KÂFİR
Ne zamandan beridir Ayaan Hirsi Ali’nin “Infidel” adlı kitabını alıp okumak istiyordum. Bir ara internetten kitabı word dosyası biçiminde bulmuştum, ama okumaya fırsatım olmamıştı. Sonunda, ben okuyuncaya kadar Türkçe çevirisi “Kâfir” adıyla çıktı. Kitabın reklamını görür görmez kardeşime aldırdım.
Ayaan Hirsi Ali aslen Somalili. İstemediği bir adamlar evlendirilmek zorunda kalınca Hollanda’ya kaçıyor ve mülteci oluyor. Kendini yetiştirip üniversitede siyasal bilimler okuyor ve sonunda Hollanda meclisine milletvekili olarak seçiliyor. Kendisi aynı zamanda Theo van Gogh ile birlikte “İtaat” filmini çekmiş. Ancak van Gogh’un öldürülmesinden sonra aldığı tehditler ve bazı politik olaylar yüzünden Amerika’ya yerleşmek zorunda kalıyor. Zaten Hollanda’daki Müslümanlar İslâm hakkında yaptığı açıklamalar yüzünden ona kin besliyorlar. Nitekim Ali de bir ateist. İşte “Kâfir” de onun otobiyografisi.
Kitap oldukça akıcı bir olay örgüsüne sahip ve Afrika’daki İslâm ülkelerinin içler acısı hâlini ilk elden anlatıyor. Özellikle kadınlar hakkındaki – sünnet ve erkek baskısı gibi – olaylar oldukça ibret verici; okudukça bir kez daha Türkiye’deki laik sistemin nimetlerini anlıyorsunuz. Dincilerin Ali’ye kin beslemelerine ve ölümle tehdit etmelerine şaşmamak gerek.
I
Bütün bunlar pek güzel de, kitabın güzelliğini bozan bir şey var: çevirisi özensiz. Kitap baştan sona imlâ hataları ile dolu. Bazı yerlerde virgül ya hiç kullanılmamış ya da yanlış kullanılmış, ayrı yazılması gereken -de’ler, -da’lar bitişik yazılmış, yer yer dizgi hataları var. Kimi yerlerde çeviriler yanlış olmuş, orijinali ile ilgisi olmayan şeyler yazılmış. Eksik kelimeler bile var.
Yanlış ve eksik çeviriler için üç örnek vereyim. Çevirilerdeki imlâya hiç dokunmadım. İlk örnek şöyle:
Yüz yıllar boyunca, herhangi bir şeyi sorgulamayı reddederek işleyişi reddederek sadece Kuran’ın söyledikleriyle davranıyorduk. Bu kadar uzun bir süre sebeplerden kaçmıştık, çünkü inancımızın bütünleştiriciliğiyle yüzleşme kabiliyetimiz yoktu. (s. 353)
Hangi işleyiş reddediliyor? Hangi sebeplerden kaçınılıyor? İnancın bütünleştiriciliği ile yüzleşmek ne demek? Zaten bir virgül de eksik. Bir de İngilizcesine bakın:
For centuries we had been behaving as though all knowledge was in the Quran, refusing to question anything, refusing to progress. We had been hiding from reason for so long because we were incapable of facing up to the need to integrate it into our beliefs.
Türkçe çeviri ile tamamıyla alâkasız bir cümle. O kadar baştan savma bir çeviri ki, “reason” kelimesi ilk anlamı olan “neden” kelimesiyle çevrilmiş. Halbuki cümlede “akıl” anlamına geliyor. Ben kabaca şöyle çevirdim:
Yüzyıllar boyunca sanki tüm bilgiler Kuran’da yer alıyormuş gibi davranmıştık; herhangi bir şeyi sorgulamayı reddetmiştik, ilerlemeyi reddetmiştik. Bu kadar uzun bir süre boyunca akıldan saklanmıştık, çünkü onu kendi inançlarımız ile birleştirme ihtiyacı ile yüzleşmeyi beceremiyorduk.
Diğer örnek de şöyle:
O günün Hollanda hükümeti, eski Yugoslavya’da, gözü dönmüş Sırpların Srebreniska’daki katliamlarına karşı görev yapan Birleşmiş Milletler Barış Gücü’ne asker göndermişti. Bunun üzerine hiçbir politikacı istifa etmemişti. (s. 369)
Bir mantıksızlık dikkatinizi çekti mi? İşte cümlenin İngilizcesi:
The Dutch government of the day had sent troops to the UN peacekeeping force in the former Yugoslavia, troops who turned a blind eye to the Serbian massacres at Srebrenitsa. Yet not one politician resigned over it.
Anlayacağınız, “göz yummak” ya da “görmezden gelmek” anlamına gelen “turn a blind eye” ifadesi “gözü dönmüş” diye çevrilmiş. Yuh be kardeşim! Bu kadar da olmaz. Demek “turn” ve “eye” kelimeleri bir arada kullanılınca “gözü dönüyor” anlamını veriyorlar; zaten yanlarında “Serbian” kelimesi de var. Eh, o zaman al sana “gözü dönmüş Sırplar.” Sadece Türkçesini okuduğunuz zaman bile bir mantık hatası olduğunu görüyorsunuz. Bu kadar mı baştan savma çevrilir?
Ne zamandan beridir Ayaan Hirsi Ali’nin “Infidel” adlı kitabını alıp okumak istiyordum. Bir ara internetten kitabı word dosyası biçiminde bulmuştum, ama okumaya fırsatım olmamıştı. Sonunda, ben okuyuncaya kadar Türkçe çevirisi “Kâfir” adıyla çıktı. Kitabın reklamını görür görmez kardeşime aldırdım.
