Monday, October 01, 2007


TUNÇAY VE İSLAMCILIK ÜSTÜNE

Bu aralar tezle uğraştığımız için yazmaya pek vakit kalmıyor. Ara ara yazılan yorumlara cevap veriyorum. Ona rağmen, bir işle uğraştığınız için vakit çabuk geçiyor ve bir de bakıyorsunuz yazmayalı bayağı olmuş. En son İzlenimler’den Fethi bey benim “Kemal Tahir’in Son Yemeği” adlı yazıda Mete Tunçay hakkında yazdıklarımı eleştirmiş (önceden Erhan bey de eleştirmişti) ve şöyle demiş:

Mete Tunçay'ı sadece Kemal Tahir'in son yemeğindeki bir tartışmaya bakarak harcamana bir mana veremedim. Tunçay 70'li yıllarda Kemalizme en ciddi eleştirileri getirenlerden biridir. Kemal Tahir'in Anadolu insanını çok iyi tanıması apayrı bir konudur. Mete Tunçay ile aralarındaki tartışmanın Kemalizm ile ilgili olduğunu zannetmem, olsa olsa marksizm üzerine şeylerdir. Mete Tunçay'a uyduruk, kıytırık demeyin sebebini de anlayamadım doğrusu. Bana soracak olursan bırak kıytırığı onun üzerine tarihçimiz var mı desen epey düşünürüm.

Sanki gereksiz yere islamcı ve muhafazakar kesime antipati besliyor, daha da kötüsü bu antipatinin gücüyle analizlerini zedeleyecek önyargılar taşıyorsun gibime geliyor. Sevmemek hatta nefret etmek ayrı, bunların insanın gözünü kör etmesi apayrıdır.

Aslında Kemal Tahir’in ölümünden Tunçay’ı sorumlu tuttuğumu söylemiyorum yazıda. Alıntılar dışında yazdıklarımda buna ilişkin herhangi bir şey yok. Fakat o gün olanları gören bir kişin anlattıkları bu şekilde. Şurada konuyla ilgili bir haber de var: http://arsiv.zaman.com.tr/2003/04/30/kultur/h1.htm Diğer yandan Tunçay’ın yazdıklarına katılmıyorum.

I

Önce Tunçay’ın Kemalizm ile ilgili yazdıklarına – kimi yerlerdeki bozuk cümle yapısına hiç dokunmadan – birkaç örnek vereyim. Bunlar Tunçay’ın tipik eleştirileri olsa gerek (Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Ankara: Yurt Yayınları, 1981):

(…) biçim bakımından, Cumhuriyet Lâikliğinin, avam-havas ya da sıradan halk-seçkin aydın yabancılaşmasını körükleyen en önemli bir etmen olduğu söylenebilir. Kanımca, bu istemeden düşünülen bir yanlışlık değil, tersine bile bile erişilmek istenen, amaçlanan bir durumdur.

Kemalist aydınlar, bana “Osmanlı münevveranından müdevver” (ama çok daha ileriye götürülmüş) bir özellik olarak görünen, kendilerini halk yığınlarından ayrı ve üstün tutma isteklerini dinle ilgili tavırlarında da ortaya koymuşlardır. Jakobence bir görünüş altında, gerçekleri ve doğruları bilen ve yalnız kendileri bilen ve içlerinde, bunları yığınlara zorlamayla da olsa kabul ettirme görev duygusunu (misyonunu) taşıyan aydınlar için, Lâiklik, halktan ayrımlanmanın bir yolu ya da aracı olmuştur. Bence bu tutum, Altıok’taki Halkçılık ilkesini de, çağdaş demokratik anlayışı yansıtmak bakımından o denli yetersiz kılan tepeden inmeci dünya görüşünün kaçınılmaz bir sonucudur.

