Thursday, November 08, 2007


OKAZYON

Aslında futbolla ilgim yok. Önce Nurdan göndermiş, ama açamadım videoyu. Sonra kongrede Fethi bey bahsedince tekrar bir bakayım dedim. Sonunda dinlemeyi başardım. Amanin o nedir öyle? O kasıntı herifi dinlerken fenalık geçirdim. Hele “okazyon” lafını işittiğimde resmen koptum. Okazyon ne yahu? Ne biçim telaffuz o?



Tam metin aynen şöyle:

It doesn't matter for us, for me. Big games easy than the other games, unfortunately. Everytimes we have the control the games, under the control the games, during the games, we have the some possibility, some big chances, some big okazyon. Something like that, but what can I do, sometimes? And it is the football, that is the football. Something happened. Everything is something happened. But anyway, now is in the tabela, we have to seen the situation. Now is second position. And one point more. I don't want to see the back, I want to see the front and I hope so tomorrow my team's ...

Şu cümleye bakın bir: “I don't want to see the back, I want to see the front.” Yani diyor ki, “kıçı görmek istemiyorum, önü görmek istiyorum.” O “ön” sakın pantolonun içindeki şey olmasın? Töbe töbee! Ya şu cümle: “Something happened. Everything is something happened.” Zaten konuşmayı dinledikten sonra bana da “something happened” oldu, İngilizceyi geçici olarak unuttum. Kim bilir yabancılar dinleyince ne düşünmüşlerdir? Ah, bir de “in the tabela” var. Yuh be kardeşim! Hiç mi utanma yok sende?

Demek ki, Fatih Terim gerçekten aptal. Adam resmen ciddi ciddi İngilizce konuştuğunu zannediyor. İnsan bu kadar kötü İngilizce konuştuğunun, aslında da İngilizce bilmediğinin nasıl farkında olmaz? Bunu nasıl konuşturmuşlar orada? Adam bizi kimsenin yapamayacağı kadar rezil etti herkesin önünde. Kaç para veriyorlar bu herife her ay? Milli takımda hâlâ Hakan Şükür’ü oynatıyormuş. O adam hâlâ jübile yapmadı mı be? On sene önce de milli takımda aynı isimler yok muydu?

Şimdi iki soru soralım:

1) Sizce “okazyon” ne anlama geliyor?

2) “In the tabela”nın doğru İngilizce söylenişi ne olabilir?

Ha, bir video daha var. Dinleyin bakın, efsane devam ediyor. Birileri durdursun şu adamı!



BİR KONGRENİN ARDINDAN

Geçtiğimiz hafta sonu, Liberal Düşünce Topluluğu’nun Ürgüp’te düzenlediği “Liberal Düşünce Kongresi”ne katıldım. Tez ile uğraşmak için eve kapandıktan sonra dışarı çıkmak ve değişiklik yaratmak için iyi bir fırsattı bu. Kongreye ilk defa üç sene önce Atilla Yayla’nın daveti üzerine Ankara’da katılmıştım, o zamandan bu yana bir daha gitmek mümkün olmamıştı. Gazi Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü olan Yayla’yı hatırlarsınız sanırım, geçen sene bu zamanlarda İzmir’de AKP’nin düzenlediği bir panelde Kemalizm hakkında yaptığı bir konuşma yüzünden başına bir sürü iş açmışlardı hani. Bu konuda burada iki yazı da yazmıştım o dönem. Halbuki daha sonradan Atatürk’e “bu adam” demediği ortaya çıktı ve görevine iade edildi – kınama cezası alarak tabii.

Perşembe günü gece 10 gibi bir arkadaş ile otobüse bindik, 10.5 saat süren rahatsız edici bir yolculuktan sonra sabah saat 8:30 gibi Nevşehir’de idik. Otele saat 14:30’da alacakları için etrafta dolanalım dedik. Göreme Ören Yeri’ne gidip kayalara oyulan şu malum yapıları gezdik, girişte de 10 lira bayıldık. İçeride bir kilise varmış, onu görmek için de fazladan 5 lira ödenmesi gerekiyormuş. Boşu boşuna bu üçkağıtçılığa para vermek istemedim. Açıkçası, gördüklerim çok da matah değildi. En ilgi çekici bulduğum şey, taştan oyulmuş bir yemek masasının olduğu yemekhane tarzı yer oldu. Bir de, yol kenarında yeni doğurduğu yavrularını emziren ve turistlerin ilgisini en az kayalar kadar çeken köpek dikkate değerdi. Daha sonra Ürgüp’e gittik, bir zamanların ünlü lümpen dizisi Asmalı Konak’ın çekildiği yerin önünden geçtik. Etrafta sürekli olarak köpekler havlıyordu. Hatta ara sokaklarda gezerken siyah bir köpek beni takip etti ve önümü keserek bir süre boyunca bana havladı.


Neyse ki otele bir saat erken girme imkânımız oldu. Duş aldıktan sonra akşam saat 6’ya kadar uyuduk. Saat 7 gibi de açılış kokteyline katıldık. Kokteyl esnasında Atilla Yayla birkaç defa ısrarla şarap içmemi önerdi, ama sarhoş olup akademik camiadaki saygınlığımı zedeleyecek hâl ve hareketlerde bulunma korkusu yüzünden kabul etmedim. Gece kulübünde olsak neyse … Akşam yemeğinin sonuna doğru, yediklerimi masada sindirmeye çalışırken hemen arkamızdaki masada oturan birilerinin benimle tanışmak istediğini ilettiler. Kalkıp iki kişi ile el sıkıştım. Bunlardan biri İzlenimler sitesinin sahibi Fethi Bey idi, tam karşısında da uzun zamandan beri internette atıştığım azılı sosyalist düşmanı Afşar Çelik vardı. İnternette ismen bildiğiniz kişiler ile yüz yüze konuşmak ilginç bir deneyim oluyor. Geç vakte kadar oturup sohbet ettik.

Cumartesi günü oturumlar başladı. Bunların en dikkate değer olanı, AKP’nin isteği üzerine anayasa taslağı hazırlayan üniversite hocaları arasında yer alan Levent Köker ve Yavuz Atar’ın katıldığı “Türkiye’nin Yeni Bir Anayasaya İhtiyacı Var mı?” konulu oturumdu. Yavuz Atar bu anayasa taslağı yüzünden karşılaştıkları sorunlardan ve muamelelerden bahsetti. Etrafta tanımadığım pek çok kişi vardı. Genelde muhafazakâr kesimden gelenler göze çarpıyordu. AKP destekçisi eylemleri ile tanınan Genç Siviller topluluğunun birkaç üyesi ortalıkta geziniyordu. Kendilerini liberal olarak adlandıran yeni yetme birtakım gençler de geceden zımbaladıkları fotokopi bültenlerini ümitsizce katılımcıların arasında dağıtmaya çalışıyorlardı. Onları üzmemek için bir tane aldım ve oturumlarda üzerine resim çizmek için kullandım. Yine bunlardan birkaç tanesi bir köşeye çekilmiş, Alman heavy metal grubu Ramstein Nazi midir, değil midir diye tartışıyorlardı. Mustafa Akyol ve Mustafa Erdoğan gibi kişiler konferansa gelmemişlerdi. Öğrendiğime göre Mustafa Akyol Kanada’ya gitmiş – Akıllı Tasarım’ı bir mahkemede savunmak üzere! Pes dedim.


Ne yazık ki, bütün liberallerin sürekli olarak muzdarip oldukları bir eksiklik bu konferansta da dikkate çarpıyordu: Kızlar! Elbette kız tavlamaya gelmedik, ama burası da askeriye değil ki. Oturumlardan çıktıktan sonra salonun dışında milletin sürekli olarak erkek erkeğe sohbet ettiğini görmek, insanın bu tarz yerlerde sosyalleşme isteğini azaltıyor. Üstelik dışarıdaki masalarda katılımcıları bekleyen beleş çay, kahve ve kuru pasta bu eksikliği gidermeye yetmiyor. Bu durumu gördükten sonra liberalizm belasının ileride Türkiye’nin başına fazla sorun çıkarmayacağından bir kez daha emin oldum. Nitekim aralarında “dişi” sayısı az olduğu için liberaller üreyip sayılarını arttıramayacaklar; dahası az sayıdaki dişi için aralarında kavga edip birbirlerini yiyecekler. Böylece “doğal seçilim” yasaları bir kez daha işleyecek ve liberaller silinip gidecekler; ortalık da sosyalistlere kalacak.

Kongrelerin belki de en önemli yanı katılımcıların yeni kişiler ile tanışmalarıdır. Bunun dışında sıkıcı olduklarını söylemek gerekiyor. Bu açıdan konferansın bana göre en heyecan verici tanışıklığı “açık büfe” oldu. Sabah kahvaltısında, öğle ve akşam yemeklerinde sunulan çeşit çeşit yemeği denemek oldukça ufuk açıcı bir deneyimdi. Hem başka nerede tabağınızı aynı anda tavuk, pilav, patates kızartması, kavurma, peynir, balık ve makarna ile doldurma imkânı bulacaksınız? Zaten bir süre sonra tek tabak yetmiyor, iki tabak ile yemek kuyruğuna giriyorsunuz. Ancak her defasında birkaç kez kuyruğa girmem dikkatleri çektiği için, sayıyı “üç” ile sınırlandırmak zorunda kaldım. Yine de, orada bulunmayan “emekçi” kardeşlerim için de yemeyi ihmal etmedim. Kapitalizm denen insanlık dışı illetin sömürü çarkları altında ezilen yığınlar için yerine getirmem gereken bir sorumluluktu bu.


Cumartesi akşamı yemekte Atilla Yayla yanımıza gelip paramız olup olmadığını sordu; içmeye gideceklermiş. Hatta laf arasında emekli bir “dansöz” lafı da geçti. Ancak bu kadar yemek yemiş hâlde ve pantolonumun kemerini çözmüş vaziyette masada yayılmış otururken dansözlü bir geceyi kaldıramazdım. Onun yerine arkadaşlar ile otelden çıkıp kafe tarzı bir yere gittik. İçtiğimiz çayların parasını da sosyalist avcısı Afşar Çelik’e ödettik. Pazar günü erkenden yola çıkmamız gerektiği için Mümtazer Türköne’nin yer alacağı ertesi günkü oturuma katılamadık. Türköne’yi bilirsiniz, şu karısı AKP’den milletvekili olan, Gazi üniversitesi hocası profesör. Bir ara Okan Bayülgen'i de dövecekti hani. Ertesi günü yine son derece rahatsız edici ve otobüs firmasını laçkalığı yüzünden neredeyse 12 saat süren bir yolcuktan sonra İstanbul’a vardık. Anadolu’nun içlerine yapılacak bu tarz yolculuklarda bir daha otobüse binilmemesi gerektiğini de öğrenmiş olduk.

Cumartesi günü yapılan son oturumun konusu “Liberal Olmanın Kişisel Bir Anlamı ve Değeri Var mı?” idi. Yapılan tartışmalarda liberal olmanın kişiye neler kazandırdığı üzerinde de duruldu, bazı farklı düşünceler öne sürüldü. Tabii, herhangi bir görüş birliği sağlanamadı. Ancak açık büfeyi yaklaşık iki gün boyunca etraflıca tecrübe ettikten sonra, “liberal olmak kişiye ne kazandırır?” sorusunun kesin bir yanıtına biraz olsun yaklaştığımı sanıyorum: Kilo kazandırıyor!

Sunday, October 21, 2007


KİM İLKEL?

Yukarıdaki resimde kaç tane gariplik dikkatinizi çekti? Kızın başörtüsünü ve mini eteğinin altında kalan kısmı parmaklarınızla bir kapatın. Gördüğünüz kızın İslâmcı bir kız olduğunu söyleyebilir misiniz? Şimdi de, başörtüsünün altı ile dizlerinin üstünde kalan kısmı kapatın. Gördüğünüz kızın laik bir kız olduğunu söyleyebilir misiniz? Sizce bu kız İslâmcı bir giyiniş tarzı içinde mi? Bundan birkaç ay önce Taksim’e giderken otobüste gördüğüm bir başka başörtülü kızdan bahsetmiş ve kızın giyinişinden ötürü “bölünmüş” hâlde olduğunu söylemiştim. Yukarıdaki resimde bunun daha vahim bir hâlini görüyorsunuz.

Kız belli ki İslâmcı, ama bir türlü tesettüre bürünememiş. Mini etek giymek istemiş, ama bacakları görünüp de günaha gireceğini düşündüğünden bacaklarını uzun beyaz bir etekle örtmüş. Saçlarını gösterirse günaha gireceğini düşündüğü için örtü takmış, ama vücudunu sıkıca saran bir body giymiş. Ama bu defa da çıplak omuzlarının ve kollarının görünmemesi için beyaz, uzun kollu bir elbise giymiş. Başörtüsü yüzünden belki kızın saçları görünmüyor, ama o giydiği sıkı elbise yüzünden kalçaları gayet açık bir biçimde görünüyor. Böyle yapmakla günaha girmeyecek mi şimdi?

Anlaşılıyor ki, o da diğer hemcinsleri gibi normal giyinip gezmek istemiş, ama kafasına doldurdukları bin bir türlü hurafe ve saçmalık yüzünden istediğini tam yapamamış. Nitekim giyiniş biçimi ister istemez düşünüş biçimini de yansıtıyor – tam bir tutarsızlık içinde. Neyi nasıl giyeceğini bilememiş. Kendince ikisinin ortası bir yol bulmaya çalışmış, ama becerememiş. Bunun bir ortası olabilir mi? Nasıl olsun? Tam manasıyla kafası bölünmüş, parçalara ayrılmış. Bunlar nasıl birleşebilir? Bu saatten sonra bileşebilir mi? Bunları dalga geçmek için yazmıyorum. Durumun ne kadar vahim olduğunu göstermek için yazıyorum.