Ayaan Hirsi Ali aslen Somalili. İstemediği bir adamlar evlendirilmek zorunda kalınca Hollanda’ya kaçıyor ve mülteci oluyor. Kendini yetiştirip üniversitede siyasal bilimler okuyor ve sonunda Hollanda meclisine milletvekili olarak seçiliyor. Kendisi aynı zamanda Theo van Gogh ile birlikte “İtaat” filmini çekmiş. Ancak van Gogh’un öldürülmesinden sonra aldığı tehditler ve bazı politik olaylar yüzünden Amerika’ya yerleşmek zorunda kalıyor. Zaten Hollanda’daki Müslümanlar İslâm hakkında yaptığı açıklamalar yüzünden ona kin besliyorlar. Nitekim Ali de bir ateist. İşte “Kâfir” de onun otobiyografisi.
Kitap oldukça akıcı bir olay örgüsüne sahip ve Afrika’daki İslâm ülkelerinin içler acısı hâlini ilk elden anlatıyor. Özellikle kadınlar hakkındaki – sünnet ve erkek baskısı gibi – olaylar oldukça ibret verici; okudukça bir kez daha Türkiye’deki laik sistemin nimetlerini anlıyorsunuz. Dincilerin Ali’ye kin beslemelerine ve ölümle tehdit etmelerine şaşmamak gerek.
I
Bütün bunlar pek güzel de, kitabın güzelliğini bozan bir şey var: çevirisi özensiz. Kitap baştan sona imlâ hataları ile dolu. Bazı yerlerde virgül ya hiç kullanılmamış ya da yanlış kullanılmış, ayrı yazılması gereken -de’ler, -da’lar bitişik yazılmış, yer yer dizgi hataları var. Kimi yerlerde çeviriler yanlış olmuş, orijinali ile ilgisi olmayan şeyler yazılmış. Eksik kelimeler bile var.
Yanlış ve eksik çeviriler için üç örnek vereyim. Çevirilerdeki imlâya hiç dokunmadım. İlk örnek şöyle:
Yüz yıllar boyunca, herhangi bir şeyi sorgulamayı reddederek işleyişi reddederek sadece Kuran’ın söyledikleriyle davranıyorduk. Bu kadar uzun bir süre sebeplerden kaçmıştık, çünkü inancımızın bütünleştiriciliğiyle yüzleşme kabiliyetimiz yoktu. (s. 353)
Hangi işleyiş reddediliyor? Hangi sebeplerden kaçınılıyor? İnancın bütünleştiriciliği ile yüzleşmek ne demek? Zaten bir virgül de eksik. Bir de İngilizcesine bakın:
For centuries we had been behaving as though all knowledge was in the Quran, refusing to question anything, refusing to progress. We had been hiding from reason for so long because we were incapable of facing up to the need to integrate it into our beliefs.
Türkçe çeviri ile tamamıyla alâkasız bir cümle. O kadar baştan savma bir çeviri ki, “reason” kelimesi ilk anlamı olan “neden” kelimesiyle çevrilmiş. Halbuki cümlede “akıl” anlamına geliyor. Ben kabaca şöyle çevirdim:
Yüzyıllar boyunca sanki tüm bilgiler Kuran’da yer alıyormuş gibi davranmıştık; herhangi bir şeyi sorgulamayı reddetmiştik, ilerlemeyi reddetmiştik. Bu kadar uzun bir süre boyunca akıldan saklanmıştık, çünkü onu kendi inançlarımız ile birleştirme ihtiyacı ile yüzleşmeyi beceremiyorduk.
Diğer örnek de şöyle:
O günün Hollanda hükümeti, eski Yugoslavya’da, gözü dönmüş Sırpların Srebreniska’daki katliamlarına karşı görev yapan Birleşmiş Milletler Barış Gücü’ne asker göndermişti. Bunun üzerine hiçbir politikacı istifa etmemişti. (s. 369)
Bir mantıksızlık dikkatinizi çekti mi? İşte cümlenin İngilizcesi:
The Dutch government of the day had sent troops to the UN peacekeeping force in the former Yugoslavia, troops who turned a blind eye to the Serbian massacres at Srebrenitsa. Yet not one politician resigned over it.
Anlayacağınız, “göz yummak” ya da “görmezden gelmek” anlamına gelen “turn a blind eye” ifadesi “gözü dönmüş” diye çevrilmiş. Yuh be kardeşim! Bu kadar da olmaz. Demek “turn” ve “eye” kelimeleri bir arada kullanılınca “gözü dönüyor” anlamını veriyorlar; zaten yanlarında “Serbian” kelimesi de var. Eh, o zaman al sana “gözü dönmüş Sırplar.” Sadece Türkçesini okuduğunuz zaman bile bir mantık hatası olduğunu görüyorsunuz. Bu kadar mı baştan savma çevrilir?
Sonuncu örnek biraz uzun:
Doğru düşünüyordum. Kendimi kötü hissetmemiştim, aksine her şey çok açıktı. İnanç yapımdaki aksaklıkları gördüğüm uzun süreç ve parçalanmaya başlayan yapının kenarlarında dolaştıktan sonra parça parça sökülüp gitmişti – her şey sona ermişti. Omuzlarımın üstünden beni izleyen melekler, evli olmadan seks yapmanın gerginliği, içki içmenin suçluluğu, hissettiğim bütün dini kısıtlamalar uçup gitmişti. Cehennemde yanma korkusu kalktıktan sonra ufuk çok daha genişlemişti. Allah, melekler, şeytan bütün bunlar insanoğlunun hayal ürünüydü. Artık bundan sonra kendi nedenlerimle ve kendime olan saygımla ayaklarımın üzerinde durup yolumu bulabilirdim. Bana yönümü gösterecek pusula içimdeydi, kutsal kitabın sayfalarında değil. (s. 366)
İngilizcesi de şöyle:
It felt right. There was no pain, but a real clarity. The long process of seeing the flaws in my belief structure and carefully tiptoeing around the frayed edges as parts of it were torn out, piece by piece—that was all over. The angels, watching from my shoulders; the mental tension about having sex without marriage, and drinking alcohol, and not observing any religious obligations—they were gone. The ever-present prospect of hellfire lifted, and my horizon seemed broader. God, Satan, angels: these were all figments of human imagination. From now on I could step firmly on the ground that was under my feet and navigate based on my own reason and self-respect. My moral compass was within myself, not in the pages of a sacred book.
