MARX’TAN ANILAR
Gündemi geriden takip etmeye devam ediyorum. Arada yazılası bayağı hoş(!) olaylar oluyor, ama zaman olmadığı için yazamıyorum. En son “İslâmcı-tecavüzcü” Hüseyin Üzmez’in olayı çıktı. Bizim İslâmcıların neredeyse hepsi sus-pus oldu. Vakit gazetesindekiler ise komplo diyerek geçiştirmeye çalıştılar. Şimdi bunun hakkında yazılmaz mı? İslâmcılar kendilerinden olanların rezilliklerini nasıl da görmezden geliyorlar. Teşbihte hata olmaz, o yüzden it iti ısırmaz diyorum. Adamların derdi ahlâk ya da din değil, sadece avanta kapmak. Aklıma her defasında Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul” adlı romanındaki satırları geliyor: “Sarıklı milletini bana sen mi anlatacaksın? Menfaat göster: Vapur bacası gibi bağırarak sana Allah’ı da inkâr etsinler; Peygamber’i de! … ” (İstanbul: Oğlak Yayınları, 1998, s. 309)
Yaklaşık yirmi gün önce işadamı İshak Alaton, General Electric’in Ceo’su Jack Welch’in burada verdiği bir konferansta “Marx’ı yeniden keşfetmemiz lazım,” demiş. Alaton’u büyük ihtimalle Allah konuşturmuş olmalı. Yoksa durduk yerde bizim işadamları nereden Marx’tan bahsedecek? Alaton serbest piyasa ekonomisinin artık işlevini yerine getirip getirmediğini sormuş ve iktisat biliminin babası Adam Smith için “öldü sanırım,” demiş. Valla bu laflar bir işadamı için açıkça küfre girer. Allah korusun, insanı “piyasadan” çıkarır haa.
İlginçtir, Alaton’un dedikleri Marx’la ilgili bir yıldönümüne denk geldi. Bu sene Komünist Manifesto’nun ilk yayınlanışının 160. yılı. Manifestonun yayınlandığı 1848’de Marx 30, Engels de 28 yaşındalarmış. İki genç adamın yazdığı manifesto hâlâ basılıyor ve okunuyor. Bizim memlekette bile tonla baskısı var. İçlerinde eksik ve hatalı çeviriler olmasına rağmen, Marx ve Engels’in, Lenin’in, hatta Stalin’in kitapları Türkçeye çevrilmiş bulunuyor.
Buna rağmen sosyalistler de dahil olmak üzere pek çok kişi Marx’ı doğru düzgün bilmez. Özellikle liberallerle olan konuşmalarımda bunu sık sık görürüm. Birkaç doğru bilinen yanlışa burada değineyim. Örneğin Marx hiçbir zaman ekonomideki endüstrilerin devletleştirilmesinden bahsetmemiş, serbest piyasa ekonomisinin kaldırılıp yerine merkezî bir planlama komitesinin kurulmasını savunmamıştır. Devlete, hatta sosyalist devlete bile, işçilerin yaşam koşullarındaki zorlukları hafifletecek bir araç gözüyle bakmamıştır. Daha da şaşırtıcı olanı, Marx serbest dış ticareti savunmuş ve gümrük tarifelerini hoş karşılamamıştır. Şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz ki, piyasa ekonomisi ile, devlet tarafından idare edilen bir ekonomi arasında bir seçim yapmak zorunda olsaydı, Marx piyasa ekonomisini seçerdi. Öte yandan kendisi devlette tek parti tekelini de savunmamış ve komünist bir partinin işçilere önderlik etmesi gerektiğine dair bir şey söylememiştir. Sosyalizmin devlet eliyle kurulması düşüncesi Marx’a tamamıyla yabancıdır. Şüphesiz Marx kapitalizmin savunucusu değildir, ama onun oldukça çalışkan bir öğrencisidir. Kapitalizm konusunda Komünist Manifesto’da bazı ilginç pasajlar vardır.
Böyle olunca Marx hakkında bazı şeyler aktarayım dedim. Birkaç sene önce çeşitli kişilerin Marx ve Engels hakkındaki anılarını anlattıkları bir kitap almıştım. İçinde kişi olarak Marx ve Engels hakkında ilginç şeyler var. Ne yazık ki kitapları basılmış olmasına rağmen bizim memlekette adam gibi bir Marx biyografisi yok.