Bu İslâmcıların ahlâk anlayışı günümüze uyuyor mu? Son kullanma tarihini çoktan aşmış bir anlayışın her türlü can sıkıcı dayatmasını çekmek zorunda kalıyoruz. Bu saçma sapan düşüncelerini sadece kendi içlerindeki kişilere – ki bunların da önemli bir bölümünün bu düşüncelerden yakındıklarına eminim – dayatmıyorlar, aynı zamanda bize de kabul ettirmeye çalışıyorlar. Hac zamanlarında havaalanlarındaki bikinili kadın reklamlarını görünce uçkurları depreşen dingil hacı adaylarını, kafalarını başka tarafa çevirip bakmamayı beceremediklerinden, belki de istemediklerinden, reklamların kaldırılması için kıyametleri koparan şu tipleri hatırlayın bir.

Acaba bunların bu ahlâk anlayışları çağımıza uygun mu? Ahlâk mutlak bir şey midir ki, bunların savundukları şeyler de her yerde geçerli olsun? İlginç bir örnek vermek için ünlü Fransız antropolog Claude Levi-Strauss’un bir kitabından aktarma yapacağım (“Hüzünlü Dönenceler”, 3. baskı, Çev. Ömer Bozkurt, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2000; İngilizcesi: "Tristes Tropiques", Penguin (Non-Classics), 1992). 1934 yılında Brezilya’daki San Paulo Üniversitesi’ne sosyoloji profesörü olarak giden Levi-Strauss 1939’a kadar orada alan çalışmaları yapmış. Yaptığı yolcukları ve incelemelerini bu kitabında anlatıyor. İncelediği kabilelerden bir tanesi de Nambikwara kabilesi. Kitaptan ilk olarak utanma duygusu ile ilgili bir yer aktarayım:

(…) Nambikwaraların gönül işlerine bakışı onların tamindige mondage sözüyle özetlenebilir. Çok zarif bir çeviri olmasa bile bunun tam karşılığı şudur: “Aşk yapmak iyidir.” Günlük yaşamda rastlanan erotik havadan daha önce söz etmiştim. Gönül işleri, yerlilerin ilgisini ve merakını en ileri derecede çekmektedir; bu konulardan söz etmeye çok isteklidirler ve kampta konuşulanlar arasında buna ilişkin esinlemeler ve üstü örtülü sözler çoktur. Cinsel birleşmeler genellikle gece, kimi zaman kamp ateşlerinin yanında gerçekleşir. Ama çoğunlukla çiftler kıra yönelir, yüz metre kadar uzağa giderler. Bu hareketleri hemen fark edilir ve çevrede neşeli bir dalgalanma yaratır. Olayla ilgili yorumlar yapılır, şakalaşılır, hatta küçük çocuklar bile nedenini çok iyi bildikleri bir heyecan içindedir. Bazen erkekler, genç kadınlar ve çocuklardan oluşan bir grup, çiftin peşinden gider. Dallar arasında, birbirleriyle fısıldaşarak ve gülüşlerini bastırmaya çalışarak olayın ayrıntılarını izler. Sevişen çift gözetlenmekten hiç memnun olmaz, ama gene de bu oyuna katılmalarında ve köye dönüşte hedef olacakları takılma ve alaylara katlanmalarında fayda vardır. Bir başka çiftin birincisini örnek aldığı ve kırda yalnızlığı aradığı olur.

Ne var ki bu olaylar enderdir ve cinsel birleşmeyi kısıtlayan yasakların varlığı da bu durumu tam olarak açıklayamaz. Bunun gerçek nedeni daha çok yerlilerin yaratılışında aranmalıdır. Çiftlerin bu kadar istekle ve herkesin önünde giriştikleri ve çoğu zaman oldukça cüretli aşk oyunlarında hiçbir zaman bir ereksiyon başlangıcı görmedim. Sanki fiziksel olmaktan çok, oyun ve duygu düzleminde bir zevk arar gibiydiler. Nambikwaralar, Orta Brezilya’da yaşayan bütün topluluklarda görülen penis kılıfını kullanmaktan belki de bu nedenle vazgeçmiş olabilirler. Gerçekten de bu nesnenin işlevi ereksiyonu önlemek değilse bile, en azından onu taşıyan kimsenin cinsel bir yöneliş içinde bulunmadığını kanıtlamak olabilir. Bütünüyle çıplak yaşayan bu insanlar da bizim utanma dediğimiz şeyin yabancısı değildir; sadece sınırını biraz daha ileriye götürürler. Melanezya’nın kimi yörelerinde olduğu gibi Brezilya yerlilerinde de utanmanın sınırı, vücudun iki farklı örtünme derecesi arasında değil de, sükunet ile tahrik olma arasındadır. (s. 299-300)

Şimdi İslâmcı ahlâk anlayışına göre düşünelim. Bir kere ulu orta, hele çocukların önünde bu şekilde cima etmek çok büyük bir günahtır ve bunu yapanlar, bile bile seyredenler, üstelik çocuklara seyrettirenler – eğer tövbe etmezlerse – Allah’ın gazabına uğrayacak, cehennemin alevleri arasında cayır cayır yanacaktırlar. Hele bu ahlâksız eylemi yapanlar evli değilseler, taşlanarak öldürüleceklerdir. Böylesine ahlâksız bir toplum da çok yaşayamaz zaten.

Bir süre önce, utanmazca ve pişkince AKP partizanlığı yapan dinci bir sitede eşcinsellerin ruh hastası olduklarını ve tedavi görmeleri gerektiğini söyleyen bir yazı okudum. İşin en matrak ve saçma tarafı, yazının ve sitenin sahibi olan kişinin kendisini İslâmcı değil, demokrat ve liberal görüşlü biri olarak tanımlamasıydı. Ancak kendisi ile tartışmaya girdiğimde çirkeflik ederek beni “laikçi faşist” olarak adlandırdı. Levi-Strauss’un bahsettiği aynı kabileden konu ile ilgili bir alıntı yapayım:

(…) Genç kadınları düzenli evlilik çevriminden belli aralıklarla çekip alan reis, böylece, evlilik çağındaki kızlar ve erkekler arasında sayısal bir dengesizlik yaratmaktadır. Genç erkekler bu durumun başlıca kurbanlarıdır veya uzun yıllar bekar kalmaya ya da dullar veya kocalarınca terk edilen kadınlarla evlenmeye mahkûm olmaktadırlar

Nambikwaralar sorunu bir başka yoldan da çözmektedirler: şiirli bir sözle, tamindige kihandige, yani “yalan aşk” dedikleri eşcinsel ilişkilerle. Bu ilişkiler gençler arasında yaygındır ve normal ilişkilerden daha açıkça gerçekleşir. Karşı cinsten yetişkinlerin yaptığı gibi eşler bozkırda uzaklara gitmez; komşuların gülümseyen bakışları önünde, kamp ateşinin yanına yerleşirler. Olay genelde ölçülü takılmalara yol açar; bu ilişkiler çocukça sayılır ve dikkat çekmez. “Bu girişimler tam bir doyuma kadar sürdürülür mü, yoksa evli çiftler arasıdaki ilişkilerde de çoğu zaman olduğu gibi, erotik oyunlarla birlikte duygusal yakınlaşmalarla sınırlı mı kalır?” sorusunun yanıtı kesin değildir.

Eşcinsel ilişkilere, sadece birbirinin çapraz kardeş çocuğu konumunda bulunan yeniyetmeler arasında izin verilir. Başka bir deyişle, biri normalde diğerinin kız kardeşiyle evlenebilecek durumdadır ve erkek kardeşi geçici olarak onunla ikame edilmektedir. Bu türden yakınlıklar konusunda bir yerliyle konuşulduğunda alınan yanıt hep aynıdır: “Sevişenler kardeş çocuğu (ya da kayınbirader) olurlar. Kayınbiraderler yetişkin yaşa geldiklerinde de büyük bir özgürlük içinde davranmayı sürdürür. Evli, çocuk sahibi iki-üç erkeğin akşamları birbirlerine sevgiyle sarılarak dolaştıklarını görmek mümkündür. (s. 328-9)

Şimdi demin bahsettiğim İslâmcı kişiye göre düşünürsek, bu “ilkellerin” topu ruh hastası oluyor ve tedavi görmeleri gerekiyor. Allah bilir, bu tedavi de üfürükçü cübbeli Mehmet hocanın muskalı kocakarı tedavisidir. Emin olun, bu zavallıların ahlâk anlayışının uygulandığı bir ülkede, normal bir ülkede olduğundan çok daha fazla eşcinsel – ve şüphesiz lezbiyen – olacaktır. Zira bunların kadın-erkek arasındaki normal ilişkileri yasaklaması, insanları ister istemez buna yönlendirecektir. Hatırlayın, bu tiplerin taptığı Osmanlı’daki medreselerde eşcinselliğin nasıl meydana çıktığını daha önce yazmıştım.

Resimdeki kızları gördükçe sinirlenmeden edemiyorum. Yazık bu kızcağızlara, gerçekten çok yazık. Bir insan nasıl böylesine bir kişilik bölünmesi içine itilir? Kafası nasıl böylesine çarpıtılır? Bu nasıl bir beyin yıkamasıdır? Kızın kafası öylesine bölünmüş ki, neyi nasıl giyeceğini şaşırmış. Bunu yapan nasıl bir düşüncedir, nasıl bir dünya görüşüdür? Bu kızlara bunları yapan insanlar nasıl utanmaz, ruh hastası kişilerdir? Kadınlara, kızlara bu kötülüğü yapanlar bunlara nasıl bir düşmanlık, kin beslemektedirler? Yazık değil mi bu kızların gençliklerine, umutlarına, arzularına? Özgürce, istedikleri gibi yaşamaları neden korkutuyor birilerini? Bu korkunun kaynağı nedir? Böylesine bir vahşetin mantığını anlamakta güçlük çekiyorum.

Yukarıdaki yerlileri okudunuz. Sorarım size: Kim ilkel?

Friday, October 19, 2007


BİLGİSAYAR DERDİ

Yirmi gün kadar önce bilgisayarım birden bire yavaş çalışmaya başladı. Ne olur ne olmaz diye bazı dosyaları yedekleyeyim dedim, ama bilgisayar her defasında giderek daha da yavaşlıyordu. Apar topar bilgisayarcıya götürdüm. Bana hard diskimin yandığını söylediler. Diski değiştirdik tabii. Adamları yoğun oldukları için işin hâllolması birkaç gün aldı. Neyse ki dosyaları kurtarmak mümkün oldu.

Bilgisayarı alıp eve geldikten sonra internete gireyim dedim. Ancak girdiğimde ekranda yazılar büyük ve bulanık çıktılar. Bozulmadan önce Explorer 6 kullanıyordum, adamlar 7 sürümünü yüklemişler. Ne yaptıysam fayda etmedi – sayfa ayarları, çözünürlük vs. Ertesi günü tekrar yüklenip bilgisayarcıya götürdüm. Adamlar bir şey bulamadılar. Kendi bilgisayarlarını kontrol ettiler, aynı program onların bilgisayarlarında da aynen bende olduğu gibi çalışıyordu.

Gene alıp eve dönmek zorunda kaldım. Artık iyice sinirlenmiş hâldeydim. Zira eskiden internete girdiğimde küçük ve ince çıkan yazılar şimdi kocaman ve bulanıklardı. Hatta bazı sitelerde yazılar bu yüzden görünmüyorlardı. Aynı gün Özge ile konuştum. O da sağolsun, bizim evin yakınlarında oturan bir arkadaşının bu işlerden anladığını, bilgisayara bakabileceğini söyledi ve ikimizi konuşturdu. Bunun üzerine bilgisayarı bayramın üçüncü günü yeniden yüklendim.

Sonuçta işimizi hâllettik. Gerçi Explorer 7’deki görünüm değişmedi, ama bilgisayara browser olarak Mozilla Firefox yükledik. Bu sayede sayfalar yine eskisi gibi çıkmaya başladı. Bilgisayardan anlamam, ama benim anladığım kadarıyla bu Explorer 7’nin java scriptlerinde bir eksiklik varmış. Sadece bir bug bulunuyormuş sanırım. Microsoft firması yeni güncellemeler yaptıkça bu sorunun ileride düzelme olasılığı varmış. Nitekim java programını imal eden firma Microsoft olmadığı için iki farklı firma arasında uyumsuzluk olabiliyormuş.

* * *

Sanırım son yirmi günün en ilgi çeken olayı Emin Çölaşan’ın kitabı oldu. Kitabı yazmayacağım. En güzeli alıp okumak. Zaten okuması oldukça rahat bir kitap. Okudukça Ertuğrul Özkök’ün ne kadar pis ve yüzsüz bir insan olduğunu görüyorsunuz. Bir insanın o tarz şeyleri yapabilmesi için haysiyetini ve kendisine olan saygısını tamamıyla ortadan kaldırmış olması gerekir. Bu adam kendi çocuklarının, yakınlarının suratına nasıl bakıyor acaba? Yoksa onlar da kendisi gibi insanlar mı? Bugün medyanın en nefret edilen adamı Özkök olsa gerek.

Son iki gündür Çölaşan televizyona çıkıyor – Doğan grubunun kanallarına değil elbette. Onun ve canlı yayına katılanların anlattıklarını dinledikçe, AKP iktidarının medya üzerinde nasıl bir baskı kurduğunu ve bu adamların demokratik olan her şeyi ortadan kaldırarak tam manasıyla bir tek parti diktatörlüğüne gittiklerini görüyorsunuz. Bu olup bitenlerden iktidara destek veren kimselerin habersiz olması olanaksız. Bu destekçilerin bu işi demokratlık adına yaptıklarını, AKP’nin ülkeye demokrasi getireceğini söylediklerini işittiğinizde, bu kişilerin bunları söyleyebilmeleri için ancak “satılmış” olmaları gerektiğini düşünüyorsunuz.

