DEMOKRASİNİN SINIRI
Gene uzunca bir süre bloga yazı yazamadım. Durumumuz malum, tezle ilgileniyoruz. Aslında 10 gün kadar önce bir yazı yazmıştım, ama bloga koyduktan 3-4 saat sonra kaldırmak zorunda kaldım. Nedeni biraz eskiye gidiyor. Yaz ayında bir sitede birkaç İslâmcı ile tartışmıştım, hatta olup bitenleri burada da yazmıştım. Bunlardan Amerika’da oturan bir tanesi bu tartışmadan sonra bana husumet besleye başlamış. Ara ara bloga girip, benim aleyhime kullanabileceğini düşündüğü bazı yazılarımı bilgisayarına kopyalayıp duruyormuş.
İki hafta önce Atilla Yayla’nın yaptığı ufak bir sohbete katıldım. Aslında sohbetten ziyade ufak bir açık toplantı demek daha doğru olur. Atilla hoca hemen hemen üç saat konuştu; bana göre kendisinin uzunca bir süreden beri dinlediğim en iyi konuşmasıydı. Normalde böyle konuşmalarda not tutmam, ama dediklerini beğenince önemli gördüğüm yerleri becerebildiğim kadarıyla not aldım. Ertesi günü bunları temize çekip bloga koydum.
İşte bu İslâmcı şahıs bu yazıyı görmüş ve hocanın bazı ifadelerini beğenmemiş. Bunun üzerine hocanın bu ifadelerini birtakım yerlere iletmeye niyetlendi. Bunu anlar anlamaz yazıyı hemen kaldırdım, zira hocaya sorun çıkartmasından endişelendim. Hatta ne olur ne olmaz diyerek blogu da bir süreliğine kilitledim. Öte yandan bu şahıs benim yazdıklarıma güvenmediği için önce hocaya mesaj gönderip bunların doğru olup olmadığını sormuş. Onun gönderdiği mesajı alınca hoca da bana mesaj gönderdi. Bunun üzerine kendisine telefon açtım ve durumu izah ettim. O da kesik kesik not aldığımdan yazdığım cümlelerin bağlamdan kopuk olacağını ve tam olarak anlaşılmama durumları olduğunu söyledi ve yazıyı kaldırmamı istedi.
Burada canımı en fazla sıkan şey, birilerinin beni kullanarak başkalarına bir şekilde zarar verme ihtimalinin olmasıydı. Birilerinin benim başıma iş açması ile, benim yazımdan hareketle başkasının başına iş açması çok farklı şeyler. Çünkü ikinci durumda benim yüzümden başkalarının zarar görme ihtimali var ve burada benim doğrudan müdahalede bulunma imkânım yok. Ancak böyle durumlarda şaşırmamak da lazım, zira internette nasıl ve hangi niyette insanlar ile muhatap olduğumuzu birebir öğrenme imkânımız yok; üstelik her türden kötü niyetli ve başka şeylerin peşinde olan insanların bir şekilde karşımıza çıkması da mümkün. Bu türden sorunlu kişilerin bize ve başkalarına musallat olmalarından sakınmayı her zaman için başaramıyoruz ne yazık ki.
I
Gündemi sürekli olarak takip edemiyorum. Ama geçtiğimiz günlerde ilgimi çeken bir olay oldu. Televizyonda program yapan Aysun Kayacı bir süre önce “benim oyumla bir çobanın oyu niye eşit olsun” türünde bir laf etmiş. Birtakım tipler de Kayacı’ya demokrasi-memokrasi lafları edip karşı çıkmış. Hatta tekerleme gibi ismi olan AKP’li Dengir Mir Mehmet Fırat abidik-gubidik laflar bilem etmiş. Ben de o sıralarda tezde bu konuyla ilgisi olan bir bölüm üzerine bir şeyler karalıyordum. Kayacı’nın sözünü işitince dediklerine katılmadan edemedim, zira kendisi farkında olmadan liberalizmin temel çelişkilerinden birine değinmiş.
Bahsettiğim mesele eşit oy ve demokrasi meselesi. Bu ikisi liberalleri oldukça sıkan konulardan biridir. O yüzden ben de teze yazdığım bölümün bir kısmını buraya koyayım dedim. Böylece kendi reklamımı da yapmış oluyorum :)) Dili biraz “akademik” olabilir, ama önemli konulardan bahsediyoruz vesselam. Alıntı yaptığım kaynakları fazlalık olmasın diye göstermedim. Önce demokrasi hakkında bir-iki kelam edeyim:
Demokrasi kelimesi antik Yunan’da halkın kendi kendisi yönetmesi anlamına geliyordu. Ancak Yunanlılara göre demokrasinin anlamı halk yönetimi değil, tiranlık tehlikesinden kaçınmaktı; “demokrasi” kelimesi de tiranlığı ve diktatörlüğü önlemek amacıyla hazırlanan bir anayasanın geleneksel adı idi. Yunanlılara göre demokrasinin üç kusuru vardı: (a) çoğunlukta olanlar güçlerini azınlıkta kalanları bastırmak için kullanabilirlerdi; (b) mantıkları tarafından yönlendirilmeyen halk, heyecan ve hırs dalgasına kapılabilirdi; (c) insanlar kendi özel çıkarlarını toplumun aleyhine kullanabilirlerdi. Dolayısıyla Yunanlılar için demokrasi uzak durulması gereken bir sistemi ifade ediyordu. Halk iktidarı hayaleti M.Ö. 4. yüzyıl Atina’sında zenginler arasında 19. yüzyıl sonundaki liberal kapitalist toplumların çoğunda görülen kaygıları uyandırmıştı. Aristoteles bunu şöyle ifade ediyor:
Oligarşi ile demokrasiyi gerçekte birbirinden ayıran şey, zenginliğin mevcut olup olmamasıdır. Buradan hareketle kaçınılmaz olarak şu ortaya çıkar: Sayıları ister az ister çok olsun, zenginliğe sahip insanların egemen olduğu yerde oligarşi vardır; yoksullar egemen olduğunda da demokrasi vardır. Fakat (…) gerçek hayatta ilkinin sayısı az, ikincisinin sayısı çoktur. Refah içinde olan insanların sayısı azdır, fakat bunlar aynı özgürlükleri paylaşırlar ("The Politics", Penguin Books, 1992, s. 192).
Gene uzunca bir süre bloga yazı yazamadım. Durumumuz malum, tezle ilgileniyoruz. Aslında 10 gün kadar önce bir yazı yazmıştım, ama bloga koyduktan 3-4 saat sonra kaldırmak zorunda kaldım. Nedeni biraz eskiye gidiyor. Yaz ayında bir sitede birkaç İslâmcı ile tartışmıştım, hatta olup bitenleri burada da yazmıştım. Bunlardan Amerika’da oturan bir tanesi bu tartışmadan sonra bana husumet besleye başlamış. Ara ara bloga girip, benim aleyhime kullanabileceğini düşündüğü bazı yazılarımı bilgisayarına kopyalayıp duruyormuş.
İki hafta önce Atilla Yayla’nın yaptığı ufak bir sohbete katıldım. Aslında sohbetten ziyade ufak bir açık toplantı demek daha doğru olur. Atilla hoca hemen hemen üç saat konuştu; bana göre kendisinin uzunca bir süreden beri dinlediğim en iyi konuşmasıydı. Normalde böyle konuşmalarda not tutmam, ama dediklerini beğenince önemli gördüğüm yerleri becerebildiğim kadarıyla not aldım. Ertesi günü bunları temize çekip bloga koydum.
İşte bu İslâmcı şahıs bu yazıyı görmüş ve hocanın bazı ifadelerini beğenmemiş. Bunun üzerine hocanın bu ifadelerini birtakım yerlere iletmeye niyetlendi. Bunu anlar anlamaz yazıyı hemen kaldırdım, zira hocaya sorun çıkartmasından endişelendim. Hatta ne olur ne olmaz diyerek blogu da bir süreliğine kilitledim. Öte yandan bu şahıs benim yazdıklarıma güvenmediği için önce hocaya mesaj gönderip bunların doğru olup olmadığını sormuş. Onun gönderdiği mesajı alınca hoca da bana mesaj gönderdi. Bunun üzerine kendisine telefon açtım ve durumu izah ettim. O da kesik kesik not aldığımdan yazdığım cümlelerin bağlamdan kopuk olacağını ve tam olarak anlaşılmama durumları olduğunu söyledi ve yazıyı kaldırmamı istedi.