Dört beş yıl önce, Ankara’da Felsefe Kurumu’nun düzenlediği bir seminerde “Dogmatizm” konusunda bir bildiri okumuş ve orada, Kemalizmin yapıca bir tür “Yeni İslâm” olduğunu savunmuştum. (Aynı bildiride, Türkiye’de gözlemlediğimiz çeşitli sosyalizmlerin de “Yeni Kemalizmler” ve dolayısıyla “İkinci Yeni İslâmlar” olduğu görüşü de yer almaktaydı. …) (s. 214)

Konuşmamın başlarında, genç Marx’tan söz ederek, dinle dünya ayrımının temelsizliğine değinmiş, dinin toplumsal evrimin bir aşamasında, insanın dünyayla kendi ilişkisini tanımlamakta yararlandığı bir dilden başka bir şey olmadığını söylemiştim. Üstelik, İslâm, Hıristiyan ideolojisinden farklı olarak, bu ayrımı yapmamakta, “din dünya içindir” demektedir. Çağımızın ünlü bir İslâm düşünürü olan, merhum Ahmet Hamdi Aksekili’nin yazdığı gibi: “Kuran’a göre, din ile hayat, birbirinden ayrı iki şey değildir. Dinin hareket sahası, medenî dediğimiz hayatı en yüksek şekilde kuşatacak kadar geniştir. O, her şeyden önce, insanın maddiyatı ile, cismanî ihtiyaçları ile ilgilenir.” Böyle olunca, Hıristiyanlıkta ideolojik bir temel bulabilen Lâiklik fikri, İslâm’ın özüyle çatışmakta ve bu durum, halkçı bir anlayışla yürütülemeyen Kemalist Lâiklik politikasının sakıncalarını arttırmaktadır. (s. 217)

Atatürk’ün yaratancı olduğunu düşünen Tunçay, onun dinî inancı hakkında şunları diyor:

Kemalist Lâiklik anlayışı, pek doğal olarak, Atatürk’ün kendisinin din konusundaki görüşlerinden kaynaklanmaktadır. Çeşitli konuşmalarına bakarak, Mustafa Kemal Paşanın, bir ara kaba materyalizm (Büchner-Haeckel) etkisiyle ona da eğilim duymuş bulunmakla birlikte, “tanrıtanımaz” (athesit) değil, “yaradancı” (deist) olduğunu söyleyebiliriz, sanırım. 18. yüzyıl Aydınlama Çağına ve 19. yüzyıl Pozitivizmine uygun bir tür “usçul dinbilim” (rational theology) ve “doğal din” (natural religion) inancı vardır. Ancak, İslâmın “âhir ve ekmel din” olduğunu bir belit (axiom) gibi kabul ederek ya da siyasal taktik gereği, kabul ediyor görünerek, İslâmlığı bu çizgide yeniden yorumlamakta, İslâmiyetin özünde, kendi onayladığı “aklî ve tabiî din”le aynı şey olduğunu ileri sürmektedir. Bir de, Mustafa Kemal Paşa, “ciddi ve hakiki ulemâ”yı istisna etmekle birlikte, dinadamlarına müthiş düşmandır: “ … ben şahsen onların düşmanıyım. Onların menfi istikamette atacağı bir hatve yalnız benim şahsî imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla alâkadar, o adım milletimin hayatına karşı bir kasıt, o adım milletimin kalbine havale edilmiş bir hançerdir. Benim ve benimle hemfikir arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir. … Farzı-muhal eğer bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle menfi adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben, kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.” (Konya Türk Ocağı’nda yaptığı bir konuşmadan: Hâkimiyet-i Milliye, 26 Mart 1923) (s. 213, dipnot 5)

II

Tunçay Kemalizm’i eleştirdiği bir başka yerde şunları yazmış. Benim takıldığım yerler işte böyleleri (“İkna (İnandırma) Yerine Tecebbür (Zorlama)”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm, Cilt: 2, 2. baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002, s. 92-96):

(…) Mesele, meşrutiyeti ya da demokrasiyi, halk onları yaşamaya hazır hâle geldikten sonra tadı çıkarılacak rejimler diye düşünmemek, sorunların üstesinden gelmeye çalışırken bu çağdaş siyasal yönetim biçimlerini uygulamaktır. Geçmişte öyle yapılsaydı bugün böyle olmazdı. (…) (s. 96)

İlk bakışta eli yüzü düzgün bir cümle gibi gözüküyor, ama aslında içerikten yoksun bir ifade bu. Zira Tunçay “nasıl?” sorusunu cevaplamıyor. Öyle yapılsaydı bugün böyle olmazmış. İyi de, geçmişte “nasıl” öyle yapılacaktı? Atatürk o “öyleyi” nasıl yapacaktı? Cevap yok. Tunçay da bilmiyor zaten. Nitekim aynı yerde Cumhuriyet Devrimleri için şöyle yazmış:

(…) Fakat farzı-muhal onlar olmasalar da, gerçekleştirilebilecek sonuç, ne tür bir “çağdaşlık” olacaktı? Belki biçimsel olarak ileri ülkelere benzeyen, ama özünde çağcıllıktan uzak, özgürlüklerden, insan haklarından, demokrasiden yoksun bir yaşayış. Ya da daha yavaş, sindire sindire, halkın katılımıyla, onun istediği yönde yürümek. Halk çoğunluğunun uzun dönemde yanlış bir yolda ısrar etmeyeceği, İslâmî bir kabul olduktan başka, demokrasinin de temel varsayımlarındandır.” (s. 96)

Kalın yaptığım cümle tam manasıyla evlere şenlik bir cümle. Tunçay önce bir önermede bulunuyor: “daha yavaş, sindire sindire, halkın katılımıyla, onun istediği yönde yürümek.” Buna ilişkin dayanağı nereden aldığını ise benim kalın yaptığım cümlede söylüyor: İslâm ve demokrasi. Yani halk bu ikisinin temel varsayımlarına göre uzun dönemde yanlış yapmazmış. Bakalım bir:

Demokrasinin temel varsayımlarına göre halk uzun dönemde yanlış yolda yürümezmiş. O zaman şöyle soralım: “Halk, demokrasi varken mi yanlış yolda yürümez?” Garip görünebilir, fakat Tunçay’ın mantığına uygun bir soru. Eğer cevap “evet” ise, bu durumda söz konusu ülkede demokrasi olması gerekir. Peki 1923’te demokrasi var mıydı? Demokrasi için uygun koşullar var mıydı? Demokrasi olmadıktan sonra halk nereye gidecek? Şimdi bile demokrasi var mı? O zaman demokrasi yoksa halk yanlış yola gidecek – şimdi olduğu gibi. Dolayısıyla onları doğru yola yönlendirmek için birilerinin ortaya çıkması ve müdahale etmesi meşru hâle gelecek.

Halkın uzun dönemde yanlış bir yolda yürümeyeceği İslâmî bir kabulmüş. Şunu soralım: “Halkın yanlış yolda yürümemesi için illa Müslüman olması şart mıdır?” Cevap “evet” ise, o zaman şu anda bütün İslâm ülkeleri doğru yolda yürüyorlar demektir. Mesela kadınların araba kullanmalarının yasak olduğu Suudi Arabistan ya da devrim muhafızlarının olduğu İran gibi ülkeler tamamıyla doğru yoldalar. AKP’nin girmek istediği AB üyesi ülkeler de yanlış yoldalar. Hatta belki de Müslüman olsalardı, Almanlar zamanında Hitler’i de iktidara getirmezlerdi. Yok, cevap “hayır” ise, bu durumda Tunçay’ın cümlesinin de bir anlamı kalmıyor.

Bir de, “biçimsel olarak ileri ülkelere benzeyen, ama özünde çağcıllıktan uzak, özgürlüklerden, insan haklarından, demokrasiden yoksun bir yaşayış” ifadesi var ki, kendi içinde çelişik. Hem ileri ülkelere benzeyeceksiniz, hem de çağdaş olmayacaksınız. Nasıl oluyor da oluyor? “Biçimsel” ne demek o zaman? Biçimselin dışında başka ne tür benzeme biçimleri var? Tunçay her şeyi birbirine katmış. Buyurun, bir başkası:

Millî Mücadele’nin başlangıcından Cumhuriyet’in ilanına kadar, halk arasında ulusçu bir tutunum (cohesion) olmaması nedeniyle, İslâmî dayanışmadan yararlanılmıştı. Hatta “dinin siyasete alt edilmesi” yolunda, Osmanlı dönemine oranla daha da ileriye gidilmişti. (s. 92)

Demek Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’daki direniş hareketi dini siyasete alet etmiş. Eh, Kemalist değil mi bunlar, ederler elbet. Halbuki AKP gibi gerçek Müslümanlar olsalardı alet etmezlerdi.

Sonuçta, birileri bir şeyler yapmaya çalışıyor ve Tunçay gibileri uzaktan bakıp dudak bükerek “olmamış bu,” diyorlar. “Peki ne yapılacaktı o zaman? Madem bunlar yanlış, siz doğrusunu biliyorsunuz demek. İşin doğrusu neydi? Ne yapılmalıdır?” diyorsunuz, ama cevap alamıyorsunuz. Önerdikleri tek bir çözüm yolu yok. Tek bir yapıcı fikir yok. Sadece eleştiri, o kadar. Hep merak ederim, acaba bu adamlar Kurtuluş Savaşı sırasında yaşasalar ne yaparlardı? Eminim padişahı kurtarmak için Atatürk’ün yanında yer alır, sonra cumhuriyet rejimi gelince ona muhalif olur çıkarlardı.

