Tuesday, May 13, 2008


İKİ HİKAYE

İlkokuldan başlayıp üniversitenin ilk yıllarına değin sıkı bir çizgi roman okuyucusuydum. Türkiye’de yayınlanan çizgi romanların önemli bir kısmını, hatta orijinal Amerikan çizgi romanlarını dahi takip ederdim. Ancak hem yaş ilerleyip ilgi alanları değiştiğinden hem de çizgi romanlar eski çekiciliklerini kaybettiğinden, bir süre sonra bunları okumayı bıraktım. Örneğin Süpermen’in ve Örümcek Adam’ın yeni maceraları eskileri kadar güzel değildi; çizimleri de bozulmuştu. Süpermen 80’lerin ilk yarısında yenilenmiş, ama artık macera açısından tükenmeye başlamıştı. Örümcek Adam’ın 90’lardaki maceraları 70’lerdekileri aratıyordu. Zaten Barbar Conan gibi yayınlar da Amerika’da bitmişti (öğrendiğime göre şimdi yeniden başlamış, fakat takip etmiyorum).

Açıkçası eski maceralar daha güzeldi – hele Zagor, Mister No gibi İtalyan serilerinin bizde 80’lerde yayınlanan maceraları. Dayım da eski bir çizgi roman okuyucusu olduğu için Zagor gibi serilerin 70’lerde yayınlanan sayılarını ondan okuma fırsatını bulmuştum. Bunların arasında Zagor ile Çiko’nun tanıştığı macera da vardı, ama o macera daha sonra yeniden yayınlandı mı bilmiyorum. Bu İtalyan karakterlerin arasında Martin Mystere en entelektüel olanıydı. Jorge Luis Borges ve Ambrose Bierce gibi yazarları onun sayesinde tanıdım. Borges’in “Kum Kitabı” adlı hikayesi ile ilişkili bir macerası vardı Mystere’nin, Bierce ise güya bir uzaylı tarafından öldürülmüştü (nitekim Bierce gerçekte kaybolmuştur). Ama sonradan Mystere’nin maceralarının ve çizimlerinin eski tadı kalmadı; ben de almayı bıraktım.

Buna rağmen Mystere’den Borges miras kaldı. O dönem merak edip Borges’in “Alçaklığın Evrensel Tarihi” kitabını almıştım. Okudukça kısa hikayeleri hoşuma gitmeye başladı, böylece ben de kitaplarını almaya devam ettim. Evvelki gün rafları karıştırırken elime “Brodie Raporu” adlı kitabı geçti. Kitaptaki ilk hikaye benim en sevdiğim Borges hikayesidir. Kısa olduğundan aktarayım dedim.

I

Araya Giren

(2 Samuel, I, 26)

Bu öyküyü Nelsonların en küçük çocuğu Eduardo’nun bin sekiz yüz doksan küsur yılına doğru, Moròn çiftliğinde, eceliyle ölen ağabeyi Cristian’ın ölüsünün başında (pek olası değil ama) anlattığı söylenir. Gerçek olan, peşpeşe Paraguay çayı içilen o üzüntülü uzun gecede, bu öyküyü birisinin bir başkasından duyduğu, o başkasının da bunu, bana anlatacak olan Santiago Dabove’ye yinelediğidir. Yıllar sonra aynı öyküyü olayın geçtiği yerde, Turdera’da anlattılar bana. Biraz daha ayrıntılı olan ikinci anlatım, doğal olarak ufak birkaç değişiklik ve çelişkiye karşın sonuçta Santiago’nun anlattıklarını doğruluyordu. Bugün bu öyküyü yazmamın nedeni, bunun, eğer yanılmıyorsam, eski kırsal kesim insanlarının vicdanına küçücük trajik bir ayna tutmasıdır. Aslına bağlı kalacağım, ama kimi ayrıntıları eklemek ya da öne çıkarmak konusunda yazının baştan çıkarıcılığına dayanamayacağımı şimdiden görür gibiyim.

Turdera’da onlara Nilsenler derlermiş. Rahip, kendisinden önceki rahibin bu insanların evinde, gotik harflerle kaleme alınmış, kara ciltli eski bir İncil gördüğünü ve buna şaştığını anımsadığını anlattı bana; el yazısıyla son sayfalarına adlar ve tarihler yazılıymış. Evde bulunan tek kitapmış. Her şey gibi yitip gidecek olan, Nilsenlerin rastlantı sonucu kalan tarihçesi. Şimdi yerinde yeller esen harabe ev, sıvasız, tuğladanmış; dış kapıdan sonra birisi kırmızı taş döşeli, birisi toprak iki avlu ayrılıyordu. Bu eve yabancılar pek girmezmiş. Nilsenler yalnızlıklarını özenle korurlarmış. Boş odalardaki portatif karyolalarda yatarlarmış; bütün lüksleri atlar, eyerler, kısa saplı bıçaklar, cumartesi günleri giyilen şık giysiler ve kavga çıkarmalarına neden olan içkilermiş. Uzun boylu ve kızıl saçlı olduklarını biliyorum. Bu iki Arjantin yerlisi damarlarında, kuşkusuz adlarını bile duymadıkları Danimarka’nın ya da İrlanda’nın kanını taşıyorlardı. Mahalleli bu iki kızıl saçlıdan korkuyorlardı; adlarının bir cinayete karışmış olması olanaksız değildi. Bir kez omuz omuza verip polisle çatıştılar. Küçüklerinin Juan İberra ile çatıştığı ve bu işten anlayanlara göre de hiç de altta kalmadığı anlatılır. Sürü güdücülüğü, araba sürücülüğü, at hırsızlığı ve kimi kez de kumarda hile yapmışlar. İçki içerken, kumar oynarken eli açık olmaları dışında, cimrilikleriyle ün kazanmışlardı. Akrabaları var mıydı, nereden gelmişlerdi, kimse bilmiyordu. Bir kağnıları, bir çift de öküzleri vardı.

