Sunday, September 16, 2007


İSLÂMCI ZIRVALAMASI

Geçtiğimiz günlerde televizyonda kanallar arasında gezinirken, Stv’de bir tartışma programına denk geldim. İsminde “düşünce” kelimesinin geçtiği bir programdı. Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç, Yeni Şafak gazetesinin eski baş yazarı Ahmet Taşgetiren ve adını anımsamadığım bir adam vardı.

Bulaç’ın programda dedikleri beni hem güldürdü hem de “pes billah” dedirtti. Bulaç’a göre son zamanlarda televizyonlarda din ile ilgili birtakım tartışmalar oluyormuş. Bu tartışmalara bazı hocalar falan çıkıyormuş ve dinin çeşitli hükümleri hakkında konuşuyorlarmış. Ama bunlar böyle konuştukça halkın kafası karışıyormuş ve “bu dinde hiç mi kesinlik yok?” diye soruyorlarmış. O yüzden din ile ilgili böyle tartışmaların halk gibi bu işten anlamayan insanların önünde yapılması, halkın karıştırılması doğru değilmiş. Bu işler doğrudan uzmanlarına bırakılmalıymış.

Bulaç doğru söylemiş. Aslında bu gibi tartışmalar hep halktan gizli yapılsın ve halka da “siz bu işlerden anlamazsınız,” densin. Durduk yerde halkı karıştırmanın ne âlemi var? Böylece halk da o hacının, bu hoca efendinin eline kalsın, bu adamlar da onları dini kullanarak güzel güzel sömürsün, değil mi? Böyle mis gibi bir din tezgâhı kurmak varken, bu tekere çomak sokmak olur mu hiç? Sonra Atatürk gibi bir adam çıkar, bu hacı-hoca takımını ve onların tekkelerini, tarikatlarını yasaklar, siz de cahil halktan hacıladığınız avantalarınız gittiği için bu adama bunca yıl boyunca söversiniz.

Hem Bulaç hem de Taşgetiren programa sadece ceket-gömlek giymiş, kravat takmamış hâlde çıkmışlardı. Biliyorsunuz, tipik İslâmcı giyinişidir bu. Zira kravat takmak Batı hayranı Batıcılara, laiklere ve Kemalistlere mahsustur. Bunlar Müslüman oldukları için kravat gibi kefere uydurması şeyleri takmazlar. Bu ikisini böyle görünce beş sene kadar öncesini hatırladım. Bir arkadaş ile birlikte Aksaray taraflarındaydım. Bir caddeden karşıya geçerken köşeden sakallı bir adamın kullandığı son model, otobüs gibi uzun bir Mercedes fırladı ve arkadaş küfür ederek kendini kaldırıma attı. “Ne oldu?” diye sordum. “Arabayı kimin kullandığını gördün mü?” dedi, “Ahmet Taşgetiren.” Vay anasını dedim. Bunlar Batı’ya bir ton laf ederler, Müslüman ayağına yatarlar, ama işlerine gelince de Batı’nın son model arabalarını kullanırlar. Ne oluyormuş demek? Kravat takmak özentilik, ama Mercedes’e binmek caiz!

Perşembe günkü Cumhuriyet gazetesinde Ümit Zileli’nin “Bir Dinci Kalemin Hezeyanları” başlıklı bir yazısı vardı. İlk paragrafta şöyle diyordu Zileli: “Yazıyı birkaç kez dikkatle okudum … İslâmcı düşünür olarak öne sürülen, Zaman gazetesi köşe yazarı Ali Bulaç’ın “Sömürge Olmamak” başlıklı köşe yazısına şaşırmadım, güldüm!” İçimden, “Allah Allah, bu laik adam ne demeye Ali bey gibi muhterem bir şahsa laf ediyor?” deyip yazının devamını okudum. Yazının tamamı şurada: http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/yazar.do?yazino=587349 Benim önemli gördüğüm bölüm ise şurası:

Benim "sömürgeciliğin dolaylı avantajları"ndan kastım, sufilerin dediği "kahırdan doğan lütuf"tur, yoksa Marxist/solun sömürgeciliği utanmazca meşrulaştırması değildir. Marx, Hindistan'daki İngiliz varlığından bahisle, sömürgeciliğin bütünüyle kötü olmadığını söyler. Sol aydınlara göre, sömürgeci alır ve verir. İneği sağarak süt almak isteyen onu besler. Sömürgeciler, ele geçirdikleri ülkelerde yollar yaptılar, imar hareketlerine giriştiler, yeni kurumlar getirdiler, kısaca geleneksel yapıyı parçalayıp değiştirdiler. Bugün "alternatifsiz liberal demokrasi ve radikal küreselleşme" adı altında aslında utanç verici bir biçimde vahşileşmiş kapitalizmi savunanların en çok sol kökenli aydınlardan geliyor olması tesadüfi değildir. Bunların Kurtuluş Savaşı sırasındaki temsilcileri mandacı aydınlardı. Bizim konumuz başka.

Bilindiği üzere 19. yy.dan başlamak üzere 20. yy.ın neredeyse son çeyreğine kadar İslam dünyasının büyük bölümü sömürge oldu. Türkiye ve İran hariç, bu dünyanın yüzde 80'i sömürgecilerin işgali altına girdi. Türkiye ve İran'ın sömürge olmaması, sanıldığının aksine "avantaj" sağlamadı. Her bakımdan değil elbette, bir yönüyle "dezavantaj" oldu. Şöyle ki: Sömürgecilik, tarih ve gelenek ile mevcut-çağdaş durum arasında radikal bir kopuşa yol açarken, Türkiye ve İran'da kurumların misyonu ve yöneticilerin tarihsel kimliği arasında süreklilik korunmuş oldu.

Elhamdülillah, bunca yıllık devrimciyim, “Marksist solun sömürge olmayı meşrulaştırdığını” ilk defa duyuyorum. Hem vahşi kapitalizmi savunanlar da sol kökenli aydınlarmış. Üstelik, sömürge olmanın da birtakım “avantajları” varmış. Tabii, tabii, zaten Ali Bulaç da aslında erkek değil, kadın; esas ismi de “Aliye”. Zileli bunları aktardıktan sonra “Pes!” diyor ve soruyor: “Bu kadar çarpık bir anlayışın neresini düzelteceksiniz?” Geri kalanını Zileli’den aktarmaya devam edeyim:

(…) Ali Bulaç ve onun teknesine binenlere kısa bir tarih dersi vermek gerekiyor, bakalım mandacı ve işbirlikçiler gerçekten sol kökenli miymiş?! ...

Bağımsızlık savaşı veren Kuvvayı Milliyecileri din dışı, hain ilan edip, uşağı Şeyhülislam Dürrizade’nin fetvasıyla idama mahkûm ettiren, Anadolu’yu işgal eden Yunan ordusunu ise “Hilafet Ordusu” olarak selamlayan, kurtuluş sonrası bir İngiliz zırhlısıyla ülkesinden kaçan Vahdettin mi solcuydu?

1918 Kasım’ında Associated Press muhabirine “halifenin egemenliğini tehdit etmeyen herhangi bir manda yönetimini memnuniyetle kabul edeceğini” söyleyen veliaht Abdülmecit mi sol kökenliydi?

İşgalci Yunan hükümetine başvuran, başkanlığını eski şeyhülislamlardan Mustafa Sabri’nin yaptığı Anadolu Cemiyeti, Yunan işgali altındaki Batı Anadolu’da bir “Batı Anadolu Özerk hükümeti” öneriyordu. Yönetimin başında Hıristiyan bir vali bulunacaktı. Bu öneri Yunanistan başbakanı Gunaris’in önüne geldiğinde şu yanıtı vermişti: “Bu hain Türklere ihtiyacımız yok!” Bu cemiyetin başındaki din adamlarının etiketinde solcu mu yazıyordu! …