Bir de son dönemlerde yeni bir moda çıktı. Anadolu’da ya da İstanbul’a yakın yerlerde yaşayan İslâmcı gerici kimlikli bazı küçük üreticiler, kendi işlerinde iktidar partisinden avanta kapmak için internette birtakım bloglar veya siteler açıyorlar. Buralarda AKP’ye, Erdoğan’a ve Gül’e övgüler düzüp resmen iktidar şakşakçılığı yapıyorlar. Bu sitelere ara ara girip çıktığım, kimi zaman yorum bıraktığım oluyor. Bu sayede bunların nasıl insanlar olduklarını görme fırsatını elde ediyorum. Nasıl insanları savunduklarını ve bunları nasıl bir yüzsüzlük ile savunduklarını görünce şaşakalıyorsunuz. Bu adamların yaptıkları rezil şeyleri yüzlerine vurduğunuzda işi pişkinliğe ya da vurdumduymazlığa vuruyorlar. “Ben demokratım,” diyerek sıyrılmaya çalışıyorlar. Eğer üstlerine gidip köşeye sıkıştırırsanız, bu defa işi sokak kadınları gibi çirkefliğe döküyorlar. Kendileri gibi düşünen insanlar ile yazıştıkları esnada takındıkları o nazik tavır birden gidiyor ve kendilerinden farklı olanlara duydukları bütün kini delicesine kusan hasta ruhlu kişilere dönüşüyorlar. İktidardan avanta kapmak için türlü türlü rezillikler dönüyor bu sitelerde ve ben bunları gördükçe bu insanlardan hem nefret ediyorum hem de tiksiniyorum.

İşin bir diğer ilginç ve belki de “ibretlik” tarafı, bu kişilerin sitelerine yorum yazan diğer İslâmcı gericilerin büyük bir kısmının yurt dışından, özellikle de Amerika’dan yazıyor olmaları. Bu insanlar hem Amerika’ya her türden küfrü ediyorlar hem de gidip Amerika’da oturuyorlar; çocuklarını oralara üniversitelerde okumaya, master yapmaya gönderiyorlar. Ceplerinde yeşil yeşil Amerikan dolarları ile taa oralardan bize Müslümanlık taslıyorlar, rejime sövüyorlar, neredeyse vatan düşmanlığı yapıyorlar. Hep merak ettiğim bir şeydir: Bu “sözde” Müslümanlar oralarda namaz kılarlar mı acaba? Kılarlarsa da, ceplerinde o yeşil Amerikan dolarları varken mi kılarlar? Bunlar Amerika’ya gitmesini, oralardan Müslümanlık taslamasını bilirler de, bir kez olsun Filistin’e gidip oradaki Müslüman kardeşleri ile iki rekat da olsa bir namaz kılmazlar. Belki de içlerinden, “Müslümanız dedik, ama o kadar da değil herhalde,” diyorlardır, kim bilir? Yeşil dolarlar cepte Amerikalarda gezmek varken, kim gidecek sefil Filistin’e şimdi, değil mi yani? Bu son dediğimin en güzel örneği Fethullah Gülen olsa gerek. Vatikan’a Papa’nın ayağına kadar gitti, ama Filistin’e gidip namaz kıldı mı, bilmiyorum. Son 10 senedir Amerika’dan dışarı adımını atmadı ne de olsa. Eh, “Müslüman” olmak zor iş vesselam!

Bana ilginç gelen bir diğer şey de, televizyondaki programlara katılan bazı kişilerin Türkiye’nin şu andaki durumunu Demokrat Parti dönemine benzetmeleri. Bunu bir süre önce ben de yazmıştım. Belki de o kadar ilginç olmasa gerek bu durum. Nitekim Türkiye hep yerinde sayan, ilerlemeyen bir ülke olduğu için, aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamamız olağan sayılır. Ama o zaman da dediğim gibi, mesele bu işin sonunun nereye varacağı.

Aşağıya iki Amerikalı komedyen, Steve Carell ve Stephen Colbert’ın İslâm ve Hıristiyanlık üzerine olan bir skeçlerini ekledim. Çok matrak bir şey.


Monday, October 01, 2007


TUNÇAY VE İSLAMCILIK ÜSTÜNE

Bu aralar tezle uğraştığımız için yazmaya pek vakit kalmıyor. Ara ara yazılan yorumlara cevap veriyorum. Ona rağmen, bir işle uğraştığınız için vakit çabuk geçiyor ve bir de bakıyorsunuz yazmayalı bayağı olmuş. En son İzlenimler’den Fethi bey benim “Kemal Tahir’in Son Yemeği” adlı yazıda Mete Tunçay hakkında yazdıklarımı eleştirmiş (önceden Erhan bey de eleştirmişti) ve şöyle demiş:

Mete Tunçay'ı sadece Kemal Tahir'in son yemeğindeki bir tartışmaya bakarak harcamana bir mana veremedim. Tunçay 70'li yıllarda Kemalizme en ciddi eleştirileri getirenlerden biridir. Kemal Tahir'in Anadolu insanını çok iyi tanıması apayrı bir konudur. Mete Tunçay ile aralarındaki tartışmanın Kemalizm ile ilgili olduğunu zannetmem, olsa olsa marksizm üzerine şeylerdir. Mete Tunçay'a uyduruk, kıytırık demeyin sebebini de anlayamadım doğrusu. Bana soracak olursan bırak kıytırığı onun üzerine tarihçimiz var mı desen epey düşünürüm.

Sanki gereksiz yere islamcı ve muhafazakar kesime antipati besliyor, daha da kötüsü bu antipatinin gücüyle analizlerini zedeleyecek önyargılar taşıyorsun gibime geliyor. Sevmemek hatta nefret etmek ayrı, bunların insanın gözünü kör etmesi apayrıdır.

Aslında Kemal Tahir’in ölümünden Tunçay’ı sorumlu tuttuğumu söylemiyorum yazıda. Alıntılar dışında yazdıklarımda buna ilişkin herhangi bir şey yok. Fakat o gün olanları gören bir kişin anlattıkları bu şekilde. Şurada konuyla ilgili bir haber de var: http://arsiv.zaman.com.tr/2003/04/30/kultur/h1.htm Diğer yandan Tunçay’ın yazdıklarına katılmıyorum.

I

Önce Tunçay’ın Kemalizm ile ilgili yazdıklarına – kimi yerlerdeki bozuk cümle yapısına hiç dokunmadan – birkaç örnek vereyim. Bunlar Tunçay’ın tipik eleştirileri olsa gerek (Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Ankara: Yurt Yayınları, 1981):

(…) biçim bakımından, Cumhuriyet Lâikliğinin, avam-havas ya da sıradan halk-seçkin aydın yabancılaşmasını körükleyen en önemli bir etmen olduğu söylenebilir. Kanımca, bu istemeden düşünülen bir yanlışlık değil, tersine bile bile erişilmek istenen, amaçlanan bir durumdur.

Kemalist aydınlar, bana “Osmanlı münevveranından müdevver” (ama çok daha ileriye götürülmüş) bir özellik olarak görünen, kendilerini halk yığınlarından ayrı ve üstün tutma isteklerini dinle ilgili tavırlarında da ortaya koymuşlardır. Jakobence bir görünüş altında, gerçekleri ve doğruları bilen ve yalnız kendileri bilen ve içlerinde, bunları yığınlara zorlamayla da olsa kabul ettirme görev duygusunu (misyonunu) taşıyan aydınlar için, Lâiklik, halktan ayrımlanmanın bir yolu ya da aracı olmuştur. Bence bu tutum, Altıok’taki Halkçılık ilkesini de, çağdaş demokratik anlayışı yansıtmak bakımından o denli yetersiz kılan tepeden inmeci dünya görüşünün kaçınılmaz bir sonucudur.

Dört beş yıl önce, Ankara’da Felsefe Kurumu’nun düzenlediği bir seminerde “Dogmatizm” konusunda bir bildiri okumuş ve orada, Kemalizmin yapıca bir tür “Yeni İslâm” olduğunu savunmuştum. (Aynı bildiride, Türkiye’de gözlemlediğimiz çeşitli sosyalizmlerin de “Yeni Kemalizmler” ve dolayısıyla “İkinci Yeni İslâmlar” olduğu görüşü de yer almaktaydı. …) (s. 214)

Konuşmamın başlarında, genç Marx’tan söz ederek, dinle dünya ayrımının temelsizliğine değinmiş, dinin toplumsal evrimin bir aşamasında, insanın dünyayla kendi ilişkisini tanımlamakta yararlandığı bir dilden başka bir şey olmadığını söylemiştim. Üstelik, İslâm, Hıristiyan ideolojisinden farklı olarak, bu ayrımı yapmamakta, “din dünya içindir” demektedir. Çağımızın ünlü bir İslâm düşünürü olan, merhum Ahmet Hamdi Aksekili’nin yazdığı gibi: “Kuran’a göre, din ile hayat, birbirinden ayrı iki şey değildir. Dinin hareket sahası, medenî dediğimiz hayatı en yüksek şekilde kuşatacak kadar geniştir. O, her şeyden önce, insanın maddiyatı ile, cismanî ihtiyaçları ile ilgilenir.” Böyle olunca, Hıristiyanlıkta ideolojik bir temel bulabilen Lâiklik fikri, İslâm’ın özüyle çatışmakta ve bu durum, halkçı bir anlayışla yürütülemeyen Kemalist Lâiklik politikasının sakıncalarını arttırmaktadır. (s. 217)

Atatürk’ün yaratancı olduğunu düşünen Tunçay, onun dinî inancı hakkında şunları diyor:

Kemalist Lâiklik anlayışı, pek doğal olarak, Atatürk’ün kendisinin din konusundaki görüşlerinden kaynaklanmaktadır. Çeşitli konuşmalarına bakarak, Mustafa Kemal Paşanın, bir ara kaba materyalizm (Büchner-Haeckel) etkisiyle ona da eğilim duymuş bulunmakla birlikte, “tanrıtanımaz” (athesit) değil, “yaradancı” (deist) olduğunu söyleyebiliriz, sanırım. 18. yüzyıl Aydınlama Çağına ve 19. yüzyıl Pozitivizmine uygun bir tür “usçul dinbilim” (rational theology) ve “doğal din” (natural religion) inancı vardır. Ancak, İslâmın “âhir ve ekmel din” olduğunu bir belit (axiom) gibi kabul ederek ya da siyasal taktik gereği, kabul ediyor görünerek, İslâmlığı bu çizgide yeniden yorumlamakta, İslâmiyetin özünde, kendi onayladığı “aklî ve tabiî din”le aynı şey olduğunu ileri sürmektedir. Bir de, Mustafa Kemal Paşa, “ciddi ve hakiki ulemâ”yı istisna etmekle birlikte, dinadamlarına müthiş düşmandır: “ … ben şahsen onların düşmanıyım. Onların menfi istikamette atacağı bir hatve yalnız benim şahsî imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla alâkadar, o adım milletimin hayatına karşı bir kasıt, o adım milletimin kalbine havale edilmiş bir hançerdir. Benim ve benimle hemfikir arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir. … Farzı-muhal eğer bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle menfi adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben, kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.” (Konya Türk Ocağı’nda yaptığı bir konuşmadan: Hâkimiyet-i Milliye, 26 Mart 1923) (s. 213, dipnot 5)

II

Tunçay Kemalizm’i eleştirdiği bir başka yerde şunları yazmış. Benim takıldığım yerler işte böyleleri (“İkna (İnandırma) Yerine Tecebbür (Zorlama)”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm, Cilt: 2, 2. baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002, s. 92-96):

(…) Mesele, meşrutiyeti ya da demokrasiyi, halk onları yaşamaya hazır hâle geldikten sonra tadı çıkarılacak rejimler diye düşünmemek, sorunların üstesinden gelmeye çalışırken bu çağdaş siyasal yönetim biçimlerini uygulamaktır. Geçmişte öyle yapılsaydı bugün böyle olmazdı. (…) (s. 96)

İlk bakışta eli yüzü düzgün bir cümle gibi gözüküyor, ama aslında içerikten yoksun bir ifade bu. Zira Tunçay “nasıl?” sorusunu cevaplamıyor. Öyle yapılsaydı bugün böyle olmazmış. İyi de, geçmişte “nasıl” öyle yapılacaktı? Atatürk o “öyleyi” nasıl yapacaktı? Cevap yok. Tunçay da bilmiyor zaten. Nitekim aynı yerde Cumhuriyet Devrimleri için şöyle yazmış:

(…) Fakat farzı-muhal onlar olmasalar da, gerçekleştirilebilecek sonuç, ne tür bir “çağdaşlık” olacaktı? Belki biçimsel olarak ileri ülkelere benzeyen, ama özünde çağcıllıktan uzak, özgürlüklerden, insan haklarından, demokrasiden yoksun bir yaşayış. Ya da daha yavaş, sindire sindire, halkın katılımıyla, onun istediği yönde yürümek. Halk çoğunluğunun uzun dönemde yanlış bir yolda ısrar etmeyeceği, İslâmî bir kabul olduktan başka, demokrasinin de temel varsayımlarındandır.” (s. 96)

Kalın yaptığım cümle tam manasıyla evlere şenlik bir cümle. Tunçay önce bir önermede bulunuyor: “daha yavaş, sindire sindire, halkın katılımıyla, onun istediği yönde yürümek.” Buna ilişkin dayanağı nereden aldığını ise benim kalın yaptığım cümlede söylüyor: İslâm ve demokrasi. Yani halk bu ikisinin temel varsayımlarına göre uzun dönemde yanlış yapmazmış. Bakalım bir:

Demokrasinin temel varsayımlarına göre halk uzun dönemde yanlış yolda yürümezmiş. O zaman şöyle soralım: “Halk, demokrasi varken mi yanlış yolda yürümez?” Garip görünebilir, fakat Tunçay’ın mantığına uygun bir soru. Eğer cevap “evet” ise, bu durumda söz konusu ülkede demokrasi olması gerekir. Peki 1923’te demokrasi var mıydı? Demokrasi için uygun koşullar var mıydı? Demokrasi olmadıktan sonra halk nereye gidecek? Şimdi bile demokrasi var mı? O zaman demokrasi yoksa halk yanlış yola gidecek – şimdi olduğu gibi. Dolayısıyla onları doğru yola yönlendirmek için birilerinin ortaya çıkması ve müdahale etmesi meşru hâle gelecek.

