KEMAL TAHİR’İN SON YEMEĞİ
Mete Tunçay’ı bilir misiniz? Hani eskiden solcu iken sonradan Müslüman, daha doğrusu “Fethullahçı” olan, Nurcuların Abant’ta düzenlediği uyduruk toplantıların müdavimi, Bilgi Üniversitesi hocası sakallı tarihçi. Kendisini bir süre önce televizyonda, eskiden milliyetçi (ya da “faşist” mi diyeyim?) iken sonradan muhafazakâr (ya da İslâmcı) olan Taha Akyol’un CNN Türk’teki programında gördüm. Meğersem, Tunçay bu sene 70. yaşını kutluyormuş. Bu vesile ile İletişim Yayınları’ndan “Mete Tunçay’a Armağan” diye bir kitap çıkmış, o yüzden oradaymış.
O zaman aklıma gelmişti, ama sonradan unuttum. Şimdi yine aklıma gelince yazayım dedim. Zamanında Kemal Tahir ile ilgili bir kitap okumuştum (Hulûsi Dosdoğru, “Kemal Tahir”, İstanbul: Tel Yayınları, 1974). Orada anlatıldığına göre, Tahir ölümünden önceki gece önce Mehmet Barlas’ın evinde yemeğe gitmiş. Yemekte Mete Tunçay ve İsmail Cem de varmış. Tunçay durup dururken kendisine laf etmeye başlayınca Tahir fenalaşmış ve evine dönmüş. Zaten bir süre önce kanser teşhisi ile ameliyat olup sol akciğeri alındığı için sağlığı eskisi kadar iyi değilmiş. Ameliyattan sonra meydana gelen kalp yetersizliği yüzünden de aylarca ilaç kullanmış. Maalesef, Tahir o sabah ölmüş. Kitabın yazarı Dosdoğru Tahir’in ölümünden Tunçay’ın sorumlu olduğunu düşünüyor. İlgili yerleri aktarıyorum:
* * *
“Kemal Tahir’in ölüm nedeni, kalbinin arka duvarını kapsayan çok geniş çaptaki enfarktüs krizi idi. Bu öldürücü krizin gazeteci Mehmet Barlas’ın evindeki son yemekli toplantıda başladığı, retrospektif olarak, yani sonradan geriye doğru yapılan hastalıkla ilgili soruşturma ile anlaşıldı.
“Kemal Tahir’in uzun yıllar Anadolu zindanlarında siyasal tutuklu olarak kalmasının etkisi ve sigara tiryakiliği yüzünden, hızlı yokuş ve merdiven çıkmalarından sonra hışıltılı bir solunum darlığı belirtisi gösterdiğini onu yakından tanıyanlar bilir.” (s. 411)
“Sık sık yapılan kontrollerde tek ciğerli kalmasının solunum kapasitesini uzun süre çok daralttığı ve bunun dolaşım sistemi üzerinde yaptığı değişimler mediastinumunun sola itilmiş olması ve alınan akciğerin bıraktığı boşluğu zamanla meydana gelebilecek köpüksü bir yastık dokusunun doldurması beklenirken, bu dokunun bir türlü oluşamaması yüzünden kalbinin bir destekten yoksun kalması, kuşkusuz bütün bu sayılan nedenler, kendisinde ölüme götüren arka duvar enfarktüsünün hazırlanmasında önemli ölçüde rol oynamışlardır. Ama bütün bu sayılanlar yanında, arkadaşımızda o öldürücü enfarktüs krizinin görülmesinde rol oynayan başlıca faktör, Mehmet Barlas’ın evindeki son akşam yemeğinde hiç beklemediği bir zamanda, tanımadığı biri tarafından, çok ağır bir yergi salvosuna tutuluşudur. Oysa Kemal Tahir, geçirdiği ameliyattan bu yana uluorta konuşmaktan hoşlanmadığı kimselerle buluşmaktan kaçınıyor, yakınları ve eşi buna çok dikkat ediyorlardı. Bu son yemek çağrısında da, telefonla ev sahibinden sofrada kendilerinden başka kimlerin bulunacağını sormuştu. O zaman Mehmet Barlas, yemekte bulunacakların Kemal Tahir’in hep tanıdıkları olacağını, yalnız Mete Tunçay’ın kendisini tanımak üzere gelmek istediğini bildirmişti. (…)
“(…) Meğer Mete Tunçay, öteden beri Kemal Tahir’in arkasından veriştirenlerden biriymiş. Mehmet Barlas’ın, Mete Tunçay’ın bu yanını daha önceden bilmemiş olması pek akla yakın gelmedi bize.