İletişim yayınlarından çıkan “Mete Tunçay’a Armağan” kitabını derleyenlerden biri de benim hocam. Tunçay’ı şahsen tanıyor. Bir sorayım bakayım, acaba bir gün müsait olursa beni onunla tanıştırır mı? Belki fırsat çıkar da, burada yazdıklarımı yüzüne karşı da söylerim. Böyle yapmakla adamın arkasından konuşuyoruz; resmen gıybet oluyor yahu(!)

III

İslamcılık meselesine gelince; İslâmcıları sevmediğim doğru. Hoş, tanıdığım İslâmcılar var ve bunların arasında gayet iyi anlaştığım düzgün insanlar da var, ama tahminimce bu tarz kişiler bu kesim içinde çok küçük bir azınlık oluşturuyorlar. Daha önce Bülent beye yazdıklarımın bir kısmı ile birleştirerek yazayım. İlkin şöyle demiştim:

Bugün parkta oturan bir grup gördüm. iki başörtülü yetişkin ve 8-10 yaşlarında yine başörtülü iki kız. İşte kızdığım şeylerden biri. Bu nasıl bir inançtır ki, ergenliğe dahi girmemiş o yaşlardaki çocukların saçlarını erkeklere göstermeleri durumunda cehennemde yanacaklarına inanıyor? Mantıklı mı bu? Küçük çocukları için böyle bir şeyi insan nasıl düşünebilir?

İkinci kızdığım ve bence çok daha önemli olan şey, bu çocuklara hiçbir seçme fırsatının tanınmamış olması. Dawkins’in bir ifadesi vardı: “Müslüman ya da Hıristiyan çocuk diye bir şey yoktur, sadece ailesi Müslüman ya da Hıristiyan olan çocuk vardır.” Neyin ne olduğunu anlayamayacak yaştaki bir çocuğa, hiçbir sorgulama fırsatı vermeden, belli bir şeyi hayattaki tek gerçek ya da doğru diye öğretmek hangi haklı gerekçeye dayanır? Bugün Müslüman olduğunu söyleyen kişilerin ne kadarı gerçekten bilinçli olarak Müslümanlığı seçmişlerdir? Bu çocukların kafalarını bu kadar küçük bir yaşta doğru ve gerçeğe ilişkin böylesine “kesin ve uzlaşmaz” dogmalarla doldurmak, onların “özgür iradelerini” daha kullanmaya başlamadan dumura uğratmak demektir.

Gerçekten de, bugün kendilerini Müslüman olarak adlandıran kişiler neden dolayı Müslümanlar? Belli bir yaşa gelinceye kadar dinsiz yaşamış, sonra bütün dinleri inceleyip akıllarına en yatkın gelen din olarak İslâm’ı mı seçmişlerdir? Elbette değil; bunun istisnası da çok azdır zaten. Bunlar Müslümandırlar, çünkü ana-babaları Müslümandır. Allah’a inanırlar, çünkü ana-babaları Allah’a inanır. Hiçbirisi kendi özgür iradesini kullanarak Müslüman ya da inanan olmamıştır. Eğer aileleri Hıristiyan olsaydı Hıristiyan, Musevi olsaydı Musevi, puta tapıcı olsaydı puta tapıcı olacaklardı. Bu nedenle bunların Müslüman olmaları tamamıyla tesadüfîdir. Burada iradeye ya da akla dayalı herhangi bir şey yoktur.

Bir inanç ya da düşünce, ancak özgürce seçildiğinde kişi için bir anlam ifade eder. Sorgulanmadan ve eleştirilmeden bellenen bir inanç ya da düşünce ise sadece tabu olur. İşte bu bakış açısında sahip insanlar, başkalarının onlardan farklı her düşüncesini yanlış olarak nitelerler.

