DEMOKRASİNİN SINIRI
Gene uzunca bir süre bloga yazı yazamadım. Durumumuz malum, tezle ilgileniyoruz. Aslında 10 gün kadar önce bir yazı yazmıştım, ama bloga koyduktan 3-4 saat sonra kaldırmak zorunda kaldım. Nedeni biraz eskiye gidiyor. Yaz ayında bir sitede birkaç İslâmcı ile tartışmıştım, hatta olup bitenleri burada da yazmıştım. Bunlardan Amerika’da oturan bir tanesi bu tartışmadan sonra bana husumet besleye başlamış. Ara ara bloga girip, benim aleyhime kullanabileceğini düşündüğü bazı yazılarımı bilgisayarına kopyalayıp duruyormuş.
İki hafta önce Atilla Yayla’nın yaptığı ufak bir sohbete katıldım. Aslında sohbetten ziyade ufak bir açık toplantı demek daha doğru olur. Atilla hoca hemen hemen üç saat konuştu; bana göre kendisinin uzunca bir süreden beri dinlediğim en iyi konuşmasıydı. Normalde böyle konuşmalarda not tutmam, ama dediklerini beğenince önemli gördüğüm yerleri becerebildiğim kadarıyla not aldım. Ertesi günü bunları temize çekip bloga koydum.
İşte bu İslâmcı şahıs bu yazıyı görmüş ve hocanın bazı ifadelerini beğenmemiş. Bunun üzerine hocanın bu ifadelerini birtakım yerlere iletmeye niyetlendi. Bunu anlar anlamaz yazıyı hemen kaldırdım, zira hocaya sorun çıkartmasından endişelendim. Hatta ne olur ne olmaz diyerek blogu da bir süreliğine kilitledim. Öte yandan bu şahıs benim yazdıklarıma güvenmediği için önce hocaya mesaj gönderip bunların doğru olup olmadığını sormuş. Onun gönderdiği mesajı alınca hoca da bana mesaj gönderdi. Bunun üzerine kendisine telefon açtım ve durumu izah ettim. O da kesik kesik not aldığımdan yazdığım cümlelerin bağlamdan kopuk olacağını ve tam olarak anlaşılmama durumları olduğunu söyledi ve yazıyı kaldırmamı istedi.
Burada canımı en fazla sıkan şey, birilerinin beni kullanarak başkalarına bir şekilde zarar verme ihtimalinin olmasıydı. Birilerinin benim başıma iş açması ile, benim yazımdan hareketle başkasının başına iş açması çok farklı şeyler. Çünkü ikinci durumda benim yüzümden başkalarının zarar görme ihtimali var ve burada benim doğrudan müdahalede bulunma imkânım yok. Ancak böyle durumlarda şaşırmamak da lazım, zira internette nasıl ve hangi niyette insanlar ile muhatap olduğumuzu birebir öğrenme imkânımız yok; üstelik her türden kötü niyetli ve başka şeylerin peşinde olan insanların bir şekilde karşımıza çıkması da mümkün. Bu türden sorunlu kişilerin bize ve başkalarına musallat olmalarından sakınmayı her zaman için başaramıyoruz ne yazık ki.
I
Gündemi sürekli olarak takip edemiyorum. Ama geçtiğimiz günlerde ilgimi çeken bir olay oldu. Televizyonda program yapan Aysun Kayacı bir süre önce “benim oyumla bir çobanın oyu niye eşit olsun” türünde bir laf etmiş. Birtakım tipler de Kayacı’ya demokrasi-memokrasi lafları edip karşı çıkmış. Hatta tekerleme gibi ismi olan AKP’li Dengir Mir Mehmet Fırat abidik-gubidik laflar bilem etmiş. Ben de o sıralarda tezde bu konuyla ilgisi olan bir bölüm üzerine bir şeyler karalıyordum. Kayacı’nın sözünü işitince dediklerine katılmadan edemedim, zira kendisi farkında olmadan liberalizmin temel çelişkilerinden birine değinmiş.