Adam gitmiş “reason” kelimesini yine “neden” diye çevirmiş. “Obligation” kelimesi “yükümlülük” yerine “kısıtlama” diye çevrilmiş. “God” olmuş “Allah.” Bazı kelimeler çevrilmemiş bile. Benim kendimce yaptığım çeviri şöyle:
Yaptığımın doğru olduğunu hissediyordum. Hiçbir acı duymuyordum, sadece gerçek bir berraklık vardı. İnanç yapımdaki kusurları gördüğüm uzun süreç ve yıpranmış kenarlarının etrafında ayaklarımın ucuna basarak dikkatlice dolaştığım bu yapı, parça parça sökülüp gitmişti – her şey sona ermişti. Omuzlarımın üzerinden beni izleyen melekler; evli olmadan seks yapmanın, içki içmenin ve hiçbir dinî yükümlülüğü yerine getirmemenin yarattığı zihinsel gerginlik – hepsi uçup gitmişti. Sürekli varolan cehennem ateşi olasılığı ortadan kalkmıştı ve ufkum daha geniş görünüyordu. Tanrı, şeytan, melekler; bunların hepsi insan hayalinin ürünüydüler. Bundan sonra ayaklarımın altındaki toprağa sağlam bir şekilde basabilir, aklıma ve öz saygıma dayanarak yolumu bulabilirdim. Ahlâkî pusulam benim içimdeydi, kutsal bir kitabın sayfalarında değildi.
II
Yine de kitaptan ilginç gördüğüm iki yeri aktarayım dedim. İlki Ali’nin küçükken Arabistan’da yaşadığı bir Ay tutulması ile ilgili. Türkçe çevirideki imlâ hatalarını düzelterek aktarıyorum:
16 Eylül 1978’de Riyad’ta bir Ay tutulması olmuştu. Akşama doğru Ay tutulması gözle görülmeye başlamış, mavi gökyüzü yavaş yavaş kararmaya, Ay’ın rengi sönmeye başlamıştı. Birden kapının hızla çalındığını duyduk. Kapıyı açtığımızda yan komşumuz her şeyin yolunda olup olmadığını sormuştu. Kıyamet Günü’nün geldiğini söylemişti. Kuran’da yazıldığına göre güneş batıdan doğacak, denizler yükselip taşacak, bütün ölüler dirilecek ve Allah’ın melekleri günahlarımızı ve sevaplarımızı tartıp iyileri cennete, kötüleri ise cehenneme göndereceklerdi.
Hava henüz aydınlık olmasına rağmen müezzin aniden ezan okumaya başlamıştı. Bu sefer her zamanki gibi birisi bitirip diğeri başlamamıştı, hep bir ağızdan şehri ayağa kaldırırcasına okuyorlardı. Mahalleden bağırtılar çağırtılar geliyordu. Dışarı çıkıp baktığımda herkesin caddelerde namaz kıldığını görmüştüm. Annem bizi içeriye çağırıp, “herkes namaz kılıyor, bizim de kılmamız lazım,” demişti.
Gökyüzü daha da kararmıştı ve bu bir işaretti. Daha çok komşu kapımızı çalıp, geçmiş hataları yüzünden af dileyip bağışlanmayı istiyorlardı, çünkü çocukların duaları mutlaka kabul olunurdu. Cehennemin kapıları sonuna kadar açılmıştı. Hepimiz paniğe kapılmıştık. Sonunda, hava karardıktan sonra babam eve gelmişti. “Baba,” diye bağırarak ona koşmuştuk. “Bugün Kıyamet Günü. Seni bağışlaması için anneme yalvarmalısın!”
Babam diz çöküp bize sarılmıştı. Yavaşça konuşuyordu: “Eğer bir Suudi’ye gidip bunu yaparsanız,” – bize doğru seslice el çırpmıştı – “bunun kıyamet olduğunu sanırlar, çünkü onların hepsi koyun.”
“Peki öyleyse bu Kıyamet Günü değil mi?”
“Sadece Ay’ın gölgesiydi,” diye açıkladı. “Bu çok normal bir şey; merak etmeyin, geçecek.”
Babam haklıydı. Kıyamet Günü güneş batıdan doğacaktı, ama ertesi günü aynı dolgunluk ve kudretiyle, her zamanki yerinden çıkıp gelmişti ve Dünya batmıyordu. (s. 74-5)
Ali’nin babası kitabın başka bir yerinde Araplar için “inek” diyor. Bu kafayla bunlar nereye gider? Onlar bir yere gitmez gerçi, ama Amerika gelir.
III
Bu aktaracağım kısım ise hepimizin aşina olduğu bir şey: başörtüsü. Ali mülteci olmak için beklediği kampta Etiyopyalı kızlar ile örtünme meselesini tartışıyor. O esnada Ali kapalı gezen bir Müslüman – henüz “kefere” olmamış.
“Ben neden örtünmeyip tenimi göstereyim?” diye sormuştum Mina’ya. “Sizin hiç utanmanız yok mu? Ortalıkta çıplak dolaşarak ne elde etmeyi umuyorsunuz? Bunun erkekleri etkilediğini bilmiyor musunuz?”
“Mini etek giymeyi seviyorum, çünkü bacaklarımın güzel olduğunu düşünüyorum. Sonsuza kadar böyle kalmayacaklar ve ben de şimdi keyfini çıkarıyorum,” dedi bir bacağını bana doğru sallayarak. “Eğer bundan hoşlanan başka birileri varsa, bu çok daha güzel.”
