Saturday, February 14, 2009


ESKİ İSTANBUL

Son iki-üç aydır bayağı yoğun hâldeyim. Bir türlü fırsat bulup da bloga yazamadım. Bununla birlikte diğer blogları izlemeye düzenli olarak devam ediyorum. Bu arada, blog dışında iki siteye birden daha yazar oldum. Gerçi bloga bile düzenli hâlde yazamazken iki siteye birden yazar olmak akıl kârı değil gibi görünebilir. Ancak sitelerden bir tanesi Herackles’in iktisat teorisi üzerine yazan kişileri topladığı bir site, dolayısıyla oraya yazdığım yazıları blogda yazmam mümkün değil. İktisat teorisi üzerine bu tarz yazılar yayınlayan Türkçe siteler benim bildiğim kadarıyla fazla yok. O nedenle güncel meselelerle ilişkili olmayan iktisat konuları üzerine bir sitenin olması iyi olur dedim. Hoş, Herackles ayda sadece bir yazı istiyor, ama ona da yazıları vaktinde gönderemiyoruz. :)) Diğer site de güncel politik meselelerle ilgili bir site. Oraya yazar olmam da tesadüf eseri oldu. İşin güzel tarafı, sitede ciddi üslupla yazıp liberallerle dalga geçebilmem. Neyse ki yazıları belirli bir düzenlilikte göndermeme gerek yok, arada geniş boşluklar olabiliyor.

Bu nedenle, boş durmadığımı göstermek için aşağıya iki resim koydum. Biri çalışma masamın normal bir okuma-yazma günündeki hâlini, diğeri de sürekli kitap almaktan şişmiş, ıkış tıkış hâle gelmeye başlayan kütüphanemin bir bölümünü gösteriyor. (Resimde rafların sadece ön tarafı görünüyor. Arka taraflar da bir o kadar kitap dolu.) Sonuncu resmi yatağımın bir köşesine biraz büzülerek çektim. Resmin bulanık olması iyi oldu, böylece rafların bazı yerlerindeki tozlar görünmüyor. Böylece yatmadığımızı, çalıştığımızı da kanıtlamış oluyoruz.



Bu ayki National Geographic dergisi kapak konusu olarak “İstanbul’un Tılsımları”nı seçmiş. Dergideki yazı Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde anlattığı ve İstanbul’u âfet, yangın ve sel gibi musibetlerden koruyan tılsımları anlatıyor. Çelebi’nin dediğine göre şehrin yedi tepesinde 24 tane tılsım varmış. (Derginin sitesinden yazının küçük bir kısmına bakılabilir.) Dergideki yazıyı okuyunca, aklıma, zamanında İstanbul’daki gündelik hayatın tarihi üzerine aldığım bir kitap geldi: Robert Mantran, 16. ve 17. Yüzyılda İstanbul’da Gündelik Hayat. (Kitabın İngilizcesini Amazon’da bulamadım. Aslı ise Fransızca.) Kitabı okulda İstanbul tarihi üzerine bir ders alırken hoca tavsiye etmişti. Neyse ki, kitabın içeriği dersler kadar sıkıcı değildi. Kitaptan ilginç bulduğum yerleri aşağıda aktardım. (Çevirmenin üslubunu beğenmediğim yerlerde bazı ufak değişiklikler yaptım.)

I

Mantran’ın dediğine göre İstanbul dıştan güzel görünmesine rağmen, içine girildiğinde hiç de öyle değilmiş. Günümüzde kentin pisliğinden ve çamurundan yakınıyoruz, ama 400 sene kadar öncesine gidildiğinde de durum o kadar farklı değilmiş:

İstanbul’un görünüşü dıştan bakıldığında büyüleyici olarak görünüyorsa da, (…) kentin iç görüntüsünün aynı övgüleri hak etmesi için kırk fırın ekmek yemesi gerekmektedir. Aynı dönemde Paris veya Londra caddeleri de birer temizlik veya dolaşım kolaylığı örneği olmanın uzağındadırlar, ama İstanbul’da kentin dış görünüşünden sonra beklentileri artan yabancıların hayal kırıklıkları büyük olmuşa benzemektedir. Çeşitli kökenlerden gözlemcilerin bazı kanılarını zikredelim. Örneğin Pietro della Valle: “Kentin içi, dış görüntüsünün güzelliğine uymamaktadır. Onun tamamen tersine çirkindir, çünkü sokakları eskisi gibi temiz ve düzenli tutmak için hiçbir özen gösterilmemektedir. Bugün halkın ihmaliyle bu sokaklar pis ve kullanışsız hâle gelmişlerdir.” d’Arvieux: “Sokaklara döşenen taşlar ya kötüdür ya da bazılarına hiç döşenmemiştir ve hepsi genel olarak pistir.” Thèvenot: “İstanbul sokakları çok sefildir; çoğu dar, eğri büğrü, yüksek ve alçaktır.” Ve Wheeler: “Sokaklar sıkışık, karanlık, derindir ve küçük basık evlerden meydana gelmektedir.” (s. 29-30)

Çoğu taş kaplı olmayan caddeler yağmurla birlikte çamur deryasına dönmektedirler. Üstelik buraların bol bol atılan çirkef ve çöpler için depo olmalarından ötürü “yürümekte güçlük çekilmektedir.” Fakat belediye yöneticileri tarafında çıkartılan kararnameler caddelerin temizlenmesi gerektiğini, sokakların bozulduğunda onarılmalarını, çöplerin toplanıp denize atılmalarını vb. açıkça emretmektedirler. Bu kararnamelere harfiyen uyulmuşa benzememektedir.

Bu caddelerin kenarındaki evler ve dükkânlar genellikle mütevazı, hatta ekâbir konakları hariç sefil görünüştedirler. Yabancı seyyahlar bu konuda öylesine bir kanaat birliği içindedirler ki, onları hiçbir çekince koymadan izlemek mümkündür: “Özel evler vasat ve fakir olmanın bile altındadır. Yalnızca padişahın sarayı, camiler, hamamlar, çarşılar ve bazestanlar (bedestenler) uzaktan bakıldığında muhteşem olarak gözükmektedirler.” Wheeler’ın bu kanısına diğer gözlemcilerde de rastlanmaktadır. Örneğin Fermanel’i zikredelim: “Özel evler kötü inşa edilmişlerdir ve pek kullanışlı değillerdir.” Ve Pètis de la Croix: “Evlerin sayısı otuz altı bin veya buna yaklaşan bir sayıdadır. Bunlar çok kötü yapılmışlardır; … bütün evler dıştan ne kadar dökük olurlarsa olsunlar, içleri iyi bezenmiştir.”

Bu durumun sonucu olarak kent göründüğünde yükselen hayranlık çığlıkları, içlerine girildiğinde ittifak hâlinde hayal kırıklığına dönüşmektedir: “Özel kişilere ait evlerin çoğu yalnızca ahşaptır ve üstelik çok kötü yapılmışlardır. Özellikle çarşıdaki dükkânlar hemen yalnızca tek katlıdır. Dıştan o kadar güzel gözükmesine karşılık, içeri girildiğinde insan kendini başka bir kentte sanmaktadır.”
(s. 30-31)

II

İstanbullular saat kullanmayı hemen hemen hiç bilmemektedirler. Bazen bir caminin duvarına takılmış güneş saatleri vardır, ama bunları kullanmak her zaman mümkün değildir. Buna karşılık camilerde ve medreselerde çeşitli ibadet saatlerini tam olarak belirleyebilmek için su saatleri bulunur. Evliya Çelebi hepsinden çok, Bayezıd camisinin saatine güvenildiğini yazmıştır. Böylece müezzinin görevi bir de saati bildirmek gibi bir işe katlanmaktır. Ama namaz çağrısı güneşin gündelik ritmine uyarlandığından, yazın İstanbullunun günü kıştakinden daha uzun olmaktadır. Çünkü her faaliyet güneşin ilk ışıklarıyla başlamakta, batışıyla da sona ermektedir. Aydınlatma araçlarının henüz ilkel olmaları nedeniyle bu durum daha da kolay anlaşılmaktadır. Halkın güneş ışığını ikâme etmek için sahip olabileceği aydınlatma araçlarına göre kandiller, mumlar veya meşaleler kullanılmaktadır. Fakat herkes gece olmadan evine gitmektedir ve geç saatlere kadar oturmak nadir bir durumdur. Camide kılınan teravih namazı hariç, geceleri dışarı çıkılmamaktadır ve zaten asayiş güçleri de ilke olarak gece sokakta dolaşılmasını yasaklamaktadır. (s. 201)