Bahsettiğim mesele eşit oy ve demokrasi meselesi. Bu ikisi liberalleri oldukça sıkan konulardan biridir. O yüzden ben de teze yazdığım bölümün bir kısmını buraya koyayım dedim. Böylece kendi reklamımı da yapmış oluyorum :)) Dili biraz “akademik” olabilir, ama önemli konulardan bahsediyoruz vesselam. Alıntı yaptığım kaynakları fazlalık olmasın diye göstermedim. Önce demokrasi hakkında bir-iki kelam edeyim:
Demokrasi kelimesi antik Yunan’da halkın kendi kendisi yönetmesi anlamına geliyordu. Ancak Yunanlılara göre demokrasinin anlamı halk yönetimi değil, tiranlık tehlikesinden kaçınmaktı; “demokrasi” kelimesi de tiranlığı ve diktatörlüğü önlemek amacıyla hazırlanan bir anayasanın geleneksel adı idi. Yunanlılara göre demokrasinin üç kusuru vardı: (a) çoğunlukta olanlar güçlerini azınlıkta kalanları bastırmak için kullanabilirlerdi; (b) mantıkları tarafından yönlendirilmeyen halk, heyecan ve hırs dalgasına kapılabilirdi; (c) insanlar kendi özel çıkarlarını toplumun aleyhine kullanabilirlerdi. Dolayısıyla Yunanlılar için demokrasi uzak durulması gereken bir sistemi ifade ediyordu. Halk iktidarı hayaleti M.Ö. 4. yüzyıl Atina’sında zenginler arasında 19. yüzyıl sonundaki liberal kapitalist toplumların çoğunda görülen kaygıları uyandırmıştı. Aristoteles bunu şöyle ifade ediyor:
Oligarşi ile demokrasiyi gerçekte birbirinden ayıran şey, zenginliğin mevcut olup olmamasıdır. Buradan hareketle kaçınılmaz olarak şu ortaya çıkar: Sayıları ister az ister çok olsun, zenginliğe sahip insanların egemen olduğu yerde oligarşi vardır; yoksullar egemen olduğunda da demokrasi vardır. Fakat (…) gerçek hayatta ilkinin sayısı az, ikincisinin sayısı çoktur. Refah içinde olan insanların sayısı azdır, fakat bunlar aynı özgürlükleri paylaşırlar ("The Politics", Penguin Books, 1992, s. 192).
Gene uzunca bir süre bloga yazı yazamadım. Durumumuz malum, tezle ilgileniyoruz. Aslında 10 gün kadar önce bir yazı yazmıştım, ama bloga koyduktan 3-4 saat sonra kaldırmak zorunda kaldım. Nedeni biraz eskiye gidiyor. Yaz ayında bir sitede birkaç İslâmcı ile tartışmıştım, hatta olup bitenleri burada da yazmıştım. Bunlardan Amerika’da oturan bir tanesi bu tartışmadan sonra bana husumet besleye başlamış. Ara ara bloga girip, benim aleyhime kullanabileceğini düşündüğü bazı yazılarımı bilgisayarına kopyalayıp duruyormuş.
İki hafta önce Atilla Yayla’nın yaptığı ufak bir sohbete katıldım. Aslında sohbetten ziyade ufak bir açık toplantı demek daha doğru olur. Atilla hoca hemen hemen üç saat konuştu; bana göre kendisinin uzunca bir süreden beri dinlediğim en iyi konuşmasıydı. Normalde böyle konuşmalarda not tutmam, ama dediklerini beğenince önemli gördüğüm yerleri becerebildiğim kadarıyla not aldım. Ertesi günü bunları temize çekip bloga koydum.
İşte bu İslâmcı şahıs bu yazıyı görmüş ve hocanın bazı ifadelerini beğenmemiş. Bunun üzerine hocanın bu ifadelerini birtakım yerlere iletmeye niyetlendi. Bunu anlar anlamaz yazıyı hemen kaldırdım, zira hocaya sorun çıkartmasından endişelendim. Hatta ne olur ne olmaz diyerek blogu da bir süreliğine kilitledim. Öte yandan bu şahıs benim yazdıklarıma güvenmediği için önce hocaya mesaj gönderip bunların doğru olup olmadığını sormuş. Onun gönderdiği mesajı alınca hoca da bana mesaj gönderdi. Bunun üzerine kendisine telefon açtım ve durumu izah ettim. O da kesik kesik not aldığımdan yazdığım cümlelerin bağlamdan kopuk olacağını ve tam olarak anlaşılmama durumları olduğunu söyledi ve yazıyı kaldırmamı istedi.