Buna inanamamıştım. “Bu bana öğretilerek büyüdüğüm şeyin tam tersi,” demiştim. Çene çalmak için kızların hepsi başıma toplanmışlardı ve “Neden Müslümanlar bu kadar zor insanlar?” demişlerdi.
“Fakat erkekler sizi böyle kolları açık ve her yeri çıplak gördüklerinde kafaları karışıp, cinsel duyguları uyanıp baştan çıkıyorlar,” demiştim onlara. “Arzuları onları kör ediyor.”
Kızlar gülmeye başlamışlardı. “Gerçekten öyle olduğunu sanmıyorum,” demişti Mina. “Ve biliyorsun, eğer baştan çıkıyorlarsa, bu çok da büyük bir sorun değil.”
Ben bağırmaya başlamıştım, neyin gelmekte olduğunu görüyordum. “Fakat bu durumda çalışmayacaklar, otobüsler birbirine çarpacak ve fitne her yeri kaplayacak.”
“Peki o zaman neden Avrupa’da, çevremizdeki her yer kaos hâlinde değil?” diye sormuştu Mina.
Doğruydu. Bütün yapmam gereken gözlerimi kullanmaktı. Avrupa’da her şey mükemmel işliyordu, bütün otobüsler saat gibi çalışıyordu. Kaosun ilk sarsıntısı bile ortalıkta görünmüyordu. “Bilmiyorum,” demiştim umutsuzca. “Belki de buradakiler gerçek erkek değillerdir.”
“Öyle mi? Bu güçlü sarışın Hollandalı işçiler gerçekten erkek değiller mi?” O anda bütün kızlar bana bakıp gözlerinden yaş gelinceye kadar gülmeye başlamışlardı. Bunun bir İslâm saçmalığı olduğunu düşünüyorlardı. Biz Müslümanlar şunla ya da bunla övünüyorduk, ama bizim kültürümüz cinsel açıdan tamamen engellenmişti. Ve yeryüzünde fitnenin en çok zarar verdiği kişinin kendim olduğunu mu sanıyordum? Onlar çok samimiydiler, bunun benim suçum olmadığını biliyorlardı. Ben böyle düşünüyordum, ama gerçekten bunun yapmamı sağlamışlardı.
Ayağa kalkıp, başörtümü çıkarıp bungalovun önüne çıktım. Biraz ötede bir grup Bosnalı mülteci oturmuş, güneşlenerek sohbet ediyorlardı. Bu kadınlar Müslüman olmalıydılar, ama hemen hemen çıplak sayılırlardı. Kısacık şortlar ve tişörtler giymişlerdi, hatta sutyen bile takmamışlardı, meme uçları belli oluyordu. Biraz ilerilerinde erkekler normal bir şekilde çalışıyorlar, oturuyorlar ya da sohbet ediyorlardı. Açıkça hiçbiri onları fark etmiyordu bile. Onlara bakarak, uzun süre Etiyopyalı kızların söylediklerinde haklı olabileceklerini düşündüm.
Ertesi sabah bir şey denemeye karar vermiştim. Başörtüm olmadan dışarıya çıktım. Uzun yeşil bir eteğim ve uzun bir tuniğim vardı. Başörtümü herhangi bir olumsuz durum için yanımdaki çantaya koymuştum, fakat saçlarımı örmemiştim. Ne olacağını görmeyi planlıyordum. Terliyordum. Bu gerçekten haramdı ve on altı yaşımdan beri ilk kez halka açık bir yerde başörtüsüz dolaşıyordum.
Tam olarak hiçbir şey olmamıştı. Bahçıvanlar makaslarıyla çalılıkları kesip düzeltiyorlardı. Kimse dönüp bakmamıştı bile. Bunlar Hollandalıydı ve belki de gerçekten erkek değillerdi. Etiyopyalılar ve Zahirelilerin arasından geçmiştim, kimse benimle ilgilenmemişti. Fakat bunlar da Müslüman değillerdi. Ben de Bosnalı gruba doğru yürümüştüm. Kimse bana bakmamıştı. Hatta başörtülü dolaşmamdan daha az ilgi görmüştüm. Hiçbir erkek heyecanlanmamıştı. (s. 255-7)
IV
Bu arada, Ali’nin bir özelliği var: kendisi tüm bunların kültürden değil, dinin kendisinden kaynaklandığını düşünüyor. Yani bazılarının yaptığı gibi, “İslâm bir barış dinidir, olup bitenler ise sadece bu ülkelerin geriliğinden kaynaklanmaktadır,” demiyor. Asıl sorunun İslâm dininde olduğunu söylüyor ve lafını hiç sakınmıyor. Bakın, BBC’de katıldığı “Hard Talk” adlı programda bir soruya nasıl cevap veriyor (programı Youtube’dan izledim):
Soru şöyle:
And you stand by your clear, unambiguous view that Islam is a religion of violence, that it legitimates the killing of the unbeliever, that it legitimates all sorts of violence against women, including rape, and you justify all of these by saying that it is in the Quran. Is that still your unambiguous position?
Ali’nin cevabı da bu:
That is my unambiguous position. It is also in the hadith. And there is a distinction between Islam as it is today and Islam as we would all like it to be or to become. And in these debates between people who defend Islam as a religion of peace and people who say they know there’s something wrong with Islam, what I notice is that those who defend Islam as a religion of peace are talking about an Islam that is not there yet – a sort of normative Islam. And I think that Islam of peace will come if we acknowledge that there is a lot of violence in the Quran, Muhammed was a very violent man when he wanted to (…)
Kendini eleştiren birtakım Müslüman kişiler için de şöyle diyor:
You know, what is curious about such reactions is that they are always very quiet when in the name Islam of Islam people are beheaded, all sorts of anti-semitic, anti-jewish acts are carried out (…)
V
Böylesine önemli bir kitabın böylesine özensiz bir çevirisi ile karşılaşmak canımı sıktı. Hiç mi okuyup düzelteni yok bu çevirilerin? Böylesine kepazelik olur mu? Eğer kitabı alacaksanız Amazon’dan İngilizcesini alın derim; zaten dili çok ağır değil. İş sadece imlâ hataları ile kalsa belki buna katlanılabilirdi, ama yanlış çeviri olmadık bir şey.
