Sunday, May 13, 2007


FATİH VE FETİH

Bu ayın 29’u İstanbul’un fethine denk geldiği için, National Geographic dergisi Fatih Sultan Mehmet hakkında bir dosya hazırlamış. Daha önce aynı derginin Kanuni Sultan Süleyman hakkındaki dosyasını ilginç bulduğumdan, bir de Fatih sayısını alayım dedim. Maalesef dergiyi alınca hayal kırıklığına uğradım. Karşıma Fatih ve İstanbul’un fethi hakkında yeni ve yararlı hiçbir şey söylemeyen, resmî tarih yazımının bunlar üzerine olan bütün standart bilgilerinden derlenerek yazılmış iki kötü metin çıktı. Fetih ile ilgili ikinci yazıda gemilerin karadan yürütülmesi meselesi bile son derece mantıksız bir şekilde, kısaca yazılmıştı. Güya gemiler “Galata ensesinden, havadan uçurulur gibi limanlara indirilmiş.” Bunun üzerine, zamanında bu konularla ilgili aldığım bir kitaba bakayım dedim (Erdoğan Aydın, “Fatih ve Fetih: Mitler ve Gerçekler”, 4. basım, İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 2000).

Kitaba yazdığı önsözde şunları diyor Aydın:

“Bilindiği gibi tarihimize takıntı düzeyinde bağlı olan bir toplumuz; veya o hâle getirildik. Ancak bunun […] sağlıklı bir durum olduğu söylenemez. Tarihimizle övünüyor, tarihimize öykünüyoruz. Bugünümüz bize yetmiyor, yarınımızı kuracak enerji ve ufku bulamadığımız oranda yüzümüzü tarihe dönüyoruz. Ancak tarihin gerçekliği olmuyor bu yüzümüzü döndüğümüz yer; övünçler çıkarmamızı sağlamak üzere yazılmış bir tarihle karşılaşıyoruz. Bizi daha rahat kontrol edebilmek için kurgulanmış bu resmî tarihten, doğru bir tarih bilinci de edinemiyoruz. Atalarımızın salt erdemine ve diğer ulusların atalarından üstünlüklerine koşullandırılıyoruz. Hızla dönen dünyada tutunacak dayanaklarımızı arttırmak yerine, bu resmî tarihe âdeta sarılıyoruz; onda kendimizi dev aynasında görüp avunuyoruz. Tarih birilerimiz için, tıpkı Avrupa’yı futbolda yendiğimiz zaman sağı solu kurşunlamaya varacak kadar kendimizi kaybetmemizi sağlayan bir manipülasyon aracı oluyor. Veya daha garibi, Şişhane’den gemi yürütme ve kale burçlarına saldırı mizansenleriyle, marazî örnekler sergiliyoruz.

“ […] İnsan atalarıyla niye övünür? İnsanlık evrimine katkıları nedeniyle! Gariptir ama, bizim Türk-İslâmcılarımız fetihçilikten dolayı övünüyorlar; bu da yetmiyor, bizi de onlarla birlikte övünmeye zorluyorlar. Daha da garibi, tüm kozmopolit kimliğine rağmen, en çok da Fatih’le övünüyorlar. Düşünsenize bir, Türkçülerimiz en çok Türk kanı akıtan, şeriatçılarımız şeriatı en çok ihlâl eden padişahı “en sevgili Osmanlı padişahı” ilân ediyorlar. İstanbul’un fethine duyulan özlemin büyüklüğünün de rolü olmakla birlikte, asıl sorun, yarınlara umutla bakılmasını engelleyen günümüz Türkiye’sinin koşullarında yatıyor.” (s. 11-2)

İlginç bulduğumdan önce Fatih’in saldırı düzeninden bahsedeyim. Bu düzen üç aşamalı:

İlk aşamada, saldırı hafif silahlı ve düzensiz birlikler tarafından yapılıyor. Bu birliklerin arasında çapulcular, şeyhlerinin ve beylerinin emriyle gelen Türkmenler ve Osmanlı tebası olan Hıristiyan köylerinden zorla getirilen kişiler var. Bu birliklerin özelliği, bunların çok genç ya da yaşlı, savaşma kabiliyetleri az insanlardan oluşması. Hâl böyle olunca, bunları görevleri sadece düşmanı olabildiğince yormak, surların dibindeki hendekleri cesetleri ile doldurmak ve böylece ardlarından gelecek olanlar için yolu düzleştirmektir. Bunun için, ne kadar büyük bir kararlılıkla saldırırlarsa, ne kadar çok olurlarsa, işlevlerini de o kadar çok yerine getirmiş olacaklar. Tabii, bu aşamada bunların çok azı sağ kalıyor. Zira surlara doğru koşarken düşman ateşiyle ölüyorlar. Bunu geçmeyi başaranlar ise, surlara dayadıkları merdivenlere tırmanırken bu merdivenlerin itilmesiyle, kızgın yağların dökülmesiyle, taşların atılmasıyla ve “Grejuva ateşiyle” yanarak ölüyorlar. Çarpışmanın karmaşası esnasında birbirlerini ezerek de öldürüyorlar. Yorularak ya da korkaklık ederek geriye doğru kaçanlar ise, çekilmelerini engellemek için orada bekleyen yeniçerilerin palalarıyla öldürülüyorlar. Bu yüzden tekrar saldırıyorlar ve tekrar öldürülüyorlar.

Bu ilk aşama saldırıda düşmana ciddi derecede kayıp verdirilemiyor, ama düşman iyice yoruluyor. Fatih bunları geri çektikten sonra ikinci aşamaya geçiliyor. Burada saldıranlar, öncekilere kıyasla daha iyi silahlanmış, askerî eğitimden geçmiş, savaş tecrübesi olan, kargı ve kalkanlarla donanmış, bir kısmı zırhlı olan Anadolu ve Rumeli piyadeleridir. Bunlar, öncekilerin cesetlerinin doldurduğu hendekleri kolaylıkla aşıyorlar. Yorgun Bizanslılar soluklanmaya fırsat bulamıyorlar. Kiliseler çanlarını çalıp, taş atabilecek herkesi surlara çağırıyor. Çocuklar ve kadınlar bunun için surlara koşuyor.

Hücumun her an aynı tazelikte kalmasını sağlamak için sürekli olarak yeni birlikler ileri süren Fatih’e karşı, günlerdir uykusuz olan, saatlerdir aralıksız çarpışan, bir aydır kuşatma yüzünden iyi beslenemeyen ve bu nedenle büyük ölçüde güçten kesilmiş olan Bizanslılar yılmadan karşı koymaya devam ediyorlar. Bu esnada Fatih akıl almaz bir şey yapıyor. İkinci kademe askerlerin sürçmeye başladıklarını görünce, üzerlerinde kendi askerlerinin de olduğu surlara top ateşi yapılması için emir veriyor.

Son aşamada, Hıristiyanlardan toplanan çocukların oluşturduğu yeniçeriler ileri sürülüyor. Çağının en iyi silahlanmış ve en eğitimli askerleri olan 12 bin yeniçeri surların en zayıf noktalarına doğru hücum ediyor. Bizans için artık yapacak fazla bir şey kalmamıştır. Sonunda şehir düşüyor. O gün şehirde savunma arasında yer alan Venedikli Nicolo Barboro şöyle anlatmış (Konstantiniye Muhasarası Ruznamesi, İstanbul: İFD Yayınları, 1953, s. 66):

“ … o kadar çok miktarda adam öldü ki, cesetlerle tam yirmi araba doldurulabilirdi ve Türkler ölünce birinci grubun arkasından ikinci grup gelmeye başladı. Bunlar öteye beriye koşarak ilerliyorlardı ve memleket içinde kimi bulurlarsa kılıçtan geçiriyorlardı. Her bir tabakaya mensup kadınları, erkekleri, ihtiyarları, çocukları öldürüyorlardı. Bu kital, Türklerin girdikleri saat olan güneşin doğması anından öğleye kadar devam etti. Öyle ki, o savlet ve tehevvür içinde karşılarına çıkan herkesi kılıçtan geçirdiler.”

Aslında hiç istememesine rağmen, şehrin gösterdiği direniş karşısında Fatih askerlerine talan izni vermiştir. Zaten İslâm hukukunda da zorla ele geçirilen şehirler için uygulanan usul budur: kılıçtan geçirme, talan ve köleleştirme. Yaşam güvencesi sadece direniş göstermeden teslim olan ve cizye (kelle vergisi) vermeyi kabul eden şehirler için geçerlidir.