Burada canımı en fazla sıkan şey, birilerinin beni kullanarak başkalarına bir şekilde zarar verme ihtimalinin olmasıydı. Birilerinin benim başıma iş açması ile, benim yazımdan hareketle başkasının başına iş açması çok farklı şeyler. Çünkü ikinci durumda benim yüzümden başkalarının zarar görme ihtimali var ve burada benim doğrudan müdahalede bulunma imkânım yok. Ancak böyle durumlarda şaşırmamak da lazım, zira internette nasıl ve hangi niyette insanlar ile muhatap olduğumuzu birebir öğrenme imkânımız yok; üstelik her türden kötü niyetli ve başka şeylerin peşinde olan insanların bir şekilde karşımıza çıkması da mümkün. Bu türden sorunlu kişilerin bize ve başkalarına musallat olmalarından sakınmayı her zaman için başaramıyoruz ne yazık ki.
I
Gündemi sürekli olarak takip edemiyorum. Ama geçtiğimiz günlerde ilgimi çeken bir olay oldu. Televizyonda program yapan Aysun Kayacı bir süre önce “benim oyumla bir çobanın oyu niye eşit olsun” türünde bir laf etmiş. Birtakım tipler de Kayacı’ya demokrasi-memokrasi lafları edip karşı çıkmış. Hatta tekerleme gibi ismi olan AKP’li Dengir Mir Mehmet Fırat abidik-gubidik laflar bilem etmiş. Ben de o sıralarda tezde bu konuyla ilgisi olan bir bölüm üzerine bir şeyler karalıyordum. Kayacı’nın sözünü işitince dediklerine katılmadan edemedim, zira kendisi farkında olmadan liberalizmin temel çelişkilerinden birine değinmiş.
Bahsettiğim mesele eşit oy ve demokrasi meselesi. Bu ikisi liberalleri oldukça sıkan konulardan biridir. O yüzden ben de teze yazdığım bölümün bir kısmını buraya koyayım dedim. Böylece kendi reklamımı da yapmış oluyorum :)) Dili biraz “akademik” olabilir, ama önemli konulardan bahsediyoruz vesselam. Alıntı yaptığım kaynakları fazlalık olmasın diye göstermedim. Önce demokrasi hakkında bir-iki kelam edeyim:
Demokrasi kelimesi antik Yunan’da halkın kendi kendisi yönetmesi anlamına geliyordu. Ancak Yunanlılara göre demokrasinin anlamı halk yönetimi değil, tiranlık tehlikesinden kaçınmaktı; “demokrasi” kelimesi de tiranlığı ve diktatörlüğü önlemek amacıyla hazırlanan bir anayasanın geleneksel adı idi. Yunanlılara göre demokrasinin üç kusuru vardı: (a) çoğunlukta olanlar güçlerini azınlıkta kalanları bastırmak için kullanabilirlerdi; (b) mantıkları tarafından yönlendirilmeyen halk, heyecan ve hırs dalgasına kapılabilirdi; (c) insanlar kendi özel çıkarlarını toplumun aleyhine kullanabilirlerdi. Dolayısıyla Yunanlılar için demokrasi uzak durulması gereken bir sistemi ifade ediyordu. Halk iktidarı hayaleti M.Ö. 4. yüzyıl Atina’sında zenginler arasında 19. yüzyıl sonundaki liberal kapitalist toplumların çoğunda görülen kaygıları uyandırmıştı. Aristoteles bunu şöyle ifade ediyor:
Oligarşi ile demokrasiyi gerçekte birbirinden ayıran şey, zenginliğin mevcut olup olmamasıdır. Buradan hareketle kaçınılmaz olarak şu ortaya çıkar: Sayıları ister az ister çok olsun, zenginliğe sahip insanların egemen olduğu yerde oligarşi vardır; yoksullar egemen olduğunda da demokrasi vardır. Fakat (…) gerçek hayatta ilkinin sayısı az, ikincisinin sayısı çoktur. Refah içinde olan insanların sayısı azdır, fakat bunlar aynı özgürlükleri paylaşırlar ("The Politics", Penguin Books, 1992, s. 192).