Edirne Selimiye Camisi’nde, 13 Ağustos 1920’de Yunan genel valisini, Yunan generallerini, Rum metropolitini ağırlayıp, Venezilos’un sağlığı için dua okuyan Müftü Hilmi Efendi mi, yoksa bu haberi veren Te’min gazetesi mi solcuydu?! …

Yunan ordusunun halifenin ordusu sayılması gerektiğini söyleyecek kadar alçalan Teali-yi İslâm (İslâmı Yüceltme) Cemiyeti mi sol kökenliydi?! …

“Alemdar gazetesinde “dünyanın en âdil, en namuslu, en haşmetli devleti” diye yazan Refii Cevat Ulunay mı, kurtuluş hareketini uydurmasyon bir blöf olarak tanımlayıp, “Kuzum Mustafa, sen deli misin?” diye alay eden Refik Halit Karay mı, “fenalığın kaynağı Kuvayı Milliye, ateş olsa cirmi kadar yer yakar” diyen Ali Kemal mi, yoksa başta padişah olmak üzere tümünün üye olduğu “İngiliz Muhipleri Cemiyeti” mi solcu geçmişe sahipti?! …

İşte görüyorsunuz, bizim İslâmcı gericilerimizin geçmişi hep hainlikle dolu. Hoş, şimdi de pek farklı değiller ya! “İslâmcı düşünür” Ali Bulaç iyi ki “düşünüyor”; düşünüyor da bunları söylüyor. Bir de düşünmese kim bilir neler diyecekti? Valla şimdi ben bu adamın ne düşündüğünü bir hayli merak ettim, zira kendisinin düşünme becerisinden yoksun olduğu apaçık meydanda. Belki sadece beyni bulanmıştır Bulaç’ın. Belki onun yerine Amerika düşündüğü için, Bulaç’ı “düşünüyor” zannediyordur bizim İslâmcılar. Belki o yüzden muhterem Fethullah Gülen’in Zaman gazetesinde yazı yazdırıyorlardır. Ne de olsa Fethullah hocamız Amerikan destekli değil mi? Olmaz demeyin, burası Türkiye – insanların en ipe sapa gelmez düşüncelerinin gerçek olduğu ülke.

Zileli, Bulaç’ın tarihi bu şekilde çarpıttığını yazıyor ve “Yazık, İslâmcı düşünürü böyleyse … ” diyor – doğrusu haklı. Gerçekten de, İslâmcılar aralarından düşünen insanlar çıkartmasını beceremediler. Düşünür diye lanse ettikleri adamlar hep başka yerlerden “devşirilmiş” insanlar oldu. Yıllarca devletin örtülü ödeneğinden beslenen, sonunda geçim kapısı sağlamak üzere gericilere sığınan, rakı masasından dönme Necip Fazıl ya da yaşadığı kişisel ızdıraplardan ötürü dinci olan, solculuktan dönme Cemil Meriç gibi adamlar bu İslâmcıların düşünürleri oldu. Ancak belki de İslâmcıların düşünür çıkaramamalarına şaşmamak gerek. Zira onların yerine her şeyi düşünen ve cevaplayan kutsal bir kitap ve Amerika varken, düşünmek gibi insanlara mahsus doğal bir eylemi gerçekleştirmeleri için herhangi bir neden bulunmuyor.

Ali Bulaç böyle zırvalayınca, aklıma bir başka İslâmcının zırvalaması geldi. Bu da Profesör Doktor Ahmet Yüksel Özemre’den geliyor. Özemre bizim dincilerin pek sevdiği derin şahsiyetlerden biri. Zaman zaman panellere katılıyor, televizyonda ve radyoda programlara çıkıyor. Kendisi Galatasaray Lisesi mezunuymuş ve Türkiye’nin ilk atom mühendisi imiş. Çernobil kazası olduğunda da Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun başındaymış. 94-95 yıllarında Moral FM’de “Aklın Yolu İlimdir” adlı programda yapılan sohbetlerin derlenmesinden oluşan bir kitabı var elimde: “Aklın Yolu İlimdir” (İstanbul: Kırkambar Yayınları, 1999). Kitabın “Hoşgörü ve Eşitlik Efsaneleri” başlıklı bölümünde şunları diyor Özemre:

Tıpkı eşitlik (müsâvat) kavramının İslâm-dışı bir kavram olması ve Kuran’da bulunmaması gibi, hoşgörü (müsâmaha) kavramı da Kuran’da, ve tespiti edebildiğim kadarıyla hadislerde de, yer almamaktadır. Her iki kavram da Batı Hıristiyan medeniyetine has paradigmalar, yani “düşünce kalıpları”dır.

Kuran toplumsal hayatın düzenlenmesi konusunda nizam koyucu kavramlar olarak adalet, ihsan, merhamet ve sabır kavramlarını temel olarak almaktadır. (259)

"Eşitlik” bukalemun gibi kılık değiştirici ve zeytinyağ gibi bulaşıcıdır. Bulaştığı yerden söküp atmak hemen hemen imkânsızdır. Bütün ihtilâller, bütün hükümet ve devlet darbeleri hep onun hükmünü geçerli kılmak için yapılır. Her baş kaldırışın, her anarşinin ilham perisidir o!” (s. 261)

(…) Kimisi bir sultan çocuğu olarak doğarken, kimisi de bir kölenin mecburen köle olacak çocuğu olarak dünyaya gelmektedir. Bu durum karşısında, Allah’ın bilfiil bahşetmediği eşitliğin lafzen lütuf ve ihya edilebileceğini sanmak gibi bir serapla insanların kendi kendilerini aldatıp avutmalarındaki garabet ne kadar ibret vericidir!

“Kadın ve erkek eşitliği ise tam bir kuruntudur. Kadın da erkek de morfolojileri bakımında olsun ve kadınların kanunların önündeki çok isabetli ve de İslâmî adalete uygun “imtiyazlı durumu” bakımından olsun asla eşit değillerdir.

“Fırsat eşitliği” de yalnızca bir ütopyadır. Çemişkezek ilkokulunu Milli Eğitim Bakanlığı’nın müfredat programına uygun olarak birincilikle olan bir çocuk ile, İstanbul’da paralı bir ilkokulu birincilikle bitirmiş ve son iki yılını da özel derslerle takviye ederek Anadolu Liseleri giriş sınavına özel olarak hazırlanmış olan bir çocuğun aynı giriş sınavına, aynı sorulara tâbi olmaları zahiren bir fırsat eşitliğidir, ama sınavın ilkokul müfredatı dışından sorular da ihtiva etmesi acaba hangi adayın aleyhinedir? (…)

“İnsanların kanunlar karşısında eşit olduğu da objektif gerçeği yansıtmamaktadır. Bu doğru olsaydı, mesela milletvekillerinin ve öğretim üyelerinin, subayların ve altmış yaşının üstündeki emeklilerin avama nazaran hiçbir imtiyaza sahip olmamaları gerekirdi. Ya da hiç değilse memur, işçi ve Bağ-Kur emeklilerinin aralarında emekli maaşları ve diğer imkanları bakımından hiçbir fark olmaması gerekirdi.” (s. 262-3)

“Eşitlik” Batı medeniyetinin icadı olan bir düşünce kalıbı (paradigma)dır. Türk-İslâm ananesinin “adalet ve ihsan” paradigması yerine Tanzimat’tan beri bu Batı paradigmasının yerleştirilmiş olması ve devletin de vatandaşlarına adalet ve ihsan ile muamele etmek yerine, kendisinin ille de eşitlik çerçevesi içinde muameleye mecbur sayması herkesi git gide tahrik etmiştir. Bunun sonucu olarak, insanlar kendilerinde bulunmayanı eşitlik adına arsızca talep etmeye başlamış ve böyle bir motivasyonla ileri sürülen taleplerin olağanüstü bir yaptırım potansiyeline sahip olduğunu görmekten de büyük zevk almışlardır. O tarihten bugüne kadar Türk toplumunu sarsan, çoğunlukla da basının belirli bir kesiminin coşkuyla desteklemiş olduğu (mesela sayısız hükümet darbeleri gibi) bir sürü fahiş hata ve suç, anarşik başkaldırışlar, terör (yani eşkıyalık) ve (mesela lutilerin durumları, evlilik müessesesinin fuzuliliği ve kadınların ayıplanmaksızın her türlü cinsel özgürlüğe sahip olmaları gibi) daha bir sürü edepsizlik ve fuhşiyat ciddi ciddi hep eşitlik adına meşru gösterilmeye kalkışılmıştır.” (s. 267)