“Türkler şehirdeki pek çok Hıristiyan’ı kılıçtan geçirdiler. Yollar sanki yağmur yağmış gibiydi ve dereler kadar kan akıyordu. Gerek Hıristiyanların gerek Türklerin ölü vücutları Çanakkale denizine atıldılar. Bunlar kanallardaki kavunlar gibi suyun üzerinde yüzüyorlardı.” (s. 68)

Fetih sonrası talan meselesinde Aydın diğer yazarlardan aktarmalar yapmış:

“ … yataklarında uyuyan kadınlar karabasanlar yaşamışlardır. Elleri insan kanıyla boyanmış kılıçlı insanlar, rastlantı sonucunda bir araya gelmiş olan bu her ırk ve milletten oluşan kalabalık, vahşi hayvanlar gibi evlere girmişler, kadınları acımasızca sürükleyerek caddelere çıkarmışlar ve orada kendilerine her türlü kötülüğü yapmışlardır … Ve kiliselerin kirletilmesi, yağmalanması … böyle bir şey nasıl anlatılabilir ki? İkonaları ve kutsal emanetleri ve diğer eşyaları saygısızca yere fırlattılar … bazılarını ateşlere atarken, diğerlerini parçalayıp sokaklara saçtılar. Eski zamanın kutsal ölülerinin mezarları açıldı ve kemikleri parça parça edilip sokaklara atıldı. Kutsal kupaların kimi içmek için kullanıldı, kimi eritilip satıldı … ” (Kritovulos, “İstanbul’un Fethi”, İstanbul, 1967, s. 72)

“ … güneş doğalı çok olmamıştı ki, şehir Türkler tarafından ele geçiriliyor ve yağma başlıyor; mukavemet gösterenler öldürülüyor, ihtiyarlar ve cüzamlılarla hasta kimseler parça parça ediliyordu. Teslim olanları esir alıyorlardı.” (Zorzi Dolfin, İstanbul’un Muhasarası ve Zaptı – Maalesef metinde bu kitabın künyesi yok)

“Küçükler ve çok yaşlılar para etmedikleri için orada öldürüldü. Erkekler iplerle bağlandılar, kadınlar ikişer üçer kişilik gruplar hâlinde birbirlerine saçlarından bağlandılar. Bizanslı görgü tanıkları, küçük kız ve oğlanların sunak masaları üstünde ırzlarına geçildiğini ve büyük kilisenin onların çığlıklarıyla çınladığını anlatırlar.” (Andrew Wheatcroft, “Osmanlılar”, İstanbul: Altın Yayınları, 1996, s. 37)

Bunları hemen hemen aynı açıklıkla Osmanlı tarihçileri de yazmışlar:

“ … Şehrin içine girdiler. Yağma ve talan ettiler. Oğlanlarını, kızlarını ve mallarını alıp esir ettiler. Sultan Mehmet dahi evleri için yağma buyurdu. O sırada tutabilen tuttu. Müslümanlar şöyle mala gark oldular ki, İstanbul’un yapıldığı 2400 yıldan beri toplanan mal hep gazilere nasip oldu. Üç gün yağma ettiler. Üç günden sonra yağmayı yasakladılar.” (Oruç Beğ Tarihi, İstanbul: Tercüman Yayınları, s. 109)

“Hisar fetholundu. İyi yağmalar ve doyumluklar oldu. Altın, gümüş ve mücevherler ve her türlü kumaşlar gelip pazara döküldü. Satmaya başladılar. Halkını esir ettiler. Tekfurunu öldürdüler. Güzel kızlarını gaziler bağırlarına bastılar.” (Aşık Paşaoğlu Tarihi, İstanbul: M.E.B. Yayınları, 1992, s. 119)

Bu arada, karadan gemi yürütme meselesinde şunları söylüyor Aydın:

“O günkü teknik koşullarda (muhasara süresi içinde) bu işin olanaksızlığı bir yana, böylesine muazzam bir olayı planlayanlardan geriye en küçük bir teknik ayrıntı, çizim, plan, belge, en küçük bir kesin bilgi kalmamış olması bile, iddianın bir efsaneden ibaret olduğunu düşünmeye yeter. Düşünsenize bir, 20 Nisan’daki deniz yenilgisinin üzerine padişahın kızıp “gemileri Haliç’e geçirin!” demesiyle iki gece içinde gerçekleştiriliyor! Herhangi bir bina için bile fizibilite yapılması gerektiği açıkken, söz konusu bu iddianın, bizi illüzyonlar dünyasına taşıma amacı dışında tarihsel bir değer taşımayacağı açıktır. Böylesi kapsamlı bir iş için ciddi bir ön planlama, hazırlık, binlerce insanın uzun dönem süren seferberliği lazım geldiğine göre, bu işten geriye hiçbir kesin bilgi, harita, belge kalmamış olması ilginç değil midir?” (s. 143)