Gerçekten de doğru demiş adam. Şimdi reklamlara – ööhh – teze geçeyim:
1960 yılının 1 Şubat’ında, Kuzey Carolina’daki Greensboro kasabasında, sadece siyahların gittiği Carolina A-T College’dan dört öğrenci bir kafeye yemek yemeye gittiler. Burası Woolworth’s adlı mağazalar zincirinin bir şubesiydi. Kafede tüm ırklardan insanlara hizmet verilmesine rağmen restoran kısmı sadece beyazlara açıktı. Öğrenciler yemek siparişi vermeye çalıştıklarında reddedildiler ve kendilerinden kafeyi terk etmeleri istendi. Bunun üzerine onlar da tezgâhın başından ayrılmayı reddederek oturma eylemi yaptılar.
Bu olay bunu takip edecek olan bir dizi oturma eyleminin ilkini oluşturuyordu. Ertesi günü kafenin restoran kısmında eylem yapan 19 öğrenci vardı, üçüncü gün bu sayı 300’e çıktı; dördüncü gün 1000 kişi vardı. Bir hafta sonra eylemlerin sayısı dokuz eyaletteki 15 şehirde toplam 54’e çıkmıştı. Sonunda temmuz ayına gelindiğinde Greensboro’daki Woolworth’s’ün restoran kısmı siyahlara da açılmıştı, fakat kafe 200.000 dolar kaybetmiş ve tahminî satışları %20 oranında gerilemişti.
Eylemleri esnasında bela çıkarmakla suçlanan gençler aslında liberal hakların basit bir savunusunu yapıyorlardı. Mülkiyetin karşısına metayı çıkarıyor, piyasanın ideolojisine uyulmasını istiyorlardı: “Kim olursa olsun, bedelini ödedikten sonra herkesin istediği malı satın almaya hakkı vardır.” Aynı şeyi Milton Friedman şöyle ifade ediyor:
"Ekmek satın alan hiç kimse, bunu oluşturan buğdayın bir komünist ya da cumhuriyetçi, bir meşrutiyetçi ya da bir faşist, zenci ya da beyaz tarafından yetiştirilip yetiştirilmediğini bilmez. Bu da, kişisel olmayan piyasanın ekonomik etkinlikleri siyasal görüşlerden nasıl ayırdığını ve insanları ekonomik etkinliklerinde, üretimleriyle ilgili olmayan nedenlerle – bu nedenler görünüşleriyle ya da renkleriyle ilişkili olsa bile – ayırıma uğramaktan nasıl koruduğunu göstermektedir."
Eylemler bir yandan da liberalizmin bir boyutunun (kişi hakları) diğer bir boyutu (mülkiyet hakları) karşısında öncelik taşıdığını ilan ediyorlardı. Liberalizmin bu ilk boyutu, yalnızca mülkiyet hakları üzerine temellenmiş ve mülkiyete dayalı bir özgürlük anlayışına odaklanmış liberal geleneğin istenmeyen bir sonucuydu ve mülkiyet hakları ile çelişiyordu. Bu çelişki liberal cumhuriyetçiliğin doğduğu andan bu yana sürekli olarak hissedilmişti. 19. yüzyıldaki liberal düşünürlerin çoğu kişi hakları ile mülkiyet haklarının genişlemesinde bir uyum görememişler, kamusal açıdan eşitliğe ve iktisadî açıdan eşitsizliğe dayalı bir toplumda istikrarı sağlamada sorunlar ile karşılaşılacağını düşünmüşlerdi. Alexis de Tocqueville bunu şu şekilde ifade ediyordu:
"Eşitlik, hizmetçiden ve efendiden yeni insanlar yaratıp, aralarında yeni bağlar kurar. (…) Öyleyse efendi emir verme, hizmetçi de itaat etme hakkını nereden bulur? (…) Sözleşme kurallarına göre, biri hizmetçi, diğeri de efendidir; bunun ötesinde her ikisi de yurttaştırlar. (…) Hizmetçiler kendilerine emir veren insanı kendi haklarını haksız yere gaspeden biri olarak görme eğilimindedirler."