Günü ritmi yavaştır, acelesizdir. Telaş bilinmemektedir. Bunun tamamen tersine, dostlarla, komşularla, meslektaşlarla olan selamlaşmalarda; iş konuşmalarının, pazarlıkların uzayıp gitmesinde uslu bir yavaşlık görülmektedir. Hiçbir şey aceleyi gerektirmemekte, her şey bir sonuca varmaktadır. Türklerin pratik felsefelerinin ifadesi buradadır. Sokakta acele ettikleri görülen yegâne kişiler, sarhoş olmuş veya tavırlarıyla önemlerini ve kendilerine saygı gösterilmesi gerektiğini vurgulayan yeniçerilerdir. Bu yavaşlık, tembellik veya kayıtsızlık anlamına gelmemektedir. Bu tutum belli bir karakter yapısına tekabül etmekte ve Türkün bir şeyi sonuca ulaştırmak istediğinde bunu başarmasını hiç de engellememektedir. Türk manevî açıdan ağır davranmaktadır, ama bu onun hiç olmazsa yere sağlam basmasını sağlamaktadır.

Demek ki gün, mahalleliyi sabah namazına çağıran müezzinin okuduğu ezanla başlamaktadır. İstanbullu az veya çok rahat olan döşeğinden kalkmakta, onu katlayıp çarşaflarıyla birlikte gömme dolaplarından birine kaldırmakta veya bu işi karısına veya hizmetkârlarına bırakmaktadır.
(s. 202)

III

Kadınların kıyafetleri bana biraz teferruatlı geldi. Kapanan kişilerin bu kadar şey takıştırmalarına gerek var mı? (Mantran burada başka birinden alıntı yapıyor.)

Kadınlara gelince, “hepsi, tıpkı erkekler gibi, gömleklerinin altına topuklarına kadar inen donlar giymektedirler. Bunlar mevsimine göre kadife, yünlü, kenarı işli saten veya bezdir. Ayrıca guipon [cüppe] denilen ve olağan ev kıyafeti olarak kullandıkları küçük bir pamuklu mintanı her zaman giymektedirler. İyi konumdaki kadınlar ayrıca Fars tarzı bir mintanı daha giymektedirler. Bütün kadınların bu guipon’un üzerine giydikleri ceket, vücuda tam oturmaktadır ve üstüne parlak gümüş veya altından, üzerinde değerli taşları olan bir kemer sarmaktadırlar. Bu kemer beli iyice sıkmakta ve karnın altında kavuşarak vücudu daha güzel göstermektedir. Bu ceket, tıpkı kemer gibi, altın ve taşlarla süslü düğmelerle boyuna kadar kapatılmakta, yalnızca göğüs bölgesinde baskın olmasın diye genişlemektedir. (…) Kadınlar dışarı çıktıklarında, tıpkı erkekler gibi, manto yerine geçen ikinci bir ceket giymektedirler. Bunun kol ağızları o kadar uzundur ki, yalnızca parmak uçları gözükmektedir. Sokakta bu ceketin bir yanını tutarak, ön taraftan diğeriyle kavuşturmaktadırlar. Saçlarını, başlarını alınlarına kadar örten beyaz bir bezin altına saklamaktadırlar. Alttan gelen başka bir bez de, yalnızca yaşlı kadınların açıkta bırakmaya haklarının olduğu burnu örtmektedir. Genç kadınları gözlerini bile gösterme özgürlükleri yoktur ve at kılından siyah bir peçeyle bunu örtmektedirler.” (s. 206)

IV

Aşağıda kitabın yemeklerle ilgili bölümünden bazı yerleri alıntıladım. Kaç defa okursanız okuyun hep aynı etkiyi yapıyor: acıktırıyor.