I
İlk olarak Marx’ın damadı Paul Lafargue’den aktaralım (kitapta “Marx’tan Anılar” başlıklı yazı). Lafargue Marx’ın çalışma odasını anlatarak başlıyor.
Burası, birinci katta parka bakan geniş pencereden giren aydınlığın doldurduğu genişçe bir odaydı. Pencerenin karşısında duvar boyunca ve şöminenin iki yanındaki duvarlar, rafları dolu kitaplıklar ile kaplıydı; üst gözlerde tavana kadar gazete ve elyazmaları yığılıydı. Şöminenin karşısında, pencerenin bir yanında, üst üste kağıtların, kitapların ve gazetelerin bulunduğu iki masa vardı; odanın ortasında, aydınlık bir yerde, ufak basit bir masa ile tahta bir koltuk duruyordu. Koltuk ile kitaplığın arasında, pencerenin karşısında, Marx’ın zaman zaman uzanıp dinlendiği deri bir divan vardı. Şöminenin üzerinde yine kitaplar, purolar, kibritler, tütün kutuları, kağıtları bastırmak için ağırlıklar ile, Marx’ın kızları ile eşinin, Wilhelm Wolff’un ve Friedrich Engels’in fotoğrafları diziliydi.
Marx koyu bir sigara tiryakisi idi. “Kapital için aldığım miktar,” demişti bir kez, “yazarken içtiğim tütünün parasını bile karşılamaz.” Kibrit harcama konusunda daha da beterdi; içtiği pipoyu ya da puroyu çoğu kez unutur, bunları yeniden yakmak için her seferinde kutu kutu kibrit harcardı.
Hiç kimsenin, kitaplarını ya da kağıtlarını düzene sokmasına – ya da ona göre, düzenini bozmasına – izin vermezdi. Kitapların ve kağıtların bu görünüşteki düzensizliği aldatıcıydı; her şey aslında bulunması gereken yerdeydi ve onun için, gerekli kitabı ya da defteri hemen bulması çok kolaydı. Konuşma sırasında bile şöyle bir duralar, sözü edilen alıntıyı ya da rakamı ilgili kitaptan hemen bulup çıkartırdı. O ve çalışma odası yekvücut olmuştu. Buradaki kitaplar ve kağıtlar, sanki kendi organlarıymış gibi denetimi altındaydı.
Marx’ın kitaplarının düzenlenmesinde resmi simetri hiç dikkate alınmamıştı; çok farklı boyuttaki kitap ve kitapçıklar yan yana dizilmişti. Bu ciltleri boyutlarına göre değil, içeriklerine göre sıralamıştı. Kitaplar lüks nesneler değil, beyni için araçlardı. “Onlar benim kölelerim; benim istediğim gibi bana hizmet etmek zorundalar,” derdi. Kitabın boyutuna, cildine, kağıdının cinsine falan hiç önem vermezdi; sayfalarının uçlarını kıvırır, kenarlarına kalemle işaretler koyar, satırların altını baştan sona çizerdi. Kitaplar üzerine yazı yazmazdı, ama kimi zaman, eğer yazarı fazla ileri gitmişse, bir ünlem ya da soru işareti koymaktan kendisini alamazdı. Satırların altını çizme usulü hangi kitapta olursa olsun istediği pasajı bulmasını kolaylaştırırdı. Belleğini tazelemek için uzun yıllar aradan sonra, not defterlerini karıştırmayı ve kitaplarda altları çizilen pasajları yeniden okumayı âdet edinmişti. Hegel’in tavsiyesine uyarak gençliğinde, bilmediği yabancı bir dildeki dizeleri ezberlemek yoluyla eğittiği olağanüstü güvenilir bir belleğe sahipti.
Haine ile Goethe’yi ezbere bilir, konuşmalarında çoğu kez bunlardan alıntılar yapardı; bütün Avrupa dillerindeki şairlerin yılmaz bir okuyucusu idi. Her yıl Aşil’i Yunanca aslından okurdu ve onu, Shakespeare ile birlikte, o güne değin yaşamış en büyük dramatik deha olarak kabul ederdi. Shakespeare’e saygısı sonsuzdu. Yapıtlarını ayrıntılı bir biçimde incelemişti ve yarattığı dramatik kişilerden önemsiz olanlarını bile öğrenmişti. (s. 86-7)
Marx bütün Avrupa dillerinde yazılanları okuyabilir ve üç dilde yazabilirdi: Almanca, Fransızca ve İngilizce. Bu dillerde dil uzmanlarının hayranlığını uyandıran bir üslupla yazardı. Sık sık şöyle derdi: “Yabancı bir dil, yaşam mücadelesinde bir silah gibidir.”