Halkın uzun dönemde yanlış bir yolda yürümeyeceği İslâmî bir kabulmüş. Şunu soralım: “Halkın yanlış yolda yürümemesi için illa Müslüman olması şart mıdır?” Cevap “evet” ise, o zaman şu anda bütün İslâm ülkeleri doğru yolda yürüyorlar demektir. Mesela kadınların araba kullanmalarının yasak olduğu Suudi Arabistan ya da devrim muhafızlarının olduğu İran gibi ülkeler tamamıyla doğru yoldalar. AKP’nin girmek istediği AB üyesi ülkeler de yanlış yoldalar. Hatta belki de Müslüman olsalardı, Almanlar zamanında Hitler’i de iktidara getirmezlerdi. Yok, cevap “hayır” ise, bu durumda Tunçay’ın cümlesinin de bir anlamı kalmıyor.

Bir de, “biçimsel olarak ileri ülkelere benzeyen, ama özünde çağcıllıktan uzak, özgürlüklerden, insan haklarından, demokrasiden yoksun bir yaşayış” ifadesi var ki, kendi içinde çelişik. Hem ileri ülkelere benzeyeceksiniz, hem de çağdaş olmayacaksınız. Nasıl oluyor da oluyor? “Biçimsel” ne demek o zaman? Biçimselin dışında başka ne tür benzeme biçimleri var? Tunçay her şeyi birbirine katmış. Buyurun, bir başkası:

Millî Mücadele’nin başlangıcından Cumhuriyet’in ilanına kadar, halk arasında ulusçu bir tutunum (cohesion) olmaması nedeniyle, İslâmî dayanışmadan yararlanılmıştı. Hatta “dinin siyasete alt edilmesi” yolunda, Osmanlı dönemine oranla daha da ileriye gidilmişti. (s. 92)

Demek Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’daki direniş hareketi dini siyasete alet etmiş. Eh, Kemalist değil mi bunlar, ederler elbet. Halbuki AKP gibi gerçek Müslümanlar olsalardı alet etmezlerdi.

Sonuçta, birileri bir şeyler yapmaya çalışıyor ve Tunçay gibileri uzaktan bakıp dudak bükerek “olmamış bu,” diyorlar. “Peki ne yapılacaktı o zaman? Madem bunlar yanlış, siz doğrusunu biliyorsunuz demek. İşin doğrusu neydi? Ne yapılmalıdır?” diyorsunuz, ama cevap alamıyorsunuz. Önerdikleri tek bir çözüm yolu yok. Tek bir yapıcı fikir yok. Sadece eleştiri, o kadar. Hep merak ederim, acaba bu adamlar Kurtuluş Savaşı sırasında yaşasalar ne yaparlardı? Eminim padişahı kurtarmak için Atatürk’ün yanında yer alır, sonra cumhuriyet rejimi gelince ona muhalif olur çıkarlardı.

İletişim yayınlarından çıkan “Mete Tunçay’a Armağan” kitabını derleyenlerden biri de benim hocam. Tunçay’ı şahsen tanıyor. Bir sorayım bakayım, acaba bir gün müsait olursa beni onunla tanıştırır mı? Belki fırsat çıkar da, burada yazdıklarımı yüzüne karşı da söylerim. Böyle yapmakla adamın arkasından konuşuyoruz; resmen gıybet oluyor yahu(!)

III

İslamcılık meselesine gelince; İslâmcıları sevmediğim doğru. Hoş, tanıdığım İslâmcılar var ve bunların arasında gayet iyi anlaştığım düzgün insanlar da var, ama tahminimce bu tarz kişiler bu kesim içinde çok küçük bir azınlık oluşturuyorlar. Daha önce Bülent beye yazdıklarımın bir kısmı ile birleştirerek yazayım. İlkin şöyle demiştim:

Bugün parkta oturan bir grup gördüm. iki başörtülü yetişkin ve 8-10 yaşlarında yine başörtülü iki kız. İşte kızdığım şeylerden biri. Bu nasıl bir inançtır ki, ergenliğe dahi girmemiş o yaşlardaki çocukların saçlarını erkeklere göstermeleri durumunda cehennemde yanacaklarına inanıyor? Mantıklı mı bu? Küçük çocukları için böyle bir şeyi insan nasıl düşünebilir?

İkinci kızdığım ve bence çok daha önemli olan şey, bu çocuklara hiçbir seçme fırsatının tanınmamış olması. Dawkins’in bir ifadesi vardı: “Müslüman ya da Hıristiyan çocuk diye bir şey yoktur, sadece ailesi Müslüman ya da Hıristiyan olan çocuk vardır.” Neyin ne olduğunu anlayamayacak yaştaki bir çocuğa, hiçbir sorgulama fırsatı vermeden, belli bir şeyi hayattaki tek gerçek ya da doğru diye öğretmek hangi haklı gerekçeye dayanır? Bugün Müslüman olduğunu söyleyen kişilerin ne kadarı gerçekten bilinçli olarak Müslümanlığı seçmişlerdir? Bu çocukların kafalarını bu kadar küçük bir yaşta doğru ve gerçeğe ilişkin böylesine “kesin ve uzlaşmaz” dogmalarla doldurmak, onların “özgür iradelerini” daha kullanmaya başlamadan dumura uğratmak demektir.

Gerçekten de, bugün kendilerini Müslüman olarak adlandıran kişiler neden dolayı Müslümanlar? Belli bir yaşa gelinceye kadar dinsiz yaşamış, sonra bütün dinleri inceleyip akıllarına en yatkın gelen din olarak İslâm’ı mı seçmişlerdir? Elbette değil; bunun istisnası da çok azdır zaten. Bunlar Müslümandırlar, çünkü ana-babaları Müslümandır. Allah’a inanırlar, çünkü ana-babaları Allah’a inanır. Hiçbirisi kendi özgür iradesini kullanarak Müslüman ya da inanan olmamıştır. Eğer aileleri Hıristiyan olsaydı Hıristiyan, Musevi olsaydı Musevi, puta tapıcı olsaydı puta tapıcı olacaklardı. Bu nedenle bunların Müslüman olmaları tamamıyla tesadüfîdir. Burada iradeye ya da akla dayalı herhangi bir şey yoktur.

Bir inanç ya da düşünce, ancak özgürce seçildiğinde kişi için bir anlam ifade eder. Sorgulanmadan ve eleştirilmeden bellenen bir inanç ya da düşünce ise sadece tabu olur. İşte bu bakış açısında sahip insanlar, başkalarının onlardan farklı her düşüncesini yanlış olarak nitelerler.

Bu duruma ilişkin bir örnek vereyim. Basit bir mantık yürüteyim: Başörtüsünün (ya da tesettürün) Allah’ın emri olduğunu kabul eden insanlar var. Diyelim ki bu böyledir. Bütün Müslümanlar Allah’ın emir ve yasaklarına uymakla yükümlüdürler. Buna uymayanlar isyankâr (ya da itaatsiz) olurlar ve cezalandırılırlar. Nitekim başörtüsü takanlar da bunun Allah’ın emri olduğuna inandıkları için takmaktadırlar, yoksa niye taksınlar? Bu durumda çıkarım yaparsak, başörtüsü takmayan Müslüman kadınlar isyankârdır ve cezalandırılacaktır. Bu akıl yürütmeye itiraz edilirse şunu söyleyeyim: Eğer başörtüsü takmayan kişiler isyankâr sayılmıyorlarsa, başörtüsü takmak bir emir değildir. Zira ancak emirlere uymayanlar isyankâr olurlar. O zaman başörtüsü takmak zorunlu değildir. Buna göre ilk durumda, başörtüsü takan ve bunu Allah’ın emir sayan kadınların gözünde, başörtüsü takmayan Müslüman kadınlar isyankârdırlar (elbette bunu pek çoğu açık açık söylemez). Buradaki mantık tekbiçimli ve gayet basit. Aslında burada garipsenecek bir şey de yok. Bir dine inanan kişi için hayattaki tek doğru, kendi inandığı doğrudur. Eğer birden fazla doğru olursa, onun doğrusu mutlak doğru olmaktan çıkar ve dininin doğasına aykırı şeyler de doğru olma özelliği kazanır. Bu da kabul edilemezdir. Yoksa İslâm niye “hak din” olsun ki?

Ben isterdim ki, o gördüğüm çocuklar öyle yetiştirilsinler ki, 14-15 yaşlarına veya tam idrak edebilecek yaşlara geldiklerinde, kendi dinî ve benzeri tercihlerini özgür iradeleriyle yapabilsinler. Başlarını kapatmayı ya da kapatmamayı kimsenin müdahalesi olmadan kendileri seçsinler. Ama aileleri böyle bir şeye izin verir mi sanıyorsunuz? Asla! Çünkü onlar da – tıpkı yetiştirecekleri çocuklar gibi – daha küçük yaşlarında özgür iradeleri köreltilmiş insanlar.

Yukarıda bahsettiğim başörtülü kişileri düşünün bir. Bu insanların başörtüsü takmayan insanların cehennemde yanacaklarına inanmaları gayet doğaldır, inançları açısından tutarlı olmalarının bir gereğidir. Zira bu insanlar başörtüsü takmayan kişilerin cehennemde yanmayacaklarını düşünseler, bu durumda kendilerinin o örtüyü takmaları için bir nedenleri kalmaz.

Aynı şey sürekli bahsettiğim dinciler için de söz konusu. Eğer bu insanlar, kendilerinden farklı düşünen insanların inançlarının da doğru olabileceğini kabullenirlerse, bu durumda kendi dinlerinin tek “hak” din olmadığını kabullenmek zorunda kalacaklar. İnançların ve gerçeklerin her insan için farklı farklı olduğuna inanmak, din denilen şeyin insanlara öğrettiği şeyin hayattaki tek doğru olmadığına inanmayı da gerektirir. Bu da bir “mümin” için resmen inkâr demektir, asla kabul edilemez. Dinde görelilik olmaz, gerçek ve doğru tektir.

Bu nedenle dinde hoşgörünün olması zordur. Karşınızdaki insan, onunla aynı şeye inanmamanızdan dolayı sizin sonsuza dek cehennemde yanacağınızı düşünüyorsa, bir uzlaşma noktası bulmak ne kadar mümkündür? Kaldı ki, o benim hakkımda öyle düşünürken, ben bu insana düşüncelerinden ötürü nasıl saygı duyarım?

IV

Kuran kursları veya din eğitimi verilen yerleri düşünün bir. Oradaki küçücük çocuklara önce kadının Adem’in göğüs kemiğinden yaratıldığı öğretiliyor. Sonra küçük yüreklerine cehennem korkusu salıveriliyor. Karınlarının ateşle dolacağı, derilerinin dağlanıp eritileceği, kanlı, irinli kaynar sular içirileceği, ellerin, ayakların zincire vurulacağı, katrandan gömlekler giydirileceği, ateşten örtüler örtüleceği, derilerinin yandıkça yenileri ile değiştirileceği korkusu salınıyor – tam bir vahşet! Daha hayatta neyin ne olduğu bilmeyen bu küçücük çocukların beyinleri böylece tutsak ediliyor. Bunları öğrenip yetişen insanlar ileride nasıl bir düşünce yapısına sahip olurlar acaba?

Keşke bizde pek çok bilim müzesi ya da doğal tarih müzeleri gibi yerler olsa da, o Kuran kurslarına giden çocukları buralara götürsek. O çocukların bu yerlerde öğrenecekleri ve görecekleri şeyler, onlara bu kurslarda öğretilen hurafelerden çok daha faydalı olacaktır. Bu müzelerdeki fosilleri, birtakım icatları ve keşifleri gören kimi çocukların içinde belki araştırmaya, öğrenmeye, anlamaya yönelik bir istek doğacak, belki aralarından ileride bilimle uğraşanlar çıkacaktır. Bir memleket ne Kuran okumakla, ne günde beş vakit namaz kılmakla, ne de oruç tutmakla ilerler. Ancak düşünen ve üreten, yani aklını kullanan insanların olduğu memleketler aydınlığa ve özgürlüğe ulaşırlar.

Saturday, September 22, 2007


CINDERELLA

Sonunda tezi yazmaya başladım. Başlarda nereden nasıl başlasam diye düşünürken, birkaç gün önce oturdum bir-iki paragraf karaladım; devamı da ardından geldi. Konusu iki grup – liberaller ve sosyalistler – iktisatçı arasında geçen bir tartışma olduğu için, her iki tarafın da yazdıklarını toplamak gerekiyor. Maalesef sosyalistlerin yazdıkları makaleler her yerde bulunmuyor. Tam da bu tartışmada yazılan makalelerin derlendiği dokuz ciltlik bir kitap var. Bizim memlekette bulunmaz diyordum, ama sonunda Koç Üniversitesi kitabı alıp kütüphanesine koymuş. Fakat esas mesele Koç’un kütüphanesine girmek, zira benim bildiğim kadarıyla kütüphanelerine herkesi almıyorlar.