Bir müslüman kendi hevâ ve hevesleri dolayısıyla değil, dininin gereği olduğu için bu olumsuz durumlara karşı cihat etmek zorundadır. İşte bu sebepten dolayıdır ki, bu olumsuz durumlara katlanmak, tolerans (ya da hoşgörü) sahibi olmak İslâmî olmayan bir tutumdur.” (s. 269)

Mahiyeti ve kuralları Kuran’a ve sünnete göre belirlenmiş olan İslâm ahlâkını ve İslâm’ın toplumsal hayat düzenini Batı kökenli, yani İslâm-dışı “eşitlik” ve “hoşgörü” kavramlarını temel alarak yeniden şekillendirmeye tevessül etmek ya da bunun gerekliliğini savunmak İslâm’a tümüyle aykırı bir davranıştır. İdrak ve vicdan sahipleri, İslâm’ı eksik ve çağdışı addeden, ve bu vehmi motivasyonla da, Hıristiyan paradigmalarına göre tağdir ve tağyir etmeyi amaçlayan bu türden sinsi bir modernist ve reformist strateji tezgahını berrak bir biçimde teşhis ve ilan etmek cesaretini göstermelidirler.

Her optik filtrenin, ardındaki fiziki realiteyi tadil ve tağyir ettiği bilinen bir gerçektir. Buna benzer bir şekilde de, Batı kültürüne has “eşitlik” ve “hoşgörü” filtrelerinin ardından İslâm ahlâkının ve İslâm’ın toplumsal hayat düzeninin nasıl göründüğüne bakmak, bu kültürden başka kültür tanımayanlar için elbette ilgi çekici olabilir. Ama Müslümanları ilâhî hüküm ve emirlerine uyarak, Batı’nın zorla empoze etmeye çalıştığı düşünce kalıplarına (paradigmalarına) göre değil, Kuran ve sünnette ifadesini bulan İslâmî kavramlara göre değerlendirme yapmaları hem isabetli hem de hayırlı olurdu. (s. 273)

Hocam, hazır işe başlamışken biraz daha ileri gidip, İslâm’da âdaletin, merhametin, mutluluğun vs.’nin olmadığını falan da söyleseydin bari! Hoş, Özemre açık açık yazmış, ama ben gene de onun dediklerini tamamlayayım: “Siz bizim demokrasi, insan hakları gibi laflar ettiğimiz bakmayın. Biz bunları sadece kendimiz için istiyoruz, yoksa bunlara gerçekten inandığımızdan değil. Hele biz İslâmcılar tam manasıyla yönetimi elimize geçirelim, bizim gibi düşünmeyenlere, bizden olmayanlara hiçbir şekilde hoşgörü göstermeyeceğiz. Topunu bu topraklardan süreceğiz!”

İnsanlar arasındaki eşitsizliği Allah kaynaklı varsayıp, bunu hiçbir şekilde değiştirmememiz ya da değiştirmeye çalışmamamız gerektiğini söylüyor Özemre. Hele verdiği örnekler ne kadar da yanlış! Tam manasıyla konuyu saptırıyor! Sadece kanunlardan ya da birtakım imtiyazlı durumlardan kaynaklanan eşitsizlikleri mutlakmış gibi göstermeye çalışıyor. Üstelik, anladığım kadarıyla, Özemre dolaylı yoldan Aydınlanma’nın tüm kavramlarına da karşı çıkıyor. Eh, ne de olsa İslâmî değil bunlar, öyle değil mi?