Costa Brava’ya damgasını vuran kabadayılardan bedensel açıdan farklıydılar. Bu durum ve bilmediğimiz başka şeyler aralarındaki ilişkiyi anlamamıza yardımcı oluyor. Bunlardan birisiyle arayı bozmak iki düşman kazanmak demekti.

Nilsenler çapkındılar, ama aşk öyküleri o zamana değin batakhanelerden ve genelevlerden öte gitmiyordu. Bu yüzden, Cristiàn birlikte yaşamak üzere Juliana Burgos’u eve getirdiğinde dedikodunun ardı arkası kesilmedi. Hizmetçisi olduğu doğruydu, ama kadına çirkin, sahte takılar takıp eğlenceye götürdüğü, insan önüne çıkardığı da en az onun kadar doğruydu. Kimi tango figürlerinin ve kadınlara sulanmanın yasak olduğu, hâlâ bol ışık altında dans edildiği yoksul mahalle eğlenceleriydi bunlar; Juliana esmer tenli, badem gözlü bir kızdı, gülümsemesi için birinin bakması yeterdi. Çalışmanın ve bakımsızlığın kadınları yıprattığı yoksul bir mahallede fena sayılmazdı.

Başta, Eduardo onlara eşlik ediyordu. Sonra bilmem ne işi için Arrecifes’e gitmesi gerekti; dönüşte yolda bulduğu bir kızı eve getirmiş, birkaç gün sonra da kapının önüne koymuştu; gittikçe asık suratlı olmuştu, barda tek başına kafayı buluyor, kimseyle konuşmuyordu. Cristiàn’ın kadınına tutulmuştu. Belki de bunu kendisinden önce anlamış olan mahalleli, iki kardeş arasındaki gizli rekabeti haince bir zevk alarak gözetliyordu.

Bir gece Eduardo, geç vakit köşeyi döndüğünde Cristiàn’ın siyah atının evin önündeki kazığa bağlanmış olduğunu gördü. En güzel giysilerini giymiş olan ağabeyi avluda onu bekliyordu. Kadın elinde Paraguay çayı gidip geliyordu. Cristiàn, Eduardo’ya:

“Farias’lardaki bir eğlenceye gidiyorum,” dedi. “Al, Juliana senin olsun; istediğin gibi kullan.”

Ses tonu yarı buyurgan, yarı içtendi. Eduardo bir süre ona bakakaldı, ne yapacağını bilemiyordu. Cristiàn kalktı, bir nesneden başka bir şey olmayan Juliana’ya değil de Eduardo’ya veda etti, atına bindi, hiç acele etmeden sürüp gitti.

O geceden sonra kadını ortaklaşa kullandılar. Mahalleliyi çileden çıkara bu üçlü ilişkinin ayrıntılarını kimse bilmeyecekti. İşler birkaç hafta iyi gitti, fakat böyle süremezdi. Kardeşler kendi aralarında Juliana’nın adını hiç kullanmıyorlardı, hatta ona seslenirken bile; fakat birbirleriyle dalaşmak için bahane arıyorlardı ve buluyorlardı da. Hayvan postlarını satarken tartışıyorlardı, ama asıl tartıştıkları başka şeydi. Cristiàn sesini yükseltiyor, Eduardo ise susuyordu. Ayrımında olmadan birbirlerini kıskanıyorlardı. Bu berbat mahallede bir erkek bir kadının kendisi için çok önemli olduğunu, onu arzuladığını, sahip olmak istediğini ne başkasına ne de kendine söylerdi, fakat iki kardeş de âşıktılar. Bu da bir biçimde onları küçük düşürüyordu.

Bir gün, öğleden sonra Lomas alanında Eduardo, Juan İberra ile karşılaştı, çalıştırdığı bu güzel parçadan ötürü kutladı onu Juan. Öyle sanıyorum ki, işte o zaman Eduardo ona küfretti. Onun yanında hiç kimse Cristiàn’la alay edemezdi.

Kadın, hayvansı bir boyun eğmeyle ikisine de hizmet ediyordu, fakat paylaşmaya karşı çıkmayan ama hiç sözünü de etmeyen küçük kardeşi yeğlediğini de saklamıyordu.

Bir gün Juliana’ya birinci avluya iki iskemle çıkarmasını ve ortalarda görünmemesini buyurdular, çünkü konuşmaları gerekiyordu. Juliana konuşmanın uzun süreceğini umuyordu ve öğle uykusuna yattı, fakat kısa bir süre sonra onu uyandırdılar. Cam tesbihi ve annesinin bıraktığı haçı unutmadan, nesi var nesi yok bir torbaya doldurttular. Hiçbir açıklamada bulunmadan kadını arabaya bindirdiler ve sessiz ve yorucu bir yolculuğa çıktılar; yağmur yağmıştı, yollar berbattı, Moròn’a geldiklerinde saat sabahın beşi olmalıydı. Orada kadıncağızı genelev patronuna sattılar. Önceden anlaşmışlardı; bütün parayı Christiàn aldı, sonra kardeşiyle paylaştı.