Burada canımı en fazla sıkan şey, birilerinin beni kullanarak başkalarına bir şekilde zarar verme ihtimalinin olmasıydı. Birilerinin benim başıma iş açması ile, benim yazımdan hareketle başkasının başına iş açması çok farklı şeyler. Çünkü ikinci durumda benim yüzümden başkalarının zarar görme ihtimali var ve burada benim doğrudan müdahalede bulunma imkânım yok. Ancak böyle durumlarda şaşırmamak da lazım, zira internette nasıl ve hangi niyette insanlar ile muhatap olduğumuzu birebir öğrenme imkânımız yok; üstelik her türden kötü niyetli ve başka şeylerin peşinde olan insanların bir şekilde karşımıza çıkması da mümkün. Bu türden sorunlu kişilerin bize ve başkalarına musallat olmalarından sakınmayı her zaman için başaramıyoruz ne yazık ki.
I
Gündemi sürekli olarak takip edemiyorum. Ama geçtiğimiz günlerde ilgimi çeken bir olay oldu. Televizyonda program yapan Aysun Kayacı bir süre önce “benim oyumla bir çobanın oyu niye eşit olsun” türünde bir laf etmiş. Birtakım tipler de Kayacı’ya demokrasi-memokrasi lafları edip karşı çıkmış. Hatta tekerleme gibi ismi olan AKP’li Dengir Mir Mehmet Fırat abidik-gubidik laflar bilem etmiş. Ben de o sıralarda tezde bu konuyla ilgisi olan bir bölüm üzerine bir şeyler karalıyordum. Kayacı’nın sözünü işitince dediklerine katılmadan edemedim, zira kendisi farkında olmadan liberalizmin temel çelişkilerinden birine değinmiş.
Bahsettiğim mesele eşit oy ve demokrasi meselesi. Bu ikisi liberalleri oldukça sıkan konulardan biridir. O yüzden ben de teze yazdığım bölümün bir kısmını buraya koyayım dedim. Böylece kendi reklamımı da yapmış oluyorum :)) Dili biraz “akademik” olabilir, ama önemli konulardan bahsediyoruz vesselam. Alıntı yaptığım kaynakları fazlalık olmasın diye göstermedim. Önce demokrasi hakkında bir-iki kelam edeyim:
Demokrasi kelimesi antik Yunan’da halkın kendi kendisi yönetmesi anlamına geliyordu. Ancak Yunanlılara göre demokrasinin anlamı halk yönetimi değil, tiranlık tehlikesinden kaçınmaktı; “demokrasi” kelimesi de tiranlığı ve diktatörlüğü önlemek amacıyla hazırlanan bir anayasanın geleneksel adı idi. Yunanlılara göre demokrasinin üç kusuru vardı: (a) çoğunlukta olanlar güçlerini azınlıkta kalanları bastırmak için kullanabilirlerdi; (b) mantıkları tarafından yönlendirilmeyen halk, heyecan ve hırs dalgasına kapılabilirdi; (c) insanlar kendi özel çıkarlarını toplumun aleyhine kullanabilirlerdi. Dolayısıyla Yunanlılar için demokrasi uzak durulması gereken bir sistemi ifade ediyordu. Halk iktidarı hayaleti M.Ö. 4. yüzyıl Atina’sında zenginler arasında 19. yüzyıl sonundaki liberal kapitalist toplumların çoğunda görülen kaygıları uyandırmıştı. Aristoteles bunu şöyle ifade ediyor:
Oligarşi ile demokrasiyi gerçekte birbirinden ayıran şey, zenginliğin mevcut olup olmamasıdır. Buradan hareketle kaçınılmaz olarak şu ortaya çıkar: Sayıları ister az ister çok olsun, zenginliğe sahip insanların egemen olduğu yerde oligarşi vardır; yoksullar egemen olduğunda da demokrasi vardır. Fakat (…) gerçek hayatta ilkinin sayısı az, ikincisinin sayısı çoktur. Refah içinde olan insanların sayısı azdır, fakat bunlar aynı özgürlükleri paylaşırlar ("The Politics", Penguin Books, 1992, s. 192).
Gerçekten de doğru demiş adam. Şimdi reklamlara – ööhh – teze geçeyim:
1960 yılının 1 Şubat’ında, Kuzey Carolina’daki Greensboro kasabasında, sadece siyahların gittiği Carolina A-T College’dan dört öğrenci bir kafeye yemek yemeye gittiler. Burası Woolworth’s adlı mağazalar zincirinin bir şubesiydi. Kafede tüm ırklardan insanlara hizmet verilmesine rağmen restoran kısmı sadece beyazlara açıktı. Öğrenciler yemek siparişi vermeye çalıştıklarında reddedildiler ve kendilerinden kafeyi terk etmeleri istendi. Bunun üzerine onlar da tezgâhın başından ayrılmayı reddederek oturma eylemi yaptılar.
Bu olay bunu takip edecek olan bir dizi oturma eyleminin ilkini oluşturuyordu. Ertesi günü kafenin restoran kısmında eylem yapan 19 öğrenci vardı, üçüncü gün bu sayı 300’e çıktı; dördüncü gün 1000 kişi vardı. Bir hafta sonra eylemlerin sayısı dokuz eyaletteki 15 şehirde toplam 54’e çıkmıştı. Sonunda temmuz ayına gelindiğinde Greensboro’daki Woolworth’s’ün restoran kısmı siyahlara da açılmıştı, fakat kafe 200.000 dolar kaybetmiş ve tahminî satışları %20 oranında gerilemişti.
Eylemleri esnasında bela çıkarmakla suçlanan gençler aslında liberal hakların basit bir savunusunu yapıyorlardı. Mülkiyetin karşısına metayı çıkarıyor, piyasanın ideolojisine uyulmasını istiyorlardı: “Kim olursa olsun, bedelini ödedikten sonra herkesin istediği malı satın almaya hakkı vardır.” Aynı şeyi Milton Friedman şöyle ifade ediyor:
"Ekmek satın alan hiç kimse, bunu oluşturan buğdayın bir komünist ya da cumhuriyetçi, bir meşrutiyetçi ya da bir faşist, zenci ya da beyaz tarafından yetiştirilip yetiştirilmediğini bilmez. Bu da, kişisel olmayan piyasanın ekonomik etkinlikleri siyasal görüşlerden nasıl ayırdığını ve insanları ekonomik etkinliklerinde, üretimleriyle ilgili olmayan nedenlerle – bu nedenler görünüşleriyle ya da renkleriyle ilişkili olsa bile – ayırıma uğramaktan nasıl koruduğunu göstermektedir."
Eylemler bir yandan da liberalizmin bir boyutunun (kişi hakları) diğer bir boyutu (mülkiyet hakları) karşısında öncelik taşıdığını ilan ediyorlardı. Liberalizmin bu ilk boyutu, yalnızca mülkiyet hakları üzerine temellenmiş ve mülkiyete dayalı bir özgürlük anlayışına odaklanmış liberal geleneğin istenmeyen bir sonucuydu ve mülkiyet hakları ile çelişiyordu. Bu çelişki liberal cumhuriyetçiliğin doğduğu andan bu yana sürekli olarak hissedilmişti. 19. yüzyıldaki liberal düşünürlerin çoğu kişi hakları ile mülkiyet haklarının genişlemesinde bir uyum görememişler, kamusal açıdan eşitliğe ve iktisadî açıdan eşitsizliğe dayalı bir toplumda istikrarı sağlamada sorunlar ile karşılaşılacağını düşünmüşlerdi. Alexis de Tocqueville bunu şu şekilde ifade ediyordu:
"Eşitlik, hizmetçiden ve efendiden yeni insanlar yaratıp, aralarında yeni bağlar kurar. (…) Öyleyse efendi emir verme, hizmetçi de itaat etme hakkını nereden bulur? (…) Sözleşme kurallarına göre, biri hizmetçi, diğeri de efendidir; bunun ötesinde her ikisi de yurttaştırlar. (…) Hizmetçiler kendilerine emir veren insanı kendi haklarını haksız yere gaspeden biri olarak görme eğilimindedirler."
Eğitimsiz kitlelerin elinde demokrasinin bir mediokrasiye dönüşeceğinden korkan Mill bile şunları yazıyordu:
"(…) ilerleme ruhu ile dolu bir hükümdar belirli bir amaca ulaşmaya yarayan her türlü aracı kullanmakta yetki sahibidir; aksi durumda bu amaca ulaşılamayabilir. Despotizm, amacın onların ıslah edilmesi olmak koşuluyla, barbarlar ile başa çıkmak için meşru bir yönetim biçimidir ve bu amacın fiilen gerçekleştirilmesi kullanılan araçları haklı kılar. İlke olarak özgürlük, insanlığın özgür ve eşit tartışmalar vasıtasıyla ilerleyebileceği duruma ulaşmasından önceki koşullarda hiçbir biçimde uygulanma imkânına sahip değildir. O zamana değin, bulabilecek kadar talihli olmaları durumunda, insanlık için bir Ekber’e ya da Şarlman’a kesin bir itaatten başka bir yol yoktur."