“Bilindiği üzere, Kemal Tahir’e gösterilen gizli açık bütün düşmanlıklar, onun batılılaşma konusundaki temel düşünceleri ve kişilerin putlaştırılmasına, Kemalizm’e(!) karşı çıkışındandır. Bu gibiler, uydurma bir dokunulmazlık zırhına da büründüklerinden, karşıt düşüncedekileri vatan-millet düşmanlığı, gericilik, halifecilik, bölücülük ile suçlamaktadırlar. (…)
“Sofrada Kemal Tahir ile tanışır tanışmaz saldırıya geçen ve onu tarihi değiştirmekle suçlayan Mete Tunçay’ın bu çıkışının karşılıksız kaldığını sofrada bulunanlardan birkaçı söylemiş de olsa, ölümünün ertesi günü Mehmet Barlas’ın Cumhuriyet gazetesindeki sütununda arkadaşımız için yazdığı yazıda Kemal Tahir’in bir anti-tez olduğunu ortaya atması, o aralarından ayrıldıktan sonra sofrada kalanların bu konuyu enine boyuna konuştuklarını ortaya koymaktadır. Ayrıca Kemal Tahir’in ölümünden sonra Mehmet Barlas’ın taziyeye geldiği zaman, gece onların arkasından durumu çok merak ettiklerini, gözlerine hiç uyku girmediğini, geç vakitlere kadar oturup konuştuklarını ve sabah karşı da arabaya atlayıp Boğaz’a kadar giderek sıkıntılarını dağıtmak istediklerini söylemesi de, sofrada geçen olayın önemini anlatmaktadır.” (s. 414-5)
“Son yemekte Kemal Tahir’in kendisine yöneltilen söz konusu çıkıştan sonra karşılık vermediği ve fenalık geçirdiğini, sofradan kalktıktan sonra orada bulunanlardan doktor Afşin tarafından yapılan nabzına bakılıp biraz uzanması tavsiye edildiği, arkadaşımızın bu fenalık hissini bir gaz sıkıştırmasına bağlayarak eve gitmek istediği, yolda araba vapuruyla Üsküdar’a geçene kadar uzunca bir süre bekledikleri, fenalığının gittikçe arttığı, en küçük sarsıntılarda karın ağrılarının çoğaldığı, Göztepe’ye evlerine gelince bir kat yukarıdaki dairelerine çıkmayı göze alamayıp alt katta oturan bir dostlarına girdiklerini, orada ıhlamur, karbonat gibi şeylerle bir süre oyalandıklarını, gaz ağrısı sanarak başvurulan her çarenin durumunu büsbütün ağırlaştırdığını, sonunda bir kenara büzülüp kaldığını ve sabaha karşı sıkıntısı dayanılmaz hâle gelince, daha önce reddettiği doktorun çağrılmasını istediğini, gelen hekimin arkadaşımızı kıvrıldığı yerde ölmüş olarak bulduğunu biliyoruz.