Turdera’da o zamana dek, o korkunç aşkın (aynı zamanda bir alışkanlık olmuştu) hay huyu arasında yuvarlanıp giden Nilsen kardeşler yeniden erkek erkeğe sürdürdükleri o eski yaşamlarına dönmek istediler. Kumar oynamaya, horoz dövüştürmeye ve sazlı sözlü eğlenceli yaşamlarına yeniden başladılar. Kimbilir, belki pislikten kurtulduklarını sanıyorlardı, fakat her ikisi de ayrı ayrı zamanlarda, nedenli nedensiz ortalarda görünmez oluyordu. Yılbaşından az önce kardeşlerden küçüğü başkentte bir işi olduğunu söyledi. Cristiàn, Moròn’a gitti; bizim de artık bildiğimiz o evin önündeki direğe bağlanmış olan Eduardo’nun atını tanıdı. Girdi içeri; kardeşi içerde sırasının gelmesini bekliyordu. Cristiàn ona:

“Böyle sürerse atları yoracağız. Yanımıza alsak daha iyi olur,” demiş olmalı.

Patronla konuştu, kemerinden parayı çıkardı ve kadını eve götürdüler. Juliana, Cristiàn ile arkaya oturmuştu; Eduardo ise onları görmemek için atını mahmuzladı.

Sözünü ettiğimiz eski yaşamlarına döndüler. İğrenç çözüm yolu başarısızlıkla sonuçlanmıştı; her ikisi de birbirlerini aldatma çabasına yenik düşmüşlerdi. Kabil oralarda dolaşıyordu, ama Nilsenlerin birbirlerine duydukları sevgi derindi – birlikte ne sıkıntılara, ne tehlikelere göğüs germişlerdi – hınçlarını başkalarından çıkarmayı yeğlediler. Hiç tanımadıkları bir insandan, köpeklerden, aralarının açılmasına neden olan Juliana’dan.

Mart ayı sona ermek üzereydi ve sıcaklar hâlâ azalmamıştı. Bir pazar günü (pazarları insanlar erken yatmaya alışıktırlar) bardan dönen Eduardo, Cristiàn’ın öküzleri arabaya koştuğunu gördü. Cristiàn:

“Gel,” dedi ona, “şu derileri Pardo’nun dükkânına bırakmamız gerekiyor. Ben zaten yükledim, hava serinken yararlanalım.”

Pardo’nun dükkânı sanırım daha güneydeydi; Tropas Yolu’nu tuttular, daha sonra başka yola saptılar. Gece ilerledikçe kırlar daha da bir büyüyordu.

Çayır boyunca yürüdüler; Cristiàn yaktığı sigarayı fırlatıp attı ve ağır ağır:

“Hadi iş başına birader. Daha sonra akbabalar yardımımıza gelirler. Bugün onu öldürdüm. Üstü başıyla şurada kalsın. Artık kimseye zararı dokunamaz.”

Kucaklaştılar, neredeyse ağlamak üzereydiler. Şimdi başka bir bağ birleştiriyordu onları: acı bir biçimde kurban edilmiş olan kadın ve onu unutma zorunluluğu.

II

Bir defasında internette bir İsrailli ile Borges hakkında konuşuyordum. Bana, “Eğer Borges’i seviyorsan, İtalo Calvino’yu da seversin,” demişti. Calvino’yu hiç okumamıştım, ancak çok sonraları denk getirip kitabını aldım. “Zor Sevdalar” adlı kitabında bazı hoş kısa hikayeleri vardır. Benim en beğendiğim bir karı-kocanın sıradan bir gününü anlattığı hikayesi.

Bir Karı-Kocanın Serüveni

Arturo Massolari işçiydi, sabah altıda sona eren gece vardiyasında çalışıyordu. Eve dönmek için güzel havalarda bisikletle, yağışlı aylarda ve kışın da tramvayla uzun bir yol giderdi. Eve altı kırkbeşle yedi arasında, yani karısı Elide’nin çalar saatinin çalmasından bazen az önce, bazen de az sonra varırdı.

İki gürültü: çalar saatin sesiyle, kapıdan giren ayakların sesi çoğu kez Elide’nin zihninde birleşir, uykusunun, yüzü yastığa gömülü, daha birkaç saniyenin tadını çıkartmaya çalıştığı tıkız sabah uykusunun derinliklerinde yakalardı onu. Sonra birden yataktan fırlar, saçları gözlerinin önünde, kör gibi kollarını sabahlığa geçiriverirdi. Mutfakta, işe götürdüğü çantadan boş kapları çıkartıp sefertasını, termosu musluğun içine koymakta olan Arturo’nun karşısına böyle çıkardı. Arturo ocağı yakmış, kahveyi koymuş olurdu. Arturo ona bakar bakmaz, Elide’nin içini birden elini saçlarına götürmek, gözlerini iyice açmak gelirdi; eve dönen kocasının kendisini hep böyle dağınık, yarı uykulu görmesinden sanki biraz utanırdı. Birlikte uyuduklarında böyle olmazdı, sabah ikisi birlikte uyku mahmurluğunu atmaya çalışır, aynı durumda olurlardı.