Bunun öncesinde, 17. yüzyılda İngiltere’de Oliver Cromwell eşit kanunî haklar konusunda radikal bir anlayışı savunan düzleyici hareket (Levellers) ile mücadele etmek zorunda kalmıştı. Düzleyici general Thomas Raisborough 1647’de şöyle diyordu: “Bence İngiltere’de, en yoksul insanın da en zengin insan kadar yaşama hakkı vardır; bu yüzden … bir yönetime bağlı olarak yaşayacak her insan, bu yönetimin altına girmeyi önce kendisi onaylamalıdır.” Buna karşılık Cromwell’in generallerinden Henry Ireton, “Krallıkla daha önce sürekli olarak ilgilenmemiş hiç kimsenin krallık işlerinin idaresinden pay almaya hakkı yoktur,” diyordu. Düzleyicilerin haklar konusundaki radikal anlayışları da Ireton’a şunları söyletiyordu: “Ancak aynı şekilde … bir insanın en doğal hakkının kendisini idare edecek olanları başka bir insanla eşit düzeyde seçme hakkına sahip olmak olduğunu söyleyebilirsiniz. Yararlı gördüğü şeyi yapmak ya da istemek aynı mantıkla kişinin doğal hakkıdır.” Ancak bu kadar genişletilmiş olan haklar bir soruna neden oluyordu. Ireton, “O zaman bana bir sınır gösterin derim, nerede duracaksınız, mülkiyet diye bir şey bırakmayacak mısınız?” diye soruyordu. Albay Rich de mülk sahiplerinin bu endişesini daha açık bir dille ifade ediyordu: “Eğer efendi ile köle eşit seçim hakkına sahip olacaklarsa, o zaman bir yasa çıkarılıp mallarda ve mülklerde de bir eşitlik sağlansın.”
Bu nedenle, liberaller uzunca bir süre boyunca eşit oy hakkı ilkesine karşı çıktılar. Bu karşı çıkışın temelinde toplumdaki mevcut mülkiyet rejimini güvence altına alma kaygısı yatmaktaydı. Zira eşit oy hakkının toplumdaki mülklü sınıfların yanında mülksüz sınıflara da tanınması mevcut rejimi temelinden sarsma tehlikesi taşıyordu. Bu düşünürlerin anlayışa göre, mevcut mülkiyet rejiminin yıkılmaması, demokrasinin ancak mülklüler arasında geçerli olması durumunda mümkündü. Böylece oy kullanma hakkı bir yüzyıl boyunca mülk sahipleri veya vergi veren kesimler ile sınırlandırıldı. Bu sınırlandırmanın ilk biçimi John Locke’un fikirlerinden hareketle oluşturulan Lockecu düzenleme idi.
Lockecu düzenlemeye göre, toplumsal uyum, siyasî katılımın mülk sahipleri ve onların üst sınıflar içindeki müttefikleriyle sınırlı tutulması sayesinde sağlanmaktadır. 19. yüzyıldaki liberaller oy kullanma konusunda genellikle Lockecu bir nitelik taşıyan üç kısıtlamayı kabul ediyorlardı: (a) Oy kullanma hakkını servet sahibi olmaya ya da vergi ödemeye bağlayan regime censitaire; (b) Oy kullanma hakkını okuma-yazma bilme ve temel eğitim görme temelinde kısıtlayan regime capacitaire; (c) Siyasî katılımı asgarî büyüklükte ya da kiralık meskenlerde oturan aile reisleriyle sınırlayan hane sorumluluğu taşıma kriteri. Bu kısıtlamalar arasında üzerinde en fazla durulanı mülkiyete bağlı olanlardı. Buna göre, toplumda işleri yürütmenin en uygun biçimi, bu işleri mülkiyet ve yatırım gibi “gerçek dayanaklara” sahip bağımsız kişilere bırakmak idi. Lockecu düzenleme bu şekilde, servet sahiplerinin mülklerini tehdit etme potansiyeli en güçlü olan gruba – işçilere – oy kullanma hakkı tanımayarak, temsilî yönetimi piyasa ekonomisi ile uzlaştırıyordu. Bununla birlikte, 20. yüzyılda toplumsal mücadeleler sonucunda oy kullanma hakkının yaygınlaşması, mülkiyet rejiminin değişmesinden kaygı duyanları yeni yollar aramaya itti. Nitekim Lockecu düzenleme 1920’lere gelindiğinde Avrupa’da fiilen ortadan kalkmıştı.
Kişi hakları ile mülkiyet hakları arasındaki çatışmadan kaynaklanan toplumsal istikrarsızlığı önlemede tutulan bir diğer yol, mülksüz kesimlerin ortak bir siyasî program ile ortaya çıkmalarını önlemek amacıyla yurttaşlar arasındaki çıkar heterojenliğini desteklemeye dayanan Madisoncu düzenleme idi. Buna göre, toplumda çok sayıda temel ve enlemesine ayrılık bulunduğu müddetçe, liberal bir demokratik ortamda dahi mülk sahibi azınlığın mülksüz çoğunluktan korunması mümkün olabilirdi. Bu düzenleme biçimi, oy hakkının kapsamının genişlemesinin ayrıcalıklı olanlara yöneltebileceği tehdidi önlemek için, önde gelen üretici sınıfların (çiftçiler, ücretli işçiler ve zanaatkârlar) heterojen nitelikli iktisadî ve toplumsal durumuna, bazı grupların (siyahlar ve kadınlar gibi) stratejik biçimde dışlanmasına ve etnik köken, din ve bölge temelindeki düşmanlıklara dayanıyordu.
Ben şahsen oy kullanma hakkını kısıtlayan Lockecu düzenlemeye sıcak bakıyorum. Tabii bizim memlekette kısıtlama hususunda daha farklı bir kıstas uygulanabilir.
II
Yukarıdakileri yazarken okuduğum kitaplardan biri de Karl Popper’in “Yüzyılın Dersi” adlı kitabıydı (Plato Film Yayınları, Çev. Ceyhan Aksoy, 2006. İngilizcesi de burada.) Popper kitapta demokrasi hakkında hoşuma giden bazı şeyler söylüyor ve çoban meselesi ile dolaylı yoldan ilgili bazı “demokratik” şeylere değiniyor.
Peki ama bu seçilmiş hükümetin bir hata yapmayacağından, veya daha da kötüsü, bir suç işlemeyeceğinden nasıl emin olabiliyoruz? Halk ne biliyor?
Aradan bir süre geçtikten sonra bir hükümeti veya politikayı yargılamayı başarabilir, belki de onları ve yaptıklarını onayladığımız için aynı hükümeti bir kez daha seçebiliriz. Belki hükümeti, yaptıklarını onaylamadan önce de yeniden seçebiliriz. Ama o zaman hiçbir şey bilmiyor oluruz, hiçbir şey bilemeyiz, hükümet hakkında hiçbir bilgimiz olmaz. Tabii, onlara duyduğumuz güveni kötüye kullanıp kullanmayacaklarından da emin olamayız.
Thucydides’e göre, Perikles bu görüşünü çok basit bir şekilde “Bir politika belirleme veya bunu uygulama yeteneğine içimizden birkaç kişi sahip olsa bile, hepimiz bunu yargılayabilecek yetenekteyiz,” diyerek özetlemiştir [Perikles’in ünlü konuşmasının linki burada]. Bana sorarsanız işin temelinde bu kısa ve öz formül yatıyor. Bu ifadenin halk iktidarı kavramını ve hatta halk inisiyatifini bile hesaba katmadığına dikkatinizi çekerim. Her ikisinin de yerini halk tarafından yargılanma görüşü alıyor.
Perikles (ya da belki de Thucydides – muhtemelen her ikisi de aynı görüştedir) başka türlü bir zorluk olmadığı hâlde, halkın neden kendi kendini yönetemeyeceğini burada özlü bir şekilde açıklıyor. Fikirler – özellikle de yeni fikirler – sonradan başkaları tarafından geliştirilip açıklık kazansalar bile, sadece bireyler tarafından gerçekleştirilen bir çabanın ürünü olabilirler. İnsanlar ise ancak bu fikirlerin sonuçlarına ilişkin tecrübeye sahip oldukları zaman, bu fikirlerin iyi ya da kötü olduğuna karar verebilirler. Bu tür değerlendirmeler ve evet-hayır kararları, daha geniş bir seçmen kitlesi tarafından da dile getirilmelidir.
