İKİ HİKAYE
İlkokuldan başlayıp üniversitenin ilk yıllarına değin sıkı bir çizgi roman okuyucusuydum. Türkiye’de yayınlanan çizgi romanların önemli bir kısmını, hatta orijinal Amerikan çizgi romanlarını dahi takip ederdim. Ancak hem yaş ilerleyip ilgi alanları değiştiğinden hem de çizgi romanlar eski çekiciliklerini kaybettiğinden, bir süre sonra bunları okumayı bıraktım. Örneğin Süpermen’in ve Örümcek Adam’ın yeni maceraları eskileri kadar güzel değildi; çizimleri de bozulmuştu. Süpermen 80’lerin ilk yarısında yenilenmiş, ama artık macera açısından tükenmeye başlamıştı. Örümcek Adam’ın 90’lardaki maceraları 70’lerdekileri aratıyordu. Zaten Barbar Conan gibi yayınlar da Amerika’da bitmişti (öğrendiğime göre şimdi yeniden başlamış, fakat takip etmiyorum).
Açıkçası eski maceralar daha güzeldi – hele Zagor, Mister No gibi İtalyan serilerinin bizde 80’lerde yayınlanan maceraları. Dayım da eski bir çizgi roman okuyucusu olduğu için Zagor gibi serilerin 70’lerde yayınlanan sayılarını ondan okuma fırsatını bulmuştum. Bunların arasında Zagor ile Çiko’nun tanıştığı macera da vardı, ama o macera daha sonra yeniden yayınlandı mı bilmiyorum. Bu İtalyan karakterlerin arasında Martin Mystere en entelektüel olanıydı. Jorge Luis Borges ve Ambrose Bierce gibi yazarları onun sayesinde tanıdım. Borges’in “Kum Kitabı” adlı hikayesi ile ilişkili bir macerası vardı Mystere’nin, Bierce ise güya bir uzaylı tarafından öldürülmüştü (nitekim Bierce gerçekte kaybolmuştur). Ama sonradan Mystere’nin maceralarının ve çizimlerinin eski tadı kalmadı; ben de almayı bıraktım.
Buna rağmen Mystere’den Borges miras kaldı. O dönem merak edip Borges’in “Alçaklığın Evrensel Tarihi” kitabını almıştım. Okudukça kısa hikayeleri hoşuma gitmeye başladı, böylece ben de kitaplarını almaya devam ettim. Evvelki gün rafları karıştırırken elime “Brodie Raporu” adlı kitabı geçti. Kitaptaki ilk hikaye benim en sevdiğim Borges hikayesidir. Kısa olduğundan aktarayım dedim.
I
Araya Giren
(2 Samuel, I, 26)
Bu öyküyü Nelsonların en küçük çocuğu Eduardo’nun bin sekiz yüz doksan küsur yılına doğru, Moròn çiftliğinde, eceliyle ölen ağabeyi Cristian’ın ölüsünün başında (pek olası değil ama) anlattığı söylenir. Gerçek olan, peşpeşe Paraguay çayı içilen o üzüntülü uzun gecede, bu öyküyü birisinin bir başkasından duyduğu, o başkasının da bunu, bana anlatacak olan Santiago Dabove’ye yinelediğidir. Yıllar sonra aynı öyküyü olayın geçtiği yerde, Turdera’da anlattılar bana. Biraz daha ayrıntılı olan ikinci anlatım, doğal olarak ufak birkaç değişiklik ve çelişkiye karşın sonuçta Santiago’nun anlattıklarını doğruluyordu. Bugün bu öyküyü yazmamın nedeni, bunun, eğer yanılmıyorsam, eski kırsal kesim insanlarının vicdanına küçücük trajik bir ayna tutmasıdır. Aslına bağlı kalacağım, ama kimi ayrıntıları eklemek ya da öne çıkarmak konusunda yazının baştan çıkarıcılığına dayanamayacağımı şimdiden görür gibiyim.
Turdera’da onlara Nilsenler derlermiş. Rahip, kendisinden önceki rahibin bu insanların evinde, gotik harflerle kaleme alınmış, kara ciltli eski bir İncil gördüğünü ve buna şaştığını anımsadığını anlattı bana; el yazısıyla son sayfalarına adlar ve tarihler yazılıymış. Evde bulunan tek kitapmış. Her şey gibi yitip gidecek olan, Nilsenlerin rastlantı sonucu kalan tarihçesi. Şimdi yerinde yeller esen harabe ev, sıvasız, tuğladanmış; dış kapıdan sonra birisi kırmızı taş döşeli, birisi toprak iki avlu ayrılıyordu. Bu eve yabancılar pek girmezmiş. Nilsenler yalnızlıklarını özenle korurlarmış. Boş odalardaki portatif karyolalarda yatarlarmış; bütün lüksleri atlar, eyerler, kısa saplı bıçaklar, cumartesi günleri giyilen şık giysiler ve kavga çıkarmalarına neden olan içkilermiş. Uzun boylu ve kızıl saçlı olduklarını biliyorum. Bu iki Arjantin yerlisi damarlarında, kuşkusuz adlarını bile duymadıkları Danimarka’nın ya da İrlanda’nın kanını taşıyorlardı. Mahalleli bu iki kızıl saçlıdan korkuyorlardı; adlarının bir cinayete karışmış olması olanaksız değildi. Bir kez omuz omuza verip polisle çatıştılar. Küçüklerinin Juan İberra ile çatıştığı ve bu işten anlayanlara göre de hiç de altta kalmadığı anlatılır. Sürü güdücülüğü, araba sürücülüğü, at hırsızlığı ve kimi kez de kumarda hile yapmışlar. İçki içerken, kumar oynarken eli açık olmaları dışında, cimrilikleriyle ün kazanmışlardı. Akrabaları var mıydı, nereden gelmişlerdi, kimse bilmiyordu. Bir kağnıları, bir çift de öküzleri vardı.
Costa Brava’ya damgasını vuran kabadayılardan bedensel açıdan farklıydılar. Bu durum ve bilmediğimiz başka şeyler aralarındaki ilişkiyi anlamamıza yardımcı oluyor. Bunlardan birisiyle arayı bozmak iki düşman kazanmak demekti.