Keşke Özemre İngiliz Aydınlaması’nın – Locke, Hume, daha da önemlisi J. S. Mill gibi – kimi yazarlarını okumuş olsaydı. Mill’in “The Subjection of Women” diye bir yazısı vardı. Bir Montesquieu’dan, bir De Tocqeville’den haberdar olsaydı. Belki o zaman ufku genişlerdi de, böyle zırvalara saplanıp kalmazdı. Bu kişilerin önemli eserleri Türkçe’ye de çevrildi hem.

Bizim İslâmcı kesimin kafa yapısını, düşünür diye ortaya atıp durduğu adamları görüyorsunuz işte. Bu kafayla bunlar nereye gider? Sonra da bu adamlar “İslâm dünyası neden çöktü?” diye sorup dururlar. E güzel kardeşim, sizin gibi idraksiz, nasipsiz, zavallı adamlar varken İslâm dünyası çökmesin de ne yapsın? Çökmese ayıp zaten!

3 comments:

Goddess Artemis said...

Radikal ve Siyasi İslam'ın ne mal olduğunu anlatmak için fazla söze gerek yok: ikinci karikatürü anlamak yeterli.

Karikatürdeki batılı; Voltaire'in meşhur sözü "Je hais vos idées, mais je me ferai tuer pour que vous ayez le droit de les exprimer" ["Fikrinizden nefret ediyorum ama onu ifade etme hakkınızı ölümüne savunurum"] derken, karşısındaki Cihadperver Müslüman, cümle içinde geçen "hak" kelimesini duyduğu anda karşısındakinin kellesini uçuruyor. Tabii karikatürde, sözün İngilizce versiyonu kullanıldığından "right" sözcüğüyle bir kelime oyunu yapılmış.

O kadar tipik bir sahne ki, hiç çarpıcı ya da şaşırtıcı değil. Klasik Radikal İslamcı tepkisi.

Açın izleyin onların kanallarını, ya da ulusal kanalların tartışma programlarına katılan "kerameti kendinden menkûl" -geriden- aydınlarının üslup ve tavırlarına bakın. Ellerinde, karikatürdeki Emevî kılıcının olmamasının nedeni yontulmuşluklarından, takiyyeciliklerinden değil; çok şükür ki, şartlara uyma mecburiyetlerindendir.

Voltaire'in anılan özlü sözü, 1700'lü yıllarda, yani Aydınlanma Çağı'nda söylediğini de burada hatırlatmak isterim. Bizde de yıl olmuş 2007, "atom mühendisi" sıfatlı denyolar "eşitsizlik kavramının Tanrı'dan geldiğine ve Tanrı'nın adalet/eşitlik kavramları sorgulanamayacağından, tevekkülle boyun eğilmesi gerektiği"nden bahsediyorlar.

Ben de, geri zekâlı ve terbiyesiz olduğum için şarkı söylüyorum:

"Okumak cahilliğin alır(mı acaba???)
Eşşeklik bâki kalır(kesinlikle!)
Eller ay'a
Biz hâlâ yaya"

bliyaal said...

Özge’cim,

Benim gönlümde yatan “Nasyonal Sosyalist Parti”dir. Ben koltuk peşinde bir adam değilim. Şöyle münasip bir Führer çıksa, memleketin menfaati için elimi taşın altına sokmaya hazırım. Hem ben Ortadoğu sorununu 7-8 atom bombası ile çözmeyi taahhüt ediyorum. Kökten, nihai çözüm yani. Hem hazır oraya birkaç bomba atılmışken, Türkiye’ye de birkaç tane atılsa olmaz mı?

Bak parti dedin, gene daldık hayallere. :))

Anonymous said...

Özemre'nin olağanüstü isabetlilikte analizlerine yer verdiğiniz için teşekkürler,sayenizde biz de bu değerli düşünür ve bilim adamımızdan bir nebze de olsa feyz aldık...