Süt mamulleri bilinmektedir ve manda, inek veya keçi sütünden yapılan yoğurt Türklerin büyük spesiyalitelerinden biridir. Kaymaklı ara yemekler çok sayıdadır ve yemeğin üzerine çok çeşitli harika lezzetleri olan meyveler yenilmektedir. Meyve ve kaymak, Batı’daki dondurma gibi, gün boyu da yenilmektedir. Başta Eyüp’tekiler olmak üzere, bazı kaymakçı dükkânları ünlüdür ve buluşma ve sohbet yeri olarak da işe yaramaktadırlar. Ziyafetlerde esas yemekten önce, az veya çok sayıda meze yenilmektedir. Bunların arasında etli, ıspanaklı veya peynirli börekler; yaprak dolması, Arnavut ciğeri, koyun yüreği, beyaz peynir, turşu vs. sayılabilir. Basık veya kabarık olan ekmekler Avrupalılar tarafından az çok beğenilmektedir. Fırıncı ve pastacılar ayrıca çok çeşitli adları olan bir sürü kurabiye ve pasta yapmaktadırlar: çörek, gevrek, kurabiye, simit, özellikle kadayıf, lokma, gözleme, baklava ve tabii helva – bugün tüm Doğu’da çok yaygın olan ve çok beğenilen lati lokumunu da unutmadan.

Padişahın sarayı yiyecek maddesi yutan bir gayya kuyusudur – yalnızca kalabalık bir nüfusun doyurulma zorunluluğundan değil, burada harcamalara aldırılmamasından da. Pètis de la Croix bir örnek vermektedir: “Salatalarda zeytin, kapari, turp, pancar, hıyar, taze sarımsak, gül yaprağı ve mevsimine göre bu cins her şey vardır. Etler martaban denilen toprak leğenlerde getirilmektedir. Bu leğenler kızartılmış ya da parçalar hâlinde kesilmiş kuzu ve piliç ile, tereyağ ve soğanda kızartılmış, sonra da kaymak, şeker ve gül suyuyla fırınlanmış güvercin etleriyle doludur. Kızartılmış ve buğulama balıklar vardır. Pirinç ve soğanla birlikte pişirilmiş piliçler, üzerinde yumurta ve baharat yüzen suyuyla birlikte sunulmaktadır. Soğanla birlikte kıyılmış ve yapraklarla dürüm yapılmış etten toplar vardır. Etli küçük börekler, bir cins güvercin eti vardır. Ve içinde badem, korent üzümü, çam fıstığı olan pirinç pilavı vardır. Çorbalardan, tavuk suyuna taze veya kuru bezelye çorbası vardır ve üzerine ekmek yerine tereyağda kızartılmış ekmek parçaları ve yumurta sarısı konulmaktadır. Bir başka çorba da tavuk çorbasıdır ve çok yoğun bir et suyuyla yapılmaktadır. Bir başkası ise içine çok ince doğranmış her otun konulduğu ve yumurta ve limonla terbiye edilmiş tavuk suyuna olanıdır.

“Daha sonra tavuk göğsü, şeker, süt, pirinç unu, amber ve miskten yapılan bir cins ara yemek gelmektedir. Bir başkası ise süt, nişasta, şeker, misk ve amberle pişirilen incirdir. Bir üçüncüsü de birlikte pişirilen kiraz suyu, nişasta, şeker ve gül suyundan meydana gelmektedir. Bunlara kevgirden geçirildikten sonra misk ve amber eklenmektedir. İçine badem döşenmiş bir cins pasta vardır. Her cins meyveden hoşaf yapmaktadırlar. Şeker, gül suyu, amber ve miskle pişirilen elma ve armudun çekirdekleri temizlenerek, şekerde pişmiş badem eklenmektedir.