Nilsenler çapkındılar, ama aşk öyküleri o zamana değin batakhanelerden ve genelevlerden öte gitmiyordu. Bu yüzden, Cristiàn birlikte yaşamak üzere Juliana Burgos’u eve getirdiğinde dedikodunun ardı arkası kesilmedi. Hizmetçisi olduğu doğruydu, ama kadına çirkin, sahte takılar takıp eğlenceye götürdüğü, insan önüne çıkardığı da en az onun kadar doğruydu. Kimi tango figürlerinin ve kadınlara sulanmanın yasak olduğu, hâlâ bol ışık altında dans edildiği yoksul mahalle eğlenceleriydi bunlar; Juliana esmer tenli, badem gözlü bir kızdı, gülümsemesi için birinin bakması yeterdi. Çalışmanın ve bakımsızlığın kadınları yıprattığı yoksul bir mahallede fena sayılmazdı.
Başta, Eduardo onlara eşlik ediyordu. Sonra bilmem ne işi için Arrecifes’e gitmesi gerekti; dönüşte yolda bulduğu bir kızı eve getirmiş, birkaç gün sonra da kapının önüne koymuştu; gittikçe asık suratlı olmuştu, barda tek başına kafayı buluyor, kimseyle konuşmuyordu. Cristiàn’ın kadınına tutulmuştu. Belki de bunu kendisinden önce anlamış olan mahalleli, iki kardeş arasındaki gizli rekabeti haince bir zevk alarak gözetliyordu.
Bir gece Eduardo, geç vakit köşeyi döndüğünde Cristiàn’ın siyah atının evin önündeki kazığa bağlanmış olduğunu gördü. En güzel giysilerini giymiş olan ağabeyi avluda onu bekliyordu. Kadın elinde Paraguay çayı gidip geliyordu. Cristiàn, Eduardo’ya:
“Farias’lardaki bir eğlenceye gidiyorum,” dedi. “Al, Juliana senin olsun; istediğin gibi kullan.”
Ses tonu yarı buyurgan, yarı içtendi. Eduardo bir süre ona bakakaldı, ne yapacağını bilemiyordu. Cristiàn kalktı, bir nesneden başka bir şey olmayan Juliana’ya değil de Eduardo’ya veda etti, atına bindi, hiç acele etmeden sürüp gitti.
O geceden sonra kadını ortaklaşa kullandılar. Mahalleliyi çileden çıkara bu üçlü ilişkinin ayrıntılarını kimse bilmeyecekti. İşler birkaç hafta iyi gitti, fakat böyle süremezdi. Kardeşler kendi aralarında Juliana’nın adını hiç kullanmıyorlardı, hatta ona seslenirken bile; fakat birbirleriyle dalaşmak için bahane arıyorlardı ve buluyorlardı da. Hayvan postlarını satarken tartışıyorlardı, ama asıl tartıştıkları başka şeydi. Cristiàn sesini yükseltiyor, Eduardo ise susuyordu. Ayrımında olmadan birbirlerini kıskanıyorlardı. Bu berbat mahallede bir erkek bir kadının kendisi için çok önemli olduğunu, onu arzuladığını, sahip olmak istediğini ne başkasına ne de kendine söylerdi, fakat iki kardeş de âşıktılar. Bu da bir biçimde onları küçük düşürüyordu.
Bir gün, öğleden sonra Lomas alanında Eduardo, Juan İberra ile karşılaştı, çalıştırdığı bu güzel parçadan ötürü kutladı onu Juan. Öyle sanıyorum ki, işte o zaman Eduardo ona küfretti. Onun yanında hiç kimse Cristiàn’la alay edemezdi.
Kadın, hayvansı bir boyun eğmeyle ikisine de hizmet ediyordu, fakat paylaşmaya karşı çıkmayan ama hiç sözünü de etmeyen küçük kardeşi yeğlediğini de saklamıyordu.
Bir gün Juliana’ya birinci avluya iki iskemle çıkarmasını ve ortalarda görünmemesini buyurdular, çünkü konuşmaları gerekiyordu. Juliana konuşmanın uzun süreceğini umuyordu ve öğle uykusuna yattı, fakat kısa bir süre sonra onu uyandırdılar. Cam tesbihi ve annesinin bıraktığı haçı unutmadan, nesi var nesi yok bir torbaya doldurttular. Hiçbir açıklamada bulunmadan kadını arabaya bindirdiler ve sessiz ve yorucu bir yolculuğa çıktılar; yağmur yağmıştı, yollar berbattı, Moròn’a geldiklerinde saat sabahın beşi olmalıydı. Orada kadıncağızı genelev patronuna sattılar. Önceden anlaşmışlardı; bütün parayı Christiàn aldı, sonra kardeşiyle paylaştı.
Turdera’da o zamana dek, o korkunç aşkın (aynı zamanda bir alışkanlık olmuştu) hay huyu arasında yuvarlanıp giden Nilsen kardeşler yeniden erkek erkeğe sürdürdükleri o eski yaşamlarına dönmek istediler. Kumar oynamaya, horoz dövüştürmeye ve sazlı sözlü eğlenceli yaşamlarına yeniden başladılar. Kimbilir, belki pislikten kurtulduklarını sanıyorlardı, fakat her ikisi de ayrı ayrı zamanlarda, nedenli nedensiz ortalarda görünmez oluyordu. Yılbaşından az önce kardeşlerden küçüğü başkentte bir işi olduğunu söyledi. Cristiàn, Moròn’a gitti; bizim de artık bildiğimiz o evin önündeki direğe bağlanmış olan Eduardo’nun atını tanıdı. Girdi içeri; kardeşi içerde sırasının gelmesini bekliyordu. Cristiàn ona:
“Böyle sürerse atları yoracağız. Yanımıza alsak daha iyi olur,” demiş olmalı.
Patronla konuştu, kemerinden parayı çıkardı ve kadını eve götürdüler. Juliana, Cristiàn ile arkaya oturmuştu; Eduardo ise onları görmemek için atını mahmuzladı.
Sözünü ettiğimiz eski yaşamlarına döndüler. İğrenç çözüm yolu başarısızlıkla sonuçlanmıştı; her ikisi de birbirlerini aldatma çabasına yenik düşmüşlerdi. Kabil oralarda dolaşıyordu, ama Nilsenlerin birbirlerine duydukları sevgi derindi – birlikte ne sıkıntılara, ne tehlikelere göğüs germişlerdi – hınçlarını başkalarından çıkarmayı yeğlediler. Hiç tanımadıkları bir insandan, köpeklerden, aralarının açılmasına neden olan Juliana’dan.