“Kemal Tahir kanserler boğuşmadan önceki sağlıklı döneminde böyle saldırılara aldırmaz, hatta düşüncelerini daha da yoğunlaştırma fırsatını kendisine veren saldırganlara teşekkür bile ederdi. Ama “üzerimden silindir geçti,” diye nitelediği bu büyük ameliyattan sonra gerçekte incir çekirdeğini doldurmaz çıkışlarla, olumsuz çatışma ve çekişmelerle boşuna zamanını harcamaktan kaçınıyordu. Son zamanlarda tezgâhında biriken yapıtlarının bir an önce yayınlanması için, içi içine sığmıyordu. Bu yüzden vara yoka sinirlendiği oluyor, uzun konuşmalardan bunalıyordu. Gerçekten de geride, kendisinden başka hiç kimsenin altından kalkamayacağı, yarı hazır durumda sayısız roman taslağı bıraktı. Kim ne derse desin, Kemal Tahir’in vakitsiz olarak dramatik ölümünde son yemeğin ve o yemekte uğradığı suçlama etkisinin büyük olduğuna inanıyoruz. Çıkışın sahibi, bir dost sofrasında ilk olarak tanıdığı bir yazara karşı hiçbir nezaket kuralına girmeyecek biçimde “sizin eserlerinizi toplatmak lazım,” yollu suçlamalara kalkışmış.” (s. 418-9)
* * *
Tahir’in ölümü dolayısıyla İsmail Cem’in Milliyet gazetesinde yazdıklarının bir kısmını aktarayım:
“Bir rastlantı, ölümünden dört-beş saat önce Kemal Tahir ile bizi aynı dost meclisinde bir araya getirdi.
“Yorulmayan Savaşçı, görüşlerini savaşının son saatlerinde de aynı inançla savunuyordu. Fakat sesi biraz kısılmıştı; acılı yılların, bir büyük mücadelenin ve iki yıl önce inanılmaz şekilde üstesinden geldiği amasız hastalığın etkileri, onu yavaş konuşmaya zorluyordu.
“Kemal Tahir’i son gecesinde dinlerken, sözlerinin bir çeşit vasiyet özelliği taşıyacağını nasıl bilebilirdik?
“ “Sizler gençsiniz,” demişti ölümünden önce. “Size şunu belirtmek istiyorum. Hayatım boyunca bir sistem dahilinde düşünmeye çalıştım. Sistemden ayrılmadım. Yazdıklarım bir rastlantının sonucunda değil, sistemli düşüncenin sonucunda bulunmuştur. Bundan ötürü doğrultumda yanlışa düşmedim; olaylar söylediklerimi doğruladı. El yordamıyla değil, bir sistem içinde düşünmelidir insan.”
“ “(…) İnsanlar yanlış yapabilir, ama çok çekmiş insanlar talihlidir bir bakıma. Yanlış yapmaları daha zordur. Benim geçtiğim yollarda kendini tüketen ve benim çektiğim acılardan geçen insanlar doğrulara daha kolay erişebilir. Yazdıklarımı bir gün tarih yargılarsa, bu ilişkiyi mutlaka görecektir. Romanlarımın doğruluğunu ortaya koyacaktır.”
“ “Ben romanlarımda dünü yazdım. Ama romancı dünü yazarken kendi gününü yansıtır bir bakıma. Hatta gelecek için yazar.”
“Ve bu sözlerle noktalamıştı son gecesini Kemal Tahir.
“Ardında, topluma büyük katkısından ötürü Kemal Tahir’e her zaman bir şükran borcu duyacak olan insanlar bırakarak.” (s. 417-8)
* * *
Bir de Kemal Tahir’in notlarından alıntı yapayım (“Çöküntü”, İstanbul: Bağlam yayınları, 1992):
“Aslında okuma-yazma bilmemek cahillik değil, okuma-yazma bilmemektir. Asıl cahillik, iki şeyi ayrı ayrı çok iyi bilenin bunları sırasında yan yana getirememesi, yan yana getirip yeni bir görüşe varamamasıdır.” (s. 85)
“Kim daha ilerisini görürse, o diğerlerine söz geçirir. Akıllı bir insan için asıl övgüler, dostlarının beğenmeleri değil, düşmanlarının diş gıcırtılarıdır.” (s. 103)