Bu duruma ilişkin bir örnek vereyim. Basit bir mantık yürüteyim: Başörtüsünün (ya da tesettürün) Allah’ın emri olduğunu kabul eden insanlar var. Diyelim ki bu böyledir. Bütün Müslümanlar Allah’ın emir ve yasaklarına uymakla yükümlüdürler. Buna uymayanlar isyankâr (ya da itaatsiz) olurlar ve cezalandırılırlar. Nitekim başörtüsü takanlar da bunun Allah’ın emri olduğuna inandıkları için takmaktadırlar, yoksa niye taksınlar? Bu durumda çıkarım yaparsak, başörtüsü takmayan Müslüman kadınlar isyankârdır ve cezalandırılacaktır. Bu akıl yürütmeye itiraz edilirse şunu söyleyeyim: Eğer başörtüsü takmayan kişiler isyankâr sayılmıyorlarsa, başörtüsü takmak bir emir değildir. Zira ancak emirlere uymayanlar isyankâr olurlar. O zaman başörtüsü takmak zorunlu değildir. Buna göre ilk durumda, başörtüsü takan ve bunu Allah’ın emir sayan kadınların gözünde, başörtüsü takmayan Müslüman kadınlar isyankârdırlar (elbette bunu pek çoğu açık açık söylemez). Buradaki mantık tekbiçimli ve gayet basit. Aslında burada garipsenecek bir şey de yok. Bir dine inanan kişi için hayattaki tek doğru, kendi inandığı doğrudur. Eğer birden fazla doğru olursa, onun doğrusu mutlak doğru olmaktan çıkar ve dininin doğasına aykırı şeyler de doğru olma özelliği kazanır. Bu da kabul edilemezdir. Yoksa İslâm niye “hak din” olsun ki?

Ben isterdim ki, o gördüğüm çocuklar öyle yetiştirilsinler ki, 14-15 yaşlarına veya tam idrak edebilecek yaşlara geldiklerinde, kendi dinî ve benzeri tercihlerini özgür iradeleriyle yapabilsinler. Başlarını kapatmayı ya da kapatmamayı kimsenin müdahalesi olmadan kendileri seçsinler. Ama aileleri böyle bir şeye izin verir mi sanıyorsunuz? Asla! Çünkü onlar da – tıpkı yetiştirecekleri çocuklar gibi – daha küçük yaşlarında özgür iradeleri köreltilmiş insanlar.

Yukarıda bahsettiğim başörtülü kişileri düşünün bir. Bu insanların başörtüsü takmayan insanların cehennemde yanacaklarına inanmaları gayet doğaldır, inançları açısından tutarlı olmalarının bir gereğidir. Zira bu insanlar başörtüsü takmayan kişilerin cehennemde yanmayacaklarını düşünseler, bu durumda kendilerinin o örtüyü takmaları için bir nedenleri kalmaz.

Aynı şey sürekli bahsettiğim dinciler için de söz konusu. Eğer bu insanlar, kendilerinden farklı düşünen insanların inançlarının da doğru olabileceğini kabullenirlerse, bu durumda kendi dinlerinin tek “hak” din olmadığını kabullenmek zorunda kalacaklar. İnançların ve gerçeklerin her insan için farklı farklı olduğuna inanmak, din denilen şeyin insanlara öğrettiği şeyin hayattaki tek doğru olmadığına inanmayı da gerektirir. Bu da bir “mümin” için resmen inkâr demektir, asla kabul edilemez. Dinde görelilik olmaz, gerçek ve doğru tektir.

Bu nedenle dinde hoşgörünün olması zordur. Karşınızdaki insan, onunla aynı şeye inanmamanızdan dolayı sizin sonsuza dek cehennemde yanacağınızı düşünüyorsa, bir uzlaşma noktası bulmak ne kadar mümkündür? Kaldı ki, o benim hakkımda öyle düşünürken, ben bu insana düşüncelerinden ötürü nasıl saygı duyarım?

IV

Kuran kursları veya din eğitimi verilen yerleri düşünün bir. Oradaki küçücük çocuklara önce kadının Adem’in göğüs kemiğinden yaratıldığı öğretiliyor. Sonra küçük yüreklerine cehennem korkusu salıveriliyor. Karınlarının ateşle dolacağı, derilerinin dağlanıp eritileceği, kanlı, irinli kaynar sular içirileceği, ellerin, ayakların zincire vurulacağı, katrandan gömlekler giydirileceği, ateşten örtüler örtüleceği, derilerinin yandıkça yenileri ile değiştirileceği korkusu salınıyor – tam bir vahşet! Daha hayatta neyin ne olduğu bilmeyen bu küçücük çocukların beyinleri böylece tutsak ediliyor. Bunları öğrenip yetişen insanlar ileride nasıl bir düşünce yapısına sahip olurlar acaba?