Mart ayı sona ermek üzereydi ve sıcaklar hâlâ azalmamıştı. Bir pazar günü (pazarları insanlar erken yatmaya alışıktırlar) bardan dönen Eduardo, Cristiàn’ın öküzleri arabaya koştuğunu gördü. Cristiàn:
“Gel,” dedi ona, “şu derileri Pardo’nun dükkânına bırakmamız gerekiyor. Ben zaten yükledim, hava serinken yararlanalım.”
Pardo’nun dükkânı sanırım daha güneydeydi; Tropas Yolu’nu tuttular, daha sonra başka yola saptılar. Gece ilerledikçe kırlar daha da bir büyüyordu.
Çayır boyunca yürüdüler; Cristiàn yaktığı sigarayı fırlatıp attı ve ağır ağır:
“Hadi iş başına birader. Daha sonra akbabalar yardımımıza gelirler. Bugün onu öldürdüm. Üstü başıyla şurada kalsın. Artık kimseye zararı dokunamaz.”
Kucaklaştılar, neredeyse ağlamak üzereydiler. Şimdi başka bir bağ birleştiriyordu onları: acı bir biçimde kurban edilmiş olan kadın ve onu unutma zorunluluğu.
II
Bir defasında internette bir İsrailli ile Borges hakkında konuşuyordum. Bana, “Eğer Borges’i seviyorsan, İtalo Calvino’yu da seversin,” demişti. Calvino’yu hiç okumamıştım, ancak çok sonraları denk getirip kitabını aldım. “Zor Sevdalar” adlı kitabında bazı hoş kısa hikayeleri vardır. Benim en beğendiğim bir karı-kocanın sıradan bir gününü anlattığı hikayesi.
Bir Karı-Kocanın Serüveni
Arturo Massolari işçiydi, sabah altıda sona eren gece vardiyasında çalışıyordu. Eve dönmek için güzel havalarda bisikletle, yağışlı aylarda ve kışın da tramvayla uzun bir yol giderdi. Eve altı kırkbeşle yedi arasında, yani karısı Elide’nin çalar saatinin çalmasından bazen az önce, bazen de az sonra varırdı.
İki gürültü: çalar saatin sesiyle, kapıdan giren ayakların sesi çoğu kez Elide’nin zihninde birleşir, uykusunun, yüzü yastığa gömülü, daha birkaç saniyenin tadını çıkartmaya çalıştığı tıkız sabah uykusunun derinliklerinde yakalardı onu. Sonra birden yataktan fırlar, saçları gözlerinin önünde, kör gibi kollarını sabahlığa geçiriverirdi. Mutfakta, işe götürdüğü çantadan boş kapları çıkartıp sefertasını, termosu musluğun içine koymakta olan Arturo’nun karşısına böyle çıkardı. Arturo ocağı yakmış, kahveyi koymuş olurdu. Arturo ona bakar bakmaz, Elide’nin içini birden elini saçlarına götürmek, gözlerini iyice açmak gelirdi; eve dönen kocasının kendisini hep böyle dağınık, yarı uykulu görmesinden sanki biraz utanırdı. Birlikte uyuduklarında böyle olmazdı, sabah ikisi birlikte uyku mahmurluğunu atmaya çalışır, aynı durumda olurlardı.
Bazen de çalar saatin çalmasından bir dakika önce elinde kahve fincanı, Arturo odaya girip onu uyandırırdı; bu durumda her şey daha doğal olurdu, uykudan sıyrılma tatlı bir tembelliğe bürünürdü. Gerinmek için kalkan çıplak kollar en sonunda onun boynuna dolanırlardı. Sarılırlardı birbirlerine. Arturo’nun üstünde su geçirmez montu olurdu, buna değince havanın nasıl olduğunu anlardı kadın: nemli ya da soğuk oluşuna göre yağmur mu yağıyordu, sis mi vardı, kar mı yağıyordu anlardı. Ama yine de sorardı ona: “Hava nasıl?” O ise her zamanki gibi yarı alaycı, anlatmaya koyulurdu, sondan başlayarak karşılaştığı aksilikleri sıralardı. Bisikletle gelişini, fabrikadan çıktığında havanın bir akşam önce fabrikaya gidişteki havadan değişik olduğunu, işle ilgili sorunları, işyerindeki dedikoduları anlatıp dururdu.
O saatte ev yeteri kadar ısıtılmamış olurdu hep, ama Elide soyunur, biraz ürpererek banyoda yıkanırdı. Arkasından Arturo gider, daha telaşsız soyunur, o da yıkanırdı ağır ağır; işyerinin kirini pasını atardı üstünden. İkisi de yarı çıplak, biraz üşüyerek, aynı lavabonun başında dururlar, arada itişip, birbirlerinin elinden sabunu, diş macununu kaparlar, bir yandan da birbirlerine söyleyeceklerini söylemeyi sürdürürlerdi. Sonra yakınlaşma zamanı gelirdi, kimi kez sırayla sırtlarını ovalamaya yardım ederken araya okşamalar girer, birbirlerine sarılırlardı.
Ama birden Elide, “Saat kaç olmuş” der, koşup acele ayakta jartiyerini takar, etekliğini giyerken fırçayı saçlarında aşağı yukarı dolaştırır, dudakları arasında tokalar, yüzünü komodinin aynasına yapıştırırdı. Arturo peşinden gelirdi, bir sigara yakmış olurdu. Ayakta durur, sigarasını içip ona bakardı. Her seferinde de hiçbir şey yapmadan orada durmanın sıkıntısını yaşadığı görülürdü. Elide hazırdı artık, paltosunu koridorda giyerdi, öpüşürlerdi, kapıyı açmasıyla merdivenlerden aşağı indiğinin duyulması bir olurdu.