“Arkadan, küçük kâselerde getirilen içecekler gelmektedir. Bunlar, her biri ayrı ayrı pişirilmiş ve meyvenin kâsenin dibinde tam olarak durduğu kayısı, armut, elma, şam üzümü, şeftali ve fıstık hoşaflarıdır. Bunlar derin kaşıklarla içilmektedir.”
(s. 209-210)

V

Fahişelere denk gelince alıntılamadan edemedim. Bazı Osmanlı milliyetçisi tiplerin anlattıklarının aksine, bu tür şeyler eskiden de varmış.

İstanbul fahişeliğin bilinmediği bir yer değildir ve bazı dönemlerde güpegündüz yapılır hâle gelmektedir. Öylesine ki, II. Selim döneminde o çağın şairlerininkine eşit derecede ün kazanan fahişeler vardır. Sermayelerini Rum, Ermeni, Çerkez, hatta Avrupalı ve müslüman (Suriyeli, İranlı veya Türk) kadınlardan sağlayan genelevler vardır. Bazı fahişeler tezgâhlarını meyhanelerde, diğer bazıları da kaymakçı dükkânlarında kurmuşlardır. 16. yüzyılın sonunda en kötü şöhretli semtler Galata, Tophane ve kutsal karakterine rağmen Eyüp’tür. Eyüp kutsaldır, ama çok sayıda insan çekmektedir ve bu semtte çok sayıda dükkân bulunmaktadır. Hatta kâfirler burada, tıpkı kaymakçı dükkânları gibi, randevu evi olarak çalışan meyhaneler açmışladır.

Fahişeliğin yaygınlaşması üzerine, sultan IV. Murat sert tedbirler almaya karar vermiştir. Çok sayıda fahişe tutuklanmış, azınlıklar Eyüp’ten atılmış, çok ahlâkî amaçlarla kullanılmadığı belirlenen dükkânlar kapatılmıştır. Ama padişahın her şeyi öngörmesi mümkün olmadığından, İstanbul’un çeşitli semtlerinde masum temizleyici dükkânları ve çamaşırhaneler açılmıştır. Gerçekte, kolay kızların mesleklerini icra ettikleri yeni randevu evlerinden başka bir şey söz konusu değildir. Kolluk kuvvetleri bunları yasaklamaktan çok hoş görmekte ve muhtemelen bunun ücretini de tahsil etmektedirler.

Özel toplantılar çok sık yapılmaktadır. İstanbullular konuk evine gitmeyi ve kabul etmeyi, kahve ve çubuk içerek gevezelik etmeyi sevmektedirler. Bazen bu toplantılara şairler davet edilmektedir ve eğer evin sahibi yüksek sosyeteye mensupsa ve yeterli olanakları varsa, konuklarını bir müzik ve raks gösterisine davet etmektedir. Evliya Çelebi’ye göre 17. yüzyılın ortalarında İstanbul’da 6000’den fazla musikişinas olmalıdır. Bunların arasında yer alan ve saray yakınlarındaki kışlalarda oturan “resmî musikişinasları” ayrı bir yere koymak gerekir. Bunlar padişaha ve terfi eden yüksek devlet görevlilerine nevbet çalmakta ve saray halkını sabah namazı için uyandırmakla görevlidirler. Bunlar kent esnafı arasında yer almayan, iyi ücretli mehter sınıfını meydana getirmektedirler. Diğer musikişinaslar kullandıkları müzik aletlerine göre gruplara ayrılmışlardır ve yaylı, nefesli veya vurmalı çalgı çalan 71 musikişinas esnafının yöneticisi olan sazendebaşına bağlıdırlar. Bu musikişinaslar konaklarda konser vermeye davet edilmektedirler; bunlara bazen rakkaseler de katılmaktadır. Rakkaselerin çoğu Çerkez veya çingenedir ve bu raks oturumları bazen II. Selim veya I. İbrahim’in kötü örneklerini oluşturdukları içki ve sefahat âlemlerine dönüşmektedirler. İstanbul esnafı arasında Evliya Çelebi’nin eğlendiriciler ve hoşça vakit geçirticiler olarak nitelendirdiği gruplar da vardır. Türk yazara göre bunlar oyuncular, cambazlar, hokkabazlar gibi 12 gruba ayrılmışlardır. Türk, Arap, Rum, Yahudi, Ermeni ve çingene gibi çok çeşitli kökenlere mensupturlar. Bu eğlendiricilerin bazıları, Evliya Çelebi’nin dediğine göre, sefihlikleriyle ünlü “edepsizlerden” başka bir şey değillerdir ve katıldıkları eğlenceler, bu edepsizlerin konuklara erkek fahişe olarak hizmet ettikleri içki ve sefahat âlemlerine dönüşmektedir.
(s. 220-221)