Bu nedenle “halk inisiyatifi” şeklindeki bir ifade hem yanıltıcı hem de propaganda amaçlıdır. Bu, genellikle birkaç kişinin inisiyatifindedir ve eleştirel bir değerlendirme yapılabilmesi için en iyi şekliyle halka sunulmuştur. O hâlde, bu tür durumlarda önerilen önlemlerin, bunları değerlendiren seçmen kitlesinin yeterlilik sınırları dışında olup olmadığını bilmek önem kazanmaktadır. (s. 94-5)
Devletin gücünü kötüye kullanmasına engel olmak için özgürlüğe ihtiyacımız olduğu gibi, özgürlüğün kötüye kullanılmasına engel olmak için de devlete ihtiyacımız vardır. Bunun kuramsal yasalarla asla çözümlenemeyecek bir sorun olduğu çok açık. Bu sorunun çözülebilmesi için bir anayasa mahkemesine, ama her şeyden çok, iyi niyete ihtiyaç var.
Bunun tam olarak çözülmesi imkânsız bir sorun olduğunu, ya da daha açık konuşmak gerekirse, sadece (tüm gücün devlete ait olması prensibini ahlâkî nedenlerle reddettiğimiz) bir dikta rejiminde tam olarak çözülebileceğini kabul etmek zorundayız. Kısmî çözümlerle ve uzlaşmalarla yetinmek zorundayız; özgürlüğe olan tutkumuzun, onun kötüye kullanılmasından kaynaklanan sorunlara karşı gözlerimizi körleştirmesine izin vermemeliyiz. (s. 96-7)
Bana kalırsa siyasî partilerin çoğalması çok kötü bir şey. Tabii, seçimlerdeki nispî temsil de öyle. Partilerin bölünmesi, kimsenin halk önünde sorumluluğu kabullenmediği koalisyon hükümetlerine neden olur. Kimse sorumluluğu üstlenmez, çünkü bu tür hükümetler tarafından alınan kararlar bir uzlaşmadan öteye gidemez. (…) Eğer parti sayısı az olursa çoğunluk hükümetlerinin kurulması daha da kolaylaşır. Sorumluluklar da herkesin kolayca görebileceği kadar açık ve net olur. (s. 115)
Ama halk egemenliği teorisine yönelik en büyük itiraz, belki de bunun mantıksız bir ideolojiyi, bir hurafeyi desteklediği iddiasıdır. Bu da halkın (veya halk çoğunluğunun) hatalı olamayacağı ya da adaletsiz davranamayacağı şeklindeki bir görüş, baskıcı ve göreceli bir hurafeden başka bir şey değildir. bu ideoloji ahlâk dışıdır ve reddedilmelidir. Thucydides’den beri biliyoruz ki, Atina demokrasisi (ki bu yönetim tarzına birçok açıdan hayranlık duyuyorum) suç sayılabilecek bazı kararlar da almıştır. Bir kent-devlet olan Melos adasına saldırmış (evet, belki önceden haber vererek) bütün erkekleri öldürmüş, bütün kadın ve çocukları da büyük köle pazarlarında satmıştır. Atina demokrasisinin gücü buna yetiyordu.
Ve Weimar Cumhuriyeti’nin serbest seçimde göreve gelen Alman Parlamentosu, Yetki Yasası’nın sağladığı anayasal kurallar sayesinde Hitler’i diktatör yapmayı başarmıştır. Her ne kadar Hitler Almanya’da yapılan bir serbest seçimi kazanmışsa da, Avusturya’nın ilhakını zorladıktan sonra bu ülkede büyük bir seçim zaferi kazanmıştır.
Hepimiz hata yapmaya meyilliyiz; o hâlde bir ülkenin halkının veya herhangi bir insan topluluğunun da hata yapabileceğini kabul etmeliyiz. Eğer bir halkın kendi hükümetini görevden alabilmesi gerektiği görüşünü destekliyorsam, bunu sadece diktatörlükten korunmanın daha iyi bir yolunu bilmediğim için yapıyorum. Demokrasiyi bir halk mahkemesi olarak yorumlasak bile – ki ben böyle düşünüyorum – hiç hata yapılmayacağını söylemek mümkün değildir. (s. 116)
III
Diyeceğim, bu tür meselelerde hemen karara varmamalıyız. Her kafadan bir ses çıkıyor. Öte yandan kullandığımız siyasî kavramlar gerçekte neye işaret ediyor, hangi anlamları taşıyor, eksikleri ve kusurları nelerdir, işte bunları bilmek gerekiyor. Nitekim demokrasi yeri geldiğinde en kötü yönetim biçimi de olabilir.
Bir örnek vereyim. Herkese eşit oy hakkı vermek kişi haklarının kapsamına girer. İnsanların özel mülk edinmeye haklarının olması ve bu mülkün korunması da mülkiyet haklarına girer. Diyelim ki, komünist bir parti bizim dağdaki çobanları ve toplumun diğer kesimlerini bir şekilde ikna ederek oylarını topladı ve seçimlerde tek başına iktidara geldi. Eh, komünist olduğuna göre yapacağı ilk iş üretim araçlarını devletleştirmek olacaktır. Bunun için de Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi anlı şanlı iş adamlarımızın fabrikalarına ve tesislerine, hatta küçük üreticinin birtakım araçlarına el koyacaktır.
Peki işbaşındaki komünist partinin böyle davranması meşru mudur? Aslında kişi hakları açısından bakarsak meşrudur, çünkü seçimle iş başına gelmiştir. Meşruluğunu ve hâliyle gücünü ona oy veren çoğunluktan almaktadır. Ama mülkiyet hakları açısından baktığımızda, partinin yaptıkları kabul edilecek türden şeyler değillerdir. Halbuki bu iki hak da liberal demokrasinin vazgeçilmez unsurlarındandır, ama bu örnekte iki hakkın kullanımı birbiriyle çelişiyor. O yüzden yukarıda verdiğim örneğe hiçbir liberal gak-guk edemeden cevap veremez. İşte en yukarıda bahsettiğim düzenleme biçimleri liberallerin bu çelişmeyi aşmak için uyguladıkları düzenlerdir. Ama son 30-35 yılda, özellikle azgelişmiş ülkelerde bu çelişmeyi aşmak için liberaller diktatörleri desteklediler. Bunun en güzel örneği de Şili’dir.
Şimdi, verdiğim örnekteki komünist partinin yerine bir başka partiyi, mesela faşist bir partiyi koyun. Hatta daha güzeli, İslâmcı bir partiyi koyun. Ülkenin durumu sizce ne olur? Ben İslâmcı partiyi koydum, resmen Türkiye çıktı ayol! E, o zaman demokrasi iyi bir şey mi şimdi?
27 comments:
Demokrasi icin, acaba kac kere soylemek lazim, cok iyi ve dogru bilginin halka rahatca ulasabilecegi ozgur medya, toplumun kendisinin kurdugu kurumlarin kontrolu ve egitimli bir halk lazim. Bunlarin hepsinin gerceklesmesini beklemek anlamsiz tabii ama demokrasi olmasi icin zorunlu olan bu ogelerin de devamli ve hirsla beslenmedigi, gelistirilmedigi ulkelerde, dogal olarak, demokrasinin verdigi aciklara yayilan, toplumda azinliga veya cogunluga zararli dusunceler oluyor.
Bu da amator birinin dusuncesi. :oP
Sen tabii ki cok guzel yazmissin.
Sen, sanirm demokrasinin ucayagindan birinin bir hucresisin. Tabii dayanamayan, algilayamayan, yanlis algilayan olabilir. Herseye ragmen devam. :o)
www.elifsavas.com/blog
tamam anlaşıldı tezin süper gidiyor :)
tam gaz devam. fazla yemek yeme :)
Devamini bekliyorum cok iyi gidiyor sana bol bol tez yaptirmak gerek:)) ve acaba kaldirmak zorunda oldugun yaziyi okumam mumkun olabilir mi?
Elif,
Sağolasın. Churchill’in bir sözü var:
Bu günah ve acı dolu dünyada pek çok yönetim biçimi denendi ve denenecek. Demokrasinin kusursuz ya da tamamıyla bilgece olduğunu kimse inkâr etmiyor. Aslında, zaman zaman denenmiş olan tüm diğer biçimler dışında, demokrasinin en kötü yönetim biçimi olduğu söylenmektedir.