Yabancı dile karşı büyük bir yeteneğe sahipti. Kızları bu yeteneği ondan almışlardı. Rusça öğrenmeye ellili yaşlarında başlamıştı. Bu dilin onun bildiği eski ya da daha yeni dillerle yakın bir benzerliği olmamasına karşın, altı ayda Rus şairlerinden ya da yazarlarında zevk duyacak derecede bu dili öğrenmişti. Gözde yazarları arasında Puşkin, Gogol, Sçedrin başta gelirdi. Rusça öğrenmeyi, içerdikleri politik açıklamalar nedeniyle Rus hükümeti tarafından üzeri örtülmek istenen resmî araştırma dökümanlarını okuyabilmek için istemişti. (…)
Şairler ile romancılar dışında Marx’ın bir başka dikkate değer zihinsel dinlenme biçimi daha vardı: özel zevki olan matematik. Cebir ile ilgilenmek ona manevî bir rahatlama verirdi; mücadeleler ile geçen hayatında en sıkıntılı anlarda matematiğe sığındığı görülürdü. Eşinin son hastalığı sırasında, bilimsel çalışmalarına kendisini bütünüyle vermediği günlerde, eşinin çektiği acıların yarattığı çöküntüyü üzerinden atmak için tek çıkar yol olarak matematiğe gömülürdü. Istırapla geçen bu günler boyunca, matematikteki sonsuz küçükler hesabı üzerine bir eser yazmıştı ki, uzmanlar bu yapıtın büyük bir bilimsel değeri bulunduğunu söylüyorlardı ve toplu yapıtları içinde bu da yer alacaktı. Yüksek matematikte o, diyalektik hareketin en mantıkî ve aynı zamanda en yalın biçimini buluyordu. Bir bilimin, matematiği kullanmayı öğrenmediği sürece, gerçekten gelişmiş olamayacağı kanısındaydı. (s. 88-9)
II
Şu dil meselesinde insan Marx’a özenmeden edemiyor. Bu konu hakkında biraz daha aktarayım. Bu defa Wilhem Liebknecht’den (kitapta “Marx’dan Anılar” başlıklı yazı):
Marx modern diller konusunda da eski diller konusunda olduğu kadar rahattı. Ben de dilbilimciydim, ama bana Aristo’dan ya da Aşil’den hemen doğru biçimde çözemediğim zor bir pasaj gösterdiği zaman bu ona çocukça bir zevk verirdi. İspanyolca bilmediğim için bir gün beni nasıl da azarlamıştı. Kitaplar arasından Don Quixote’u çekti çıkardı ve bana ders vermeye başladı. Diez’in, Roman dilleri karşılaştırmalı gramer kitabından gramerin temel ilkelerini ve cümle kurmasını öğrenmiştim. Bu yüzden, içinden çıkamadığım ya da takıldığım bir yer olunca onun mükemmel yönlendirmesi ve özenli yardımlarıyla kısa zamanda bayağı bir ilerleme gösterdim. Başka zamanlarda öfkesi burnunda olan Marx, öğretirken çok sabırlıydı. Dersler uzar gider ve ancak bir ziyaretçinin gelmesiyle sona ererdi. Hemen her gün sınavdan geçerdim ve benim artık yetiştiğime kanaat getirene kadar, Don Quixote’tan ya da İspanyolca bir başka kitaptan bir pasaj çevirmek zorundaydım. (s. 117)
Marx dilin özünü anladığı ve kökenini, gelişmesini ve yapısını incelediği için yabancı bir dil öğrenmesi kolay oluyordu. Kırım savaşı sırasında Rusça öğrenmişti ve hatta Türkçe ve Arapça öğrenmeye de niyet ettiği hâlde, bu isteğini gerçekleştirememişti. (s. 118)
III
Liebknecht, Marx’ın çocuklara düşkün olduğundan da bahsediyor:
Her güçlü ve sağlıklı insan gibi Marx’ın da çocuklara karşı aşırı bir sevgisi vardı. Kendi çocuklarıyla saatlerce çocuk gibi oynayan içi sevgi dolu bir baba olmakla birlikte, özellikle rastladığı yoksunluk içerisindeki başka çocuklara da bir mıknatıs çekimiyle daima yaklaşırdı. Yüzlerce kez, fakir mahallelerden geçerken yanımızdan ayrılmış, kapı eşiklerinde paçavralar içerisinde oturan bir çocuğun başını okşayarak cebindeki son kuruşları avucuna sıkıştırmıştır. Dilencilik Londra’da ticaret hâlini aldığı için dilencilere güvenmezdi. Parası olduğu zamanlar bunlara sadaka vermekle beraber, dilenciliğin meslek hâline getirilmesine karşıydı. Bunlardan birisi, sözde hastaymış gibi numara yaparak kendisine yaklaşırsa müthiş içerlerdi; insanın merhamet duygularını sömürmeyi hırsızlıkla eş tutardı. Üstelik, bunu yoksul insanlara karşı yapılmış bir haksızlık sayardı. Ancak bir kadın ya da erkek, kucağında ağlayan çocukla kendisine yaklaşırsa, çocuğun yalvaran bakışlarına dayanamaz, adamın ya da kadının gözündeki hilekârlık belirtilerini fark etmekle beraber, bunlara yardım ederdi. (s. 135-6)
Hatta bir ateist olan Marx, kızının dediğine göre İsa’dan hareketle şunları dahi söylemiş (Eleanor Marx-Aveling, “Karl Marx”):
Yine de biz Hıristiyanlığı bir ölçüde affedebiliriz; bize en azından bir çocuğa tapınmayı öğretti. (s. 294)
IV
Daha önce Marx hakkında bir yazı yazmıştım. Orada da kızının biyografisinden bazı alıntılar yapmıştım. Ama bunlar buradaki Marx’tan daha farklı bir portre çiziyorlardı.
Bir de Londra’daki bir sosyalist konferans hakkında yazmıştım. Günümüzdeki sosyalistlerin devrimci pratikten nasıl da saptıklarını gösteriyor :))
Londra’dayken Marx’ın mezarını iki defa ziyaret etmiştim. Giriş için 2 pound, resim çekmek için de 1 pound para alıyorlardı.
Son olarak, bir önceki yazıda olduğu gibi kendi reklamımı yapmadan duramıyorum ve bu defa da master tezimin son paragraflarından bazı parçalar ile bitiriyorum:
Marx’ın amacı toplumların hayatlarına yön veren dinamikleri meydana çıkarmak ve bu dinamiklerin ileride sömürünün son bulmasını sağlayacak olan koşulları yaratıp yaratmadığını bulmaktır. Bu araştırması esnasında Marx’ın zenginliğin giderek daha az elde toplanması ve işçileşme sonucu toplumsal bir devrim olacağı yönündeki öngörüleri gerçekleşmemiş olmakla birlikte, Marx’ın temel kavramsal yapısı çökmüş hâlde değildir. Bu yapıdan kastedilen, toplumun hayatına üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki etkileşimin yön vermesidir. Marx kapitalizmin çöküşü konusunda başarılı teoriler ortaya koymuş değildir. Bunun en önemli nedeni teorilerini yetkinleştirmeye zamanının yetmemiş olmasıdır. Yine de ardında, yeni teoriler geliştirecek olanlara pek çok ipucu bırakmıştır.
* * *
Dündü sanırım, Hürriyet gazetesinde John Travolta’nın göbekli ve memeli bir resmini gördüm. Amcam bayağı kilo almış, memeleri sarkmış. Resmi görünce, masa başında tez yazıp kapitalizmi yıkacağız derken biz de onun gibi olacağız diye korktum. Travolta’nın göbekli resmi yanında 1983’de oynadığı ve Sylvester Stallone’un yönettiği “Staying Alive” adlı filminden kaslı bir resmi vardı. Böyle olunca filmin soundtrackinden Tommy Faragher’ın bir parçası aklıma geldi. Faragher bu albümdeki iki parçası ile grammy almış. Benim favorim aşağıdaki.