“Anadolu’ya gidip yerleşmek meselesi – bütün yarım aydınların son sığınağı budur. Bir çeşit gözü açık görülen düş … Bilgisizlikten gelme bir korkaklık … Hiç Anadolu’ya ölünceye kadar yaşamak için baktınız mı? Hayır, bakmamışsınız! Yürek isterim yürek! Ödünüz kopar. Bütün dayanışma gücünüz, sonunda büyük şehirlerden birisine dönüp yerleşmektir. Büyük şehir dedimse, bunlar iki taneyi aşmaz! Anadolu bizi, Turan masalına iten vicdan sınırımızdır. Gerçeklere karşı gözümüzü kapatan yırtık yırtık perde … Bizi, milletimizi sevmekten alıkoyan cılk yara … Anadolu’ya yerleşeceksiniz, öyle mi? Osmanlı’nın büsbütün karamsarlığa, ölüme benzer umutsuzluğa gırtlağına kadar gömüldüğünü meydana vuran biricik istek budur. Bu bir çeşit kendini öldürmeye karar veriş … Yağma var! Git bakalım, git de bir gör! Bir memleketi yüzyıllardır yüzüstü bırakmak ne demekmiş … Yolsuz, ışıksız diye söylemiyorum. Biz yol yapsak, elektrik santralleri de yükseltsek, insanı değiştirmemekte ayak direriz! En modern tesislerin üstüne geriliği kara bir örtü gibi çekmeye çabalarız. İnsanların cinsel güçlerini, kısacası ruhlarını, çeşitli cinsel hastalıklar çürütür. Gövdelerini sıtma tüketir. Gözlerini trahom oyar! Gidin de görün bakalım! Gaz ışığında 15-20 gün eskimiş bir gazeteyi hecelemek neymiş. Gidin görün bakalım, çevreniz sizi yavaş yavaş nasıl sarıyor. Sizi yavaş yavaş yaşayan ölü hâline nasıl getiriyor. Kömürle zehirlenir gibi, uyanılmaz uykulara nasıl çekip götürüyor. Hiçbir şey yapamadığı, tersine yüzyıllardır düşmanlık ettiği yere yenilmiş olarak gidip barınacağını nasıl düşünebilir adam? Yağma mı var?” (s. 107-8)
“Anadolu’yu yekpare bir millet, yekpare bir vatan hâline getirmedikçe, yani ekonomik-sosyal-toplumsal duygusallık bakımından gerçekten birleştirmedikçe, demokrasi ve genel oylama sonucunda Millet Meclisi’nde toplanan milletvekillerinin – aynı parti içinde de bulunsalar – takım hâlinde, milî görüş ve anlayışla, millî çıkarları kollayarak çalışmaları kolay olmayacaktır.” (s. 110-1)
* * *
İşte böyle! Tunçay’a bakıyorum da, sürekli Zaman ve Yeni Şafak gibi gazetelerde, Samanyolu gibi televizyonlarda boy gösteriyor. Halbuki kendisi önceden Kemalist’miş(!) – “kitapları toplatmaktan” bahsettiğine göre ne olabilirdi ki zaten(!) Şu İslâmcılar aralarından bir türlü düşünür çıkartmayı beceremediler. Nerede uyduruk kıytırık tipler var, onlara yapışıyorlar. Yeter ki, bu adamlar onların sevdiği şeyleri söylesin.
Bu aralar Kemal Tahir’in “Rahmet Yolları Kesti” adlı kitabını okuyorum. Kitap, Yaşar Kemal’in eşkıyalığı öven “İnce Mehmet”inin bir nevi anti-tezi. Sizi bilmem, ama Tahir’den sonra onun tarzında bir tarihî roman yazarı gelmedi. Artık gelir mi, o da bilinmez ya!
Mete Tunçay’ı bilir misiniz? Hani eskiden solcu iken sonradan Müslüman, daha doğrusu “Fethullahçı” olan, Nurcuların Abant’ta düzenlediği uyduruk toplantıların müdavimi, Bilgi Üniversitesi hocası sakallı tarihçi. Kendisini bir süre önce televizyonda, eskiden milliyetçi (ya da “faşist” mi diyeyim?) iken sonradan muhafazakâr (ya da İslâmcı) olan Taha Akyol’un CNN Türk’teki programında gördüm. Meğersem, Tunçay bu sene 70. yaşını kutluyormuş. Bu vesile ile İletişim Yayınları’ndan “Mete Tunçay’a Armağan” diye bir kitap çıkmış, o yüzden oradaymış.