Eğitimsiz kitlelerin elinde demokrasinin bir mediokrasiye dönüşeceğinden korkan Mill bile şunları yazıyordu:
"(…) ilerleme ruhu ile dolu bir hükümdar belirli bir amaca ulaşmaya yarayan her türlü aracı kullanmakta yetki sahibidir; aksi durumda bu amaca ulaşılamayabilir. Despotizm, amacın onların ıslah edilmesi olmak koşuluyla, barbarlar ile başa çıkmak için meşru bir yönetim biçimidir ve bu amacın fiilen gerçekleştirilmesi kullanılan araçları haklı kılar. İlke olarak özgürlük, insanlığın özgür ve eşit tartışmalar vasıtasıyla ilerleyebileceği duruma ulaşmasından önceki koşullarda hiçbir biçimde uygulanma imkânına sahip değildir. O zamana değin, bulabilecek kadar talihli olmaları durumunda, insanlık için bir Ekber’e ya da Şarlman’a kesin bir itaatten başka bir yol yoktur."
Bunun öncesinde, 17. yüzyılda İngiltere’de Oliver Cromwell eşit kanunî haklar konusunda radikal bir anlayışı savunan düzleyici hareket (Levellers) ile mücadele etmek zorunda kalmıştı. Düzleyici general Thomas Raisborough 1647’de şöyle diyordu: “Bence İngiltere’de, en yoksul insanın da en zengin insan kadar yaşama hakkı vardır; bu yüzden … bir yönetime bağlı olarak yaşayacak her insan, bu yönetimin altına girmeyi önce kendisi onaylamalıdır.” Buna karşılık Cromwell’in generallerinden Henry Ireton, “Krallıkla daha önce sürekli olarak ilgilenmemiş hiç kimsenin krallık işlerinin idaresinden pay almaya hakkı yoktur,” diyordu. Düzleyicilerin haklar konusundaki radikal anlayışları da Ireton’a şunları söyletiyordu: “Ancak aynı şekilde … bir insanın en doğal hakkının kendisini idare edecek olanları başka bir insanla eşit düzeyde seçme hakkına sahip olmak olduğunu söyleyebilirsiniz. Yararlı gördüğü şeyi yapmak ya da istemek aynı mantıkla kişinin doğal hakkıdır.” Ancak bu kadar genişletilmiş olan haklar bir soruna neden oluyordu. Ireton, “O zaman bana bir sınır gösterin derim, nerede duracaksınız, mülkiyet diye bir şey bırakmayacak mısınız?” diye soruyordu. Albay Rich de mülk sahiplerinin bu endişesini daha açık bir dille ifade ediyordu: “Eğer efendi ile köle eşit seçim hakkına sahip olacaklarsa, o zaman bir yasa çıkarılıp mallarda ve mülklerde de bir eşitlik sağlansın.”
Bu nedenle, liberaller uzunca bir süre boyunca eşit oy hakkı ilkesine karşı çıktılar. Bu karşı çıkışın temelinde toplumdaki mevcut mülkiyet rejimini güvence altına alma kaygısı yatmaktaydı. Zira eşit oy hakkının toplumdaki mülklü sınıfların yanında mülksüz sınıflara da tanınması mevcut rejimi temelinden sarsma tehlikesi taşıyordu. Bu düşünürlerin anlayışa göre, mevcut mülkiyet rejiminin yıkılmaması, demokrasinin ancak mülklüler arasında geçerli olması durumunda mümkündü. Böylece oy kullanma hakkı bir yüzyıl boyunca mülk sahipleri veya vergi veren kesimler ile sınırlandırıldı. Bu sınırlandırmanın ilk biçimi John Locke’un fikirlerinden hareketle oluşturulan Lockecu düzenleme idi.