Bunlarla uğraşırken arada müzik dinliyorum. Bu aralar sıkça dinlediğim grup 80’lerin Glam Rock grubu Cinderella. Şimdilerde Limp Bizkit, Linkin Park, System of a Down gibi gruplar varmış. Valla bunlar beni hiç sarmaz. Metal falan mı yapıyor bunlar acep? Metal dinleyecekseniz Iron Maiden, Megadeth ya da Slayer gibi grupların 80’lerdeki albümlerini dinleyin, Black Sabbath falan alın. Hem bakınız, Ozzy Osbourne şutlandıktan sonra Black Sabbath’ın vokalisti olan Ronnie James Dio grupla yeniden birleşip “Heaven and Hell” adı altında turlamaya başlamış. Dio’daki ses Osbourne’da yok. Büyük adam şu Dio vesselam. Cinderella önümüzdeki yıl tura çıkıyormuş, ama bizim buralara uğramazlar herhalde. İki şarkısının videosunu buraya koyayım dedim. Müzik dediğin işte bu yahu!

1988 tarihli “Long Cold Winter” adlı ikinci albümlerinden “Don’t What You’ve Got (Till It’s Gone)”



I can’t tell ya baby what went wrong
I can’t make you feel what you felt so long ago
I’ll let it show
I can’t give you back what’s been hurt
Heartaches come and go and all that’s left are the words
I can’t let go
If we take some time to think it over baby
Take some time, let me know
If you really want to go

Don’t know what you got till it’s gone
Don’t know what it is I did so wrong
Now I know what I got
It’s just this song
And it ain’t easy to get back
Takes so long

I can’t feel the things that cause you pain
I can’t clear my heart of your love it falls like rain
Ain’t the same
I hear you calling far away
Tearing through my soul I just can’t take another day
Who’s to blame
If we take some time to think it over baby
Take some time let me know
If you really wanna go

Don’t know what you got till it’s gone
Don’t know what it is I did so wrong
Now I know what I got
It’s just this song
And it ain’t easy to get back
Takes so long

Do you wanna see me beggin’ baby
Can’t you give me just one more day
Can’t you see my heart’s been draggin’ lately
I’ve been lookin’ for the words to say

Don’t know what you got till it’s gone
Don’t know what it is I did so wrong
Now I know what I got
It’s just this song
And it ain’t easy to get back
Takes so long

Don’t know what you got till it’s gone no
Don’t know what it is I did so wrong
Now I know what I got
It’s just this song
And it ain’t easy to get back
Takes so long

1990’da çıkan üçüncü albümleri “Heartbreak Station”dan aynı adlı parça:



Waiting at the station
Tears filling up my eyes
Sometimes the pain you hide
Burns like a fire inside
Look out my window
Sometimes it’s hard to see
The things you want in life
Come and go so easily

She took the last train out of my heart ooo, ooo
She took the last train
And now I think I’ll make a brand new start
She took the last train out of my heart

Watching the days go by
Thinking ’bout the plans we made
The days turn into years
Funny how they fade away
Sometimes I think of those days
Sometimes I just hide away
Waiting on that 9:20 train
Waiting on a memory

She took the last train out of my heart ooo, ooo
She took the last train
And now I think I’ll make a brand new start
She took the last train out of my heart

My lady’s on the fly and she’s never coming back
My love is like a steam train rolling down the tracks yea, yea

She took the last train out of my heart ooo, ooo
She took the last train
And now I think I’ll make a brand new start
She took the last train out of my heart

She took the last train ooo, out of my heart
She took the last train
And now I think I’ll make a new start
Last train out of my heart

Sunday, September 16, 2007


İSLÂMCI ZIRVALAMASI

Geçtiğimiz günlerde televizyonda kanallar arasında gezinirken, Stv’de bir tartışma programına denk geldim. İsminde “düşünce” kelimesinin geçtiği bir programdı. Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç, Yeni Şafak gazetesinin eski baş yazarı Ahmet Taşgetiren ve adını anımsamadığım bir adam vardı.

Bulaç’ın programda dedikleri beni hem güldürdü hem de “pes billah” dedirtti. Bulaç’a göre son zamanlarda televizyonlarda din ile ilgili birtakım tartışmalar oluyormuş. Bu tartışmalara bazı hocalar falan çıkıyormuş ve dinin çeşitli hükümleri hakkında konuşuyorlarmış. Ama bunlar böyle konuştukça halkın kafası karışıyormuş ve “bu dinde hiç mi kesinlik yok?” diye soruyorlarmış. O yüzden din ile ilgili böyle tartışmaların halk gibi bu işten anlamayan insanların önünde yapılması, halkın karıştırılması doğru değilmiş. Bu işler doğrudan uzmanlarına bırakılmalıymış.

Bulaç doğru söylemiş. Aslında bu gibi tartışmalar hep halktan gizli yapılsın ve halka da “siz bu işlerden anlamazsınız,” densin. Durduk yerde halkı karıştırmanın ne âlemi var? Böylece halk da o hacının, bu hoca efendinin eline kalsın, bu adamlar da onları dini kullanarak güzel güzel sömürsün, değil mi? Böyle mis gibi bir din tezgâhı kurmak varken, bu tekere çomak sokmak olur mu hiç? Sonra Atatürk gibi bir adam çıkar, bu hacı-hoca takımını ve onların tekkelerini, tarikatlarını yasaklar, siz de cahil halktan hacıladığınız avantalarınız gittiği için bu adama bunca yıl boyunca söversiniz.

Hem Bulaç hem de Taşgetiren programa sadece ceket-gömlek giymiş, kravat takmamış hâlde çıkmışlardı. Biliyorsunuz, tipik İslâmcı giyinişidir bu. Zira kravat takmak Batı hayranı Batıcılara, laiklere ve Kemalistlere mahsustur. Bunlar Müslüman oldukları için kravat gibi kefere uydurması şeyleri takmazlar. Bu ikisini böyle görünce beş sene kadar öncesini hatırladım. Bir arkadaş ile birlikte Aksaray taraflarındaydım. Bir caddeden karşıya geçerken köşeden sakallı bir adamın kullandığı son model, otobüs gibi uzun bir Mercedes fırladı ve arkadaş küfür ederek kendini kaldırıma attı. “Ne oldu?” diye sordum. “Arabayı kimin kullandığını gördün mü?” dedi, “Ahmet Taşgetiren.” Vay anasını dedim. Bunlar Batı’ya bir ton laf ederler, Müslüman ayağına yatarlar, ama işlerine gelince de Batı’nın son model arabalarını kullanırlar. Ne oluyormuş demek? Kravat takmak özentilik, ama Mercedes’e binmek caiz!

Perşembe günkü Cumhuriyet gazetesinde Ümit Zileli’nin “Bir Dinci Kalemin Hezeyanları” başlıklı bir yazısı vardı. İlk paragrafta şöyle diyordu Zileli: “Yazıyı birkaç kez dikkatle okudum … İslâmcı düşünür olarak öne sürülen, Zaman gazetesi köşe yazarı Ali Bulaç’ın “Sömürge Olmamak” başlıklı köşe yazısına şaşırmadım, güldüm!” İçimden, “Allah Allah, bu laik adam ne demeye Ali bey gibi muhterem bir şahsa laf ediyor?” deyip yazının devamını okudum. Yazının tamamı şurada: http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/yazar.do?yazino=587349 Benim önemli gördüğüm bölüm ise şurası:

Benim "sömürgeciliğin dolaylı avantajları"ndan kastım, sufilerin dediği "kahırdan doğan lütuf"tur, yoksa Marxist/solun sömürgeciliği utanmazca meşrulaştırması değildir. Marx, Hindistan'daki İngiliz varlığından bahisle, sömürgeciliğin bütünüyle kötü olmadığını söyler. Sol aydınlara göre, sömürgeci alır ve verir. İneği sağarak süt almak isteyen onu besler. Sömürgeciler, ele geçirdikleri ülkelerde yollar yaptılar, imar hareketlerine giriştiler, yeni kurumlar getirdiler, kısaca geleneksel yapıyı parçalayıp değiştirdiler. Bugün "alternatifsiz liberal demokrasi ve radikal küreselleşme" adı altında aslında utanç verici bir biçimde vahşileşmiş kapitalizmi savunanların en çok sol kökenli aydınlardan geliyor olması tesadüfi değildir. Bunların Kurtuluş Savaşı sırasındaki temsilcileri mandacı aydınlardı. Bizim konumuz başka.

Bilindiği üzere 19. yy.dan başlamak üzere 20. yy.ın neredeyse son çeyreğine kadar İslam dünyasının büyük bölümü sömürge oldu. Türkiye ve İran hariç, bu dünyanın yüzde 80'i sömürgecilerin işgali altına girdi. Türkiye ve İran'ın sömürge olmaması, sanıldığının aksine "avantaj" sağlamadı. Her bakımdan değil elbette, bir yönüyle "dezavantaj" oldu. Şöyle ki: Sömürgecilik, tarih ve gelenek ile mevcut-çağdaş durum arasında radikal bir kopuşa yol açarken, Türkiye ve İran'da kurumların misyonu ve yöneticilerin tarihsel kimliği arasında süreklilik korunmuş oldu.

Elhamdülillah, bunca yıllık devrimciyim, “Marksist solun sömürge olmayı meşrulaştırdığını” ilk defa duyuyorum. Hem vahşi kapitalizmi savunanlar da sol kökenli aydınlarmış. Üstelik, sömürge olmanın da birtakım “avantajları” varmış. Tabii, tabii, zaten Ali Bulaç da aslında erkek değil, kadın; esas ismi de “Aliye”. Zileli bunları aktardıktan sonra “Pes!” diyor ve soruyor: “Bu kadar çarpık bir anlayışın neresini düzelteceksiniz?” Geri kalanını Zileli’den aktarmaya devam edeyim:

(…) Ali Bulaç ve onun teknesine binenlere kısa bir tarih dersi vermek gerekiyor, bakalım mandacı ve işbirlikçiler gerçekten sol kökenli miymiş?! ...

Bağımsızlık savaşı veren Kuvvayı Milliyecileri din dışı, hain ilan edip, uşağı Şeyhülislam Dürrizade’nin fetvasıyla idama mahkûm ettiren, Anadolu’yu işgal eden Yunan ordusunu ise “Hilafet Ordusu” olarak selamlayan, kurtuluş sonrası bir İngiliz zırhlısıyla ülkesinden kaçan Vahdettin mi solcuydu?

1918 Kasım’ında Associated Press muhabirine “halifenin egemenliğini tehdit etmeyen herhangi bir manda yönetimini memnuniyetle kabul edeceğini” söyleyen veliaht Abdülmecit mi sol kökenliydi?

İşgalci Yunan hükümetine başvuran, başkanlığını eski şeyhülislamlardan Mustafa Sabri’nin yaptığı Anadolu Cemiyeti, Yunan işgali altındaki Batı Anadolu’da bir “Batı Anadolu Özerk hükümeti” öneriyordu. Yönetimin başında Hıristiyan bir vali bulunacaktı. Bu öneri Yunanistan başbakanı Gunaris’in önüne geldiğinde şu yanıtı vermişti: “Bu hain Türklere ihtiyacımız yok!” Bu cemiyetin başındaki din adamlarının etiketinde solcu mu yazıyordu! …

Edirne Selimiye Camisi’nde, 13 Ağustos 1920’de Yunan genel valisini, Yunan generallerini, Rum metropolitini ağırlayıp, Venezilos’un sağlığı için dua okuyan Müftü Hilmi Efendi mi, yoksa bu haberi veren Te’min gazetesi mi solcuydu?! …

Yunan ordusunun halifenin ordusu sayılması gerektiğini söyleyecek kadar alçalan Teali-yi İslâm (İslâmı Yüceltme) Cemiyeti mi sol kökenliydi?! …

“Alemdar gazetesinde “dünyanın en âdil, en namuslu, en haşmetli devleti” diye yazan Refii Cevat Ulunay mı, kurtuluş hareketini uydurmasyon bir blöf olarak tanımlayıp, “Kuzum Mustafa, sen deli misin?” diye alay eden Refik Halit Karay mı, “fenalığın kaynağı Kuvayı Milliye, ateş olsa cirmi kadar yer yakar” diyen Ali Kemal mi, yoksa başta padişah olmak üzere tümünün üye olduğu “İngiliz Muhipleri Cemiyeti” mi solcu geçmişe sahipti?! …

İşte görüyorsunuz, bizim İslâmcı gericilerimizin geçmişi hep hainlikle dolu. Hoş, şimdi de pek farklı değiller ya! “İslâmcı düşünür” Ali Bulaç iyi ki “düşünüyor”; düşünüyor da bunları söylüyor. Bir de düşünmese kim bilir neler diyecekti? Valla şimdi ben bu adamın ne düşündüğünü bir hayli merak ettim, zira kendisinin düşünme becerisinden yoksun olduğu apaçık meydanda. Belki sadece beyni bulanmıştır Bulaç’ın. Belki onun yerine Amerika düşündüğü için, Bulaç’ı “düşünüyor” zannediyordur bizim İslâmcılar. Belki o yüzden muhterem Fethullah Gülen’in Zaman gazetesinde yazı yazdırıyorlardır. Ne de olsa Fethullah hocamız Amerikan destekli değil mi? Olmaz demeyin, burası Türkiye – insanların en ipe sapa gelmez düşüncelerinin gerçek olduğu ülke.

Zileli, Bulaç’ın tarihi bu şekilde çarpıttığını yazıyor ve “Yazık, İslâmcı düşünürü böyleyse … ” diyor – doğrusu haklı. Gerçekten de, İslâmcılar aralarından düşünen insanlar çıkartmasını beceremediler. Düşünür diye lanse ettikleri adamlar hep başka yerlerden “devşirilmiş” insanlar oldu. Yıllarca devletin örtülü ödeneğinden beslenen, sonunda geçim kapısı sağlamak üzere gericilere sığınan, rakı masasından dönme Necip Fazıl ya da yaşadığı kişisel ızdıraplardan ötürü dinci olan, solculuktan dönme Cemil Meriç gibi adamlar bu İslâmcıların düşünürleri oldu. Ancak belki de İslâmcıların düşünür çıkaramamalarına şaşmamak gerek. Zira onların yerine her şeyi düşünen ve cevaplayan kutsal bir kitap ve Amerika varken, düşünmek gibi insanlara mahsus doğal bir eylemi gerçekleştirmeleri için herhangi bir neden bulunmuyor.