“ … Eften püften bir dizi ayrıntıyı bize taşıyan Osmanlı devlet arşivlerinde konuya ilişkin tek bir veri bile yoktur. Keza makaralarla mı, kızaklarla mı, arabalarla mı taşındığı, bu işin kim tarafından planlandığı, kimin komuta ettiği, Beşiktaş’tan mı, Dolmabahçe’den mi, yoksa Tophâne’den mi, hatta Rumeli Hisarı’nın oradan mı yola çıkıldığı, Şişhâne’den mi, yoksa Taksim’den mi geçirildiği bilinmemektedir. Öyle bir muamma ki, Tursun Bey, Aşık Paşazade, İdris-i Bitlisi gibi aynı dönem tarihçilerinde gemilerin nasıl ve nereden taşındığına ilişkin bilgi yoktur.” (s. 143-4)

“ … alt tarafı bir zinciri kesecek testereleri de mi yoktu atalarımızın diye sorası geliyor insanın. Alt tarafı gecenin karanlığında iki babayiğit yeniçeri gönderip zinciri eğeletmek varken, Osmanlı dedelerimiz, neden böyle olağanüstü organizasyon için yüzlerce insanın kafa patlatmasını, binlerce insanın ve mandanın onca yük altında eziyet çekmesini, onca ormanın telef edilmesini tercih etmişler, anlamak mümkün değil doğrusu.” (s. 145)

“En basit hesapla; 61 metre boyunda, 8 metre genişliğindeki bir kadırgayı, denizden karaya çıkarmak için [sadece karaya çıkarmak için] gemi başına 10 dakikalık bir zaman ayırırsak, 72 gemi için 720 dakikalık bir süre ayırmamız lazım gelir ki, bunu da saate çevirirsek 12 saat eder ve gece biter.” (s. 149)

Gerçekten de ilginç, değil mi? Bize normalde anlatılanlara hiç benzemiyor. Bunları okuduktan sonra bu gemi yürütme meselesinin resmen düzmece olduğuna inanıyorum. Konuyu bağlamak için bir alıntı daha yapalım:

“İşte böyle! Gidiyorsunuz, kapıya dayanıyorsunuz, tehditle veya savaşarak alıyorsunuz ve hooop, orası sizin oluyor! O güne kadar oranın egemen insanları sizin köleniz veya cizye veren boyun bükmüşleri oluyor. Kiliseleri cami, çalışmalarının ürünleri sizin oluyor. Beğenmişseniz kızları, kadınları cariyeniz oluveriyor veya isterseniz satıyorsunuz ve tüm bunlar “meşru” oluyor. Kuşkusuz, sorgulamamızın aslı o güne ilişkin değil. Ama düşünebiliyor musunuz, işte bu çok kaba (insanların öldürülürken veya tecavüze uğrarkenki çığlıkları, yaralıların iniltileri, Ayasofya’ya sığınıp kendilerini kurtarmaya geleceğini sandıkları melekleri beklerken yaşadıkları korkular, çocukların, en önemlisi onların yaşadığı silinmeyecek acılar, Müslüman olarak büyütülmek üzere annelerinden kopartılmaları sırasında karşılıklı yaşanan acılar ve çığlıkların olduğu) kupkuru bir panoramasını çıkardığım bu insanlık dışı vahşete makyaj yapıp onunla övünen, onu her gün artan büyüklükte gösterilerle kutlayan insanlar dolaşıyor aramızda. Yeni nesillere bununla “övünülmesi” gerektiğini anlatıyorlar. Asıl sorun tam da burada işte; güncelleştirerek insanlığımızı erozyona uğratan, insanlaşmamızı engelleyen zihniyette. “Elin gâvuru” diye küçümsenenler evrensel bildirgelerle kendilerini kayıt altına alırken, bizden birilerinin tarih olmuş işgalleri yeniden tazelemeye, ona öykünen nesiller yaratmaya çalışmasında asıl mesele.” (s. 161)

Bizde Osmanlı üzerine yazılan şeylerin çoğu hamaset edebiyatıdır. Osmanlı’yı öğretenler de bu edebiyattan kendilerini kurtarmış değillerdir, hatta bunun bizzat destekçisidirler de. Bir defasında master dersinde iken, Osmanlı üzerine olan bir konuşmada, arkadaşlardan biri hocaya Osmanlı’nın başka halkların topraklarını zorla işgal ettiğini ve oraları haraca bağladığını söylemişti. Hoca da arkadaşa dönüp, “Sen bir Osmanlı torunusun, bunu nasıl söylersin?” demişti.