Lockecu düzenlemeye göre, toplumsal uyum, siyasî katılımın mülk sahipleri ve onların üst sınıflar içindeki müttefikleriyle sınırlı tutulması sayesinde sağlanmaktadır. 19. yüzyıldaki liberaller oy kullanma konusunda genellikle Lockecu bir nitelik taşıyan üç kısıtlamayı kabul ediyorlardı: (a) Oy kullanma hakkını servet sahibi olmaya ya da vergi ödemeye bağlayan regime censitaire; (b) Oy kullanma hakkını okuma-yazma bilme ve temel eğitim görme temelinde kısıtlayan regime capacitaire; (c) Siyasî katılımı asgarî büyüklükte ya da kiralık meskenlerde oturan aile reisleriyle sınırlayan hane sorumluluğu taşıma kriteri. Bu kısıtlamalar arasında üzerinde en fazla durulanı mülkiyete bağlı olanlardı. Buna göre, toplumda işleri yürütmenin en uygun biçimi, bu işleri mülkiyet ve yatırım gibi “gerçek dayanaklara” sahip bağımsız kişilere bırakmak idi. Lockecu düzenleme bu şekilde, servet sahiplerinin mülklerini tehdit etme potansiyeli en güçlü olan gruba – işçilere – oy kullanma hakkı tanımayarak, temsilî yönetimi piyasa ekonomisi ile uzlaştırıyordu. Bununla birlikte, 20. yüzyılda toplumsal mücadeleler sonucunda oy kullanma hakkının yaygınlaşması, mülkiyet rejiminin değişmesinden kaygı duyanları yeni yollar aramaya itti. Nitekim Lockecu düzenleme 1920’lere gelindiğinde Avrupa’da fiilen ortadan kalkmıştı.
Kişi hakları ile mülkiyet hakları arasındaki çatışmadan kaynaklanan toplumsal istikrarsızlığı önlemede tutulan bir diğer yol, mülksüz kesimlerin ortak bir siyasî program ile ortaya çıkmalarını önlemek amacıyla yurttaşlar arasındaki çıkar heterojenliğini desteklemeye dayanan Madisoncu düzenleme idi. Buna göre, toplumda çok sayıda temel ve enlemesine ayrılık bulunduğu müddetçe, liberal bir demokratik ortamda dahi mülk sahibi azınlığın mülksüz çoğunluktan korunması mümkün olabilirdi. Bu düzenleme biçimi, oy hakkının kapsamının genişlemesinin ayrıcalıklı olanlara yöneltebileceği tehdidi önlemek için, önde gelen üretici sınıfların (çiftçiler, ücretli işçiler ve zanaatkârlar) heterojen nitelikli iktisadî ve toplumsal durumuna, bazı grupların (siyahlar ve kadınlar gibi) stratejik biçimde dışlanmasına ve etnik köken, din ve bölge temelindeki düşmanlıklara dayanıyordu.
Ben şahsen oy kullanma hakkını kısıtlayan Lockecu düzenlemeye sıcak bakıyorum. Tabii bizim memlekette kısıtlama hususunda daha farklı bir kıstas uygulanabilir.
II
Yukarıdakileri yazarken okuduğum kitaplardan biri de Karl Popper’in “Yüzyılın Dersi” adlı kitabıydı (Plato Film Yayınları, Çev. Ceyhan Aksoy, 2006. İngilizcesi de burada.) Popper kitapta demokrasi hakkında hoşuma giden bazı şeyler söylüyor ve çoban meselesi ile dolaylı yoldan ilgili bazı “demokratik” şeylere değiniyor.
Peki ama bu seçilmiş hükümetin bir hata yapmayacağından, veya daha da kötüsü, bir suç işlemeyeceğinden nasıl emin olabiliyoruz? Halk ne biliyor?
Aradan bir süre geçtikten sonra bir hükümeti veya politikayı yargılamayı başarabilir, belki de onları ve yaptıklarını onayladığımız için aynı hükümeti bir kez daha seçebiliriz. Belki hükümeti, yaptıklarını onaylamadan önce de yeniden seçebiliriz. Ama o zaman hiçbir şey bilmiyor oluruz, hiçbir şey bilemeyiz, hükümet hakkında hiçbir bilgimiz olmaz. Tabii, onlara duyduğumuz güveni kötüye kullanıp kullanmayacaklarından da emin olamayız.