Bazen de çalar saatin çalmasından bir dakika önce elinde kahve fincanı, Arturo odaya girip onu uyandırırdı; bu durumda her şey daha doğal olurdu, uykudan sıyrılma tatlı bir tembelliğe bürünürdü. Gerinmek için kalkan çıplak kollar en sonunda onun boynuna dolanırlardı. Sarılırlardı birbirlerine. Arturo’nun üstünde su geçirmez montu olurdu, buna değince havanın nasıl olduğunu anlardı kadın: nemli ya da soğuk oluşuna göre yağmur mu yağıyordu, sis mi vardı, kar mı yağıyordu anlardı. Ama yine de sorardı ona: “Hava nasıl?” O ise her zamanki gibi yarı alaycı, anlatmaya koyulurdu, sondan başlayarak karşılaştığı aksilikleri sıralardı. Bisikletle gelişini, fabrikadan çıktığında havanın bir akşam önce fabrikaya gidişteki havadan değişik olduğunu, işle ilgili sorunları, işyerindeki dedikoduları anlatıp dururdu.

O saatte ev yeteri kadar ısıtılmamış olurdu hep, ama Elide soyunur, biraz ürpererek banyoda yıkanırdı. Arkasından Arturo gider, daha telaşsız soyunur, o da yıkanırdı ağır ağır; işyerinin kirini pasını atardı üstünden. İkisi de yarı çıplak, biraz üşüyerek, aynı lavabonun başında dururlar, arada itişip, birbirlerinin elinden sabunu, diş macununu kaparlar, bir yandan da birbirlerine söyleyeceklerini söylemeyi sürdürürlerdi. Sonra yakınlaşma zamanı gelirdi, kimi kez sırayla sırtlarını ovalamaya yardım ederken araya okşamalar girer, birbirlerine sarılırlardı.

Ama birden Elide, “Saat kaç olmuş” der, koşup acele ayakta jartiyerini takar, etekliğini giyerken fırçayı saçlarında aşağı yukarı dolaştırır, dudakları arasında tokalar, yüzünü komodinin aynasına yapıştırırdı. Arturo peşinden gelirdi, bir sigara yakmış olurdu. Ayakta durur, sigarasını içip ona bakardı. Her seferinde de hiçbir şey yapmadan orada durmanın sıkıntısını yaşadığı görülürdü. Elide hazırdı artık, paltosunu koridorda giyerdi, öpüşürlerdi, kapıyı açmasıyla merdivenlerden aşağı indiğinin duyulması bir olurdu.

Arturo tek başına kalırdı. Elide’nin topuklarının basamaklardaki sesini dinlerdi, artık duyulmaz olunca da, hızlı adımların avludan, dış kapıdan geçip kaldırımdan tramvay durağına gidişini zihninden izlemeyi sürdürürdü. Tramvayın gıcırtısını, durmasını, her yolcu binişinde basamağın çıkarttığı sesi iyice duyardı. “Tamam, bindi,” diye düşünür, her günkü gibi onu fabrikaya götüren “on bir” numaranın kadınlı erkekli işçi kalabalığı arasına sıkışmış karısını görürdü. Sigarayı söndürür, pencerenin panjurlarını kapatırdı, karanlık olurdu, yatağa girerdi.

Yatak Elide’nin kalktığında bıraktığı gibi olurdu, ama onun, Arturo’nun tarafı neredeyse bozulmamış, sanki yeni yapılmış gibi olurdu. Arturo önce kendi tarafına iyice uzanır, ama sonra bir bacağını öteye, karısının sıcaklığının kaldığı yere uzatırdı. Sonra öbür ayağını da uzatırdı oraya, böylece yavaş yavaş Elide’nin tarafına, hâlâ karısının bedeninin biçimini koruyan o ılık çöküntüye geçer, yüzünü onun yastığına, kokusuna gömer, uykuya dalardı.

Akşam Elide döndüğünde, Arturo bir süredir odalarda dolaşıyor olurdu; ocağı yakar, pişirmesi için bir şey koyardı. Yatağı düzeltmek, biraz ortalığı süpürmek, yıkanacak kirlileri banyoya götürmek gibi kimi işleri yemekten önceki bir-iki saat içinde o yapardı. Elide hiçbirini beğenmezdi, ama doğrusunu söylemek gerekirse bu nedenle daha fazla çaba göstermezdi o; onun yaptığı bir tür bekleme töreniydi, evin duvarları arasında kalsa da, dışarıda ışıklar yanınca, kadınların akşamları alışveriş yaptıkları mahallelerin o saatle bağdaşmayan kalabalığına karışarak dükkânlara uğramakta olan karısını, bir tür karşılamaydı.