Bu arada, Ali'nin Türkiye hakkında yazdığı bir yazı da şurada. Yazıda Erdoğan, Gül ve AKP için şöyle demiş: "They have understood and exploited the fact that you can use democratic means to erode democracy." Haksız mı? Kitabı okuduktan sonra İslâmcılara kızmakta ve laik düzeni savunmakta ne kadar haklı olduğumu bir kez daha gördüm – kim ne derse nesin.
Doğru düşünüyordum. Kendimi kötü hissetmemiştim, aksine her şey çok açıktı. İnanç yapımdaki aksaklıkları gördüğüm uzun süreç ve parçalanmaya başlayan yapının kenarlarında dolaştıktan sonra parça parça sökülüp gitmişti – her şey sona ermişti. Omuzlarımın üstünden beni izleyen melekler, evli olmadan seks yapmanın gerginliği, içki içmenin suçluluğu, hissettiğim bütün dini kısıtlamalar uçup gitmişti. Cehennemde yanma korkusu kalktıktan sonra ufuk çok daha genişlemişti. Allah, melekler, şeytan bütün bunlar insanoğlunun hayal ürünüydü. Artık bundan sonra kendi nedenlerimle ve kendime olan saygımla ayaklarımın üzerinde durup yolumu bulabilirdim. Bana yönümü gösterecek pusula içimdeydi, kutsal kitabın sayfalarında değil. (s. 366)
İngilizcesi de şöyle:
It felt right. There was no pain, but a real clarity. The long process of seeing the flaws in my belief structure and carefully tiptoeing around the frayed edges as parts of it were torn out, piece by piece—that was all over. The angels, watching from my shoulders; the mental tension about having sex without marriage, and drinking alcohol, and not observing any religious obligations—they were gone. The ever-present prospect of hellfire lifted, and my horizon seemed broader. God, Satan, angels: these were all figments of human imagination. From now on I could step firmly on the ground that was under my feet and navigate based on my own reason and self-respect. My moral compass was within myself, not in the pages of a sacred book.
Adam gitmiş “reason” kelimesini yine “neden” diye çevirmiş. “Obligation” kelimesi “yükümlülük” yerine “kısıtlama” diye çevrilmiş. “God” olmuş “Allah.” Bazı kelimeler çevrilmemiş bile. Benim kendimce yaptığım çeviri şöyle:
Yaptığımın doğru olduğunu hissediyordum. Hiçbir acı duymuyordum, sadece gerçek bir berraklık vardı. İnanç yapımdaki kusurları gördüğüm uzun süreç ve yıpranmış kenarlarının etrafında ayaklarımın ucuna basarak dikkatlice dolaştığım bu yapı, parça parça sökülüp gitmişti – her şey sona ermişti. Omuzlarımın üzerinden beni izleyen melekler; evli olmadan seks yapmanın, içki içmenin ve hiçbir dinî yükümlülüğü yerine getirmemenin yarattığı zihinsel gerginlik – hepsi uçup gitmişti. Sürekli varolan cehennem ateşi olasılığı ortadan kalkmıştı ve ufkum daha geniş görünüyordu. Tanrı, şeytan, melekler; bunların hepsi insan hayalinin ürünüydüler. Bundan sonra ayaklarımın altındaki toprağa sağlam bir şekilde basabilir, aklıma ve öz saygıma dayanarak yolumu bulabilirdim. Ahlâkî pusulam benim içimdeydi, kutsal bir kitabın sayfalarında değildi.
II
Yine de kitaptan ilginç gördüğüm iki yeri aktarayım dedim. İlki Ali’nin küçükken Arabistan’da yaşadığı bir Ay tutulması ile ilgili. Türkçe çevirideki imlâ hatalarını düzelterek aktarıyorum:
16 Eylül 1978’de Riyad’ta bir Ay tutulması olmuştu. Akşama doğru Ay tutulması gözle görülmeye başlamış, mavi gökyüzü yavaş yavaş kararmaya, Ay’ın rengi sönmeye başlamıştı. Birden kapının hızla çalındığını duyduk. Kapıyı açtığımızda yan komşumuz her şeyin yolunda olup olmadığını sormuştu. Kıyamet Günü’nün geldiğini söylemişti. Kuran’da yazıldığına göre güneş batıdan doğacak, denizler yükselip taşacak, bütün ölüler dirilecek ve Allah’ın melekleri günahlarımızı ve sevaplarımızı tartıp iyileri cennete, kötüleri ise cehenneme göndereceklerdi.
Hava henüz aydınlık olmasına rağmen müezzin aniden ezan okumaya başlamıştı. Bu sefer her zamanki gibi birisi bitirip diğeri başlamamıştı, hep bir ağızdan şehri ayağa kaldırırcasına okuyorlardı. Mahalleden bağırtılar çağırtılar geliyordu. Dışarı çıkıp baktığımda herkesin caddelerde namaz kıldığını görmüştüm. Annem bizi içeriye çağırıp, “herkes namaz kılıyor, bizim de kılmamız lazım,” demişti.