Arturo tek başına kalırdı. Elide’nin topuklarının basamaklardaki sesini dinlerdi, artık duyulmaz olunca da, hızlı adımların avludan, dış kapıdan geçip kaldırımdan tramvay durağına gidişini zihninden izlemeyi sürdürürdü. Tramvayın gıcırtısını, durmasını, her yolcu binişinde basamağın çıkarttığı sesi iyice duyardı. “Tamam, bindi,” diye düşünür, her günkü gibi onu fabrikaya götüren “on bir” numaranın kadınlı erkekli işçi kalabalığı arasına sıkışmış karısını görürdü. Sigarayı söndürür, pencerenin panjurlarını kapatırdı, karanlık olurdu, yatağa girerdi.
Yatak Elide’nin kalktığında bıraktığı gibi olurdu, ama onun, Arturo’nun tarafı neredeyse bozulmamış, sanki yeni yapılmış gibi olurdu. Arturo önce kendi tarafına iyice uzanır, ama sonra bir bacağını öteye, karısının sıcaklığının kaldığı yere uzatırdı. Sonra öbür ayağını da uzatırdı oraya, böylece yavaş yavaş Elide’nin tarafına, hâlâ karısının bedeninin biçimini koruyan o ılık çöküntüye geçer, yüzünü onun yastığına, kokusuna gömer, uykuya dalardı.
Akşam Elide döndüğünde, Arturo bir süredir odalarda dolaşıyor olurdu; ocağı yakar, pişirmesi için bir şey koyardı. Yatağı düzeltmek, biraz ortalığı süpürmek, yıkanacak kirlileri banyoya götürmek gibi kimi işleri yemekten önceki bir-iki saat içinde o yapardı. Elide hiçbirini beğenmezdi, ama doğrusunu söylemek gerekirse bu nedenle daha fazla çaba göstermezdi o; onun yaptığı bir tür bekleme töreniydi, evin duvarları arasında kalsa da, dışarıda ışıklar yanınca, kadınların akşamları alışveriş yaptıkları mahallelerin o saatle bağdaşmayan kalabalığına karışarak dükkânlara uğramakta olan karısını, bir tür karşılamaydı.
Sonunda merdivende ayak sesini duyardı, sabahkine benzemezdi, daha ağır olurdu; çünkü gün boyunca çalışmanın yorgunluğu içindeki Elide, eli kolu paket içinde tırmanırdı merdiveni. Arturo sahanlığa çıkar, elinden paketleri alır, konuşarak içeri girerlerdi. O paketleri açarken, kadın paltosunu çıkartmadan kendini mutfaktaki bir iskemlenin üstüne atardı. Sonra, “Hadi bakalım iş başına,” deyip yerinden kalkar, paltosunu çıkartır, ev entarisini giyerdi. Yemeği hazırlamaya koyulurlardı: ikisi için aksam yemeğini, gece yarısından sonra bir paydosu için erkeğin götüreceği kahvaltılığı, kadının ertesi gün fabrikaya götüreceği öğle yemeğini, ertesi sabah erkek kalktığında hazır olması gerekenleri.
Kadın biraz iş görür, biraz hasır iskemlede oturur, erkeğe ne yapması gerektiğini söylerdi. Erkek o saatte dinlenmiş olurdu. Dört döner, hatta her işi yapmak isterdi, ama hep biraz dalgın, aklı başka yerde olurdu. Bu sıralarda zaman zaman çatışmalarına, ağızlarından çirkin bir sözcüğün çıkmasına ramak kalırdı; çünkü kadın erkeğin yaptığı işe daha dikkat etmesini, daha özen göstermesini ya da kendisine daha bağlı, daha yakın, daha destek olmasını isterdi. Onun ise, kadının dönmüş olmasının ilk coşkusu geçtikten sonra aklı evin dışına kayar, gideceği, acele etmesi gerektiği düşüncesine takılırdı.
Masa hazırlandıktan, her şey bir daha kalkılmayacak biçimde yerine konulduktan sonra, ikisini de bu kadar az bir arada olabilmenin yıkımı kaplar, el ele tutuşmak isteği kaşıkları ağızlarına götürmelerini neredeyse engellerdi.
Ama daha kahvenin hepsi bitmeden erkek, her şeyin yerli yerinde olup olmadığına bakmak için bisikletin arkasında olurdu. Kucaklaşırlardı. Arturo ancak o zaman anlardı sanki, karısının nasıl yumuşak, ılık olduğunu. Ama bisikletin borusunu omzuna yüklenip dikkatle merdivenlerden inmeye başlardı.
Elide bulaşığı yıkar, evi tepeden tırnağa gözden geçirip kocasının yaptığı işlere başını sallayarak bakardı. Şimdi o, az sayıda lambanın bulunduğu karanlık sokaklarda yol alıyordu, belki de havagazı deposunu geçmişti bile. Elide yatağa gider, ışığı söndürürdü. Kendi tarafına uzanırdı, bir ayağını kocasının yerine doğru uzatırdı onun sıcaklığını duymak için, ama her seferinde kendi yatmakta olduğu yerin daha sıcak olduğunu fark ederdi. Arturo’nun da burada yatmış olduğunu anlardı ve büyük bir sevecenlik kaplardı içini.
III
Yine de Borges’in favorim olduğunu söylemem lazım. Tez yüzünden istediğim kitapları okuyacak vaktim olmuyor, ama ne yapıp edip tezin içine bile bazı kitaplardan alıntılar koymayı becerdim: mesela Stalin dönemi Rusya’sından esinlenerek yazılmış George Orwell'ın “Hayvan Çiftliği”, Arthur Miller’ın "Satıcının Ölümü”, hele John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri” – bunların hepsinden kısa birer alıntı koydum. Özellikle Gazap Üzümleri’nin sonu çok güzel biter; her okuduğumda etkiler beni. Bir de Oscar Wilde’ın “The Soul of Man Under Socialism” adlı denemesinden ütopyalar ile ilgili bir alıntı koydum. (tahminimce Wilde’ın bu denemesi Türkçeye tamamıyla çevrilmedi). Şöyle diyor Wilde:
Ütopyayı içermeyen bir dünya haritası göz atmaya dahi değmezdir, çünkü insanlığın sürekli ayak bastığı bir ülkeyi dışarıda bırakmaktadır. Ve insanlık buraya ayak bastığında etrafına bakar, daha iyi bir ülke görür görmez de yelkenlerini açar. İlerleme ütopyaların gerçekleştirilmesi demektir.
Sanırım en anlamlısı bu oldu.