Gündemi geriden takip etmeye devam ediyorum. Arada yazılası bayağı hoş(!) olaylar oluyor, ama zaman olmadığı için yazamıyorum. En son “İslâmcı-tecavüzcü” Hüseyin Üzmez’in olayı çıktı. Bizim İslâmcıların neredeyse hepsi sus-pus oldu. Vakit gazetesindekiler ise komplo diyerek geçiştirmeye çalıştılar. Şimdi bunun hakkında yazılmaz mı? İslâmcılar kendilerinden olanların rezilliklerini nasıl da görmezden geliyorlar. Teşbihte hata olmaz, o yüzden it iti ısırmaz diyorum. Adamların derdi ahlâk ya da din değil, sadece avanta kapmak. Aklıma her defasında Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul” adlı romanındaki satırları geliyor: “Sarıklı milletini bana sen mi anlatacaksın? Menfaat göster: Vapur bacası gibi bağırarak sana Allah’ı da inkâr etsinler; Peygamber’i de! … ” (İstanbul: Oğlak Yayınları, 1998, s. 309)
Yaklaşık yirmi gün önce işadamı İshak Alaton, General Electric’in Ceo’su Jack Welch’in burada verdiği bir konferansta “Marx’ı yeniden keşfetmemiz lazım,” demiş. Alaton’u büyük ihtimalle Allah konuşturmuş olmalı. Yoksa durduk yerde bizim işadamları nereden Marx’tan bahsedecek? Alaton serbest piyasa ekonomisinin artık işlevini yerine getirip getirmediğini sormuş ve iktisat biliminin babası Adam Smith için “öldü sanırım,” demiş. Valla bu laflar bir işadamı için açıkça küfre girer. Allah korusun, insanı “piyasadan” çıkarır haa.
İlginçtir, Alaton’un dedikleri Marx’la ilgili bir yıldönümüne denk geldi. Bu sene Komünist Manifesto’nun ilk yayınlanışının 160. yılı. Manifestonun yayınlandığı 1848’de Marx 30, Engels de 28 yaşındalarmış. İki genç adamın yazdığı manifesto hâlâ basılıyor ve okunuyor. Bizim memlekette bile tonla baskısı var. İçlerinde eksik ve hatalı çeviriler olmasına rağmen, Marx ve Engels’in, Lenin’in, hatta Stalin’in kitapları Türkçeye çevrilmiş bulunuyor.
Buna rağmen sosyalistler de dahil olmak üzere pek çok kişi Marx’ı doğru düzgün bilmez. Özellikle liberallerle olan konuşmalarımda bunu sık sık görürüm. Birkaç doğru bilinen yanlışa burada değineyim. Örneğin Marx hiçbir zaman ekonomideki endüstrilerin devletleştirilmesinden bahsetmemiş, serbest piyasa ekonomisinin kaldırılıp yerine merkezî bir planlama komitesinin kurulmasını savunmamıştır. Devlete, hatta sosyalist devlete bile, işçilerin yaşam koşullarındaki zorlukları hafifletecek bir araç gözüyle bakmamıştır. Daha da şaşırtıcı olanı, Marx serbest dış ticareti savunmuş ve gümrük tarifelerini hoş karşılamamıştır. Şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz ki, piyasa ekonomisi ile, devlet tarafından idare edilen bir ekonomi arasında bir seçim yapmak zorunda olsaydı, Marx piyasa ekonomisini seçerdi. Öte yandan kendisi devlette tek parti tekelini de savunmamış ve komünist bir partinin işçilere önderlik etmesi gerektiğine dair bir şey söylememiştir. Sosyalizmin devlet eliyle kurulması düşüncesi Marx’a tamamıyla yabancıdır. Şüphesiz Marx kapitalizmin savunucusu değildir, ama onun oldukça çalışkan bir öğrencisidir. Kapitalizm konusunda Komünist Manifesto’da bazı ilginç pasajlar vardır.
Böyle olunca Marx hakkında bazı şeyler aktarayım dedim. Birkaç sene önce çeşitli kişilerin Marx ve Engels hakkındaki anılarını anlattıkları bir kitap almıştım. İçinde kişi olarak Marx ve Engels hakkında ilginç şeyler var. Ne yazık ki kitapları basılmış olmasına rağmen bizim memlekette adam gibi bir Marx biyografisi yok.
I
İlk olarak Marx’ın damadı Paul Lafargue’den aktaralım (kitapta “Marx’tan Anılar” başlıklı yazı). Lafargue Marx’ın çalışma odasını anlatarak başlıyor.
Burası, birinci katta parka bakan geniş pencereden giren aydınlığın doldurduğu genişçe bir odaydı. Pencerenin karşısında duvar boyunca ve şöminenin iki yanındaki duvarlar, rafları dolu kitaplıklar ile kaplıydı; üst gözlerde tavana kadar gazete ve elyazmaları yığılıydı. Şöminenin karşısında, pencerenin bir yanında, üst üste kağıtların, kitapların ve gazetelerin bulunduğu iki masa vardı; odanın ortasında, aydınlık bir yerde, ufak basit bir masa ile tahta bir koltuk duruyordu. Koltuk ile kitaplığın arasında, pencerenin karşısında, Marx’ın zaman zaman uzanıp dinlendiği deri bir divan vardı. Şöminenin üzerinde yine kitaplar, purolar, kibritler, tütün kutuları, kağıtları bastırmak için ağırlıklar ile, Marx’ın kızları ile eşinin, Wilhelm Wolff’un ve Friedrich Engels’in fotoğrafları diziliydi.