Ali Bulaç böyle zırvalayınca, aklıma bir başka İslâmcının zırvalaması geldi. Bu da Profesör Doktor Ahmet Yüksel Özemre’den geliyor. Özemre bizim dincilerin pek sevdiği derin şahsiyetlerden biri. Zaman zaman panellere katılıyor, televizyonda ve radyoda programlara çıkıyor. Kendisi Galatasaray Lisesi mezunuymuş ve Türkiye’nin ilk atom mühendisi imiş. Çernobil kazası olduğunda da Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun başındaymış. 94-95 yıllarında Moral FM’de “Aklın Yolu İlimdir” adlı programda yapılan sohbetlerin derlenmesinden oluşan bir kitabı var elimde: “Aklın Yolu İlimdir” (İstanbul: Kırkambar Yayınları, 1999). Kitabın “Hoşgörü ve Eşitlik Efsaneleri” başlıklı bölümünde şunları diyor Özemre:

Tıpkı eşitlik (müsâvat) kavramının İslâm-dışı bir kavram olması ve Kuran’da bulunmaması gibi, hoşgörü (müsâmaha) kavramı da Kuran’da, ve tespiti edebildiğim kadarıyla hadislerde de, yer almamaktadır. Her iki kavram da Batı Hıristiyan medeniyetine has paradigmalar, yani “düşünce kalıpları”dır.

Kuran toplumsal hayatın düzenlenmesi konusunda nizam koyucu kavramlar olarak adalet, ihsan, merhamet ve sabır kavramlarını temel olarak almaktadır. (259)

"Eşitlik” bukalemun gibi kılık değiştirici ve zeytinyağ gibi bulaşıcıdır. Bulaştığı yerden söküp atmak hemen hemen imkânsızdır. Bütün ihtilâller, bütün hükümet ve devlet darbeleri hep onun hükmünü geçerli kılmak için yapılır. Her baş kaldırışın, her anarşinin ilham perisidir o!” (s. 261)

(…) Kimisi bir sultan çocuğu olarak doğarken, kimisi de bir kölenin mecburen köle olacak çocuğu olarak dünyaya gelmektedir. Bu durum karşısında, Allah’ın bilfiil bahşetmediği eşitliğin lafzen lütuf ve ihya edilebileceğini sanmak gibi bir serapla insanların kendi kendilerini aldatıp avutmalarındaki garabet ne kadar ibret vericidir!

“Kadın ve erkek eşitliği ise tam bir kuruntudur. Kadın da erkek de morfolojileri bakımında olsun ve kadınların kanunların önündeki çok isabetli ve de İslâmî adalete uygun “imtiyazlı durumu” bakımından olsun asla eşit değillerdir.

“Fırsat eşitliği” de yalnızca bir ütopyadır. Çemişkezek ilkokulunu Milli Eğitim Bakanlığı’nın müfredat programına uygun olarak birincilikle olan bir çocuk ile, İstanbul’da paralı bir ilkokulu birincilikle bitirmiş ve son iki yılını da özel derslerle takviye ederek Anadolu Liseleri giriş sınavına özel olarak hazırlanmış olan bir çocuğun aynı giriş sınavına, aynı sorulara tâbi olmaları zahiren bir fırsat eşitliğidir, ama sınavın ilkokul müfredatı dışından sorular da ihtiva etmesi acaba hangi adayın aleyhinedir? (…)

“İnsanların kanunlar karşısında eşit olduğu da objektif gerçeği yansıtmamaktadır. Bu doğru olsaydı, mesela milletvekillerinin ve öğretim üyelerinin, subayların ve altmış yaşının üstündeki emeklilerin avama nazaran hiçbir imtiyaza sahip olmamaları gerekirdi. Ya da hiç değilse memur, işçi ve Bağ-Kur emeklilerinin aralarında emekli maaşları ve diğer imkanları bakımından hiçbir fark olmaması gerekirdi.” (s. 262-3)

“Eşitlik” Batı medeniyetinin icadı olan bir düşünce kalıbı (paradigma)dır. Türk-İslâm ananesinin “adalet ve ihsan” paradigması yerine Tanzimat’tan beri bu Batı paradigmasının yerleştirilmiş olması ve devletin de vatandaşlarına adalet ve ihsan ile muamele etmek yerine, kendisinin ille de eşitlik çerçevesi içinde muameleye mecbur sayması herkesi git gide tahrik etmiştir. Bunun sonucu olarak, insanlar kendilerinde bulunmayanı eşitlik adına arsızca talep etmeye başlamış ve böyle bir motivasyonla ileri sürülen taleplerin olağanüstü bir yaptırım potansiyeline sahip olduğunu görmekten de büyük zevk almışlardır. O tarihten bugüne kadar Türk toplumunu sarsan, çoğunlukla da basının belirli bir kesiminin coşkuyla desteklemiş olduğu (mesela sayısız hükümet darbeleri gibi) bir sürü fahiş hata ve suç, anarşik başkaldırışlar, terör (yani eşkıyalık) ve (mesela lutilerin durumları, evlilik müessesesinin fuzuliliği ve kadınların ayıplanmaksızın her türlü cinsel özgürlüğe sahip olmaları gibi) daha bir sürü edepsizlik ve fuhşiyat ciddi ciddi hep eşitlik adına meşru gösterilmeye kalkışılmıştır.” (s. 267)

Bir müslüman kendi hevâ ve hevesleri dolayısıyla değil, dininin gereği olduğu için bu olumsuz durumlara karşı cihat etmek zorundadır. İşte bu sebepten dolayıdır ki, bu olumsuz durumlara katlanmak, tolerans (ya da hoşgörü) sahibi olmak İslâmî olmayan bir tutumdur.” (s. 269)

Mahiyeti ve kuralları Kuran’a ve sünnete göre belirlenmiş olan İslâm ahlâkını ve İslâm’ın toplumsal hayat düzenini Batı kökenli, yani İslâm-dışı “eşitlik” ve “hoşgörü” kavramlarını temel alarak yeniden şekillendirmeye tevessül etmek ya da bunun gerekliliğini savunmak İslâm’a tümüyle aykırı bir davranıştır. İdrak ve vicdan sahipleri, İslâm’ı eksik ve çağdışı addeden, ve bu vehmi motivasyonla da, Hıristiyan paradigmalarına göre tağdir ve tağyir etmeyi amaçlayan bu türden sinsi bir modernist ve reformist strateji tezgahını berrak bir biçimde teşhis ve ilan etmek cesaretini göstermelidirler.

Her optik filtrenin, ardındaki fiziki realiteyi tadil ve tağyir ettiği bilinen bir gerçektir. Buna benzer bir şekilde de, Batı kültürüne has “eşitlik” ve “hoşgörü” filtrelerinin ardından İslâm ahlâkının ve İslâm’ın toplumsal hayat düzeninin nasıl göründüğüne bakmak, bu kültürden başka kültür tanımayanlar için elbette ilgi çekici olabilir. Ama Müslümanları ilâhî hüküm ve emirlerine uyarak, Batı’nın zorla empoze etmeye çalıştığı düşünce kalıplarına (paradigmalarına) göre değil, Kuran ve sünnette ifadesini bulan İslâmî kavramlara göre değerlendirme yapmaları hem isabetli hem de hayırlı olurdu. (s. 273)

Hocam, hazır işe başlamışken biraz daha ileri gidip, İslâm’da âdaletin, merhametin, mutluluğun vs.’nin olmadığını falan da söyleseydin bari! Hoş, Özemre açık açık yazmış, ama ben gene de onun dediklerini tamamlayayım: “Siz bizim demokrasi, insan hakları gibi laflar ettiğimiz bakmayın. Biz bunları sadece kendimiz için istiyoruz, yoksa bunlara gerçekten inandığımızdan değil. Hele biz İslâmcılar tam manasıyla yönetimi elimize geçirelim, bizim gibi düşünmeyenlere, bizden olmayanlara hiçbir şekilde hoşgörü göstermeyeceğiz. Topunu bu topraklardan süreceğiz!”

İnsanlar arasındaki eşitsizliği Allah kaynaklı varsayıp, bunu hiçbir şekilde değiştirmememiz ya da değiştirmeye çalışmamamız gerektiğini söylüyor Özemre. Hele verdiği örnekler ne kadar da yanlış! Tam manasıyla konuyu saptırıyor! Sadece kanunlardan ya da birtakım imtiyazlı durumlardan kaynaklanan eşitsizlikleri mutlakmış gibi göstermeye çalışıyor. Üstelik, anladığım kadarıyla, Özemre dolaylı yoldan Aydınlanma’nın tüm kavramlarına da karşı çıkıyor. Eh, ne de olsa İslâmî değil bunlar, öyle değil mi?

Keşke Özemre İngiliz Aydınlaması’nın – Locke, Hume, daha da önemlisi J. S. Mill gibi – kimi yazarlarını okumuş olsaydı. Mill’in “The Subjection of Women” diye bir yazısı vardı. Bir Montesquieu’dan, bir De Tocqeville’den haberdar olsaydı. Belki o zaman ufku genişlerdi de, böyle zırvalara saplanıp kalmazdı. Bu kişilerin önemli eserleri Türkçe’ye de çevrildi hem.

Bizim İslâmcı kesimin kafa yapısını, düşünür diye ortaya atıp durduğu adamları görüyorsunuz işte. Bu kafayla bunlar nereye gider? Sonra da bu adamlar “İslâm dünyası neden çöktü?” diye sorup dururlar. E güzel kardeşim, sizin gibi idraksiz, nasipsiz, zavallı adamlar varken İslâm dünyası çökmesin de ne yapsın? Çökmese ayıp zaten!

Friday, September 14, 2007


6-7 EYLÜL KASIRGASI

Eskiden Beyazıt meydanında hafta sonlarında seyyar kitap satıcıları olurdu. Ara ara gider yoklardım, bazen ilginç eski kitaplara rastladığım olurdu. Hatta Hikmet Kıvılcımlı’nın bir kısım kitaplarını orada bulmuşumdur. O seyyar satıcıları belediye kaldıralı bir beş sene oluyor herhalde. İşte orada bulduğum kitaplardan biri de, Hasan İzzettin Dinamo’nun 6-7 Eylül Olayları esnasında yaşadıklarını anlattığı “6-7 Eylül Kasırgası” adlı küçük, broşür şeklindeki kitabıydı (İstanbul: May Yayınları, 1971).

Gene sorayım, Hasan İzzettin’i bilir misiniz? Şimdilerde milletin Kurtuluş Savaşı’na ilişkin bildiği tek romansı kitap “Şu Çılgın Türkler”. Halbuki ondan önce Hasan İzzettin’in sekiz ciltlik “Kutsal İsyan” ve onun devamı olan yedi ciltlik “Kutsal Barış” romanları vardır – toplam 15 cilt! 1909’da doğmuş şair ve romancı Hasan İzzettin. Solcu olduğu için hayatının önemli bir bölümü hapislerde geçmiş. Arada çeviri yapmış, özel ders vermiş, fotoğrafçılık bile yapmış. 1989’da İstanbul’da ölmüş. Bizim unutturulmak istenen yazarlarımızdan biri.

Demokrat Parti iktidarının 6-7 Eylül Olayları’nı çıkartma nedeni, Kıbrıs meselesinde halkı etkilemekmiş. Ancak olaylar büyüyünce İstanbul’da karışıklılar çıkmış ve şehir yağma edilmiş. Bunun üzerine DP yönetimi sıkıyönetim ilan etmiş ve “İstanbul’u komünistler yıktı” gerekçesiyle bir gecede 50-60 solcuyu tutuklatmış. Hasan İzzettin, Aziz Nesin, Kemal Tahir ve Asım Bezirci gibi solcular Harbiye’nin zindanlarına atılmış. Tutuklananların arasında 15-20 kişi için idam düşünülüyormuş. Aslında tutuklanacakların listesi olaylardan çok önce hazırmış. Öyle ki, listeye bir yıl önce ölmüş solcu bir işçiyi bile eklemişler ve hakkında tutuklama kararı çıkartmışlar.

Geri kalanını Hasan İzzettin’in Harbiye’de yaşadıklarını anlattığı kitabından aktarıyorum:

I

Hücre yaşayışımız felaket biçiminde sürüp gidiyordu. Zalim bir sessizlik, hücrelerimizin duvarları üzerine ikinci bir zırhlı duvar gibi geçmişti. Ne arayan vardı, ne soran. Yalnız beni değil, hiç kimseyi arayan soran yoktu. Koridorda ancak asker gardiyanların ayak sesleri, bir de hâlâ hücresinin önündeki sandalyede oturan Örfi’nin boru gibi kalın sesi işitiliyordu. Hep kendi kendine konuşur gibi yaparak komşu hücrelerdeki arkadaşlarıyla konuşuyordu. Bunu gören gardiyanlar, onu yine içeri tıkmakla korkutmaya çalışıyorlardı. Sonra, bir sessizlik başlıyor, bu arada gittikçe bozulan mahpuslardan biri patlıyor, boş yere buraya kapatıldığından söz ederek kös dinlemiş olan cahil gardiyanlara insan hakları kurallarından örnekler sıralıyordu. Hepsi boşunaydı. Gardiyanlar varıp demir kapıyı yumrukluyor, sonra ufacık hava deliğini açıp mahpusa gözleriyle de bir zılgıt geçtikten sonra öfkeli öfkeli söylenerek uzaklaşıyorlardı. Kimi zaman şöyle dedikleri işitiliyordu: “Koca İstanbul’u yıktırmak kolay mı? Onu daha önce düşünseydin.”