İlkokuldan başlayıp üniversitenin ilk yıllarına değin sıkı bir çizgi roman okuyucusuydum. Türkiye’de yayınlanan çizgi romanların önemli bir kısmını, hatta orijinal Amerikan çizgi romanlarını dahi takip ederdim. Ancak hem yaş ilerleyip ilgi alanları değiştiğinden hem de çizgi romanlar eski çekiciliklerini kaybettiğinden, bir süre sonra bunları okumayı bıraktım. Örneğin Süpermen’in ve Örümcek Adam’ın yeni maceraları eskileri kadar güzel değildi; çizimleri de bozulmuştu. Süpermen 80’lerin ilk yarısında yenilenmiş, ama artık macera açısından tükenmeye başlamıştı. Örümcek Adam’ın 90’lardaki maceraları 70’lerdekileri aratıyordu. Zaten Barbar Conan gibi yayınlar da Amerika’da bitmişti (öğrendiğime göre şimdi yeniden başlamış, fakat takip etmiyorum).
Açıkçası eski maceralar daha güzeldi – hele Zagor, Mister No gibi İtalyan serilerinin bizde 80’lerde yayınlanan maceraları. Dayım da eski bir çizgi roman okuyucusu olduğu için Zagor gibi serilerin 70’lerde yayınlanan sayılarını ondan okuma fırsatını bulmuştum. Bunların arasında Zagor ile Çiko’nun tanıştığı macera da vardı, ama o macera daha sonra yeniden yayınlandı mı bilmiyorum. Bu İtalyan karakterlerin arasında Martin Mystere en entelektüel olanıydı. Jorge Luis Borges ve Ambrose Bierce gibi yazarları onun sayesinde tanıdım. Borges’in “Kum Kitabı” adlı hikayesi ile ilişkili bir macerası vardı Mystere’nin, Bierce ise güya bir uzaylı tarafından öldürülmüştü (nitekim Bierce gerçekte kaybolmuştur). Ama sonradan Mystere’nin maceralarının ve çizimlerinin eski tadı kalmadı; ben de almayı bıraktım.
Buna rağmen Mystere’den Borges miras kaldı. O dönem merak edip Borges’in “Alçaklığın Evrensel Tarihi” kitabını almıştım. Okudukça kısa hikayeleri hoşuma gitmeye başladı, böylece ben de kitaplarını almaya devam ettim. Evvelki gün rafları karıştırırken elime “Brodie Raporu” adlı kitabı geçti. Kitaptaki ilk hikaye benim en sevdiğim Borges hikayesidir. Kısa olduğundan aktarayım dedim.
I
Araya Giren
(2 Samuel, I, 26)
Bu öyküyü Nelsonların en küçük çocuğu Eduardo’nun bin sekiz yüz doksan küsur yılına doğru, Moròn çiftliğinde, eceliyle ölen ağabeyi Cristian’ın ölüsünün başında (pek olası değil ama) anlattığı söylenir. Gerçek olan, peşpeşe Paraguay çayı içilen o üzüntülü uzun gecede, bu öyküyü birisinin bir başkasından duyduğu, o başkasının da bunu, bana anlatacak olan Santiago Dabove’ye yinelediğidir. Yıllar sonra aynı öyküyü olayın geçtiği yerde, Turdera’da anlattılar bana. Biraz daha ayrıntılı olan ikinci anlatım, doğal olarak ufak birkaç değişiklik ve çelişkiye karşın sonuçta Santiago’nun anlattıklarını doğruluyordu. Bugün bu öyküyü yazmamın nedeni, bunun, eğer yanılmıyorsam, eski kırsal kesim insanlarının vicdanına küçücük trajik bir ayna tutmasıdır. Aslına bağlı kalacağım, ama kimi ayrıntıları eklemek ya da öne çıkarmak konusunda yazının baştan çıkarıcılığına dayanamayacağımı şimdiden görür gibiyim.
Turdera’da onlara Nilsenler derlermiş. Rahip, kendisinden önceki rahibin bu insanların evinde, gotik harflerle kaleme alınmış, kara ciltli eski bir İncil gördüğünü ve buna şaştığını anımsadığını anlattı bana; el yazısıyla son sayfalarına adlar ve tarihler yazılıymış. Evde bulunan tek kitapmış. Her şey gibi yitip gidecek olan, Nilsenlerin rastlantı sonucu kalan tarihçesi. Şimdi yerinde yeller esen harabe ev, sıvasız, tuğladanmış; dış kapıdan sonra birisi kırmızı taş döşeli, birisi toprak iki avlu ayrılıyordu. Bu eve yabancılar pek girmezmiş. Nilsenler yalnızlıklarını özenle korurlarmış. Boş odalardaki portatif karyolalarda yatarlarmış; bütün lüksleri atlar, eyerler, kısa saplı bıçaklar, cumartesi günleri giyilen şık giysiler ve kavga çıkarmalarına neden olan içkilermiş. Uzun boylu ve kızıl saçlı olduklarını biliyorum. Bu iki Arjantin yerlisi damarlarında, kuşkusuz adlarını bile duymadıkları Danimarka’nın ya da İrlanda’nın kanını taşıyorlardı. Mahalleli bu iki kızıl saçlıdan korkuyorlardı; adlarının bir cinayete karışmış olması olanaksız değildi. Bir kez omuz omuza verip polisle çatıştılar. Küçüklerinin Juan İberra ile çatıştığı ve bu işten anlayanlara göre de hiç de altta kalmadığı anlatılır. Sürü güdücülüğü, araba sürücülüğü, at hırsızlığı ve kimi kez de kumarda hile yapmışlar. İçki içerken, kumar oynarken eli açık olmaları dışında, cimrilikleriyle ün kazanmışlardı. Akrabaları var mıydı, nereden gelmişlerdi, kimse bilmiyordu. Bir kağnıları, bir çift de öküzleri vardı.
Costa Brava’ya damgasını vuran kabadayılardan bedensel açıdan farklıydılar. Bu durum ve bilmediğimiz başka şeyler aralarındaki ilişkiyi anlamamıza yardımcı oluyor. Bunlardan birisiyle arayı bozmak iki düşman kazanmak demekti.