O zaman aklıma gelmişti, ama sonradan unuttum. Şimdi yine aklıma gelince yazayım dedim. Zamanında Kemal Tahir ile ilgili bir kitap okumuştum (Hulûsi Dosdoğru, “Kemal Tahir”, İstanbul: Tel Yayınları, 1974). Orada anlatıldığına göre, Tahir ölümünden önceki gece önce Mehmet Barlas’ın evinde yemeğe gitmiş. Yemekte Mete Tunçay ve İsmail Cem de varmış. Tunçay durup dururken kendisine laf etmeye başlayınca Tahir fenalaşmış ve evine dönmüş. Zaten bir süre önce kanser teşhisi ile ameliyat olup sol akciğeri alındığı için sağlığı eskisi kadar iyi değilmiş. Ameliyattan sonra meydana gelen kalp yetersizliği yüzünden de aylarca ilaç kullanmış. Maalesef, Tahir o sabah ölmüş. Kitabın yazarı Dosdoğru Tahir’in ölümünden Tunçay’ın sorumlu olduğunu düşünüyor. İlgili yerleri aktarıyorum:
* * *
“Kemal Tahir’in ölüm nedeni, kalbinin arka duvarını kapsayan çok geniş çaptaki enfarktüs krizi idi. Bu öldürücü krizin gazeteci Mehmet Barlas’ın evindeki son yemekli toplantıda başladığı, retrospektif olarak, yani sonradan geriye doğru yapılan hastalıkla ilgili soruşturma ile anlaşıldı.
“Kemal Tahir’in uzun yıllar Anadolu zindanlarında siyasal tutuklu olarak kalmasının etkisi ve sigara tiryakiliği yüzünden, hızlı yokuş ve merdiven çıkmalarından sonra hışıltılı bir solunum darlığı belirtisi gösterdiğini onu yakından tanıyanlar bilir.” (s. 411)
“Sık sık yapılan kontrollerde tek ciğerli kalmasının solunum kapasitesini uzun süre çok daralttığı ve bunun dolaşım sistemi üzerinde yaptığı değişimler mediastinumunun sola itilmiş olması ve alınan akciğerin bıraktığı boşluğu zamanla meydana gelebilecek köpüksü bir yastık dokusunun doldurması beklenirken, bu dokunun bir türlü oluşamaması yüzünden kalbinin bir destekten yoksun kalması, kuşkusuz bütün bu sayılan nedenler, kendisinde ölüme götüren arka duvar enfarktüsünün hazırlanmasında önemli ölçüde rol oynamışlardır. Ama bütün bu sayılanlar yanında, arkadaşımızda o öldürücü enfarktüs krizinin görülmesinde rol oynayan başlıca faktör, Mehmet Barlas’ın evindeki son akşam yemeğinde hiç beklemediği bir zamanda, tanımadığı biri tarafından, çok ağır bir yergi salvosuna tutuluşudur. Oysa Kemal Tahir, geçirdiği ameliyattan bu yana uluorta konuşmaktan hoşlanmadığı kimselerle buluşmaktan kaçınıyor, yakınları ve eşi buna çok dikkat ediyorlardı. Bu son yemek çağrısında da, telefonla ev sahibinden sofrada kendilerinden başka kimlerin bulunacağını sormuştu. O zaman Mehmet Barlas, yemekte bulunacakların Kemal Tahir’in hep tanıdıkları olacağını, yalnız Mete Tunçay’ın kendisini tanımak üzere gelmek istediğini bildirmişti. (…)
“(…) Meğer Mete Tunçay, öteden beri Kemal Tahir’in arkasından veriştirenlerden biriymiş. Mehmet Barlas’ın, Mete Tunçay’ın bu yanını daha önceden bilmemiş olması pek akla yakın gelmedi bize.