VI

National Geographic’deki yazıda İstanbul’u koruyan tüm tılsımlardan bahsedilmemiş, ama merak etmeden duramadım, acaba bu tılsımların arasında şehri göç, gecekondu, kapkaççı, seyyar satıcı ve dilenci gibi tiplerden koruyacak, trafik sıkışıklığı gibi “âfetleri” önleyecek tılsımlar da var mıdır? Taksim gibi yerlerde başıboş gezen, etrafı pisleten ve kalabalık yaratmaktan başka bir şey yapmayan ayak takımını yıldırım gibi çarpıp, ağzını burnunu büken ya da yamultan bir tılsım olsa fena mı oldurdu hani? Aslında böyleleri için bir tılsım da yetmez ya. Bir de deprem tılsımı olsa diyeceğim, ama âfet önleyici tılsımlar depremi de kapsıyor olsa gerek. Fakat eskiden var olan tılsımların bir kısmı zarar görmüş ya da kaydolmuş. O yüzden şehrin işi – her işimizde olduğu gibi – gene Allah’a kaldı.

* * *
Yedinci Oda son yazısına 80’li yıllardan Pet Shop Boys’a ait bir şarkı koymuş. Ben de dayanamayıp o dönemden bir şarkı koydum aşağıya. Martika’nın 1988 tarihli tek önemli hiti “Toy Soldiers”. Dinlerken gençmişiz o zamanlar demeden de edemedim. :))

6 comments:

Goddess Artemis said...

Özledik canım, aaaaaa! Daha sık yazmaya gayret edin lütfen! :o)

bliyaal said...

Vallahi gayret ediyorum. Aslında yazıyorum da, yazdığım tezin kendisi :))

Fulya said...

Dun okumustum yaziyi, istanbulun eski halini okumak zevkli. Gunumuze kadar ne cok sey gelmis.
su odandaki resimlerde ne gordum biliyormusun. Sen resim yapiyorsun. Hos kabarik sacli bir kadin karsisinda bir adam kafasi:))
bende sagini solunu boyle karalarim kagitlarimin. Resme zaman ayirmalisin.

bliyaal said...

Eskiden daha çok resim çizerdim, şimdi arada canım sıkıldığında defterlere karalıyorum. Okuldayken de derslerde karalardım. Aslında eğitimini almak lazım, yani teknik işini öğrenmek lazım. Ben kitap alıp bir kısmını öğrenmiştim, ama tek başına ancak bir yere kadar gidiyor. Üstelik eğitim düzenli çalışma da sağlar. Biz de o yok işte.

7.oda said...

bir tılsım da yobazlığa olsa mesela..

ve evet nasıl da birden çocukluğuma döndüm ben martika ile de :))) çok teşekkürler :)

bliyaal said...

Bak, yobazlık tılsımı aklıma hiç gelmedi. Çok tılsım lazım vesselam.

Sen de sağolasın. Martika’nın aynı şarkının klibindeki saç modeli benim favorim. Şimdiki hâlini youtube’da gördüm, hiç yaşlanmışa benziyor gelmedi bana, hayret.