Nilsenler çapkındılar, ama aşk öyküleri o zamana değin batakhanelerden ve genelevlerden öte gitmiyordu. Bu yüzden, Cristiàn birlikte yaşamak üzere Juliana Burgos’u eve getirdiğinde dedikodunun ardı arkası kesilmedi. Hizmetçisi olduğu doğruydu, ama kadına çirkin, sahte takılar takıp eğlenceye götürdüğü, insan önüne çıkardığı da en az onun kadar doğruydu. Kimi tango figürlerinin ve kadınlara sulanmanın yasak olduğu, hâlâ bol ışık altında dans edildiği yoksul mahalle eğlenceleriydi bunlar; Juliana esmer tenli, badem gözlü bir kızdı, gülümsemesi için birinin bakması yeterdi. Çalışmanın ve bakımsızlığın kadınları yıprattığı yoksul bir mahallede fena sayılmazdı.
Başta, Eduardo onlara eşlik ediyordu. Sonra bilmem ne işi için Arrecifes’e gitmesi gerekti; dönüşte yolda bulduğu bir kızı eve getirmiş, birkaç gün sonra da kapının önüne koymuştu; gittikçe asık suratlı olmuştu, barda tek başına kafayı buluyor, kimseyle konuşmuyordu. Cristiàn’ın kadınına tutulmuştu. Belki de bunu kendisinden önce anlamış olan mahalleli, iki kardeş arasındaki gizli rekabeti haince bir zevk alarak gözetliyordu.
Bir gece Eduardo, geç vakit köşeyi döndüğünde Cristiàn’ın siyah atının evin önündeki kazığa bağlanmış olduğunu gördü. En güzel giysilerini giymiş olan ağabeyi avluda onu bekliyordu. Kadın elinde Paraguay çayı gidip geliyordu. Cristiàn, Eduardo’ya:
“Farias’lardaki bir eğlenceye gidiyorum,” dedi. “Al, Juliana senin olsun; istediğin gibi kullan.”
Ses tonu yarı buyurgan, yarı içtendi. Eduardo bir süre ona bakakaldı, ne yapacağını bilemiyordu. Cristiàn kalktı, bir nesneden başka bir şey olmayan Juliana’ya değil de Eduardo’ya veda etti, atına bindi, hiç acele etmeden sürüp gitti.
O geceden sonra kadını ortaklaşa kullandılar. Mahalleliyi çileden çıkara bu üçlü ilişkinin ayrıntılarını kimse bilmeyecekti. İşler birkaç hafta iyi gitti, fakat böyle süremezdi. Kardeşler kendi aralarında Juliana’nın adını hiç kullanmıyorlardı, hatta ona seslenirken bile; fakat birbirleriyle dalaşmak için bahane arıyorlardı ve buluyorlardı da. Hayvan postlarını satarken tartışıyorlardı, ama asıl tartıştıkları başka şeydi. Cristiàn sesini yükseltiyor, Eduardo ise susuyordu. Ayrımında olmadan birbirlerini kıskanıyorlardı. Bu berbat mahallede bir erkek bir kadının kendisi için çok önemli olduğunu, onu arzuladığını, sahip olmak istediğini ne başkasına ne de kendine söylerdi, fakat iki kardeş de âşıktılar. Bu da bir biçimde onları küçük düşürüyordu.
Bir gün, öğleden sonra Lomas alanında Eduardo, Juan İberra ile karşılaştı, çalıştırdığı bu güzel parçadan ötürü kutladı onu Juan. Öyle sanıyorum ki, işte o zaman Eduardo ona küfretti. Onun yanında hiç kimse Cristiàn’la alay edemezdi.
Kadın, hayvansı bir boyun eğmeyle ikisine de hizmet ediyordu, fakat paylaşmaya karşı çıkmayan ama hiç sözünü de etmeyen küçük kardeşi yeğlediğini de saklamıyordu.
Bir gün Juliana’ya birinci avluya iki iskemle çıkarmasını ve ortalarda görünmemesini buyurdular, çünkü konuşmaları gerekiyordu. Juliana konuşmanın uzun süreceğini umuyordu ve öğle uykusuna yattı, fakat kısa bir süre sonra onu uyandırdılar. Cam tesbihi ve annesinin bıraktığı haçı unutmadan, nesi var nesi yok bir torbaya doldurttular. Hiçbir açıklamada bulunmadan kadını arabaya bindirdiler ve sessiz ve yorucu bir yolculuğa çıktılar; yağmur yağmıştı, yollar berbattı, Moròn’a geldiklerinde saat sabahın beşi olmalıydı. Orada kadıncağızı genelev patronuna sattılar. Önceden anlaşmışlardı; bütün parayı Christiàn aldı, sonra kardeşiyle paylaştı.
Turdera’da o zamana dek, o korkunç aşkın (aynı zamanda bir alışkanlık olmuştu) hay huyu arasında yuvarlanıp giden Nilsen kardeşler yeniden erkek erkeğe sürdürdükleri o eski yaşamlarına dönmek istediler. Kumar oynamaya, horoz dövüştürmeye ve sazlı sözlü eğlenceli yaşamlarına yeniden başladılar. Kimbilir, belki pislikten kurtulduklarını sanıyorlardı, fakat her ikisi de ayrı ayrı zamanlarda, nedenli nedensiz ortalarda görünmez oluyordu. Yılbaşından az önce kardeşlerden küçüğü başkentte bir işi olduğunu söyledi. Cristiàn, Moròn’a gitti; bizim de artık bildiğimiz o evin önündeki direğe bağlanmış olan Eduardo’nun atını tanıdı. Girdi içeri; kardeşi içerde sırasının gelmesini bekliyordu. Cristiàn ona:
“Böyle sürerse atları yoracağız. Yanımıza alsak daha iyi olur,” demiş olmalı.
Patronla konuştu, kemerinden parayı çıkardı ve kadını eve götürdüler. Juliana, Cristiàn ile arkaya oturmuştu; Eduardo ise onları görmemek için atını mahmuzladı.
Sözünü ettiğimiz eski yaşamlarına döndüler. İğrenç çözüm yolu başarısızlıkla sonuçlanmıştı; her ikisi de birbirlerini aldatma çabasına yenik düşmüşlerdi. Kabil oralarda dolaşıyordu, ama Nilsenlerin birbirlerine duydukları sevgi derindi – birlikte ne sıkıntılara, ne tehlikelere göğüs germişlerdi – hınçlarını başkalarından çıkarmayı yeğlediler. Hiç tanımadıkları bir insandan, köpeklerden, aralarının açılmasına neden olan Juliana’dan.