Marx koyu bir sigara tiryakisi idi. “Kapital için aldığım miktar,” demişti bir kez, “yazarken içtiğim tütünün parasını bile karşılamaz.” Kibrit harcama konusunda daha da beterdi; içtiği pipoyu ya da puroyu çoğu kez unutur, bunları yeniden yakmak için her seferinde kutu kutu kibrit harcardı.
Hiç kimsenin, kitaplarını ya da kağıtlarını düzene sokmasına – ya da ona göre, düzenini bozmasına – izin vermezdi. Kitapların ve kağıtların bu görünüşteki düzensizliği aldatıcıydı; her şey aslında bulunması gereken yerdeydi ve onun için, gerekli kitabı ya da defteri hemen bulması çok kolaydı. Konuşma sırasında bile şöyle bir duralar, sözü edilen alıntıyı ya da rakamı ilgili kitaptan hemen bulup çıkartırdı. O ve çalışma odası yekvücut olmuştu. Buradaki kitaplar ve kağıtlar, sanki kendi organlarıymış gibi denetimi altındaydı.
Marx’ın kitaplarının düzenlenmesinde resmi simetri hiç dikkate alınmamıştı; çok farklı boyuttaki kitap ve kitapçıklar yan yana dizilmişti. Bu ciltleri boyutlarına göre değil, içeriklerine göre sıralamıştı. Kitaplar lüks nesneler değil, beyni için araçlardı. “Onlar benim kölelerim; benim istediğim gibi bana hizmet etmek zorundalar,” derdi. Kitabın boyutuna, cildine, kağıdının cinsine falan hiç önem vermezdi; sayfalarının uçlarını kıvırır, kenarlarına kalemle işaretler koyar, satırların altını baştan sona çizerdi. Kitaplar üzerine yazı yazmazdı, ama kimi zaman, eğer yazarı fazla ileri gitmişse, bir ünlem ya da soru işareti koymaktan kendisini alamazdı. Satırların altını çizme usulü hangi kitapta olursa olsun istediği pasajı bulmasını kolaylaştırırdı. Belleğini tazelemek için uzun yıllar aradan sonra, not defterlerini karıştırmayı ve kitaplarda altları çizilen pasajları yeniden okumayı âdet edinmişti. Hegel’in tavsiyesine uyarak gençliğinde, bilmediği yabancı bir dildeki dizeleri ezberlemek yoluyla eğittiği olağanüstü güvenilir bir belleğe sahipti.
Haine ile Goethe’yi ezbere bilir, konuşmalarında çoğu kez bunlardan alıntılar yapardı; bütün Avrupa dillerindeki şairlerin yılmaz bir okuyucusu idi. Her yıl Aşil’i Yunanca aslından okurdu ve onu, Shakespeare ile birlikte, o güne değin yaşamış en büyük dramatik deha olarak kabul ederdi. Shakespeare’e saygısı sonsuzdu. Yapıtlarını ayrıntılı bir biçimde incelemişti ve yarattığı dramatik kişilerden önemsiz olanlarını bile öğrenmişti. (s. 86-7)
Marx bütün Avrupa dillerinde yazılanları okuyabilir ve üç dilde yazabilirdi: Almanca, Fransızca ve İngilizce. Bu dillerde dil uzmanlarının hayranlığını uyandıran bir üslupla yazardı. Sık sık şöyle derdi: “Yabancı bir dil, yaşam mücadelesinde bir silah gibidir.”