“Bilindiği üzere, Kemal Tahir’e gösterilen gizli açık bütün düşmanlıklar, onun batılılaşma konusundaki temel düşünceleri ve kişilerin putlaştırılmasına, Kemalizm’e(!) karşı çıkışındandır. Bu gibiler, uydurma bir dokunulmazlık zırhına da büründüklerinden, karşıt düşüncedekileri vatan-millet düşmanlığı, gericilik, halifecilik, bölücülük ile suçlamaktadırlar. (…)
“Sofrada Kemal Tahir ile tanışır tanışmaz saldırıya geçen ve onu tarihi değiştirmekle suçlayan Mete Tunçay’ın bu çıkışının karşılıksız kaldığını sofrada bulunanlardan birkaçı söylemiş de olsa, ölümünün ertesi günü Mehmet Barlas’ın Cumhuriyet gazetesindeki sütununda arkadaşımız için yazdığı yazıda Kemal Tahir’in bir anti-tez olduğunu ortaya atması, o aralarından ayrıldıktan sonra sofrada kalanların bu konuyu enine boyuna konuştuklarını ortaya koymaktadır. Ayrıca Kemal Tahir’in ölümünden sonra Mehmet Barlas’ın taziyeye geldiği zaman, gece onların arkasından durumu çok merak ettiklerini, gözlerine hiç uyku girmediğini, geç vakitlere kadar oturup konuştuklarını ve sabah karşı da arabaya atlayıp Boğaz’a kadar giderek sıkıntılarını dağıtmak istediklerini söylemesi de, sofrada geçen olayın önemini anlatmaktadır.” (s. 414-5)
“Son yemekte Kemal Tahir’in kendisine yöneltilen söz konusu çıkıştan sonra karşılık vermediği ve fenalık geçirdiğini, sofradan kalktıktan sonra orada bulunanlardan doktor Afşin tarafından yapılan nabzına bakılıp biraz uzanması tavsiye edildiği, arkadaşımızın bu fenalık hissini bir gaz sıkıştırmasına bağlayarak eve gitmek istediği, yolda araba vapuruyla Üsküdar’a geçene kadar uzunca bir süre bekledikleri, fenalığının gittikçe arttığı, en küçük sarsıntılarda karın ağrılarının çoğaldığı, Göztepe’ye evlerine gelince bir kat yukarıdaki dairelerine çıkmayı göze alamayıp alt katta oturan bir dostlarına girdiklerini, orada ıhlamur, karbonat gibi şeylerle bir süre oyalandıklarını, gaz ağrısı sanarak başvurulan her çarenin durumunu büsbütün ağırlaştırdığını, sonunda bir kenara büzülüp kaldığını ve sabaha karşı sıkıntısı dayanılmaz hâle gelince, daha önce reddettiği doktorun çağrılmasını istediğini, gelen hekimin arkadaşımızı kıvrıldığı yerde ölmüş olarak bulduğunu biliyoruz.
“Kemal Tahir kanserler boğuşmadan önceki sağlıklı döneminde böyle saldırılara aldırmaz, hatta düşüncelerini daha da yoğunlaştırma fırsatını kendisine veren saldırganlara teşekkür bile ederdi. Ama “üzerimden silindir geçti,” diye nitelediği bu büyük ameliyattan sonra gerçekte incir çekirdeğini doldurmaz çıkışlarla, olumsuz çatışma ve çekişmelerle boşuna zamanını harcamaktan kaçınıyordu. Son zamanlarda tezgâhında biriken yapıtlarının bir an önce yayınlanması için, içi içine sığmıyordu. Bu yüzden vara yoka sinirlendiği oluyor, uzun konuşmalardan bunalıyordu. Gerçekten de geride, kendisinden başka hiç kimsenin altından kalkamayacağı, yarı hazır durumda sayısız roman taslağı bıraktı. Kim ne derse desin, Kemal Tahir’in vakitsiz olarak dramatik ölümünde son yemeğin ve o yemekte uğradığı suçlama etkisinin büyük olduğuna inanıyoruz. Çıkışın sahibi, bir dost sofrasında ilk olarak tanıdığı bir yazara karşı hiçbir nezaket kuralına girmeyecek biçimde “sizin eserlerinizi toplatmak lazım,” yollu suçlamalara kalkışmış.” (s. 418-9)
* * *
Tahir’in ölümü dolayısıyla İsmail Cem’in Milliyet gazetesinde yazdıklarının bir kısmını aktarayım:
“Bir rastlantı, ölümünden dört-beş saat önce Kemal Tahir ile bizi aynı dost meclisinde bir araya getirdi.