Halbuki bu tiplere “Osmanlı neden çöktü?” diye soracak olsanız apışıp kalırlar. “Doğru yahu, Osmanlı çöktü değil mi?” Belki çöktüğünün bile farkında değillerdir. “Kanuniler, Fatihler, Beyazıtlar vs. vs.” derler de, Osmanlı’nın niye geri kaldığını, neden çöktüğünü bir türlü anlayamazlar. Bunlar bu kafayla hiçbir yere gidemezler. Oldukları yerde sayıp dururlar, bunu da bir meziyet zannederler.

10 comments:

Fulya said...

Bliyaal,
Ben senin tarih yazilarini cok keyifle okuyorum, dikkatimi cektigi icin Elif'e tesekkur:)
Bliyaal okuyor musun? Oku! diye bir mail atmisti:)
Ben de Fatih'le ya da fetihlerle hatta Osmanli'yla niye ovunur dinci kesim anlamiyordum gercekten. Hacli seferleriyle kimsenin ovundugu yok, ya da karanlik cag ile batida...
Istanbul'un fethi ne kotuymus, tum savaslar kotu ama, kendi askerlerini bile toplamak!!!Zafer tadinda ogretilirdi oysa ki,Cok zormusmus da surlari asmak...
Kisaca cok guzel bir yazi olmus.

Anonymous said...

Dedigim kadar var, degil mi Fulya? ;o)

Zaten o zamanlar, askerin parasi odeniyor ve yagma sozu veriliyordu. Odeme sekli bu. Herhalde asker de, kapi calip, Beyefendi, biz malinizi almaya geldik, lutfen diyecek degil. Aylardir cani cikmis, cani burnunda, zaten vatan, millet, Sakarya degil bu, para icin dovusmek iste.

Bir de, mertlik bozuldu filan derler!

w.elifsavas.com/blog

super hero said...

Tarihi, olayları anlayıp yarına daha iyi hazırlanmak için çok önemli bir araç olarak görmek lazım. Tarihi bir böbürlenme vesilesi yapmak çok saçma elbette.

Ancak olayları olduğu gibi görmeye çalışmak dururken böbürlenme aracı olarak görmek ne kadar saçmaysa, aynı şekilde yermek için kullanmak da saçma. İstanbul'un fethinden sonra şehrin yağmalandığı, insanların katledildiği doğrudur, ama tek kaynak olarak şehri elinden alınanları gösterip, hiç abartmadıklarını varsaymak, sonra da "Türkler canidir" demek çok yanlış bir yaklaşım. Yanlış anlaşılmak istemem, günümüzde, orada olduğu iddia edilen bu zulümlerin onda biri bile olsa bütün dünyanın ayağa kalkması kadar doğal bir şey olamaz, hatta bu bir insanlık görevidir, ama beş yüz küsur yıl önce olmuş olayları bugünkü değer yargılarına göre değerlendirmeye çalışmak, sonra da tarihimizi (bakın, tarihimizi diyorum, Osmanlı'yı değil) olduğundan daha küçükmüş gibi algılamak da bir o kadar yanlış.

bliyaal said...

Övgün için çok teşekkürler Fulya. Bana referans olduğun için sana da çok teşekkür ederim Elif :) Fırsat buldukça, elimdekilerden bulabildiğim kadarıyla bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Aslında tarihçi değil, iktisatçıyım. Ama bizim bölümdeki hocaların ezici çoğunluğu Osmanlı üzerine çalıştığı için, ben de ister istemez Osmanlı hakkında okuma yapıyorum. Yeterlilik sınavına hazırlanacağım diye bu aralar Osmanlı okumalarına ayrıca bir ağırlık verdim. Normalde Osmanlı üzerine okumayı seviyorum. Kızdığım şey bunu zorla yapmak. Bölümdeki bazı “Osmanlıcı” hocalara da kızıyorum. Neyse ki, tez danışmanım olan hoca bu konularda tanınmış biri ve gayet açık fikirli. “Bu tür meselelerde soğukkanlı olmak lazım” der hep. Biz de oradan kurtarıyoruz.