Yabancı dile karşı büyük bir yeteneğe sahipti. Kızları bu yeteneği ondan almışlardı. Rusça öğrenmeye ellili yaşlarında başlamıştı. Bu dilin onun bildiği eski ya da daha yeni dillerle yakın bir benzerliği olmamasına karşın, altı ayda Rus şairlerinden ya da yazarlarında zevk duyacak derecede bu dili öğrenmişti. Gözde yazarları arasında Puşkin, Gogol, Sçedrin başta gelirdi. Rusça öğrenmeyi, içerdikleri politik açıklamalar nedeniyle Rus hükümeti tarafından üzeri örtülmek istenen resmî araştırma dökümanlarını okuyabilmek için istemişti. (…)
Şairler ile romancılar dışında Marx’ın bir başka dikkate değer zihinsel dinlenme biçimi daha vardı: özel zevki olan matematik. Cebir ile ilgilenmek ona manevî bir rahatlama verirdi; mücadeleler ile geçen hayatında en sıkıntılı anlarda matematiğe sığındığı görülürdü. Eşinin son hastalığı sırasında, bilimsel çalışmalarına kendisini bütünüyle vermediği günlerde, eşinin çektiği acıların yarattığı çöküntüyü üzerinden atmak için tek çıkar yol olarak matematiğe gömülürdü. Istırapla geçen bu günler boyunca, matematikteki sonsuz küçükler hesabı üzerine bir eser yazmıştı ki, uzmanlar bu yapıtın büyük bir bilimsel değeri bulunduğunu söylüyorlardı ve toplu yapıtları içinde bu da yer alacaktı. Yüksek matematikte o, diyalektik hareketin en mantıkî ve aynı zamanda en yalın biçimini buluyordu. Bir bilimin, matematiği kullanmayı öğrenmediği sürece, gerçekten gelişmiş olamayacağı kanısındaydı. (s. 88-9)
II
Şu dil meselesinde insan Marx’a özenmeden edemiyor. Bu konu hakkında biraz daha aktarayım. Bu defa Wilhem Liebknecht’den (kitapta “Marx’dan Anılar” başlıklı yazı):
Marx modern diller konusunda da eski diller konusunda olduğu kadar rahattı. Ben de dilbilimciydim, ama bana Aristo’dan ya da Aşil’den hemen doğru biçimde çözemediğim zor bir pasaj gösterdiği zaman bu ona çocukça bir zevk verirdi. İspanyolca bilmediğim için bir gün beni nasıl da azarlamıştı. Kitaplar arasından Don Quixote’u çekti çıkardı ve bana ders vermeye başladı. Diez’in, Roman dilleri karşılaştırmalı gramer kitabından gramerin temel ilkelerini ve cümle kurmasını öğrenmiştim. Bu yüzden, içinden çıkamadığım ya da takıldığım bir yer olunca onun mükemmel yönlendirmesi ve özenli yardımlarıyla kısa zamanda bayağı bir ilerleme gösterdim. Başka zamanlarda öfkesi burnunda olan Marx, öğretirken çok sabırlıydı. Dersler uzar gider ve ancak bir ziyaretçinin gelmesiyle sona ererdi. Hemen her gün sınavdan geçerdim ve benim artık yetiştiğime kanaat getirene kadar, Don Quixote’tan ya da İspanyolca bir başka kitaptan bir pasaj çevirmek zorundaydım. (s. 117)
Marx dilin özünü anladığı ve kökenini, gelişmesini ve yapısını incelediği için yabancı bir dil öğrenmesi kolay oluyordu. Kırım savaşı sırasında Rusça öğrenmişti ve hatta Türkçe ve Arapça öğrenmeye de niyet ettiği hâlde, bu isteğini gerçekleştirememişti. (s. 118)
III
Liebknecht, Marx’ın çocuklara düşkün olduğundan da bahsediyor:
Her güçlü ve sağlıklı insan gibi Marx’ın da çocuklara karşı aşırı bir sevgisi vardı. Kendi çocuklarıyla saatlerce çocuk gibi oynayan içi sevgi dolu bir baba olmakla birlikte, özellikle rastladığı yoksunluk içerisindeki başka çocuklara da bir mıknatıs çekimiyle daima yaklaşırdı. Yüzlerce kez, fakir mahallelerden geçerken yanımızdan ayrılmış, kapı eşiklerinde paçavralar içerisinde oturan bir çocuğun başını okşayarak cebindeki son kuruşları avucuna sıkıştırmıştır. Dilencilik Londra’da ticaret hâlini aldığı için dilencilere güvenmezdi. Parası olduğu zamanlar bunlara sadaka vermekle beraber, dilenciliğin meslek hâline getirilmesine karşıydı. Bunlardan birisi, sözde hastaymış gibi numara yaparak kendisine yaklaşırsa müthiş içerlerdi; insanın merhamet duygularını sömürmeyi hırsızlıkla eş tutardı. Üstelik, bunu yoksul insanlara karşı yapılmış bir haksızlık sayardı. Ancak bir kadın ya da erkek, kucağında ağlayan çocukla kendisine yaklaşırsa, çocuğun yalvaran bakışlarına dayanamaz, adamın ya da kadının gözündeki hilekârlık belirtilerini fark etmekle beraber, bunlara yardım ederdi. (s. 135-6)
Hatta bir ateist olan Marx, kızının dediğine göre İsa’dan hareketle şunları dahi söylemiş (Eleanor Marx-Aveling, “Karl Marx”):
Yine de biz Hıristiyanlığı bir ölçüde affedebiliriz; bize en azından bir çocuğa tapınmayı öğretti. (s. 294)
IV
Daha önce Marx hakkında bir yazı yazmıştım. Orada da kızının biyografisinden bazı alıntılar yapmıştım. Ama bunlar buradaki Marx’tan daha farklı bir portre çiziyorlardı.