Gökyüzü daha da kararmıştı ve bu bir işaretti. Daha çok komşu kapımızı çalıp, geçmiş hataları yüzünden af dileyip bağışlanmayı istiyorlardı, çünkü çocukların duaları mutlaka kabul olunurdu. Cehennemin kapıları sonuna kadar açılmıştı. Hepimiz paniğe kapılmıştık. Sonunda, hava karardıktan sonra babam eve gelmişti. “Baba,” diye bağırarak ona koşmuştuk. “Bugün Kıyamet Günü. Seni bağışlaması için anneme yalvarmalısın!”
Babam diz çöküp bize sarılmıştı. Yavaşça konuşuyordu: “Eğer bir Suudi’ye gidip bunu yaparsanız,” – bize doğru seslice el çırpmıştı – “bunun kıyamet olduğunu sanırlar, çünkü onların hepsi koyun.”
“Peki öyleyse bu Kıyamet Günü değil mi?”
“Sadece Ay’ın gölgesiydi,” diye açıkladı. “Bu çok normal bir şey; merak etmeyin, geçecek.”
Babam haklıydı. Kıyamet Günü güneş batıdan doğacaktı, ama ertesi günü aynı dolgunluk ve kudretiyle, her zamanki yerinden çıkıp gelmişti ve Dünya batmıyordu. (s. 74-5)
Ali’nin babası kitabın başka bir yerinde Araplar için “inek” diyor. Bu kafayla bunlar nereye gider? Onlar bir yere gitmez gerçi, ama Amerika gelir.
III
Bu aktaracağım kısım ise hepimizin aşina olduğu bir şey: başörtüsü. Ali mülteci olmak için beklediği kampta Etiyopyalı kızlar ile örtünme meselesini tartışıyor. O esnada Ali kapalı gezen bir Müslüman – henüz “kefere” olmamış.
“Ben neden örtünmeyip tenimi göstereyim?” diye sormuştum Mina’ya. “Sizin hiç utanmanız yok mu? Ortalıkta çıplak dolaşarak ne elde etmeyi umuyorsunuz? Bunun erkekleri etkilediğini bilmiyor musunuz?”
“Mini etek giymeyi seviyorum, çünkü bacaklarımın güzel olduğunu düşünüyorum. Sonsuza kadar böyle kalmayacaklar ve ben de şimdi keyfini çıkarıyorum,” dedi bir bacağını bana doğru sallayarak. “Eğer bundan hoşlanan başka birileri varsa, bu çok daha güzel.”
Buna inanamamıştım. “Bu bana öğretilerek büyüdüğüm şeyin tam tersi,” demiştim. Çene çalmak için kızların hepsi başıma toplanmışlardı ve “Neden Müslümanlar bu kadar zor insanlar?” demişlerdi.
“Fakat erkekler sizi böyle kolları açık ve her yeri çıplak gördüklerinde kafaları karışıp, cinsel duyguları uyanıp baştan çıkıyorlar,” demiştim onlara. “Arzuları onları kör ediyor.”
Kızlar gülmeye başlamışlardı. “Gerçekten öyle olduğunu sanmıyorum,” demişti Mina. “Ve biliyorsun, eğer baştan çıkıyorlarsa, bu çok da büyük bir sorun değil.”
Ben bağırmaya başlamıştım, neyin gelmekte olduğunu görüyordum. “Fakat bu durumda çalışmayacaklar, otobüsler birbirine çarpacak ve fitne her yeri kaplayacak.”
“Peki o zaman neden Avrupa’da, çevremizdeki her yer kaos hâlinde değil?” diye sormuştu Mina.
Doğruydu. Bütün yapmam gereken gözlerimi kullanmaktı. Avrupa’da her şey mükemmel işliyordu, bütün otobüsler saat gibi çalışıyordu. Kaosun ilk sarsıntısı bile ortalıkta görünmüyordu. “Bilmiyorum,” demiştim umutsuzca. “Belki de buradakiler gerçek erkek değillerdir.”
“Öyle mi? Bu güçlü sarışın Hollandalı işçiler gerçekten erkek değiller mi?” O anda bütün kızlar bana bakıp gözlerinden yaş gelinceye kadar gülmeye başlamışlardı. Bunun bir İslâm saçmalığı olduğunu düşünüyorlardı. Biz Müslümanlar şunla ya da bunla övünüyorduk, ama bizim kültürümüz cinsel açıdan tamamen engellenmişti. Ve yeryüzünde fitnenin en çok zarar verdiği kişinin kendim olduğunu mu sanıyordum? Onlar çok samimiydiler, bunun benim suçum olmadığını biliyorlardı. Ben böyle düşünüyordum, ama gerçekten bunun yapmamı sağlamışlardı.
Ayağa kalkıp, başörtümü çıkarıp bungalovun önüne çıktım. Biraz ötede bir grup Bosnalı mülteci oturmuş, güneşlenerek sohbet ediyorlardı. Bu kadınlar Müslüman olmalıydılar, ama hemen hemen çıplak sayılırlardı. Kısacık şortlar ve tişörtler giymişlerdi, hatta sutyen bile takmamışlardı, meme uçları belli oluyordu. Biraz ilerilerinde erkekler normal bir şekilde çalışıyorlar, oturuyorlar ya da sohbet ediyorlardı. Açıkça hiçbiri onları fark etmiyordu bile. Onlara bakarak, uzun süre Etiyopyalı kızların söylediklerinde haklı olabileceklerini düşündüm.
Ertesi sabah bir şey denemeye karar vermiştim. Başörtüm olmadan dışarıya çıktım. Uzun yeşil bir eteğim ve uzun bir tuniğim vardı. Başörtümü herhangi bir olumsuz durum için yanımdaki çantaya koymuştum, fakat saçlarımı örmemiştim. Ne olacağını görmeyi planlıyordum. Terliyordum. Bu gerçekten haramdı ve on altı yaşımdan beri ilk kez halka açık bir yerde başörtüsüz dolaşıyordum.