Sonunda merdivende ayak sesini duyardı, sabahkine benzemezdi, daha ağır olurdu; çünkü gün boyunca çalışmanın yorgunluğu içindeki Elide, eli kolu paket içinde tırmanırdı merdiveni. Arturo sahanlığa çıkar, elinden paketleri alır, konuşarak içeri girerlerdi. O paketleri açarken, kadın paltosunu çıkartmadan kendini mutfaktaki bir iskemlenin üstüne atardı. Sonra, “Hadi bakalım iş başına,” deyip yerinden kalkar, paltosunu çıkartır, ev entarisini giyerdi. Yemeği hazırlamaya koyulurlardı: ikisi için aksam yemeğini, gece yarısından sonra bir paydosu için erkeğin götüreceği kahvaltılığı, kadının ertesi gün fabrikaya götüreceği öğle yemeğini, ertesi sabah erkek kalktığında hazır olması gerekenleri.

Kadın biraz iş görür, biraz hasır iskemlede oturur, erkeğe ne yapması gerektiğini söylerdi. Erkek o saatte dinlenmiş olurdu. Dört döner, hatta her işi yapmak isterdi, ama hep biraz dalgın, aklı başka yerde olurdu. Bu sıralarda zaman zaman çatışmalarına, ağızlarından çirkin bir sözcüğün çıkmasına ramak kalırdı; çünkü kadın erkeğin yaptığı işe daha dikkat etmesini, daha özen göstermesini ya da kendisine daha bağlı, daha yakın, daha destek olmasını isterdi. Onun ise, kadının dönmüş olmasının ilk coşkusu geçtikten sonra aklı evin dışına kayar, gideceği, acele etmesi gerektiği düşüncesine takılırdı.

Masa hazırlandıktan, her şey bir daha kalkılmayacak biçimde yerine konulduktan sonra, ikisini de bu kadar az bir arada olabilmenin yıkımı kaplar, el ele tutuşmak isteği kaşıkları ağızlarına götürmelerini neredeyse engellerdi.

Ama daha kahvenin hepsi bitmeden erkek, her şeyin yerli yerinde olup olmadığına bakmak için bisikletin arkasında olurdu. Kucaklaşırlardı. Arturo ancak o zaman anlardı sanki, karısının nasıl yumuşak, ılık olduğunu. Ama bisikletin borusunu omzuna yüklenip dikkatle merdivenlerden inmeye başlardı.

Elide bulaşığı yıkar, evi tepeden tırnağa gözden geçirip kocasının yaptığı işlere başını sallayarak bakardı. Şimdi o, az sayıda lambanın bulunduğu karanlık sokaklarda yol alıyordu, belki de havagazı deposunu geçmişti bile. Elide yatağa gider, ışığı söndürürdü. Kendi tarafına uzanırdı, bir ayağını kocasının yerine doğru uzatırdı onun sıcaklığını duymak için, ama her seferinde kendi yatmakta olduğu yerin daha sıcak olduğunu fark ederdi. Arturo’nun da burada yatmış olduğunu anlardı ve büyük bir sevecenlik kaplardı içini.

III

Yine de Borges’in favorim olduğunu söylemem lazım. Tez yüzünden istediğim kitapları okuyacak vaktim olmuyor, ama ne yapıp edip tezin içine bile bazı kitaplardan alıntılar koymayı becerdim: mesela Stalin dönemi Rusya’sından esinlenerek yazılmış George Orwell'ın “Hayvan Çiftliği”, Arthur Miller’ın "Satıcının Ölümü”, hele John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri” – bunların hepsinden kısa birer alıntı koydum. Özellikle Gazap Üzümleri’nin sonu çok güzel biter; her okuduğumda etkiler beni. Bir de Oscar Wilde’ın “The Soul of Man Under Socialism” adlı denemesinden ütopyalar ile ilgili bir alıntı koydum. (tahminimce Wilde’ın bu denemesi Türkçeye tamamıyla çevrilmedi). Şöyle diyor Wilde:

Ütopyayı içermeyen bir dünya haritası göz atmaya dahi değmezdir, çünkü insanlığın sürekli ayak bastığı bir ülkeyi dışarıda bırakmaktadır. Ve insanlık buraya ayak bastığında etrafına bakar, daha iyi bir ülke görür görmez de yelkenlerini açar. İlerleme ütopyaların gerçekleştirilmesi demektir.

Sanırım en anlamlısı bu oldu.

Thursday, May 08, 2008


MARX’TAN ANILAR

Gündemi geriden takip etmeye devam ediyorum. Arada yazılası bayağı hoş(!) olaylar oluyor, ama zaman olmadığı için yazamıyorum. En son “İslâmcı-tecavüzcü” Hüseyin Üzmez’in olayı çıktı. Bizim İslâmcıların neredeyse hepsi sus-pus oldu. Vakit gazetesindekiler ise komplo diyerek geçiştirmeye çalıştılar. Şimdi bunun hakkında yazılmaz mı? İslâmcılar kendilerinden olanların rezilliklerini nasıl da görmezden geliyorlar. Teşbihte hata olmaz, o yüzden it iti ısırmaz diyorum. Adamların derdi ahlâk ya da din değil, sadece avanta kapmak. Aklıma her defasında Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul” adlı romanındaki satırları geliyor: “Sarıklı milletini bana sen mi anlatacaksın? Menfaat göster: Vapur bacası gibi bağırarak sana Allah’ı da inkâr etsinler; Peygamber’i de! … ” (İstanbul: Oğlak Yayınları, 1998, s. 309)

Yaklaşık yirmi gün önce işadamı İshak Alaton, General Electric’in Ceo’su Jack Welch’in burada verdiği bir konferansta “Marx’ı yeniden keşfetmemiz lazım,” demiş. Alaton’u büyük ihtimalle Allah konuşturmuş olmalı. Yoksa durduk yerde bizim işadamları nereden Marx’tan bahsedecek? Alaton serbest piyasa ekonomisinin artık işlevini yerine getirip getirmediğini sormuş ve iktisat biliminin babası Adam Smith için “öldü sanırım,” demiş. Valla bu laflar bir işadamı için açıkça küfre girer. Allah korusun, insanı “piyasadan” çıkarır haa.