Batıda demokrasinin yürüyebilmesi için gereken koşullar zamanla oluşmuş, ama bizde bu koşullar eksik. Bunun nedeni de taa Osmanlı’ya kadar gidiyor. Seçim zamanında ağanın istediği partiye oy veren köylerin, tarikatın ya da cemaatin istediği partiye oy veren müritlerin olduğu bir memlekette demokrasi tam uygulanamıyor. Bizim halkın haklarını araması için bilinçli olması lazım, bunun için belli bir eğitim şart. Ama bir açıdan insanlarda da niyet olması lazım.
7. 0da,
Tez gidiyor da, bu gidişle göbek de ona yetişmesin diyorum :)) Kaseye ise hiç değinmiyorum :))
Fulya,
Yazıyı senin maile gönderdim. Tezi bitirince yastığın altına koyup gece birlikte yatacağım :))
* * *
Arkadaşlardan biri Nihat Genç’in bir konuşmasını göndermiş. Konuyla ilgili konuşuyor, hoşuma gitti, linki burada.
Selam Bliyaal. Blogun RSS özelliğini neden aktive etmiyorsun? Çok sık yazı yazmadığın için yeni yazılardan RSS ile rahatlıkla haberdar olabiliriz. Yanlış mı düşünüyorum?
Da Vinci,
Bir şeyler denedim, ayarlara girdim, ama sanırım beceremedim. Nasıl oluyor o?
Settings->Site Feed
Seninkiler şimdi "none" olarak gözüküyor olmalı. Ordakileri "full" yapman yeterli.
Girdim baktım, hepsi “full” olarak gözüküyormuş.
Yalnız şu var:
Firefox’da arama çubuğunda, sağ tarafta blogger’ın turuncu ikonuna tıkladığında siteye üye olmak için gerekli sayfa çıkıyor.
Benim Explorer’da araç çubuğunda yine blogger’ın turuncu ikonu var. Tıkladığında kayıt için sayfa açılıyor. Orada da şu adresler var:
http://bliyaal.blogspot.com/feeds/posts/default
http://feeds.feedburner.com/Bliyaal
Tamamdır sorun çözüldü. Senin feedburner üyeliğin varmış :)
bu demokrasinin siniri problemini, kendimce soyle basite indirgedim:
"x ve y diye iki politikacimiz var. x liberal, y ise baska bir sey. bir de halk var, secmen. x ve y halki kimin yoneteceginin belirlenmesi icin bir secime katilmaya razi gelmisler. ama kurallari x belirleyecek. cok adil bir sistem olursa, y'nin secim sansi olabilir. cok tarafli bir sistem olursa, y cingar cikartabilir. x'in y'ye ne kadar kazanma sansi vermesi gerekir?"
bir de aysun kayaci hakkindaki yorumuna katilmiyorum. youtube'dan birkac videosunu izledim. bu konulara tez yazacak kadar vakif olmasa da, meselenin cercevesini ve anafikrini az-cok biliyor.
Normalde liberaller seçim kurallarının adil olmasını isterler – en azından teorik düzeyde. Ama Hayek’in ve Friedman’ın Şili konusunda takındığı tavrı hatırladıktan sonra, bunun pratikte doğru olmadığını söylemek lazım. X partisi seçim kurallarını belirleyebilecek konumda ise, iktidar partisi demektir.
Şili’yi güzel bir örnek olduğu için veriyorum. Şurada Kissinger’in başkan Nixon’a Şili hakkında yazdığı bir memorandum var. Kissinger, seçimle işbaşına geldiği için Allende yönetiminin meşruluk kazandığını, bu yüzden kendi işlerinin zor olduğunu söylüyor (sayfa 2):
While events in Chile pose these potentially very adverse consequences for us, they are taking a form which makes them extremely difficult for us to deal with or offset, and which in fact poses some very painful dilemmas for us:
a – Allende was elected legally, the first Marxist goverment ever to come to power by free election. He has legitimacy in the eyes of Chileans and most of the world; there is nothing we can do to deny him that legitimacy or claim he does not have it.
Bu tür demokrasi meselelerinde evrensel kurallar koymak mümkün değil. Her toplumun kendine mahsus – kültür, tarih, gelenekler gibi – birtakım özellikleri var. Tüm bunları işin içine dahil edecek bir sistem şimdiye dek kurulamadı. Kaldı ki, demokrasi için bazı ortak koşulların da varolması gerekir – sanayileşme gibi. Liberallerin buradaki en önemli suçu, hem nev-i şahsına münhasır özellikleri dikkate almamak, hem de bunlardan kaynaklanan sorunları göz ardı edip evrensel çözüm önerilerinde bulunmak.
Demokrasi ile kapitalizmin bir yerde uyuşmaması gayet doğal. Bir soru da ben sorayım. İzleyeceği politikalarda beşyüz bin çalışanının hayatını doğrudan etkileyebilecek ve ürün, yer ve teknoloji seçiminde bütün bir cemaati ve daha fazlasını etkisi altına alabilecek bir işletme düşünelim. Etkilenen insan sayısı göz önüne alındığında, bu işletmeyi kimin idare edeceği konusunda hangisi daha önce gelir – (işletme sahibinin ) mülkiyet hakkı mı, yoksa (etkilenen insanların) kişi hakları mı?
Kayacı’ya gelince, onun bir şey bildiğini söylemiyorum. Sadece farkında olmadan çelişkinden bahsetmiş.
liberaller etkilenen insan sayisini ve toplam faydayi dikkate almazlar benim bildigim. yani 1 birey=500000 birey. isletme hakkini etkilenen insanlara vermek de aslinda mulkiyetin transferi. besyuz bin insan bu transferi demokratik yollardan dahi istese, liberallere gore bu mesru olmayacaktir.
aslinda mulkiyet hakki varsa, piyasa olusumu icin gerekli bir sart saglanmis demektir. etkilenenler isterlerse mulkiyeti parasini odeyerek de satin alabilirler.
yazidaki restoran ornegi bu acidan ilginc. zenciler parayi bastirip restoran sahibini ikna ederek de beyazlarla birlikte yemek yemek yiyebilirlerdi degil mi? piyasa mantigi icerinde cozum basit yani. ama sonucta zencilerin farkli fiyat odemesinden etik kaygi duyup bir bakima piyasaya siyasi baski yapmak tercih edilmis. sonucta restoran sahibi malini istedigine istedigi fiyattan satamamis. bu da pek liberal bir cozum degil.
mulkiyet haklarina bagli kalarak, daha tutarli bir liberal teori kurulabilir bence. ama pratikte o kadar tutarli olmak istenir mi? bilemem.
soyle kendimi daha iyi ifade edecegim:
siyaset (demokratik ya da degil), insanlarin bedelini odemeden baskalarinin hayatina etki edebildikleri bir kurum. piyasa ise tam tersi, bedelini odeyerek baskasina etki edebildikleri bir kurum. bu ikisine birden dayanmaya calisan bir felsefenin tutarsizliklar yasamamasi olanaksiz. eger amac, bireyi toplumdan korumaksa, mumkun oldugunca piyasaya, yani mulkiyet haklarina dayanmak gerekir.
Dün dışarıda olduğumdan ancak şimdi cevap yazabildim.
Zenciler restoranda bedelini ödeyerek yemek yemek istiyorlar, ama ona rağmen içeri alınmıyorlar. Demek ki burada piyasanın mantığı işlemiyor. Zaten fiilen de işlememiş. İşlemesi için bir neden de yok. Burada inançlar ve yargılar piyasanın önüne geçiyor. Piyasayı savunanların yaptığı yaygın yanlışlardan biri de bu. İnsanların sürekli olarak piyasa mantığına uygun davranacaklarını zannediyorlar. Halbuki gerçek hayatta kanaatler ve inançlar çoğu defasında diğer her şeye baskın çıkıyor. Bunların arasında ekonomik çıkarlar da var. İnsanlar her zaman ekonomik çıkarlarına göre hareket etmezler. Bir hayli kısır bir bakış açısı bu.
Piyasada bedelini ödeyerek başkalarına etkide bulunmak her zaman gerçekleşen bir şey değil. Yukarıdaki yorumda bahsettiğim şirketin sahibi ve onun yöneticileri yanlış bir karar alıp şirketi iflas ettirirse, şirkette çalışan onca kişi işsiz kalır. Hem de sadece birkaç kişinin hatası yüzünden. Burada sadece hata yapanlar kendi hatalarının sonucundan etkilenmiyor, aynı zamanda şirketin yönetiminde hiç söz sahibi olmayan insanlar da bu hatanın sonuçlarını paylaşmak zorunda kalıyor. Dahası, bu insanların hiçbiri hatadan sorumlu olanlara hesap soracak konumda değil, zira burada karşılarına mülkiyet hakkı çıkıyor.