Keşke bizde pek çok bilim müzesi ya da doğal tarih müzeleri gibi yerler olsa da, o Kuran kurslarına giden çocukları buralara götürsek. O çocukların bu yerlerde öğrenecekleri ve görecekleri şeyler, onlara bu kurslarda öğretilen hurafelerden çok daha faydalı olacaktır. Bu müzelerdeki fosilleri, birtakım icatları ve keşifleri gören kimi çocukların içinde belki araştırmaya, öğrenmeye, anlamaya yönelik bir istek doğacak, belki aralarından ileride bilimle uğraşanlar çıkacaktır. Bir memleket ne Kuran okumakla, ne günde beş vakit namaz kılmakla, ne de oruç tutmakla ilerler. Ancak düşünen ve üreten, yani aklını kullanan insanların olduğu memleketler aydınlığa ve özgürlüğe ulaşırlar.

8 comments:

Anonymous said...

Bliyaal,

Zahmet edip açıklamalarda bulunduğun için teşekkürler, epey uzun yazılar, belki bir uygun zamanda bazı notlar ben de eklemek isterim.

İslamcılar konusunda da seni anlıyorum, sadece duygular yazdıklarını domine edebilir diye uyarayım demiştim. Aslında aynı şey Kemalistlerden hoşlanmayan karşıt gruplar için de geçerli.

selamlar.

FST

Anonymous said...

Bir de, Kemal Tahir demişken, İsmet Bozdağ'a ait "Kemal Tahir'in Sohbetleri" kitabını bulursan orada Kemal Tahir'in 1930'lu yıllarda nasıl sıkı bir CHP'li ve devrimci olduğunu Serbest Fırka olayları sırasında çok yakın bir arkadaşıyla CHP'yi bıraktığı için yumruk yumruğa kavga ettiğini filan okumuştum. Ama sonra Kemal Tahir de devrimcilik adına yapılan üçkağıtları, rezillikleri bu vesileyle görüyor vs.

bliyaal said...

Fethi bey,

Bahsettiğiniz kitap bende yok. Hatırladığım kadarıyla “Hür Şehrin İnsanları” o dönemin romanıdır. “Yediçınar Yaylası” ile başlayan üçlemeyi okuyalı bayağı oldu. “Rahmet Yolları Kesti” çok sonradan elime geçti.

Sizde Kemal Tahir’in notları var mı? bağlam Yayınları’ndan çıkanlar. Yeni baskısını yapmadılar bunların galiba. Ben de hepsini bulamadım. Orada daha çok şey var.

Anonymous said...

Bliyaal,

Kemal Tahir üzerine bulduğum herşeyi okumuştum, Fatma İrfan'a mektupları, Nazım Hikmetin Kemal Tahir'e mektupları, Hulusi Dosdoğru ve İsmet Bozdağ'ın anıları dahil. Notların da bir kısmı olmalı, evde bakmam lazım. Olanı size bildiririm. Öğrencilik yıllarında okuduğum tüm kitaplarını (eski baskı Bilgi yayınlarından) Beyazıtta insafsız bir sahafa götürüp satmıştım 3-5 kuruş için.

Hür şehrin insanları evet o döneme ait, Yol Ayrımı özel olarak serbest fırkayı ele alır.

FST

Anonymous said...

Kitaplar satışta görünüyor

http://www.ideefixe.com/Kitap/firma_urun_listele.asp?fid=589&dzid=757

nurdan said...

huhuuu sana komşu geldim sevgili bliyaal...beklerim bir kahveye...:))
sevgiler,
nurdan

Anonymous said...

Bliyaal, uzun zamandir yoktum ya, ne cok ve iyi yazilar var burada boyle, hepsini yavas yavas okuyayim diye ders calisir gibi okuyorum. :o)

Ben sana ne diyeyim???

www.elifsavas.com/blog

bliyaal said...

Nurdan ve Elif,

hard diskim yandı, bilgisayarı yaptırdım, ama eksiklikleri var. notlarım, makaleler, çeviriler, tez vs. birbirine girdi. hala onlarla uğraşıyorum, cinler tepeme çıkmış vaziyette.