Mart ayı sona ermek üzereydi ve sıcaklar hâlâ azalmamıştı. Bir pazar günü (pazarları insanlar erken yatmaya alışıktırlar) bardan dönen Eduardo, Cristiàn’ın öküzleri arabaya koştuğunu gördü. Cristiàn:
“Gel,” dedi ona, “şu derileri Pardo’nun dükkânına bırakmamız gerekiyor. Ben zaten yükledim, hava serinken yararlanalım.”
Pardo’nun dükkânı sanırım daha güneydeydi; Tropas Yolu’nu tuttular, daha sonra başka yola saptılar. Gece ilerledikçe kırlar daha da bir büyüyordu.
Çayır boyunca yürüdüler; Cristiàn yaktığı sigarayı fırlatıp attı ve ağır ağır:
“Hadi iş başına birader. Daha sonra akbabalar yardımımıza gelirler. Bugün onu öldürdüm. Üstü başıyla şurada kalsın. Artık kimseye zararı dokunamaz.”
Kucaklaştılar, neredeyse ağlamak üzereydiler. Şimdi başka bir bağ birleştiriyordu onları: acı bir biçimde kurban edilmiş olan kadın ve onu unutma zorunluluğu.
II
Bir defasında internette bir İsrailli ile Borges hakkında konuşuyordum. Bana, “Eğer Borges’i seviyorsan, İtalo Calvino’yu da seversin,” demişti. Calvino’yu hiç okumamıştım, ancak çok sonraları denk getirip kitabını aldım. “Zor Sevdalar” adlı kitabında bazı hoş kısa hikayeleri vardır. Benim en beğendiğim bir karı-kocanın sıradan bir gününü anlattığı hikayesi.
Bir Karı-Kocanın Serüveni
Arturo Massolari işçiydi, sabah altıda sona eren gece vardiyasında çalışıyordu. Eve dönmek için güzel havalarda bisikletle, yağışlı aylarda ve kışın da tramvayla uzun bir yol giderdi. Eve altı kırkbeşle yedi arasında, yani karısı Elide’nin çalar saatinin çalmasından bazen az önce, bazen de az sonra varırdı.
İki gürültü: çalar saatin sesiyle, kapıdan giren ayakların sesi çoğu kez Elide’nin zihninde birleşir, uykusunun, yüzü yastığa gömülü, daha birkaç saniyenin tadını çıkartmaya çalıştığı tıkız sabah uykusunun derinliklerinde yakalardı onu. Sonra birden yataktan fırlar, saçları gözlerinin önünde, kör gibi kollarını sabahlığa geçiriverirdi. Mutfakta, işe götürdüğü çantadan boş kapları çıkartıp sefertasını, termosu musluğun içine koymakta olan Arturo’nun karşısına böyle çıkardı. Arturo ocağı yakmış, kahveyi koymuş olurdu. Arturo ona bakar bakmaz, Elide’nin içini birden elini saçlarına götürmek, gözlerini iyice açmak gelirdi; eve dönen kocasının kendisini hep böyle dağınık, yarı uykulu görmesinden sanki biraz utanırdı. Birlikte uyuduklarında böyle olmazdı, sabah ikisi birlikte uyku mahmurluğunu atmaya çalışır, aynı durumda olurlardı.
Bazen de çalar saatin çalmasından bir dakika önce elinde kahve fincanı, Arturo odaya girip onu uyandırırdı; bu durumda her şey daha doğal olurdu, uykudan sıyrılma tatlı bir tembelliğe bürünürdü. Gerinmek için kalkan çıplak kollar en sonunda onun boynuna dolanırlardı. Sarılırlardı birbirlerine. Arturo’nun üstünde su geçirmez montu olurdu, buna değince havanın nasıl olduğunu anlardı kadın: nemli ya da soğuk oluşuna göre yağmur mu yağıyordu, sis mi vardı, kar mı yağıyordu anlardı. Ama yine de sorardı ona: “Hava nasıl?” O ise her zamanki gibi yarı alaycı, anlatmaya koyulurdu, sondan başlayarak karşılaştığı aksilikleri sıralardı. Bisikletle gelişini, fabrikadan çıktığında havanın bir akşam önce fabrikaya gidişteki havadan değişik olduğunu, işle ilgili sorunları, işyerindeki dedikoduları anlatıp dururdu.
O saatte ev yeteri kadar ısıtılmamış olurdu hep, ama Elide soyunur, biraz ürpererek banyoda yıkanırdı. Arkasından Arturo gider, daha telaşsız soyunur, o da yıkanırdı ağır ağır; işyerinin kirini pasını atardı üstünden. İkisi de yarı çıplak, biraz üşüyerek, aynı lavabonun başında dururlar, arada itişip, birbirlerinin elinden sabunu, diş macununu kaparlar, bir yandan da birbirlerine söyleyeceklerini söylemeyi sürdürürlerdi. Sonra yakınlaşma zamanı gelirdi, kimi kez sırayla sırtlarını ovalamaya yardım ederken araya okşamalar girer, birbirlerine sarılırlardı.
Ama birden Elide, “Saat kaç olmuş” der, koşup acele ayakta jartiyerini takar, etekliğini giyerken fırçayı saçlarında aşağı yukarı dolaştırır, dudakları arasında tokalar, yüzünü komodinin aynasına yapıştırırdı. Arturo peşinden gelirdi, bir sigara yakmış olurdu. Ayakta durur, sigarasını içip ona bakardı. Her seferinde de hiçbir şey yapmadan orada durmanın sıkıntısını yaşadığı görülürdü. Elide hazırdı artık, paltosunu koridorda giyerdi, öpüşürlerdi, kapıyı açmasıyla merdivenlerden aşağı indiğinin duyulması bir olurdu.