Çalışanların şirketi en başta satın alması mümkün değil. Nitekim işletme sahibinin rızası gerekir. Ayrıca çalışanların parasının olması gerekir. Bu ancak küçük çapta bir işletme için istisnai durumlarda mümkün olabilir. Çok uluslu şirketlerin söz konusu olduğu bir durumda böyle bir şey düşünülemez bile.
Mülkiyet haklarının genişliği, mülkün diğer insanların yaşamlarına etkide bulunduğu noktaya kadardır. Her şeyin bu kadar iç içe geçtiği bir toplumda, bir kişinin kendi özel alanındaki davranışları diğer kişileri etkilemeden duramaz. Bu yüzden herkese kimsenin karışamayacağı özel bir alan vermek o kadar kolay değildir – ekonomik alan söz konusu olduğunda bu imkansızdır.
Mülkiyet haklarının genişlemesi de ancak mülk sahibi olmayanların bunu elde etmesiyle olur, ama burada da sorun bitmiyor. Mülklü insanların birbirleri ile olan ilişkilerinin sınırları ya da kapsamı nasıl belirlenecek?
Bilinen bir örneği vereyim. Diyelim müstakil bir eviniz var. Bunu koruması için özel bir güvenlik şirketi ile anlaştınız ve adamlar evi korumaya başladı. Bu esnada yandaki komşunuzun evine hırsız giriyor ve sizin güvenlikçiler bunu görüyor. Şimdi, bunlar sizin evi korumayı bırakıp hırsıza müdahale etsinler mi, etmesinler mi? Zira ortada bir başka kişinin mülküne tecavüz var. Ederlerse ne ala, ama etmezlerse ne olacak? Burada piyasa mantığı ile düşünüldüğünde müdahale edilmemesi durumu hiçbir sorun çıkarmaz – kısmen belki. Ama gerçek hayatta böyle bir durumda kimsenin piyasa mantığına itibar edeceğini sanmıyorum.
piyasa mantiginda bedelini odersen insanlara kanaatlerinin ve inanclarinin aksini de yaptirabilirsin. kuzenim ev ariyordu. universiteye cok yakin bir ev buldu. ama ne ev sahibi ne de diger apartman sakinleri, bekar bir erkegin evi tutmasini istemiyorlardi. kuzenim kira teklifini arttirdi. sonunda ev sahibini razi etti. bekar bir erkek oldugu icin, bir aileden cok daha yuksek kira odedi. bu adaletsiz mi bilemem. ama iki taraf da gonullu olarak bir anlasmaya vardigina gore, piyasa isledi.
zencilerin restorana alinmamasi da bunun gibi. orada anlasmaya varmak daha zor olabilir. ama tum toplumsal iliskiler gibi ekonomik iliskiler de bir seferlik degil sureklidir. birbirine dusman iki grup arasinda, zaman icerisinde ticaret, ekonomik cikar birlikleri yoluyla dusmanliklar azalabilir. bir devletin sorunlari cozmek iddiasiyla hazir bulunmadigi yerlerde, mesela uluslararasi sorunlarda, sorunlar boyle cozuluyor.
sirket meselesine gelelim. bir defa piyasa mantigi icerisinde, insanlarin issiz kalmasi bir felaket degil. insanlar pek ala baska bir yerde ise baslayabilirler. iscilerin emekleri de yine piyasada becerilerine gore degerlenir. onlar icin bir sey degismez. belki o isyeri, piyasanin toplam emek talebi icerisinde onemli bir yere sahip ise, ve isciler hemen baska sektorlere ya da yerlere goc edemiyorlarsa, emek talebindeki dusus kisa vadede ucretleri bir miktar asagi cekebilir. isciler, issizlik sebebiyle, kisa bir donem sikinti yasayabilirler. boyle sorunlarla istenirse baska yollardan bas edilebilir. ama piyasa mantiginda, batmasi gereken bir isletme batar.
sirketi yoneten birkac kisinin hata yapmasi meselesine gelince. sirketten etkilenen herkesin sirket yonetiminde soz sahibi oldugu durumda sirketin daha iyi yonetilecegini mi dusunuyorsun? hata sanssizliktan kaynaklaniyorsa, arada fark yok. dikkatsizlikten, umursamazliktan kaynaklaniyorsa; ozellikle buyuk sirketlerde, birkac yoneticiye daha dikkatli olmalari icin tesvik mekanizmalari gelistirmek, tum calisanlari organize edecek etkin ve verimli karar alma mekanizmalari gelistirmekten cok daha kolay. ikincisinde farkli isciler arasinda cikar catismasi da olacagindan, (kisaca) sorunlar cikacaktir. (karar alma mekanizmalarini calisanlarin da otesine tasirsak, sirketi yonetmek daha da zorlasir.)
hesap sorma meselesine gelince. iscilerin hesap soracaklari bir sey yok. yapacaklari baska bir is bulup calismak. onun disinda, sirket bir insanin mulkiyet haklarini ihlal edecek bir sey yapmissa bunun cezasini mahkeme verir. geri kalan tum sorunlar, mulkiyet haklarinin kesin olarak belirlenemedigi durumlarda ortaya cikar.
her seyi mulkiyetini belirlemek, tum toplum iliskilerinin sinirini ve kapsamini cizmek mumkun degil. zaten mumkun olsaydi, sadece piyasa yeterdi. ama mulkiyetin belirlenebildigi durumlarda, piyasa mantigi icerisindeki cozum basit.
son ornekte, eger komsunun guvenlikcileri evinize gerektiginde girebilsin istiyorsaniz, onlara bu izni bastan verebilirsiniz. bu olmasa bile, eger sizin dava acmayacaginizi dusunuyorlarsa (ki bu da izin almak gibi), guvenlikciler duruma mudahale edeceklerdir. (gercekte, guvenlik hizmeti satin almamayi tercih etmis biri icin, guvenlikcilerin sirf insaniyet namina kendilerini tehlikeye atacaklarini sanmiyorum.)
Bu piyasa-inanç konusu ilginç bir konu. O yüzden buna biraz uzunca bir cevap verdim.
I
Bedel ödeyerek istediğini yaptırma önerisine katılmıyorum. Bu tarz bir şey yerel ve bireysel düzeyde, istisnai bir durum olarak mevcut olabilir.
Piyasada ekonomik kaygılar önem taşır, ama değerlerin etkisi de yadsınamaz. İlginçtir, bu durum marjinal-değer teorisi tarafından da – üstü kapalı şekilde de olsa – kabul ediliyor. Teoride malların mübadele-değerlerini bireylerin yaptıkları değerlendirmeler belirliyor. Bu değerlendirmeler de kanaatlere ya da inançlara, genel olarak bireysel değerlere bağlı. Dolayısıyla bireysel tercihler verili doğal olgular değiller.
Londra’da iken part-time garsonluk yapıyordum. Kimi zaman restorana gelen müşteriler yemeklerin helal olup olmadığını soruyordu. Çok sık rastlamıyordum bunlara, zira batılılar herhangi bir şey sormazdı. Ama bu durum kültürel açıdan farklı ve haliyle değişik değer yargıları olan insanların piyasanın sunduğu mal ve hizmetlere nasıl yaklaştıklarını (ekonomik olarak bu kişilerin taleplerini) gösteriyor.
Bir de farazi bir örnek vereyim. Diyelim ki bir yerde, belki bir Afrika ülkesinde, çok uluslu şirketler için köle kullanma imkanı doğru. Bu şirketler köle emeğine itibar ederler mi? Büyük ihtimalle hayır. Ama köle emeği kullanmak ekonomik açıdan son derece verimlidir – ne sendika ne de grev var (19. yüzyılda köle emeği yaygındı üstelik). İtibar etmezler, çünkü tüketicilerin ahlaki inançları nedeniyle mallarını boykot edeceklerinden korkarlar.
Bu açıdan bakıldığında, piyasa uluslararası sorunları çözemiyor. Öyle olsaydı dünyanın pek çok yerindeki etnik çatışmalar çözülebilirdi. Kosova ya da Ruanda gibi yerlerde olan şeyler piyasa tarzı bir çözümün söz konusu dahi olmadığını gösteriyor. Düşman ülkeler ya da gruplar arasındaki husumet inançlar yoluyla beslendiği sürece piyasa bir işe yaramaz. Aksi türlü, Filistin sorununun şimdiye dek çoktan çözülmüş olması gerekirdi. Dahası, bu tarz sorunları piyasa sanayileşmiş ülkelerde dahi çözemiyor. En güzel örnek İngiltere ve Kuzey İrlanda meselesidir. IRA ekonomik yoldan halledilebildi mi?