“Yorulmayan Savaşçı, görüşlerini savaşının son saatlerinde de aynı inançla savunuyordu. Fakat sesi biraz kısılmıştı; acılı yılların, bir büyük mücadelenin ve iki yıl önce inanılmaz şekilde üstesinden geldiği amasız hastalığın etkileri, onu yavaş konuşmaya zorluyordu.
“Kemal Tahir’i son gecesinde dinlerken, sözlerinin bir çeşit vasiyet özelliği taşıyacağını nasıl bilebilirdik?
“ “Sizler gençsiniz,” demişti ölümünden önce. “Size şunu belirtmek istiyorum. Hayatım boyunca bir sistem dahilinde düşünmeye çalıştım. Sistemden ayrılmadım. Yazdıklarım bir rastlantının sonucunda değil, sistemli düşüncenin sonucunda bulunmuştur. Bundan ötürü doğrultumda yanlışa düşmedim; olaylar söylediklerimi doğruladı. El yordamıyla değil, bir sistem içinde düşünmelidir insan.”
“ “(…) İnsanlar yanlış yapabilir, ama çok çekmiş insanlar talihlidir bir bakıma. Yanlış yapmaları daha zordur. Benim geçtiğim yollarda kendini tüketen ve benim çektiğim acılardan geçen insanlar doğrulara daha kolay erişebilir. Yazdıklarımı bir gün tarih yargılarsa, bu ilişkiyi mutlaka görecektir. Romanlarımın doğruluğunu ortaya koyacaktır.”
“ “Ben romanlarımda dünü yazdım. Ama romancı dünü yazarken kendi gününü yansıtır bir bakıma. Hatta gelecek için yazar.”
“Ve bu sözlerle noktalamıştı son gecesini Kemal Tahir.
“Ardında, topluma büyük katkısından ötürü Kemal Tahir’e her zaman bir şükran borcu duyacak olan insanlar bırakarak.” (s. 417-8)
* * *
Bir de Kemal Tahir’in notlarından alıntı yapayım (“Çöküntü”, İstanbul: Bağlam yayınları, 1992):
“Aslında okuma-yazma bilmemek cahillik değil, okuma-yazma bilmemektir. Asıl cahillik, iki şeyi ayrı ayrı çok iyi bilenin bunları sırasında yan yana getirememesi, yan yana getirip yeni bir görüşe varamamasıdır.” (s. 85)
“Kim daha ilerisini görürse, o diğerlerine söz geçirir. Akıllı bir insan için asıl övgüler, dostlarının beğenmeleri değil, düşmanlarının diş gıcırtılarıdır.” (s. 103)
“Anadolu’ya gidip yerleşmek meselesi – bütün yarım aydınların son sığınağı budur. Bir çeşit gözü açık görülen düş … Bilgisizlikten gelme bir korkaklık … Hiç Anadolu’ya ölünceye kadar yaşamak için baktınız mı? Hayır, bakmamışsınız! Yürek isterim yürek! Ödünüz kopar. Bütün dayanışma gücünüz, sonunda büyük şehirlerden birisine dönüp yerleşmektir. Büyük şehir dedimse, bunlar iki taneyi aşmaz! Anadolu bizi, Turan masalına iten vicdan sınırımızdır. Gerçeklere karşı gözümüzü kapatan yırtık yırtık perde … Bizi, milletimizi sevmekten alıkoyan cılk yara … Anadolu’ya yerleşeceksiniz, öyle mi? Osmanlı’nın büsbütün karamsarlığa, ölüme benzer umutsuzluğa gırtlağına kadar gömüldüğünü meydana vuran biricik istek budur. Bu bir çeşit kendini öldürmeye karar veriş … Yağma var! Git bakalım, git de bir gör! Bir memleketi yüzyıllardır yüzüstü bırakmak ne demekmiş … Yolsuz, ışıksız diye söylemiyorum. Biz yol yapsak, elektrik santralleri de yükseltsek, insanı değiştirmemekte ayak