Tam olarak hiçbir şey olmamıştı. Bahçıvanlar makaslarıyla çalılıkları kesip düzeltiyorlardı. Kimse dönüp bakmamıştı bile. Bunlar Hollandalıydı ve belki de gerçekten erkek değillerdi. Etiyopyalılar ve Zahirelilerin arasından geçmiştim, kimse benimle ilgilenmemişti. Fakat bunlar da Müslüman değillerdi. Ben de Bosnalı gruba doğru yürümüştüm. Kimse bana bakmamıştı. Hatta başörtülü dolaşmamdan daha az ilgi görmüştüm. Hiçbir erkek heyecanlanmamıştı. (s. 255-7)
IV
Bu arada, Ali’nin bir özelliği var: kendisi tüm bunların kültürden değil, dinin kendisinden kaynaklandığını düşünüyor. Yani bazılarının yaptığı gibi, “İslâm bir barış dinidir, olup bitenler ise sadece bu ülkelerin geriliğinden kaynaklanmaktadır,” demiyor. Asıl sorunun İslâm dininde olduğunu söylüyor ve lafını hiç sakınmıyor. Bakın, BBC’de katıldığı “Hard Talk” adlı programda bir soruya nasıl cevap veriyor (programı Youtube’dan izledim):
Soru şöyle:
And you stand by your clear, unambiguous view that Islam is a religion of violence, that it legitimates the killing of the unbeliever, that it legitimates all sorts of violence against women, including rape, and you justify all of these by saying that it is in the Quran. Is that still your unambiguous position?
Ali’nin cevabı da bu:
That is my unambiguous position. It is also in the hadith. And there is a distinction between Islam as it is today and Islam as we would all like it to be or to become. And in these debates between people who defend Islam as a religion of peace and people who say they know there’s something wrong with Islam, what I notice is that those who defend Islam as a religion of peace are talking about an Islam that is not there yet – a sort of normative Islam. And I think that Islam of peace will come if we acknowledge that there is a lot of violence in the Quran, Muhammed was a very violent man when he wanted to (…)
Kendini eleştiren birtakım Müslüman kişiler için de şöyle diyor:
You know, what is curious about such reactions is that they are always very quiet when in the name Islam of Islam people are beheaded, all sorts of anti-semitic, anti-jewish acts are carried out (…)
V
Böylesine önemli bir kitabın böylesine özensiz bir çevirisi ile karşılaşmak canımı sıktı. Hiç mi okuyup düzelteni yok bu çevirilerin? Böylesine kepazelik olur mu? Eğer kitabı alacaksanız Amazon’dan İngilizcesini alın derim; zaten dili çok ağır değil. İş sadece imlâ hataları ile kalsa belki buna katlanılabilirdi, ama yanlış çeviri olmadık bir şey.
Bu arada, Ali'nin Türkiye hakkında yazdığı bir yazı da şurada. Yazıda Erdoğan, Gül ve AKP için şöyle demiş: "They have understood and exploited the fact that you can use democratic means to erode democracy." Haksız mı? Kitabı okuduktan sonra İslâmcılara kızmakta ve laik düzeni savunmakta ne kadar haklı olduğumu bir kez daha gördüm – kim ne derse nesin.
14 comments:
Turkiye'deki bugunku baski ortaminda bu kitabin cikabiliyor olmasi bile mucize! Cok gec bile kalindi.
Kitabin ingilizcesini ben de okumustum. Kotu bir ceviri olmasi cok kotu. Bari cevirenin basina bir sey gelmese zira kadinin kendisi tehditler altinda yasiyor, ustelik de avrupa kendi muslumanlarindan korkusundan kadini cesurca savunmadi bile. Ozellikle ortunmenin demokrasiyle iliskisini, tesetturun bizlere yutturulmak istendigi gibi sirf kisisel ozgurluk olmadigini gozumuzun icine sokmasi cok manidar. Acaba koktenci liberal basinda kitap hakkinda beylik mansetler gorebilecek miyiz?
İsimsiz,
Dediğiniz doğru gerçekten – özellikle Dawkins’in kitabının başına gelenlerden sonra. Kitabın basıldığını görünce ben de şaşırdım. Ayaan Hirsi Ali bizim ülkede dinciler arasında tanınıyor mı, bilmiyorum. Hoş, dinciler onu tanımasa da olur. Liberaller kitabı büyük ölçüde görmezden gelirler diyorum, zira dinciler söz konusu olduğunda hep böyle davranıyorlar. Aralarındaki ittifak yüzünden olsa gerek.
Öte yandan Avrupa ülkelerinin pısırıklığı ve olup bitenleri bir türlü anlayamamaları beni şaşırtıyor. O yüzden, “aman kızdırmayalım, inançlarını eleştirmeyelim” diyenlerin aksine, ortaya çıkıp konuşan ve sözünü sakınmayan Ali gibi kişileri seviyorum. Avrupalılar bu pısırıklıklarının acısını sonra çok çekecekler.
Bu tarz kitapların bizde yayınlaması yine de bir umuttur bizim için - insanların tek bir kalıba sıkıştırılmamaları, karşıt fikirleri, özellikle de gerçekleri öğrenmeleri açısından. Daha çevrilmesi gereken böyle çok kitap var.
Ayaan Ali Hirsi konusunda sessiz kalan AB burokratlarinin Leyla Zana'ya ultra sempati gostermelerini, bir kadin olarak Leyla Zana'nin mucadelesini takdir etmeme ragmen anlayamiyorum. Acaba Turkiye'deki kurtleri kendi menfaatleri icin kullanmak istemeleri olabilir mi? Bizim liberaller gercek anlamda liberal olsalardi Ayaan Ali Hirsi'yi de gundeme getirir, bazi konulari sirf AB destek gosteriyor diye cilkini cikarircasina gozumuzun icine sokmazlardi. Bugun ulkemizde Ayaan Ali Hirsi'nin tesetture getirdigi elestirileri yapmak Ataturk'u elestirmekten daha buyuk bir tabudur, ama gel gor ki bizim fundamental liberaller bunu gormek istemezler.