Bugün tahminimce Amerika’nın özellikle güney eyaletlerinde üstü kapalı da olsa bir zenci karşıtlığı var. Mesela Friedman “Capitalism and Freedom” (CF) kitabında ırkçılığı önlemenin yolu olarak, ırkçılık yapanları bunun aksine, yani ırkçılık yapmamaya ikna etmeyi önerir. Arada birkaç ekonomik argüman da ileri sürer. Ama bunları hiçbirisi gerçek hayatta işe yaramıyor. Almanya’da bugün Türklerin evlerini yakan insanları piyasanın argümanlarını kullanarak engellemek mümkün değil.
Piyasanın bu konulara bir çözüm sağlayabileceğini varsaysak bile, bu, piyasanın lehine bir argüman sağlamıyor. Çünkü en başta insanların bir çözüme varma niyeti taşımaları gerekir. Bunu aslında Friedman da dolaylı yoldan kabul ediyor. CF’da şöyle diyor: “Both parties to economic transaction benefit from it, provided the transaction is bilaterally voluntary and informed,” (sayfa 13). Yukarıdaki kuzen örneği de tamamıyla buna giriyor. Halbuki iki tarafın da birbirini nihai olarak ortadan kaldırmayı amaçladığı bir durumda bunun gerçekleşmesi imkansızdır. İki taraf ne zaman böyle davranır? İnançlarına sıkı sıkıya yapıştıklarında.
II
Şirket meselesine gelince:
İşçiler elbette yeni iş bulabilirler. Ama önemli olan, bu işi ne zaman bulacakları. Bu 3 ay da olabilir, 6 ay da olabilir. Bir işçi iş buluncaya dek ne ile geçinecek? Tasarrufları ile mi? Zannetmiyorum. Öyle olsaydı gelişmiş ülkelerde dahi olan işsizlik ödemeleri olmazdı. Kimi zaman bireysel kaygılar her türlü ekonomik çıkarın önüne geçer.
Tüm çalışanları şirketin idaresinde söz sahibi yapmak elbette mümkün değil. Zaten sorun da burada. En başta örnek olarak verdiğim geniş ölçekteki şirketin etki alanından kaynaklanan mesele de bu yüzden hala çözülmeden duruyor. Bu tür meselelerde sendikalar ya da devletin çalışanların haklarını koruyucu birtakım yasalar çıkartması bu açıdan olağan karşılanmalı. Şirket içi katılım mekanizmaları da geliştirilebilir. Özellikle sendikalar bu açıdan önemli. Liberaller de bu yüzden sendikaları sevmiyorlar. Örneğin Hayek sendikaları resmen öcü ilan eder.
III
Güvenlik örneğinde sorun, eve girme izninin verilip verilmemesi değil. Diyelim ki izni verdim, ama güvenlikçileri tutan kişi kendi parasıyla tuttuğu kişilerin – istisnai de olsa – benim evime hırsız girmesi durumunda müdahale etmelerini istemiyorsa ne olacak?
Daha da ileri gidebiliriz. Diyelim ki, eve giren hırsız bir yakınımı öldürmeye çalıştı ve o da bağırarak yardım istedi. Bunu duyan güvenlikçiler kendilerini tutan adamın isteğine uyarak müdahale etmediler ve yakınım öldü. Bu durumda ben hem güvenlikçiler hem de onları tutan kişi için dava açabilirim. Sanırım böyle bir durumda kazanma olasılığım yüksek olur. Zira yardım çağrısını duymasına rağmen harekete geçmeyen ve bir başkasının ölümünü engellemeyen bir kişinin bunu durumu savunması, hatta piyasa argümanı ile meşru kılması iki nedenden dolayı mümkün olmayacaktır:
a) Kayıtsızlık argümanı: Bir kişinin kendi mülkünü korumak amacıyla hareket ettiği yöntem, onu belirli bir durum karşısında kayıtsız kalmaya itiyor. Hatta zararı önleyici müdahaleyi engelliyor. Böylece bir başka kişinin yaşamını tehlikeye giriyor ve o kişi zarar görüyor. Burada bireysel özgürlüğün sınırları rahatça çizilebilir. Mülkü korumak için başvurulan yöntem, bir başkasının zararına karşı kayıtsız kalınmasını gerektirmez.
b) Güven argümanı: Piyasada bireyler arası işlemler karşılıklı güvene de dayanır. Karşınızdaki kişi belirli bir güvenilirlik sağlıyorsa onunla işbirliği yaparsınız. Bu da toplumsal işbirliğinin temelini oluşturur. Nitekim karşılıklı güven hem işbirliğinin dayanıklılığını sağlar hem de bunun sonuçlarının belirsizliğini kısmen ortadan kaldırır (Fukuyamanın “Trust” diye bir kitabı vardı). Eğer aynı mahallede oturan bir kişinin sizin tehlikede kalmanız durumunda size yardım etmeyeceğini düşünürseniz, toplumsal açıdan bir arada yaşamanız da mümkün olmaz.
Ahlaki olarak kayıtsızlığı savunmak zaten mümkün değil. Jüri burada zarar gören tarafa meyilli olacaktır.
bugun fazla zamanim yok. o yuzden kisaca birkac noktaya deginecegim.
I
bireysel tercihler insanlarin degerlerinden de etkilenir elbette. kuzen orneginden gordugumuz, inanc ve kanaatlerin ekonomik cikarlar da isin icine girdiginde her zaman cozume engel olmadigi. bu da inanc ve kanaatlerden kaynaklanan sorunlara piyasa disinda cozum aramaya gerek olmayabilecegini gosteriyor.
ikincisi, toplumsal sistem neye dayanirsa dayansin yerel ve kuresel anlasmazliklar olacak. zaman icerisinde bunlarin bir kismi cozuluyor. yerine yenileri cikiyor. benim ifade etmeye calistigim, ekonomik cikarlarin bu sorunlarin cozumu icin taraflari guduleyecegi ve zaman icerisinde ticaret ve ekonomik isbirligi yoluyla karsilikli guvenin saglanabilecegi. bunun avrupa birligi basta olmak uzere dunyada sayisisiz ornegini sayabiliriz.
ayrica, piyasanin bazi sorunlari cozmede yetersiz kalmasi, bunlarin baska yollardan daha iyi cozulebilecegi anlamina da gelmiyor. sahsen siyasi bir gucun, bir sorunda taraf alarak diger tarafa zorla bir seyi kabul ettirmesinin daha buyuk sorunlar da yaratabilecegini dusunuyorum. (ortadogu'nun hali de biraz buna benziyor.)
II
isciler tasarruflariyla gecinebilirler. ya da piyasa icerinde cozum uretilebilir. en basit cozum sigorta.
piyasa disi diger tum cozumlerde taraflarin guduleri (incentives) dikkate alinmali. bir duzenleyicinin, insanlarin kurallarin etrafindan dolasmalarini engelleyecek tum bosluklari bulup kapamasi imkansiz.
III
hukuk bilgim kittir. ama piyasa mantigina vurdugumda, mudahale etmeyenlerde bir suc olmayabilir bence. insan guvenli olmayan bir yerde oturuyor ve guvenlik satin almamayi tercih ediyorsa, onu suca maruz kalma riskini bastan goze almis olarak degerlendirilebilir. o durumda mudahale polisin gorevi. ha, komsu cok fakirse? o zaman, sozunu ettigimiz degerler isin icine girebilir. insanlik diye de bir sey var.
Bana ilginc gelen bir dizi yaziyi paylasmak icin Bliyaal beyin bir dedigini vesile edeyim:
Bir de farazi bir örnek vereyim. Diyelim ki bir yerde, belki bir Afrika ülkesinde, çok uluslu şirketler için köle kullanma imkanı doğru. Bu şirketler köle emeğine itibar ederler mi? Büyük ihtimalle hayır. Ama köle emeği kullanmak ekonomik açıdan son derece verimlidir – ne sendika ne de grev var (19. yüzyılda köle emeği yaygındı üstelik). İtibar etmezler, çünkü tüketicilerin ahlaki inançları nedeniyle mallarını boykot edeceklerinden korkarlar.