Arturo tek başına kalırdı. Elide’nin topuklarının basamaklardaki sesini dinlerdi, artık duyulmaz olunca da, hızlı adımların avludan, dış kapıdan geçip kaldırımdan tramvay durağına gidişini zihninden izlemeyi sürdürürdü. Tramvayın gıcırtısını, durmasını, her yolcu binişinde basamağın çıkarttığı sesi iyice duyardı. “Tamam, bindi,” diye düşünür, her günkü gibi onu fabrikaya götüren “on bir” numaranın kadınlı erkekli işçi kalabalığı arasına sıkışmış karısını görürdü. Sigarayı söndürür, pencerenin panjurlarını kapatırdı, karanlık olurdu, yatağa girerdi.
Yatak Elide’nin kalktığında bıraktığı gibi olurdu, ama onun, Arturo’nun tarafı neredeyse bozulmamış, sanki yeni yapılmış gibi olurdu. Arturo önce kendi tarafına iyice uzanır, ama sonra bir bacağını öteye, karısının sıcaklığının kaldığı yere uzatırdı. Sonra öbür ayağını da uzatırdı oraya, böylece yavaş yavaş Elide’nin tarafına, hâlâ karısının bedeninin biçimini koruyan o ılık çöküntüye geçer, yüzünü onun yastığına, kokusuna gömer, uykuya dalardı.
Akşam Elide döndüğünde, Arturo bir süredir odalarda dolaşıyor olurdu; ocağı yakar, pişirmesi için bir şey koyardı. Yatağı düzeltmek, biraz ortalığı süpürmek, yıkanacak kirlileri banyoya götürmek gibi kimi işleri yemekten önceki bir-iki saat içinde o yapardı. Elide hiçbirini beğenmezdi, ama doğrusunu söylemek gerekirse bu nedenle daha fazla çaba göstermezdi o; onun yaptığı bir tür bekleme töreniydi, evin duvarları arasında kalsa da, dışarıda ışıklar yanınca, kadınların akşamları alışveriş yaptıkları mahallelerin o saatle bağdaşmayan kalabalığına karışarak dükkânlara uğramakta olan karısını, bir tür karşılamaydı.
Sonunda merdivende ayak sesini duyardı, sabahkine benzemezdi, daha ağır olurdu; çünkü gün boyunca çalışmanın yorgunluğu içindeki Elide, eli kolu paket içinde tırmanırdı merdiveni. Arturo sahanlığa çıkar, elinden paketleri alır, konuşarak içeri girerlerdi. O paketleri açarken, kadın paltosunu çıkartmadan kendini mutfaktaki bir iskemlenin üstüne atardı. Sonra, “Hadi bakalım iş başına,” deyip yerinden kalkar, paltosunu çıkartır, ev entarisini giyerdi. Yemeği hazırlamaya koyulurlardı: ikisi için aksam yemeğini, gece yarısından sonra bir paydosu için erkeğin götüreceği kahvaltılığı, kadının ertesi gün fabrikaya götüreceği öğle yemeğini, ertesi sabah erkek kalktığında hazır olması gerekenleri.
Kadın biraz iş görür, biraz hasır iskemlede oturur, erkeğe ne yapması gerektiğini söylerdi. Erkek o saatte dinlenmiş olurdu. Dört döner, hatta her işi yapmak isterdi, ama hep biraz dalgın, aklı başka yerde olurdu. Bu sıralarda zaman zaman çatışmalarına, ağızlarından çirkin bir sözcüğün çıkmasına ramak kalırdı; çünkü kadın erkeğin yaptığı işe daha dikkat etmesini, daha özen göstermesini ya da kendisine daha bağlı, daha yakın, daha destek olmasını isterdi. Onun ise, kadının dönmüş olmasının ilk coşkusu geçtikten sonra aklı evin dışına kayar, gideceği, acele etmesi gerektiği düşüncesine takılırdı.
Masa hazırlandıktan, her şey bir daha kalkılmayacak biçimde yerine konulduktan sonra, ikisini de bu kadar az bir arada olabilmenin yıkımı kaplar, el ele tutuşmak isteği kaşıkları ağızlarına götürmelerini neredeyse engellerdi.
Ama daha kahvenin hepsi bitmeden erkek, her şeyin yerli yerinde olup olmadığına bakmak için bisikletin arkasında olurdu. Kucaklaşırlardı. Arturo ancak o zaman anlardı sanki, karısının nasıl yumuşak, ılık olduğunu. Ama bisikletin borusunu omzuna yüklenip dikkatle merdivenlerden inmeye başlardı.
Elide bulaşığı yıkar, evi tepeden tırnağa gözden geçirip kocasının yaptığı işlere başını sallayarak bakardı. Şimdi o, az sayıda lambanın bulunduğu karanlık sokaklarda yol alıyordu, belki de havagazı deposunu geçmişti bile. Elide yatağa gider, ışığı söndürürdü. Kendi tarafına uzanırdı, bir ayağını kocasının yerine doğru uzatırdı onun sıcaklığını duymak için, ama her seferinde kendi yatmakta olduğu yerin daha sıcak olduğunu fark ederdi. Arturo’nun da burada yatmış olduğunu anlardı ve büyük bir sevecenlik kaplardı içini.
III
Yine de Borges’in favorim olduğunu söylemem lazım. Tez yüzünden istediğim kitapları okuyacak vaktim olmuyor, ama ne yapıp edip tezin içine bile bazı kitaplardan alıntılar koymayı becerdim: mesela Stalin dönemi Rusya’sından esinlenerek yazılmış George Orwell'ın “Hayvan Çiftliği”, Arthur Miller’ın "Satıcının Ölümü”, hele John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri” – bunların hepsinden kısa birer alıntı koydum. Özellikle Gazap Üzümleri’nin sonu çok güzel biter; her okuduğumda etkiler beni. Bir de Oscar Wilde’ın “The Soul of Man Under Socialism” adlı denemesinden ütopyalar ile ilgili bir alıntı koydum. (tahminimce Wilde’ın bu denemesi Türkçeye tamamıyla çevrilmedi). Şöyle diyor Wilde:
Ütopyayı içermeyen bir dünya haritası göz atmaya dahi değmezdir, çünkü insanlığın sürekli ayak bastığı bir ülkeyi dışarıda bırakmaktadır. Ve insanlık buraya ayak bastığında etrafına bakar, daha iyi bir ülke görür görmez de yelkenlerini açar. İlerleme ütopyaların gerçekleştirilmesi demektir.
Sanırım en anlamlısı bu oldu.