Bu sözlerden de anlaşılıyordu ki, büyüklü küçüklü bütün asker de Menderes’le Bayar tayfasının oyununa gelmişti.

Böyle birkaç gün daha geçti. Bir deniz altı sessizliği bütün en kötü beklentilere gebe olarak sürüp giderken, bir gün koridorda kalabalık ayak sesleriyle kimi konuşmalar işittik. Sırayla hücrelerin kapıları açılıp kapanıyor, kimi kimselerce mahpuslara belli sorular soruluyordu.

Bu sırada ayak sesleri bizim hücrenin kapısına da yaklaştı. Bir gardiyan kapıyı açtı. Başımı uzatıp bakınca, bizimkinden önce bütün öteki hücre kapılarının açılmış olduğunu gördüm. Bütün mahpuslar kapılarının önünde dikilerek merakla soru soran birkaç kişiye bakıyordu. Bunlar, iktidarın buyruğunda sonraları bir cellat gibi çalışacak olan, hırsı zekâsından çok büyük, erdemsiz bir adam olan general Namık Argüç’le, faşist, cellat yamaklığına hevesli birkaç yüksek asker yargıçtı. Hemen herkese özdeş sorular soruyor, mahpusların öfkeyle yönelttikleri sorulara hınzırca gülümsemelerle ya da suçluluğu peşin olarak kabul edilmiş kişilere söylenebilecek kaba cevaplar vererek geçiyorlardı. “Bizi neden kapattınız buraya?” diye soranlara da yine hınzırca gülerek, “Siz bilirsiniz nedenini,” deyip geçiyorlardı. Herkesin gözünün önünde belli kişilerce belli erekler uğruna yıktırılan kentin serüveni, biraz olsun mürekkep yaladığını bilinen bu askerlerce bilinmiyor muydu? Yoksa bu suçlamayı onlar da öbür iki yumruk kafalı herif [yani Menderes ve Bayar]gibi bilerek bir kurtuluş taktiği olarak mı kullanmak istiyorlardı? Eğer böyleyse, onlar da ötekiler kertesinde sefil ve iğrençti. Böylece, askerlik şereflerini ayaklar altına alarak, ötekilerin çomarlığını bilerek üzerlerine alıyorlardı. Ben, bu tiksinti veren düşüncelerle bir oklu kirpi gibi bütün varlığımla ayaklanmış beklerken, herifler hücremin kapısına dayandılar. Adımı, sanımı, ne işlerine yaracaksa, kaç yabancı dil bildiğimi sordular. Fransızca, İngilizce, Almanca bildiğimi söyledim. Bu onları hiç ilgilendirmedi. “Peki Rusça bilmiyor musun?” diye sorular.

Bu soruyu soran da anlamsız, düşman, basit yüz çizgileriyle general Namık Argüç’tü. Bu gerçekten iğrenç bir soruydu. Herif demek istiyordu ki, “siz Ruslardan emir alarak İstanbul’u yıktırdınız.” Generalin suratına tükürür gibi “hayır” dedim. O zaman bizi ne korkunç, ne piçliğine bir biçimde suçlamak istediklerini anladım. Ne yalan söyleyeyim, ürktüm. Dışarıdan direktif alan, kitleleri ayaklandırmış, İstanbul’u yıktırmış kişiler olarak görülmek isteniyorduk. General Argüç’le yüksek asker yargıçların yüzümüze bir bakışları vardı ki, çok iğrençti. Bize karşı yüzlerinde hiç de kin, tiksinti yoktu. Parıl parıl parlayan gözleriyle bakışlarında, kendilerine talih getirecek büyük bir ava bakarken güçlü, yırtıcı bir yaratığın duyduğu tanımlanamaz sevinç, hırs göze çarpıyordu. Eğer bizi suçlu çıkarabilirlerse, zayıf sırtlarımızdan elverişli bir hasat yapmayı düşündükleri açıkça görülüyordu. Şimdiden bizi suçlu olarak kabullendikleri, ancak bunun kanun maddelerine dökülerek meydan çıkarılmasını sağlamak üzere kuruntular arkasında oldukları anlaşılıyordu. Bu, kültürce ayaklarımızın dibinde bulunan adamların bizi birer kasaplık hayvan gibi düşünerek hesaplar kurmaları, yaşadıkça tiksintiyle anacağım bir dram sahnesi oldu. Herifçioğulları suçsuz da olabileceğimiz ihtimalini büsbütün bir yana bırakmış, salt mahkum etmek üzere olanaklar arıyorlardı.

Daha sonra Ankara’da üniversitelilerin üzerine ateş açtıracak kerte ileri gidecek, belasını da bulacak olan general Namık Argüç cellat düşünceli tayfasını toplayıp gittikten sonra, bütün mahpusları bir kara düşüncedir aldı. Şimdi hepsi, hücresinin yirmi beş mumluk sarımtırak karanlığında kara kara düşünüyordu. Ben de altmış kuruşluk incecik mukavvadan yatağımın üstüne uzanarak, kendimi kara düşüncelerin uçurumundan aşağı bıraktım.(s. 22-5)

II

Bizim bu konuşmalarımızı ilgililer içercesine dinliyor, gereken yerlerde de hayasızca not alıyorlardı. Anlaşılan dışarıda bütün Millî Emniyet’in, bütün polisin yaptığı araştırmalar fos çıkmıştı. Kuyruğu sıkışan Bayar-Menderes ikilisi, ağızdan kaçırılacak ufacık tefecik ipuçlarından medet ummaya başlamıştı. Sanki düşman bir ülkenin karşı casusluk örgütünün eline düşmüş gibiydik. Her zerremizde vatanı yakıp kül edecek korkunç gizler gizliymiş gibi, bizi dinleyenler bütün antenlerini germiş dinliyordu. Sanki ufak bir sözcüğümüzde sembolik anlamı yakalayarak, İstanbul’u yıkan korkunç kasırganın anahtarını bulmak istiyor gibiydiler. İnsanoğlunun bu şaşkınlık anlarındaki aptallığına bir kez daha acı acı güldüm içimden. İçim tiksintinin en karasıyla dolup taşarken biraz daha konuştuk. Şerife:

"Hepimiz suçsuz olduğunuzu biliyoruz. Acaba ne zaman salıverirler sizi?” diye sordu.

"Evet, hepimiz, anladığıma göre, en aşağı şu bizi dinleyen subaylar, asker gardiyanlar kertesinde suçsuzuz. Ama bir suç uydurmak gerekirse, onu hiç bilemeyiz. Bundan dolayı da ne zaman buradan kurtulacağımızı ne biz bilebiliriz, ne de bizi sokaktan toplayıp buraya tıkanlar.”

"Annem de bizi bırakıp gitti. Ben şimdi küçük bir çocukla o dağ başında ne yaparım? Yanımızdakiler de bizi evden çıkarmak için, geceleri eve taş atıp güm güm kapıları dövüyorlar”

"Münire kadın, sana geceleri hovardalar göndereceğim diye beni tehdit ediyor.”

"Git, başımıza bu işi açan birinci şubeye şikayet et. Gerekirse sıkıyönetim komutanlığına başvur. Bizi karılarımızı kerhaneye düşürmek için mi buraya kapadılar?”

"Bir-iki gün önce, seni tutuklayıp götüren komiserle başka polisler, subaylar geldi. Kapıyı habersiz omuzlayıp kırarak içeri girdiklerinden çocukla çok korktuk. Dudaklarımız uçukladı. Senin bütün kitaplarını didik didik ettiler. Birkaç yabancı dilde kitabınla bir yığın yazını alıp götürdüler.”

Konuşma süresi beş dakikaydı. O da henüz hiçbir şey konuşmadan doldu. Saatine bakan yüzbaşı, “Vakit doldu,” dedi. “Götürün bunları, başkaları gelsin.”

Acaba ne gibi bir giz sızdırabilirler benim karımla şu konuşmamdan diye düşündüm. Ankara’daki yıktırıcı başılar mutlaka bu konuşmalardan sızdırılmış ipuçlarına değin bir rapor bekliyorlardı.

Üzücü düşüncelerle hücreme döndüm. Bu, daha çok, aptal kodamanların hâlâ kendilerini kurtarmak için biricik çare olarak bizim suçluluğumuzdan medet umduklarını anladığımdandı. Suçlulukları ayyuka çıkan bu insanlar, demek ki, son kerte sıkışık durumdaydılar. Bizi mahkum ettiremezlerse okkanın altına gideceklerdi. İşte bu düşünce beni titretti. Demek ki, bu hücrelerde daha çok çile dolduracaktık. (s. 30-2)

III

Burada Hasan İzzettin o dönem DP milletvekili olan tarihçi Fuat Köprülü’den bahsediyor. Bir bilim adamının ne hâllere düşebileceğini gösteren ibretlik bir örnek Köprülü:

Artık günlük gazeteleri okumamıza da müsaade çıkmıştı. İstanbul’u yıktıran DP kodamanlarının hâli yürekler acısıydı. Muhalif gazetelerle dergilerde çok acı söz çakıştırmalar, eleştiriler, yergiler yer alıyordu. İç basınla birlikte dış basından ilginç haberler veren kimi dergiler de elimize geçmeye başladı. Örneğin, Adnan Menderes’in koordinasyonsuz ekonomi siyasetini eleştiren Time dergisi, başbakanı epeyce hırpalıyor, “Menderes uçurumun kenarında dolaşmaktan hoşlanıyor,” gibi bir söz ediyor, bunun tehlikelerine dikkati çekiyordu. Anlı şanlı Menderes, ülke içinde olduğu gibi ülke dışında da yaşlı bir servi gibi niteliğini bilmediği, gücünü ölçemediği fırtınalar önünde çatırdayarak yerlere serilmek eğilimi gösteriyordu. Time dergisindeki yazıyı okuyunca biraz alınlarımız yükseldi, başlarımız doğruldu. Menderes efsanesi salt Türkiye’de değil, dünyada da kamuoyundan ilk onmaz darbeyi yemiş oluyordu.

İşler Avrupa’da, Türkiye’de umulmaz bu ters gidişi alınca, Menderes’le arkadaşları, özellikle Köprülüzade Fuat adlı eski saygıdeğer profesör, beceriksiz, rate bir politikacı olarak konuyu yeni baştan ele alıp bütün Türkiye’ye, dünyaya karşı Fatih’in toplarıyla bir salvo ateşine girişti. Meclis kürsüsünden yaptığı bu kuru sıkı atışta ağız dolusu politika yalanları savuruyor, “İstanbul’u 6-7 Eylül gecesi dışarıdan aldıkları buyrukla komünistler yıktırdı,” diye gerisini yırtarcasına bağırıyordu. İlk gençliğimden beri kitaplarını okuduğum, özel bir saygı beslediğim bu herifin, kendi kıçını kurtarmak uğruna bu kerte alçaldığını görmek, beni sonsuz tiksindiriyordu. Cüce bir politikacıdan başka bir şey olmayan Köprülüzade, bütün aydınların gözünde böylece harcandığını bile ayırt edemeyecek kerte sağduyusunu yitirmişti. Kodamanlar sıkıştıkça daha çok bize sarılıyor, politika pazarında hâlâ bize kocaman yamyam kapanları kurmuş, bunların altını Köprülüzade’nin bilimci körüğüyle üfleyip harlandırmaya çalışıyorlardı. Köprülüzade birdenbire başlıca düşmanlarımız arasına girmişti. Elimize geçse onu bir kaşık suda boğardık. Onların bize böyle kudurmuşçasına saldırışları, bir yandan da bizi umutlandırıyordu. Şundan ki, onların hâlâ bu yan üzerinde direnmeleri, sağduyu sahibi Türkleri de iğrendirmeye başlamıştı. Eski gazeteci Hüseyin Avni Şanda’nın kulağına değip de el altından bize ilettiği habere göre, komünistlerin biricik suçlu olarak tutuklu bulundurulmasını artık Millî Emniyet de doğru bulmamaya başlamıştı. Bu haber de kulağımıza gelince, ufukta tanyerine benzer bir yerlerin ağardığını ayırt eder gibi olduk. Menderes’le Bayar’ın yenilgisi çıplak gözle görülecek kerte yaklaşmış görünüyordu. (s. 35-7)

IV

Aydın solcuların evlerinde kendilerini kurtarmaya yarayacak bir şey bulamayınca, içimizdeki eski bilinçli tütün işçileriyle ustalara asılmışlar, onların kıt, kısır yaşayışlarından kendileri için kurtuluş formülleri istiyorlardı. Onlar, bizim gibi Moskova’dan buyruk almadıklarından, ancak yağmalara katılabilir, bunları fiilen yönetebilirlerdi! Bu yüzden onların evlerine yapılan baskınlarda, yağma-talan malıdır diye birçok eşyayı alıp götürmüşlerdi. Tahtakale’de eski ayakkabı satan Conga Ali’nin evinden yedi çift eski püskü ayakkabı alıp götürmüşler, şimdi de “bunları nereden aldın?” diye adamcağızın başını etini yiyorlardı. Conga her ne kadar Tahtakale’de eski ayakkabı alım satımı ile uğraştığını söyleyip duruyorsa da, ötekiler bunların mutlaka yağma malı olduğunda direterek doğruyu söylemesi istiyorlardı. Eğer bu yedi çift eski pabucun talan malı olduğu ispatlanabilirse, Bayar-Menderes ikilisi temize çıkacak, İstanbul’u yıktıranların komünistler olduğu anlaşılacak, böylece sıkıyönetim komutanı Nurettin Aknoz da içimizden on beşini astıracak, geri kalanını on beşer yirmişer yılla içeri tıktıracak, Menderes tayfası solcuların sırtından bir kez daha hasat yapmak olanağını bulacak, böylece bir taşla birkaç kuş birden vurulacaktı. Conga Ali’den başka birkaç tütün işçisi arkadaşın evinden de bir şeyler alıp götürmüşlerdi. Kırk yıl eski bir ceviz sandığının dibinde kalmış gelinlikler, kara gün için saklanan basmalar, türlü kumaş parçaları, nereden geldiği bile zamanla unutulmuş kullanılmaz süs kristalleri, bin bir güçlükle diktirilip ancak bayramdan bayrama giyilen yeni kalmış erkek elbiseleri, konuklara çıkarılmak üzere bir köşede dikkatle korunan tabak, kaşık, çatal, bıçak, peçete gibi sofra takımları hep yağmalanmış mal diye götürülmüş eşya arasında bulunuyordu.