Super hero; Dikkat edersen, olayları bugünün yargılarıyla değerlendirmekten ziyade, o olayları değerlendirenlerin tavrını eleştiriyorum. Erdoğan Aydın’dan da bu yüzden alıntı yaptım. Kaldı ki, “Türkler canidir” tarzı bir şey de söylemiyorum. Mesele Osmanlı’yı küçültmek değil, onu her yönüyle öğrenmek. Bizim mukaddesatçı kesim Osmanlı’nın sadece iyi yönlerini alıyor ve bununla bir nevi “Osmanlı milliyetçiliği” yapıyor. Tarihimizden dersler çıkaracağımıza, onu eziklik kompleksi içinde bir böbürlenme aracı yapıyoruz. Geçmişe öykünmekten, geleceğimize bakmıyoruz. Bu açıdan, eleştirel ve nesnel olan bir tarih yazıcılığı en çok ihtiyaç duyduğumuz şeydir.

Anonymous said...

Bizim mukaddesatçı kesim Osmanlı’nın sadece iyi yönlerini alıyor ve bununla bir nevi “Osmanlı milliyetçiliği” yapıyor.

Bir kismi herhalde, evet. Rant var o iste, o tarafini da dusunmek lazim. Ben bunu biraz mukaddesatcilarin ahlaksizlasmasi olarak goruyorum. Neticede bir ayrisma olur hem temiz ahlak pesinde olup hem sarlatanlara prim veriyor pozisyona dusmekten rahatsiz olan bir kitle ortaya cikip guclenir herhalde diye dusunuyorum. 'Eziliyoruz' soyleminin birlestirici etkisi, AKP iktidari sayesinde azaldikca bunu gorebiliriz belki.

gaykedi said...

yazının en çok şurasını sevdim

"İnsan atalarıyla niye övünür? İnsanlık evrimine katkıları nedeniyle! Gariptir ama, bizim Türk-İslâmcılarımız fetihçilikten dolayı övünüyorlar; bu da yetmiyor, bizi de onlarla birlikte övünmeye zorluyorlar"

evet yaa birde ne güzel demişsiniz osmanlı yok ama "osmanlı milliyetçiliği" halen yaşıyor...

bunun benzeri türkçülerin özellikle son yüz senedir yaptıkları "türk milliyetçiliği" versiyonu da var, tabi bu arada dincilerin de yaptıkları müslümana müslüman propagandasını da unutmamak lazım!

bliyaal said...

Bülent bey, AKP’nin o dediğiniz işi pek yapacağını sanmıyorum. En son şu röportaj meselesinde Abdullah Gül’ün davranışı hiç hoş değildi. Türkiye’de hakiki dindarların bu AKP ve onun yaptıklarını onayladıklarını zannetmiyorum.

Gaykedi; Osmanlı Türk’ü de pek sevmezmiş. Ama bizim milliyetçilerin bundan haberi yok. Dinciler için bu önemli değil, ne de olsa onların “millet” ile işi yok. Bak, Türkmenler Osmanlı’yı nasıl yeriyorlar (Aydın, s. 286):

Şalvarı şaltak Osmanlı
Eyeri kaltak Osmanlı
Eken de yok, biçen de yok
Yemede ortak Osmanlı

Anonymous said...

Bliyaal bey,
Sizin alıntı yaptığınız tarihçilerin de bir anti Osmanlı saplantısı veya Bizans Milliyetçiliği ile hareket etme ihtimali yok mu sizce? Gercek bize öğretilen kadar hoş olmayabilir, ama bu tarihçilerin anlattığı kadar da nahoş değildir belki. Bu açıdan baktınız mı?

Goddess Artemis said...

@ bliyaal:

Elinize sağlık, nefis bir derleme, güzel ve bilgilendirici bir yazı olmuş. Bana bu yazıyı gösteren gaykedi'ye de buradan tekrar teşekkür ederim :o)

Anonymous said...

bence anlatılanlar saçmalık inanmayın bunlara.Bu bilgilerin çoğu saptırılmış düşüncelerdir.Harbiye Askeri Müzesi'ne de giden herkes Haliç'e gerilen zincirlerin kalınlığını görebilir.onları kesmek daha da uzun bir zaman alır.karaya konulan tahtaların o açıyla kırılacağına inanıyorum çünkü eğimli bir yokuş.tahtalar yağlanarak oraya çıkarıldığında ortadan destek almadığı için kırılabilirdi.Ama yinede tarihçiler olarak işiniz onların yaptıklarını kötülemek olduğunu sanmıyorum.tarihçiler bize geçmişi aydınlatmak için lâzımdır.ve bu yazının aydınlatma niteliği olduğu çok saçma bir inanç.