direriz! En modern tesislerin üstüne geriliği kara bir örtü gibi çekmeye çabalarız. İnsanların cinsel güçlerini, kısacası ruhlarını, çeşitli cinsel hastalıklar çürütür. Gövdelerini sıtma tüketir. Gözlerini trahom oyar! Gidin de görün bakalım! Gaz ışığında 15-20 gün eskimiş bir gazeteyi hecelemek neymiş. Gidin görün bakalım, çevreniz sizi yavaş yavaş nasıl sarıyor. Sizi yavaş yavaş yaşayan ölü hâline nasıl getiriyor. Kömürle zehirlenir gibi, uyanılmaz uykulara nasıl çekip götürüyor. Hiçbir şey yapamadığı, tersine yüzyıllardır düşmanlık ettiği yere yenilmiş olarak gidip barınacağını nasıl düşünebilir adam? Yağma mı var?” (s. 107-8)
“Anadolu’yu yekpare bir millet, yekpare bir vatan hâline getirmedikçe, yani ekonomik-sosyal-toplumsal duygusallık bakımından gerçekten birleştirmedikçe, demokrasi ve genel oylama sonucunda Millet Meclisi’nde toplanan milletvekillerinin – aynı parti içinde de bulunsalar – takım hâlinde, milî görüş ve anlayışla, millî çıkarları kollayarak çalışmaları kolay olmayacaktır.” (s. 110-1)
* * *
İşte böyle! Tunçay’a bakıyorum da, sürekli Zaman ve Yeni Şafak gibi gazetelerde, Samanyolu gibi televizyonlarda boy gösteriyor. Halbuki kendisi önceden Kemalist’miş(!) – “kitapları toplatmaktan” bahsettiğine göre ne olabilirdi ki zaten(!) Şu İslâmcılar aralarından bir türlü düşünür çıkartmayı beceremediler. Nerede uyduruk kıytırık tipler var, onlara yapışıyorlar. Yeter ki, bu adamlar onların sevdiği şeyleri söylesin.
Bu aralar Kemal Tahir’in “Rahmet Yolları Kesti” adlı kitabını okuyorum. Kitap, Yaşar Kemal’in eşkıyalığı öven “İnce Mehmet”inin bir nevi anti-tezi. Sizi bilmem, ama Tahir’den sonra onun tarzında bir tarihî roman yazarı gelmedi. Artık gelir mi, o da bilinmez ya!
2 comments:
yazınız bence abartılı yargılarla dolu. çok kolay sonuca varıyorsunuz ve hemen idam fermanını imzalıyorsunuz.
bi kalemde hemen islamcı fetullahçı falan olmalar, tartışarak adam öldürmeler falan...
bence biraz sakin olmalıyız.
Bliyaal,
Mete Tunçay'ı sadece Kemal Tahir'in son yemeğindeki bir tartışmaya bakarak harcamana bir mana veremedim. Tunçay 70'li yıllarda Kemalizme en ciddi eleştirileri getirenlerden biridir. Kemal Tahir'in Anadolu insanını çok iyi tanıması apayrı bir konudur. Mete Tunçay ile aralarındaki tartışmanın Kemalizm ile ilgili olduğunu zannetmem, olsa olsa marksizm üzerine şeylerdir. Mete Tunçay'a uyduruk, kıytırık demeyin sebebini de anlayamadım doğrusu. Bana soracak olursan bırak kıytırığı onun üzerine tarihçimiz var mı desen epey düşünürüm.
Sanki gereksiz yere islamcı ve muhafazakar kesime antipati besliyor, daha da kötüsü bu antipatinin gücüyle analizlerini zedeleyecek önyargılar taşıyorsun gibime geliyor. Sevmemek hatta nefret etmek ayrı, bunların insanın gözünü kör etmesi apayrıdır.
Bu arada, Rahmet Yolları Kesti'nin ardından Yediçınar Yaylası ile başlayan üçlemeyi okumanı öneririm.
Selamlar.
FST
Post a Comment