, hukuk devleti, fiziksel planlama gibi kurum ve kavramlar, maddi temelleri sağlam biçimde oluşmamış, bu yüzden de sadece zihinsel düzeyde, ideolojik planda tartışılan çatışma alanları hâline gelmektedir. (“Yamyamlara Oy Yok!”, İstanbul: Remzi Kitabevi, 3. basım, 1998, s. 69-70)

Kongar’ın bu saptamasına tamamıyla katılıyorum. Kongar kitapta, Taha Akyol ile yaptıkları bir tartışmaya ilişkin yazılarına da yer vermiş. Kendisi Akyol’a bir soru soruyor, ancak Akyol bu soruya Kongar’ın deyişiyle “ne yazık ki cevap vermiyor.” Akyol’un cevap vermekten kaçtığı soru şöyle:

“Toplumdaki çoğunluk, üstelik de din gibi, ya da milliyetçilik gibi mukaddes değerler adına demokrasiden vazgeçmek isterse, buna kim karşı koyacak?”

Kongar kendi sorusunu şöyle cevaplıyor:

Demokratik toplumlarda, çoğunluğun baskısına karşı güvence, hukuksal olarak Anayasa ve yasalar, sosyolojik güç olarak ise sermaye ve işçi sınıfları ile bunların uzantısı olan sivil toplum örgütleri, meslek kuruluşları ve demokrasiden yana tavır koyan tüm kişi ve gruplardır.

“Çağdaş sınıflar ve onların sivil toplum uzantıları gelişip güçlenerek siyasal partilere ve rejime sahip çıkmadığı sürece, demokrasinin güvencesi sorunu, beceriksiz ve çıkarcı politikacıların elinde oyuncak olmaya ve her türlü müdahaleye açık olmaya mahkûm gözükmektedir. (s. 121-2)

İşte, Türkiye’nin bugünkü toplumsal yapısı bu “sahip çıkma” için yeterli niteliğe sahip değildir. Zira halkın çok büyük bir bölümünün zihinsel gelişme seviyesi – toplumdaki yetersiz maddî koşullar nedeniyle – hâlâ sanayi öncesi toplumunun her türlü ilkel düşünme biçimini barındıran bir hâldedir. Böyle insanlara birtakım demokratik haklar tanımak ülkenin yararına değil, ancak felaketine neden olur.

Taha Akyol’un sevdiği yazar İdris Küçükömer’den bir alıntı yapayım. Küçükömer de İsmet İnönü’nün Ulus gazetesinde yayınlanan hatıralarından aktarıyor (gazetenin tarihi 17 Mayıs 1968):

(…) İkinci İnönü Savaşları sırasında Bursa’dan geriye doğru göçen ve içinde subay ve ailelerinin de bulunduğu bir kafileye rastlanır. İ. İnönü şöyle diyor hatıratında:

“Kafileyi durdurdum. Subayları bir kenara topladım. İçinde bulunduğumuz vaziyeti bilesiniz. Bundan başka, subay olarak da yerinizi bilmelisiniz. Padişah düşmanınızdır. Yedi düvel düşmanınızdır. Bana bakın, dedim. Kimse işitmesin, millet düşmanınızdır.” (“Düzenin Yabancılaşması”, İstanbul: Ant Yayınları, 1969, s. 100)

Oldukça sert bir ifade, değil mi? Ama bugün içinde bulunduğumuz durum neredeyse budur. Yukarıda Kongar’ın bahsettiği sınıflar ve sivil toplum kuruluşları Türkiye’nin gelişmesi için gerekli olan modern nitelikleri toplumda korumakta zorlanıyorlar, çünkü daha en başta bunlara sahip çıkması gereken halkın büyük bir bölümü bu işe karşı tamamıyla duyarsız davranıyor. Bunun nedeni de, az önce dediğim gibi, içinde yaşadıkları koşullar nedeniyle düşünce düzeylerinin bu kurumların gerekliliğini anlayacak aşamaya erişememiş olması.

O zaman oy kullanma hakkı vermek ve seçim yapmak, ne dereceye kadar işimize yarayacaktır? Önümüzdeki seçimlerin sonuçlarından kendi adınıza ve gelecek adına ne kadar umutlusunuz?