Thucydides’e göre, Perikles bu görüşünü çok basit bir şekilde “Bir politika belirleme veya bunu uygulama yeteneğine içimizden birkaç kişi sahip olsa bile, hepimiz bunu yargılayabilecek yetenekteyiz,” diyerek özetlemiştir [Perikles’in ünlü konuşmasının linki burada]. Bana sorarsanız işin temelinde bu kısa ve öz formül yatıyor. Bu ifadenin halk iktidarı kavramını ve hatta halk inisiyatifini bile hesaba katmadığına dikkatinizi çekerim. Her ikisinin de yerini halk tarafından yargılanma görüşü alıyor.
Perikles (ya da belki de Thucydides – muhtemelen her ikisi de aynı görüştedir) başka türlü bir zorluk olmadığı hâlde, halkın neden kendi kendini yönetemeyeceğini burada özlü bir şekilde açıklıyor. Fikirler – özellikle de yeni fikirler – sonradan başkaları tarafından geliştirilip açıklık kazansalar bile, sadece bireyler tarafından gerçekleştirilen bir çabanın ürünü olabilirler. İnsanlar ise ancak bu fikirlerin sonuçlarına ilişkin tecrübeye sahip oldukları zaman, bu fikirlerin iyi ya da kötü olduğuna karar verebilirler. Bu tür değerlendirmeler ve evet-hayır kararları, daha geniş bir seçmen kitlesi tarafından da dile getirilmelidir.
Bu nedenle “halk inisiyatifi” şeklindeki bir ifade hem yanıltıcı hem de propaganda amaçlıdır. Bu, genellikle birkaç kişinin inisiyatifindedir ve eleştirel bir değerlendirme yapılabilmesi için en iyi şekliyle halka sunulmuştur. O hâlde, bu tür durumlarda önerilen önlemlerin, bunları değerlendiren seçmen kitlesinin yeterlilik sınırları dışında olup olmadığını bilmek önem kazanmaktadır. (s. 94-5)
Devletin gücünü kötüye kullanmasına engel olmak için özgürlüğe ihtiyacımız olduğu gibi, özgürlüğün kötüye kullanılmasına engel olmak için de devlete ihtiyacımız vardır. Bunun kuramsal yasalarla asla çözümlenemeyecek bir sorun olduğu çok açık. Bu sorunun çözülebilmesi için bir anayasa mahkemesine, ama her şeyden çok, iyi niyete ihtiyaç var.
Bunun tam olarak çözülmesi imkânsız bir sorun olduğunu, ya da daha açık konuşmak gerekirse, sadece (tüm gücün devlete ait olması prensibini ahlâkî nedenlerle reddettiğimiz) bir dikta rejiminde tam olarak çözülebileceğini kabul etmek zorundayız. Kısmî çözümlerle ve uzlaşmalarla yetinmek zorundayız; özgürlüğe olan tutkumuzun, onun kötüye kullanılmasından kaynaklanan sorunlara karşı gözlerimizi körleştirmesine izin vermemeliyiz. (s. 96-7)
Bana kalırsa siyasî partilerin çoğalması çok kötü bir şey. Tabii, seçimlerdeki nispî temsil de öyle. Partilerin bölünmesi, kimsenin halk önünde sorumluluğu kabullenmediği koalisyon hükümetlerine neden olur. Kimse sorumluluğu üstlenmez, çünkü bu tür hükümetler tarafından alınan kararlar bir uzlaşmadan öteye gidemez. (…) Eğer parti sayısı az olursa çoğunluk hükümetlerinin kurulması daha da kolaylaşır. Sorumluluklar da herkesin kolayca görebileceği kadar açık ve net olur. (s. 115)
Ama halk egemenliği teorisine yönelik en büyük itiraz, belki de bunun mantıksız bir ideolojiyi, bir hurafeyi desteklediği iddiasıdır. Bu da halkın (veya halk çoğunluğunun) hatalı olamayacağı ya da adaletsiz davranamayacağı şeklindeki bir görüş, baskıcı ve göreceli bir hurafeden başka bir şey değildir. bu ideoloji ahlâk dışıdır ve reddedilmelidir. Thucydides’den beri biliyoruz ki, Atina demokrasisi (ki bu yönetim tarzına birçok açıdan hayranlık duyuyorum) suç sayılabilecek bazı kararlar da almıştır. Bir kent-devlet olan Melos adasına saldırmış (evet, belki önceden haber vererek) bütün erkekleri öldürmüş, bütün kadın ve çocukları da büyük köle pazarlarında satmıştır. Atina demokrasisinin gücü buna yetiyordu.