İlginçtir, Alaton’un dedikleri Marx’la ilgili bir yıldönümüne denk geldi. Bu sene Komünist Manifesto’nun ilk yayınlanışının 160. yılı. Manifestonun yayınlandığı 1848’de Marx 30, Engels de 28 yaşındalarmış. İki genç adamın yazdığı manifesto hâlâ basılıyor ve okunuyor. Bizim memlekette bile tonla baskısı var. İçlerinde eksik ve hatalı çeviriler olmasına rağmen, Marx ve Engels’in, Lenin’in, hatta Stalin’in kitapları Türkçeye çevrilmiş bulunuyor.

Buna rağmen sosyalistler de dahil olmak üzere pek çok kişi Marx’ı doğru düzgün bilmez. Özellikle liberallerle olan konuşmalarımda bunu sık sık görürüm. Birkaç doğru bilinen yanlışa burada değineyim. Örneğin Marx hiçbir zaman ekonomideki endüstrilerin devletleştirilmesinden bahsetmemiş, serbest piyasa ekonomisinin kaldırılıp yerine merkezî bir planlama komitesinin kurulmasını savunmamıştır. Devlete, hatta sosyalist devlete bile, işçilerin yaşam koşullarındaki zorlukları hafifletecek bir araç gözüyle bakmamıştır. Daha da şaşırtıcı olanı, Marx serbest dış ticareti savunmuş ve gümrük tarifelerini hoş karşılamamıştır. Şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz ki, piyasa ekonomisi ile, devlet tarafından idare edilen bir ekonomi arasında bir seçim yapmak zorunda olsaydı, Marx piyasa ekonomisini seçerdi. Öte yandan kendisi devlette tek parti tekelini de savunmamış ve komünist bir partinin işçilere önderlik etmesi gerektiğine dair bir şey söylememiştir. Sosyalizmin devlet eliyle kurulması düşüncesi Marx’a tamamıyla yabancıdır. Şüphesiz Marx kapitalizmin savunucusu değildir, ama onun oldukça çalışkan bir öğrencisidir. Kapitalizm konusunda Komünist Manifesto’da bazı ilginç pasajlar vardır.

Böyle olunca Marx hakkında bazı şeyler aktarayım dedim. Birkaç sene önce çeşitli kişilerin Marx ve Engels hakkındaki anılarını anlattıkları bir kitap almıştım. İçinde kişi olarak Marx ve Engels hakkında ilginç şeyler var. Ne yazık ki kitapları basılmış olmasına rağmen bizim memlekette adam gibi bir Marx biyografisi yok.

I

İlk olarak Marx’ın damadı Paul Lafargue’den aktaralım (kitapta “Marx’tan Anılar” başlıklı yazı). Lafargue Marx’ın çalışma odasını anlatarak başlıyor.

Burası, birinci katta parka bakan geniş pencereden giren aydınlığın doldurduğu genişçe bir odaydı. Pencerenin karşısında duvar boyunca ve şöminenin iki yanındaki duvarlar, rafları dolu kitaplıklar ile kaplıydı; üst gözlerde tavana kadar gazete ve elyazmaları yığılıydı. Şöminenin karşısında, pencerenin bir yanında, üst üste kağıtların, kitapların ve gazetelerin bulunduğu iki masa vardı; odanın ortasında, aydınlık bir yerde, ufak basit bir masa ile tahta bir koltuk duruyordu. Koltuk ile kitaplığın arasında, pencerenin karşısında, Marx’ın zaman zaman uzanıp dinlendiği deri bir divan vardı. Şöminenin üzerinde yine kitaplar, purolar, kibritler, tütün kutuları, kağıtları bastırmak için ağırlıklar ile, Marx’ın kızları ile eşinin, Wilhelm Wolff’un ve Friedrich Engels’in fotoğrafları diziliydi.

Marx koyu bir sigara tiryakisi idi. “Kapital için aldığım miktar,” demişti bir kez, “yazarken içtiğim tütünün parasını bile karşılamaz.” Kibrit harcama konusunda daha da beterdi; içtiği pipoyu ya da puroyu çoğu kez unutur, bunları yeniden yakmak için her seferinde kutu kutu kibrit harcardı.

Hiç kimsenin, kitaplarını ya da kağıtlarını düzene sokmasına – ya da ona göre, düzenini bozmasına – izin vermezdi. Kitapların ve kağıtların bu görünüşteki düzensizliği aldatıcıydı; her şey aslında bulunması gereken yerdeydi ve onun için, gerekli kitabı ya da defteri hemen bulması çok kolaydı. Konuşma sırasında bile şöyle bir duralar, sözü edilen alıntıyı ya da rakamı ilgili kitaptan hemen bulup çıkartırdı. O ve çalışma odası yekvücut olmuştu. Buradaki kitaplar ve kağıtlar, sanki kendi organlarıymış gibi denetimi altındaydı.