Bu isin ekonomik acisi belki daha on planda, cunku boykot vs. isler iyi gozukse de yine ekonomik sebeplerle dolayli/dolaysiz adam olduren olusumlar/devletlere baska devletler 'taraf' olarak gaz vermedigi surece ciddi ekonomik boykot seklinde tezahur eden bir kitle tepkisi gormuyoruz. Koleligin ekonomik analizi icin soyle bir paragraf alintilayayim:
Domar was motivated by his knowledge of Russian history. Serfdom in Russia, he knew, wasn't an institution that dated back to the Dark Ages. Instead, it was mainly a 16th-century creation, contemporaneous with the beginning of the great Russian expansion into the steppes. Why? He came up with a simple yet powerful insight: there's no point in enslaving or enserfing a man unless the wage you would have to pay him if he was free is substantially above the cost of feeding, housing, and clothing him.(vurgu benden)
Dr. Jekyll,
Son olarak şunları diyeyim o zaman:
I
Ekonomik çıkarların farklı değerler sistemine sahip toplulukların ya da ülkelerin sorunlarının çözmede fazla bir etkisi olmadığında ısrar etmek zorundayım. Tabii bu tartışmayı uzatır. Kuzen örneği, Friedman’dan yaptığım alıntıdan hareketle benim “karşılıklı rıza” olarak adlandırabileceğim istisnai ve bireysel bir durum.
Burada AB bence iyi bir örnek değil, zira ortak bir geçmişi ve değerler sistemini paylaşan bir yapıyı temsil ediyor. Böyle olduğunda ekonomik entegrasyon çok daha kolay olur. Örneğin Türkiye’nin, herhangi bir Avrupa ülkesi gibi, bu yapıya entegre olması ne ekonomisi ne de değerler sistemi açısından mümkün.
Şüphesiz piyasa dışı yollar her zaman için etkin olmayabilir. Bu durumda tek çözüm bir tarafın diğerini bastırmasından geçer.
II
İşçilerin ya da çalışan kesimin tasarruflarının yeterli olacağını sanmıyorum – hele asgari ücret düzeyindeki biri için tasarruf mümkün değildir. Aksi türlü asgari ücret diye bir şey olmazdı zaten. Bugün dahi mortgage krizi yüzünden ABD’de devlet ekonomiye müdahale ediyor. Piyasanın yetersizliğine bir ampirik örnek daha bu bence.
III
Güvenlikçilerin müdahale etmediği evde piyasayı savunan ve haliyle piyasa mantığını destekleyen bir liberalin ailesiyle birlikte oturduğunu düşünelim. Hırsızın girmesi sonucunda bu liberalin karısı ve çocukları öldürülmüş olsun. Eminim ki, bu olay sonrasında bizim liberalimiz piyasa mantığını aklına dahi getirmeyecek ve – yardım çığlıklarını duymalarına rağmen müdahale etmeyen – güvenlikçileri dava edecektir.
Kağıt üzerinde bazı şeyleri savunmak kolay, ama gerçek hayatta işler çok farklıdır.
Bülent bey,
Sizin alıntı yaptığınız cümle kapitalizm öncesi bir toplumla ilişkili. Yani ilişkinin iki tarafında da sanayileşmiş bir nitelik yok – ne işçi ne de kapitalist.
Domar’ın önerisi genel olarak köleliğin doğuşu ile ilgili ve Rusya’dan esinleniyor. Halbuki ileride şöyle deniliyor:
And Domar misses one big cause of serfdom and slavery. During the formation of the Roman Empire, (…) slavery and serfdom emerged, instead, because high demand for staple products (grain, sugar, tobacco...) greatly lowered the gap between the productivity of free and the productivity of bound workers.
Kapitalizm için ekonomik açıdan şunu söyleyebilirim:
Yaşamak için çalışmak zorunda olan ve üretim araçlarının sahibi olmayan işçilerin en azından bir kapitalistle mübadeleye girmekten, yani emek güçlerini kiralamaktan başka seçeneklerinin olmadığını göz önüne almak gerekir. İşçi-kapitalist ilişkisinin temelini bu oluşturur. Böyle bir durumda herhangi bir tahakküm yoktur. İşçinin çalışıp çalışmaması onun tercihidir. Dolayısıyla burada “karşılıklı rızaya” ve sözleşmeye dayanan bir ilişki var.
Yalnız, Nike’ın çocuk işçi çalıştırmasını hatırlatmadan geçemeyeceğim.
bir cumleyle toparlayayim ben de: mumkun oldugunca mulkiyete ve piyasaya dayanacak liberal bir teorinin daha tutarli, ve liberaller acisindan makbul olacagini dusunuyorum. uzerine bir tez yazilacak bir konuda, burada lafi daha fazla uzatmaya gerek yok. ama daha sonra su III'uncu konuda soyleyecek birkac seyim olacak.
bugunun isini yarina birakmayalim. III'uncu ornekte bir liberal elbette dava acardi. dava acacagini bilen komsusu da ona guvenlikcilerini gonderirdi. bu sayede liberalimiz bedavadan komsunun guvenliginden yararlanirdi. firsatcilik ahlaki bir davranis olmayabilir. ama liberaller tam da insanlarin firsatci davranacaklarini kabul ettiklerinden toplumun buna gore duzenlenmesini isterler zaten.
dag basinda bir site dusun. insanlar guvenlikleri icin senin dedigin gibi bir ozel guvenlik sirketiyle anlasmak istesinler. ama iclerinde birileri, kanunlarin komsuyu sorumlu tutma ozelliginden yararlanip firsatcilik yapsin. bu yuzden diger insanlar daha az kaliteli bir guvenlik hizmeti alsinlar ve daha az korunsunlar. belesciler yuzunden suca maruz kalma riski artan diger insanlarin gunahi ne? oysa komsunun guvenlikcisinin mudahale zorunlulugu olmasa, kimse firsatcilik yapamaz. kimse de madur olmaz.
derdim lafi uzatmak degil. ancak sadece farazi felsefi bir tartisma yok burada. mulkiyet haklarinin iyi belirlenmesinde ciddi pratik fayda soz konusu.
Bence dağ başında kurulan bir site daha yapım aşamasında bir güvenlik şirketi ile anlaşır. Bugün şehirlerdeki özel sitelerde bile özel güvelik var ve sitenin bir parçası. Yani sitede ev satın alırken güvenlik hizmetini de satın alıyorsunuz.
Mülkiyet haklarının belirlenmesi gelişmiş bir ekonomiyi gerekli kılıyor. Azgelişmiş ülkelerde ekonomik varlıkların hukuki sisteme dahil edilememesi, hem mülkiyet haklarının ortaya çıkmasını hem de sermayenin oluşmasını engelliyor. Bu da bürokrasiden ve hantal devlet aygıtından kaynaklanıyor. Hernando de Soto’nun bu konuda bir kitabı vardı.
"Demokrasi, tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimidir" diyor sözlük.
.."eişit hakka sahip olmak" göreveli bir durum. Bir toplumda insanları etkileme gücü eşitlenmedikçe, o hakkı kullanabilmek ne kadar eşit olabilir ki!
"çoğunlukçu ve oydaşmacı demokrasi modeli" diye ikiye ayırıyor Arend Lijphard (çağdaş demokrasiler kitabında).
Birincide, "çoğunluğun azınlığı yönetmesi, azınlığın da muhalefet etmesi"nden söz ediyor.
İkincide, Sir Arthur Lewis'in eleştirisiyle, "azınlığın da karar alma gücüne katılmasıyla demokrasi anlam kazanır" diyor.
Nasıl olacak bu?
Elimde bu günlerde okuduğum "Hegel Felsefesine Giriş"te Köle-Efendi ilişkisiini kökeni irdeleniyor.
Efendi yükünü tutmuş, azınlık olsa da, çoğunluk olan köle sınıfına kendisini seçtirecek kuralları koymuş, adına eşitlikçi demokrasi diyor. Oysa, "davranmada" değil, "kullanmada" eşitlikten söz edilmeli.
Demokrasi böyle bir şey şimdilik.
Tekrar etmekte yarar var, geçmişteki birikimlerin koşulları sorgulanmadan, geçmişin kazançları üzerinde demokrasicilik kandırmacadan başka ne olabilir ki?
Yazida 'zenginlige sahip' olmak geciyor. Bu, bana, Turkce acisindan sorunlu geldi. Onun yerine 'servet sahibi olmak' daha kullanilsa galiba daha isabetli olurdu.
'Leveller'in karsiliginin da 'Duzleyici' olmasi garip kaciyor..
'Musavici', 'Esitci' belki ama 'Flattener' anlamina gelecek bir sey bana biraz zorlama gibi geldi.
Düzleyici ifadesi bana da sorunlu geldi, ama alıntı yaptığım kitap bu ifadeyi kullanmış. Daha güzel bir karşılık bulmuştum bir yerde, ama kaybettim.
Zenginlik için dediğiniz doğru, servet daha uygun görünüyor.
Post a Comment