Bena artık bilim, felsefe ve din konulu çeviri kitaplardan ümidimi kestim (Victor Stenger'ın Bilim Tanrı'yı Buldu mu? ve Richard Dawkins'in Tanrı Yanılgısı çevirilerini gördükten sonra). Orijinal dilinde okumak en iyisi. Amazon'dan sipariş verince 3 haftada geliyor kitaplar. Tabi ebook olarak bulabildiklerimi bilgisayardan okuyorum. Özellikle http://elektronik-kitap.blogspot.com blogunda baya güzel kitaplar var. Göz atmanızı öneririm. Her kesime hitap eden kitaplar var bu sitede.
İsimsiz,
Öyle görünüyor ki, AB’li bürokratlar sadece görmek istedikleri şeyleri görüyorlar. Kürtleri kullanmalarına şaşırmamak lazım. Bunlar aynısı Osmanlı’yı parçalamak için de yapmışlardı.
Bugün Türkiye’de ne sağ ne de sol var; sadece ahlâklı ve ahlâksız insanlar var. Liberal diye bildiğimiz insanların önemli bir bölümü de liberalliği avanta kapmak için kullanan kişiler. Bunların arasında liberal olduğunu söyleyip devletin televizyonunda program yapan adamlar bile var. Şimdi AKP kapansın, bunların hepsi yeni gelecek iktidara selam duracaktır.
İşte bu tarz kitapların yayınlanması bahsettiğin tabuları ortadan kaldırmak için önemli. Atatürk dahi Armstrong’un “Bozkurt” adlı kitabını masasında okutmuştu. Her kitap dogmaya karşı bir darbedir.
Da Vinci,
Linki verdiğin iyi olmuş. Ben de sonunda bazı kitapları internetten bulmayı başardım. Mesela senin verdiğin linkte de yer alan David Mills’in “Atheist Universe” adlı kitabını o sayede okudum. Amazon’dan ısmarlamam durumunda bana oldukça tuzluya patlayacak olan kitapların bazılarını bulma imkânım da oldu.
Dawkins’in kitabının yayınlanacağını tahmin etmezdim, o yüzden basıldığını görmek hoş oldu. Daha da yayınlanması lazım bu tarz kitapların. Hangi İslâm ülkesinde bunlar basılıyor ki zaten? Aslında o kitapların en fazla işe yarayacağı yerler oraları. Ama çevirilerin kötü olması bütün işi bozuyor. İnsanda kitabı satın alma hevesi kalmıyor. Üstelik yeni çeviriler karşı güvensizlik de yaratıyor. O nedenle ben de ara ara Amazon’dan alıyorum.
çeviri de neredeyse yeni bir kitap yazmak gibi bişi aslında..
işte böyle harika bir kitabı sırf çevirisi yüzünden -mesela ingilizcesini okumamış biri- çok kötü bir kitap diye eleştiren çok olacaktır.
hakkını veren çevirmenleri buradan bir kez daha selamlıyorum.
7. Oda,
Doğru demişsin. Bazen çeviri yaparken cümleleri yeniden yazmak gerekiyor. Kelime kelime çeviri mümkün değil. O yüzden bence çevirmenin ismi de kitabın kapağında yer almalı. Bunu yapan çok az yayınevi var.
Ben de cevirinin kotu olmasina uzuldum.
Hakikaten saldirgan bir din. Bir de saldirgan bir kulturun dini olunca tam oluyor.
www.elifsavas.com/blog
Elif,
Zaten o saldırganlar da saldırganlıklarını dine dayanarak meşrulaştırmaya çalışıyorlar ve başarıyorlar da.
bliyaal ben şu ay tutulması olayında 1978 tarihine ve olayın riyad gibi büyük bir şehirde olmasına takıldım kaldım, kırsal kesimde olsa ve bir elli sene daha önce olsa belki bu kadar şaşırmayacağım, gerçi ben 1950 yılına kadar suudi arabistanda köle pazarı olduğunu da okumuştum bir yerlerde ya!
Gaykedi,
Benim merak ettiğim, şimdi Ay tutulması olduğunda ne yaptıkları. Olayın üzerinden sadece 20 sene geçmiş, çok değil yani. O zaman yaşayan insanlar hala yaşıyordur.
1969’da amerikalılar ay’a ayak basıyor, 10 yıl sonra büyük bir suudi şehrinde insanlar ay tutulmasından panik yapıyorlar, kara mizah ve akıl-bilim yolundan sapanların amerikanın neden modern sömürgesi olduğununda güzel bir yanıtı.
bu arada bir yazı okudum "türkiye asla bir iran olmaz çünkü amerikaya kafa tutacak kapasite bizde yok, biz olsak olsak suudi arabistan oluruz" diyordu :p
Haberlerde izledim, İran’ın geliştirdiği son füzelerin vuruş mesafesi İstanbul’a kadar ulaşıyormuş. Müslüman müslümanı vurur mu? Bunlar vurur valla.
mücadelesine devam ediyormuş bayan ali sevsinler iki tane bilgisiz herifin yaptığını tüm müslümanlara maledip onun üzerinden eleştiren bir zavallının bu kadar kaale alınacak ne yönü var anlamadım sanırım ateist arkadaşlar eldeki islam karşıtlarını idareli kullanmaya çalışıyor....
adam akıllı eleştirleri olsa amenna yapsın bizde özeleştiri yapalım ama nerde
şurası açıkki alinin eleştirdikleri kuranda olmayan bazı gelenekelrdir, bununla beraber ali popülizm için kendini ezilmiş zor durumdaymış gibi göstermeye çalışıyor nede olsa daha basılacak kitaplar kazanılacak paralar ortada duruyor
Post a Comment