Marx’ın kitaplarının düzenlenmesinde resmi simetri hiç dikkate alınmamıştı; çok farklı boyuttaki kitap ve kitapçıklar yan yana dizilmişti. Bu ciltleri boyutlarına göre değil, içeriklerine göre sıralamıştı. Kitaplar lüks nesneler değil, beyni için araçlardı. “Onlar benim kölelerim; benim istediğim gibi bana hizmet etmek zorundalar,” derdi. Kitabın boyutuna, cildine, kağıdının cinsine falan hiç önem vermezdi; sayfalarının uçlarını kıvırır, kenarlarına kalemle işaretler koyar, satırların altını baştan sona çizerdi. Kitaplar üzerine yazı yazmazdı, ama kimi zaman, eğer yazarı fazla ileri gitmişse, bir ünlem ya da soru işareti koymaktan kendisini alamazdı. Satırların altını çizme usulü hangi kitapta olursa olsun istediği pasajı bulmasını kolaylaştırırdı. Belleğini tazelemek için uzun yıllar aradan sonra, not defterlerini karıştırmayı ve kitaplarda altları çizilen pasajları yeniden okumayı âdet edinmişti. Hegel’in tavsiyesine uyarak gençliğinde, bilmediği yabancı bir dildeki dizeleri ezberlemek yoluyla eğittiği olağanüstü güvenilir bir belleğe sahipti.

Haine ile Goethe’yi ezbere bilir, konuşmalarında çoğu kez bunlardan alıntılar yapardı; bütün Avrupa dillerindeki şairlerin yılmaz bir okuyucusu idi. Her yıl Aşil’i Yunanca aslından okurdu ve onu, Shakespeare ile birlikte, o güne değin yaşamış en büyük dramatik deha olarak kabul ederdi. Shakespeare’e saygısı sonsuzdu. Yapıtlarını ayrıntılı bir biçimde incelemişti ve yarattığı dramatik kişilerden önemsiz olanlarını bile öğrenmişti.
(s. 86-7)

Marx bütün Avrupa dillerinde yazılanları okuyabilir ve üç dilde yazabilirdi: Almanca, Fransızca ve İngilizce. Bu dillerde dil uzmanlarının hayranlığını uyandıran bir üslupla yazardı. Sık sık şöyle derdi: “Yabancı bir dil, yaşam mücadelesinde bir silah gibidir.”

Yabancı dile karşı büyük bir yeteneğe sahipti. Kızları bu yeteneği ondan almışlardı. Rusça öğrenmeye ellili yaşlarında başlamıştı. Bu dilin onun bildiği eski ya da daha yeni dillerle yakın bir benzerliği olmamasına karşın, altı ayda Rus şairlerinden ya da yazarlarında zevk duyacak derecede bu dili öğrenmişti. Gözde yazarları arasında Puşkin, Gogol, Sçedrin başta gelirdi. Rusça öğrenmeyi, içerdikleri politik açıklamalar nedeniyle Rus hükümeti tarafından üzeri örtülmek istenen resmî araştırma dökümanlarını okuyabilmek için istemişti. (…)

Şairler ile romancılar dışında Marx’ın bir başka dikkate değer zihinsel dinlenme biçimi daha vardı: özel zevki olan matematik. Cebir ile ilgilenmek ona manevî bir rahatlama verirdi; mücadeleler ile geçen hayatında en sıkıntılı anlarda matematiğe sığındığı görülürdü. Eşinin son hastalığı sırasında, bilimsel çalışmalarına kendisini bütünüyle vermediği günlerde, eşinin çektiği acıların yarattığı çöküntüyü üzerinden atmak için tek çıkar yol olarak matematiğe gömülürdü. Istırapla geçen bu günler boyunca, matematikteki sonsuz küçükler hesabı üzerine bir eser yazmıştı ki, uzmanlar bu yapıtın büyük bir bilimsel değeri bulunduğunu söylüyorlardı ve toplu yapıtları içinde bu da yer alacaktı. Yüksek matematikte o, diyalektik hareketin en mantıkî ve aynı zamanda en yalın biçimini buluyordu. Bir bilimin, matematiği kullanmayı öğrenmediği sürece, gerçekten gelişmiş olamayacağı kanısındaydı.
(s. 88-9)

II

Şu dil meselesinde insan Marx’a özenmeden edemiyor. Bu konu hakkında biraz daha aktarayım. Bu defa Wilhem Liebknecht’den (kitapta “Marx’dan Anılar” başlıklı yazı):

Marx modern diller konusunda da eski diller konusunda olduğu kadar rahattı. Ben de dilbilimciydim, ama bana Aristo’dan ya da Aşil’den hemen doğru biçimde çözemediğim zor bir pasaj gösterdiği zaman bu ona çocukça bir zevk verirdi. İspanyolca bilmediğim için bir gün beni nasıl da azarlamıştı. Kitaplar arasından Don Quixote’u çekti çıkardı ve bana ders vermeye başladı. Diez’in, Roman dilleri karşılaştırmalı gramer kitabından gramerin temel ilkelerini ve cümle kurmasını öğrenmiştim. Bu yüzden, içinden çıkamadığım ya da takıldığım bir yer olunca onun mükemmel yönlendirmesi ve özenli yardımlarıyla kısa zamanda bayağı bir ilerleme gösterdim. Başka zamanlarda öfkesi burnunda olan Marx, öğretirken çok sabırlıydı. Dersler uzar gider ve ancak bir ziyaretçinin gelmesiyle sona ererdi. Hemen her gün sınavdan geçerdim ve benim artık yetiştiğime kanaat getirene kadar, Don Quixote’tan ya da İspanyolca bir başka kitaptan bir pasaj çevirmek zorundaydım. (s. 117)