Bir de Londra’daki bir sosyalist konferans hakkında yazmıştım. Günümüzdeki sosyalistlerin devrimci pratikten nasıl da saptıklarını gösteriyor :))
Londra’dayken Marx’ın mezarını iki defa ziyaret etmiştim. Giriş için 2 pound, resim çekmek için de 1 pound para alıyorlardı.
Son olarak, bir önceki yazıda olduğu gibi kendi reklamımı yapmadan duramıyorum ve bu defa da master tezimin son paragraflarından bazı parçalar ile bitiriyorum:
Marx’ın amacı toplumların hayatlarına yön veren dinamikleri meydana çıkarmak ve bu dinamiklerin ileride sömürünün son bulmasını sağlayacak olan koşulları yaratıp yaratmadığını bulmaktır. Bu araştırması esnasında Marx’ın zenginliğin giderek daha az elde toplanması ve işçileşme sonucu toplumsal bir devrim olacağı yönündeki öngörüleri gerçekleşmemiş olmakla birlikte, Marx’ın temel kavramsal yapısı çökmüş hâlde değildir. Bu yapıdan kastedilen, toplumun hayatına üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki etkileşimin yön vermesidir. Marx kapitalizmin çöküşü konusunda başarılı teoriler ortaya koymuş değildir. Bunun en önemli nedeni teorilerini yetkinleştirmeye zamanının yetmemiş olmasıdır. Yine de ardında, yeni teoriler geliştirecek olanlara pek çok ipucu bırakmıştır.
* * *
Dündü sanırım, Hürriyet gazetesinde John Travolta’nın göbekli ve memeli bir resmini gördüm. Amcam bayağı kilo almış, memeleri sarkmış. Resmi görünce, masa başında tez yazıp kapitalizmi yıkacağız derken biz de onun gibi olacağız diye korktum. Travolta’nın göbekli resmi yanında 1983’de oynadığı ve Sylvester Stallone’un yönettiği “Staying Alive” adlı filminden kaslı bir resmi vardı. Böyle olunca filmin soundtrackinden Tommy Faragher’ın bir parçası aklıma geldi. Faragher bu albümdeki iki parçası ile grammy almış. Benim favorim aşağıdaki.
5 comments:
Paylastigin bilgiler icin önce kocaman bir tesekkur...
H.Uzmez amcanin marifetlerine 2. Cumhuriyetci baslarindan Hadi Uluengin'in yorumu da pek ilgincti dogrusu, benim anladigim yazida vurguladigi: "dinci yazar amcasi aslinda devsirmeymis!"
Alp & Ege’nin annesi,
Sen de sağolasın.
Bu Hüseyin Üzmez olayı yüzünden Hürriyet’te Ahmet Hakan son zamanlardaki yazıları ile dincilere bayağı yüklendi. İlginç şeyler yazıyor.
Bu 2. Cumhuriyetçiler Fransa’daki cumhuriyet uygulamalarına özeniyorlar. Halbuki orada 2. Cumhuriyet’ten sonra 2. İmparatorluk dönemi geldi. Sonra 3. Cumhuriyeti bile kurdular.
durup durup bi yazıyorsun, bir aylık gibi neredeyse :)
ağzına ve kalemine sağlık.
Yedinci Oda,
Sen de sağolasın.
Öyle diyorsun, amma bak yeni bir yazı yazdım - şeytan dürttü :))
Ne zamandır uğrayamıyordum üstadım.
İnanın çok iyi geldi...
Bir de tez bitseymiş :)
Post a Comment