Ve Weimar Cumhuriyeti’nin serbest seçimde göreve gelen Alman Parlamentosu, Yetki Yasası’nın sağladığı anayasal kurallar sayesinde Hitler’i diktatör yapmayı başarmıştır. Her ne kadar Hitler Almanya’da yapılan bir serbest seçimi kazanmışsa da, Avusturya’nın ilhakını zorladıktan sonra bu ülkede büyük bir seçim zaferi kazanmıştır.
Hepimiz hata yapmaya meyilliyiz; o hâlde bir ülkenin halkının veya herhangi bir insan topluluğunun da hata yapabileceğini kabul etmeliyiz. Eğer bir halkın kendi hükümetini görevden alabilmesi gerektiği görüşünü destekliyorsam, bunu sadece diktatörlükten korunmanın daha iyi bir yolunu bilmediğim için yapıyorum. Demokrasiyi bir halk mahkemesi olarak yorumlasak bile – ki ben böyle düşünüyorum – hiç hata yapılmayacağını söylemek mümkün değildir. (s. 116)
III
Diyeceğim, bu tür meselelerde hemen karara varmamalıyız. Her kafadan bir ses çıkıyor. Öte yandan kullandığımız siyasî kavramlar gerçekte neye işaret ediyor, hangi anlamları taşıyor, eksikleri ve kusurları nelerdir, işte bunları bilmek gerekiyor. Nitekim demokrasi yeri geldiğinde en kötü yönetim biçimi de olabilir.
Bir örnek vereyim. Herkese eşit oy hakkı vermek kişi haklarının kapsamına girer. İnsanların özel mülk edinmeye haklarının olması ve bu mülkün korunması da mülkiyet haklarına girer. Diyelim ki, komünist bir parti bizim dağdaki çobanları ve toplumun diğer kesimlerini bir şekilde ikna ederek oylarını topladı ve seçimlerde tek başına iktidara geldi. Eh, komünist olduğuna göre yapacağı ilk iş üretim araçlarını devletleştirmek olacaktır. Bunun için de Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi anlı şanlı iş adamlarımızın fabrikalarına ve tesislerine, hatta küçük üreticinin birtakım araçlarına el koyacaktır.
Peki işbaşındaki komünist partinin böyle davranması meşru mudur? Aslında kişi hakları açısından bakarsak meşrudur, çünkü seçimle iş başına gelmiştir. Meşruluğunu ve hâliyle gücünü ona oy veren çoğunluktan almaktadır. Ama mülkiyet hakları açısından baktığımızda, partinin yaptıkları kabul edilecek türden şeyler değillerdir. Halbuki bu iki hak da liberal demokrasinin vazgeçilmez unsurlarındandır, ama bu örnekte iki hakkın kullanımı birbiriyle çelişiyor. O yüzden yukarıda verdiğim örneğe hiçbir liberal gak-guk edemeden cevap veremez. İşte en yukarıda bahsettiğim düzenleme biçimleri liberallerin bu çelişmeyi aşmak için uyguladıkları düzenlerdir. Ama son 30-35 yılda, özellikle azgelişmiş ülkelerde bu çelişmeyi aşmak için liberaller diktatörleri desteklediler. Bunun en güzel örneği de Şili’dir.
Şimdi, verdiğim örnekteki komünist partinin yerine bir başka partiyi, mesela faşist bir partiyi koyun. Hatta daha güzeli, İslâmcı bir partiyi koyun. Ülkenin durumu sizce ne olur? Ben İslâmcı partiyi koydum, resmen Türkiye çıktı ayol! E, o zaman demokrasi iyi bir şey mi şimdi?