Marx dilin özünü anladığı ve kökenini, gelişmesini ve yapısını incelediği için yabancı bir dil öğrenmesi kolay oluyordu. Kırım savaşı sırasında Rusça öğrenmişti ve hatta Türkçe ve Arapça öğrenmeye de niyet ettiği hâlde, bu isteğini gerçekleştirememişti. (s. 118)

III

Liebknecht, Marx’ın çocuklara düşkün olduğundan da bahsediyor:

Her güçlü ve sağlıklı insan gibi Marx’ın da çocuklara karşı aşırı bir sevgisi vardı. Kendi çocuklarıyla saatlerce çocuk gibi oynayan içi sevgi dolu bir baba olmakla birlikte, özellikle rastladığı yoksunluk içerisindeki başka çocuklara da bir mıknatıs çekimiyle daima yaklaşırdı. Yüzlerce kez, fakir mahallelerden geçerken yanımızdan ayrılmış, kapı eşiklerinde paçavralar içerisinde oturan bir çocuğun başını okşayarak cebindeki son kuruşları avucuna sıkıştırmıştır. Dilencilik Londra’da ticaret hâlini aldığı için dilencilere güvenmezdi. Parası olduğu zamanlar bunlara sadaka vermekle beraber, dilenciliğin meslek hâline getirilmesine karşıydı. Bunlardan birisi, sözde hastaymış gibi numara yaparak kendisine yaklaşırsa müthiş içerlerdi; insanın merhamet duygularını sömürmeyi hırsızlıkla eş tutardı. Üstelik, bunu yoksul insanlara karşı yapılmış bir haksızlık sayardı. Ancak bir kadın ya da erkek, kucağında ağlayan çocukla kendisine yaklaşırsa, çocuğun yalvaran bakışlarına dayanamaz, adamın ya da kadının gözündeki hilekârlık belirtilerini fark etmekle beraber, bunlara yardım ederdi. (s. 135-6)

Hatta bir ateist olan Marx, kızının dediğine göre İsa’dan hareketle şunları dahi söylemiş (Eleanor Marx-Aveling, “Karl Marx”):

Yine de biz Hıristiyanlığı bir ölçüde affedebiliriz; bize en azından bir çocuğa tapınmayı öğretti. (s. 294)

IV

Daha önce Marx hakkında bir yazı yazmıştım. Orada da kızının biyografisinden bazı alıntılar yapmıştım. Ama bunlar buradaki Marx’tan daha farklı bir portre çiziyorlardı.

Bir de Londra’daki bir sosyalist konferans hakkında yazmıştım. Günümüzdeki sosyalistlerin devrimci pratikten nasıl da saptıklarını gösteriyor :))

Londra’dayken Marx’ın mezarını iki defa ziyaret etmiştim. Giriş için 2 pound, resim çekmek için de 1 pound para alıyorlardı.

Son olarak, bir önceki yazıda olduğu gibi kendi reklamımı yapmadan duramıyorum ve bu defa da master tezimin son paragraflarından bazı parçalar ile bitiriyorum:

Marx’ın amacı toplumların hayatlarına yön veren dinamikleri meydana çıkarmak ve bu dinamiklerin ileride sömürünün son bulmasını sağlayacak olan koşulları yaratıp yaratmadığını bulmaktır. Bu araştırması esnasında Marx’ın zenginliğin giderek daha az elde toplanması ve işçileşme sonucu toplumsal bir devrim olacağı yönündeki öngörüleri gerçekleşmemiş olmakla birlikte, Marx’ın temel kavramsal yapısı çökmüş hâlde değildir. Bu yapıdan kastedilen, toplumun hayatına üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki etkileşimin yön vermesidir. Marx kapitalizmin çöküşü konusunda başarılı teoriler ortaya koymuş değildir. Bunun en önemli nedeni teorilerini yetkinleştirmeye zamanının yetmemiş olmasıdır. Yine de ardında, yeni teoriler geliştirecek olanlara pek çok ipucu bırakmıştır.

* * *

Dündü sanırım, Hürriyet gazetesinde John Travolta’nın göbekli ve memeli bir resmini gördüm. Amcam bayağı kilo almış, memeleri sarkmış. Resmi görünce, masa başında tez yazıp kapitalizmi yıkacağız derken biz de onun gibi olacağız diye korktum. Travolta’nın göbekli resmi yanında 1983’de oynadığı ve Sylvester Stallone’un yönettiği “Staying Alive” adlı filminden kaslı bir resmi vardı. Böyle olunca filmin soundtrackinden Tommy Faragher’ın bir parçası aklıma geldi. Faragher bu albümdeki iki parçası ile grammy almış. Benim favorim aşağıdaki.