İşte DP’nin suçlu ejderhalarını kurtarırsa bu zavallı eşya kurtaracaktı. En son bel bağladıkları kurtarıcı mucize, bu eski postallarla kumaş kırpıntılarında yatıyordu.

Esmer kuru yüzünde bir halk umutsuzluğu yüzen Conga Ali’nin hücresinde oturmuş dertleşiyorduk. Eski mapushane arkadaşımız Remzi de bizimle birlikteydi.

Conga "Yahu,” diye dert yanıyordu. “Menderes’le Bayar kıçlarını kurtarmak için salt benden aldıkları yedi çift eski püskü Tahtakale pabucuna kalmışlarsa Türkiye batmış demektir. Ben şu sırada dışarıda olsaydım, beş parasız olduğum hâlde yine de onlara kredi ile böyle yüz çift postal bulurdum. Eğer Beyoğlu’nda duman ettikleri birkaç milyarlık servetin acısını benim yedi çift eski pabuçla karşılayabilirlerse, onlara aşkolsun derim doğrusu. Düşünemeyeceğimiz kadar bayağı heriflermiş bunlar meğer. Bizim gibi birkaç yoksul işçiyi ateşe atarak, pisledikleri kocaman suçu örtbas etmeye çalışmaları çok alçakça, namussuzca bir iş. Geceleyin ciplerle gelen ekipler mahalledeki birçok eve kapıları kırarcasına zorlayarak baskın yapmışlar, korkudan çoluk çocuğun dudakları çatlamış! Evin köşesini bucağını didik didik etmişler. Mahallede gören de sanır ki, o gece İstanbul’u kırıp döken, yağmalayan DP’li bıçkınlar arasında biz de varız. Oysa o gece hepiciğimiz evlerimizde çoluk çocuğumuzun arasında ya uyuyor ya da dinleniyorduk. İstanbul’un yıkılışının haberini ise mahallemizdeki Demokrat Parti’lilerin gece yaptıkları işleri böbürlenerek anlatışlarından öğrendik. Her semtin partilileri grup grup Beyoğlu’na, Samatya’ya, Yedikule’ye, Heybeli’ye, Büyükada’ya gitmiş, daha gündüzden hazırlanan planları uygulamaya başlamışlardı. Evlerde Rum kızlarına nasıl tecavüz ettiklerini, bir papazı nasıl sünnet ettiklerini bağıra bağıra mahallede anlatanlar hep o partililer değilmiş gibi, şimdi işin bir suç olduğu anlaşılınca onları bir yana bırakıp, birkaç sosyalist işçinin eski pabuçlarını suçlamaya kalkışıyorlar." (s. 41-3)

V

Mapushanenin bir akademi olduğunu eskinden beri bilenler de birer birer yararlı işlere el atmaya başlamışlardı. Kemal Tahir hücresindeki şezlonguna kurularak birçok roman yazmanın heyecanı içinde sürükleniyor, doktor Hulûsi salondaki masamsı eski bir marangoz tezgâhının başına geçip sabahtan akşama dek İngilizce tıp dergilerinden not alıyor, sanki sınava hazırlanıyormuş gibi milletle konuşmaktan dikkatle kaçınıyordu. İki doktor Boratav kardeşler de İngilizce ders kitapları getirtmişler, düzgünce çalışmaya başlamışlardı. Ben de elimden geldiğince onlara yardım ediyordum. Aziz Nesin’in hücresi iki kanatlı kocaman cümle kapısının hemen karşısına düşüyor, oradan da ancak iki-üç metre uzaklıkta bulunuyordu.

Hücresinin karşı duvarına, kapıdan içeri giren görevlilerin ilk bakışta gözlerine çarpacak biçimde bir resim yapmış, yanına da büyük bir yazıyla boydan boya “Ah ulan ah, inek arabaları” diye yazmıştı. Millet gördükçe gülüyordu. Bu yazı ile resimler, usumda kaldığına göre, biz Harbiye’den çıkıp gidinceye dek orada kalmıştı. (…) (s. 49-51)

VI

Tahliyeler hep gece karanlığında, yatsıya doğru ya da yatsıdan sonra yapılıyordu. Her giden arkadaş grubu bize de kurtuluş umutları vermekle birlikte, çevremiz günden güne boşaldığından dolayı da derin bir yalnızlık duygusuyla dolmaya başlıyorduk. Hemen hepimiz, önce idama mahkum edilerek sonra affedilmiş kader kurbanları gibi sevinç içindeydik. Beş-altı ayın gerçi mapushane yaşayışında hiçbir değeri yoktu. Ancak, biz bu birkaç ay içinde çok yoğun bir öldürücü işkence, umutsuzluk cehennemi yaşamıştık. En aşağı onar yıl yatmış gibi yaşlanmış, yıpranmıştık. Kafka’nın sokaktan kaldırılıp götürülen, kendisine yüklenecek bir suç biçimi aranan insanına dönmüştük. Bu, suçluluk bilinciyle mahkemenin karşısına çıkmaktan çok daha kötüydü. (…)

Bir ikindi üstü bu komedya da ben de ufak bir rol aldım. İnce uzun boylu, sarışın mavi gözlü, sevimli bir asker sorgu yargıcı beni beş dakika bile sürmeyen bir sorguya çekti. Sonra zindana döndüm. Yatsı vakti benimle birkaç arkadaşın adı okundu. Geri kalan arkadaşlarla helalleştik. Yataklarımızı ertesi gün almak üzere arkadaşlara emanet ederek caddeye çıktık. Alışkanlık dolayısıyla çevremde zararlı insan gölgeleri aradım. Kimse yoktu. Bir dolmuşa atlayarak Sirkeci’ye indim. Baktım, o yörede kırılıp dökülen bütün evlerin, mağazaların camları takılmış, içleri yine mobilya ile malla dolmuştu. Yalnız 6-7 Eylül kasırgasının benim insan yüreğimde açtığı korkunç yaralar yaşadıkça işleyecekti. Onları hiçbir güç onaramazdı.(s. 94-6)

VII

Bir de önceki yazıda bahsettiğim kitaptan aktarayım. Kemal Tahir bir gün Hasan İzzetin’e sormuş:

“Yahu arkadaş, sen ömrünü nasıl geçirirsin?” Dinamo’nun cevabı çok ilginç:

"Karnımı doyurdum mu, bir iskemle atar otururum gecekondumun önüne. Toprakta gidip gelen karıncalara bakarım. Onların nasıl öteberi taşıdıklarını, birbirlerine nasıl yardım ettiklerini, koca yükleri yuvalarına nasıl soktuklarını seyrederim. Onların takip ederken gün kararır, akşam olur. Bugüne kadar çok roman yazdım. Ciltler dolusu … Sayısını bile unuttum. Bir zamanlar bunları tenekelere koyup toprağa gömdüm. Bir zaman sonra gömdüğüm yerleri unutmayayım mı? kazmadığım yer kalmadı. Çoğunu bulamadım. Sekiz tanesini buldum. İşte onlar Kutsal İsyan ciltleriydi.”

"Ya hafızası kaybolmasa hâlimiz nice olurdu?” diye gülüyor Kemal. (…)" (s. 511)

Aynı kitaptan bir tane de 6-7 Eylül Olayları’na ilişkin aktarayım. Kemal Tahir anlatıyor:

Yüksekkaldırım’ın üst başına yakın bir kitapçı, Lazaraki vardır. Bu adam orada eski kitaplar satar. Asıl önemli olan Lazaraki’nin kitapçılığı değil. Bu adam en eski ve en değerli Bizans mozaiklerini gerçek taşları ve renkleriyle aynen yapar. Bizans mozaiği üzerine yer yüzünde ondan büyük usta yoktur. Bir de evinde çok zengin bir Bizans kitaplığı vardır. Onları satmaz. Aslında Lazaraki’nin mozaikçiliği de amatörce. Zevk için yapar, satış metası olarak kullanmaz. Onda, en kıymetli Bizans mozaiklerinin hakikî büyüklükteki ve gerçeklerinden fark edilemeyecek kadar mükemmel kopyaları vardır. O sıralarda İstanbul’da Bizans kongresi toplanıyor. Bu kongreye de Almanya’nın eski cumhurbaşkanlarından, dünyaca ünlü bir bizantolog profesör katılıyor. Bu profesör iki tane kıymetli Bizans mozaiği kopyası istemiş. Bu adamı duymuş. “Ne kadar para isterse veririm,” diye haber göndermiş. Lazaraki verimkâr olmamış. Bunun üzerine resmen istemek için bizimkilere müracaat etmiş. Lazaraki yine vermeyince o gün resmî bir araba kapısında zınk diye durmuş. Adamın eli ayağı titremeye başlamış. Gelenlere arkadaki deposundan birkaç tane getirmiş. İkisini seçip parasını vermişler. Birkaç gün sonra 6-7 Eylül olmuş. Tabii Lazaraki’nin kitapçı dükkânı da yağmalanmış. Adamın kitapları filan gördüğü yok. Aklı, dükkânın arkasındaki depoda duran mozaiklerinde. Dükkânın önündeki molozlara bakmış, içlerinde hiçbir mozaik parçası yok. Yüreğine su serpilmiş. Bir de arka tarafa geçsin ki, güzelim mozaiklerin yerinde yeller esiyor. Ağır şeyler, öyle hemen taşınacak gibi de değil. Küçük bir kırık parçası bile yok etrafta. Demek, bilenler daha evvelden mozaikleri alıp savuşmuşlar. Kırıcılar geldiğinde kıracak bir şey kalmamış. (s. 511-3)

Adnan Menderes için Kemal Tahir şunu diyor:

Kazanç yollarını bizim yerimize düşünür. Bu yola sorumluluklar yüklenerek sapar. Kazançları bize dağıtır, zararları başka yerlerden kapatır. Kötüsü gelirse ölür, ölümü ile bütün suç delillerini ortadan kaldırmış olur. İşte burjuvalarımızın taptığı şef tipi, sözgelimi Adnan Menderes budur! (“Çöküntü”, s. 150)

VIII

İşte olup bitenler böyle! Şimdilerde bizim İslâmcı gericilerimiz ve dümbelek liberallerimiz DP’yi Türkiye’ye demokrasi getirmiş bir parti diye, Menderes’i de demokrasi şehidi diye yutturmaya çalışıyorlar. Halbuki şunları söyleyen Menderes değil miydi: “Odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm – Siz isterseniz hilâfeti bile geri getirirsiniz – Kara cüppeliler ordusu [üniversite hocaları için] – Battal Gazi ordusu [TSK için] – Ben orduyu yedek subaylarla bile yönetirim – Beşer-i hafıza nisyan ile maluldür – Ben kendime sabık başbakan dedirtmem.” Hem benim bildiğim, Menderes’in evlilik dışı üç ilişkisi vardı. Çekmecesinden sutyen çıktığı bile söyleniyordu. Bizim beton kafalı İslâmcı gericilerimiz Menderes’i savunurken bir de bunları savunsunlar sıkıysa!

Demokrat Parti memlekete demokrasi getirmişmiş! Puah! Muhalefet hakkını kısıtlayan, CHP’nin mallarına el koyan, basın özgürlüğünü kısıtlayan, gazetecileri hapse atan, üniversitelerdeki bilim özgürlüğüne müdahale eden, ispat hakkı isteyen basın ile “İsmail Hakkı mı, o da ne?” diye dalga geçen, kendilerine oy vermeyen Kırşehir ilini ilçe yapan, işçi haklarını ve sendikaları bastıran, sanat ve edebiyat yaşamını anti-komünizm baskısı altına alan, CHP’yi kapatmak için Meclis’te Tahkikat Komisyonu’nu kuran hangi parti idi peki? Özgürlükçü geçinen ahmak liberallerimiz sıkıysa bunları da savunsunlar da görelim!

Sonra da bu üçkağıtçılar takımı 27 Mayıs oldu diye ağlaşıp duruyorlar. Tabii ağlarlar, çünkü 27 Mayıs bunların menfaatlerinin köküne kibrit suyu döktü. Hele 6-7 Eylül Olayları esnasında tutuklanan solculardan bahsederler mi hiç? Şeytan diyor ki, al eline bir çekiç, bu zevzeklerin kafalarına akılları başlarına gelinceye değin güm güm vur. Daha önce de söylemiştim, şimdi olup bitenleri ister istemez DP dönemine benzetmeden edemiyorum. Bakalım bu işin sonu nasıl bitecek?

Hasan İzzettin'in "Meydan Okumak" adlı şiirinden bir parça ile bitirelim:

Öyle çekmişim ki
Artık benden sonra
Birkaç satırımın yaşaması bile
bana vızgeliyor.
Artık bahçemdeki yemişlere
ne güleryüzlü bir dost
ne hırsız geliyor.
Demek, diyorum, bu duruma gelirmiş
budana budana bir şair.
Ölümsüzlüğe sırtını dönmüş şiir
Artık acıya meydan okuyabilir.