Londra’daki ev sahiplerim Metty ile Robert bir toplantıya katılmak üzere geçtiğimiz hafta İstanbul’a geldiler. Güya bu yaz ben onları ziyaret edecektim, ama olmadı. O yüzden gelişlerini aniden haber vermeleri hoş bir sürpriz oldu. Onları karşılamak üzere Sabiha Gökçen Havaalanı’na gittim. Akşam trafiği nedeniyle erken çıkmama rağmen havaalanına gitmem yaklaşık 3.5 saatimi aldı. İngiltere’de iken Londra’dan Oxford’a otobüsle yaklaşık 1.5 saatte gitmiştim. Sırf bu trafik yüzünden İstanbul’dan nefret eder hâle geldim. Bana gelmeden önce İstanbul’da metroya ya da trene binmek için ne kadar para lazım olur diye sormuşlardı. Halbuki İstanbul’da bunların ikisi de toplu taşıma kapsamına girmiyor!
Metty değişmemişti, ama Robert saçlarının iyice uzatmış, başına da kovboy tarzı bir şapka geçirmişti. Binadan çıkmaları gecikince görevliler ile konuşup bineceğimiz servisi beklettim. Böylece çıkmalarını görevliler ile birlikte beklemeye başladık. Adamlar Robert’ı o hâli ile görünce bayağı şaşırdılar. Halbuki dış hatlardan çıkan farklı tipteki yolculara alışık olmaları gerekirdi. Serviste tek başına dünyayı gezen, Kihe adında 23 yaşında bir Meksikalı ile tanıştık. O da bizimle birlikte Taksim’e gidiyordu, bir pansiyonda kalacaktı. Yaklaşık 5.5 aydır dolaşıyormuş, üç günlüğüne İstanbul’da kalıp ardından Hindistan üzerinden Tibet’e geçecekmiş. 3.5 ay kadar daha dolaştıktan sonra memleketine dönüp mimarlık masterı yapacakmış. Adama özenmemek elde değildi.
Metty ile Robert ilk defa İstanbul’a geliyorlardı, böylece ertesi günü onları ve Kihe’yi alıp Sultanahmet’e götürdüm. Özellikle Kihe Sultanahmet Camisi’ni görmeyi çok istiyordu, sürekli “Blue Mosque” deyip durdu. Onun öncesinde Kapalıçarşı’da hediyelik eşya alırken sorun yaşadık. Kihe bir dükkâna girip ufacık, parmak kadar bir vazo tarzı eşya için adam ile konuşmaya başladı. Onun peşinden Metty de girip eşyanın fiyatını sorunca adam Metty’e “Tamam, yeter, çıkın dışarı!” diye kabaca cevap verdi. Bunun üzerine Metty adama, “Sen bizi dışarı mı atıyorsun? Şikayet ederim seni,” diye çıkıştı. Böyle olunca adam dükkânı arkadaşına bırakıp sıvışıverdi.
Ardından Ayasofya, Sultanahmet Camisi, Yerebatan dolaştık. Ancak Yerebatan için olan giriş bileti parası beni çok sinirlendirdi. Zira Türkler için 3 lira isterlerken, yabancılardan 10 lira istiyorlardı. Böylesine bir terbiyesizlik, böylesine pis bir soygun olamaz! Adamların işi gücü soygun, talan olmuş. Millet Maliye Bakanı’na özeniyor resmen. Gezmekten yorulunca civardaki kafe tarzı bir yerde oturduk. Robert yorgunluktan hemen divana kıvrılıp kısaca kestirdi. Kihe de daha önce gezdiği yerlerde çizdiği suluboya eskizlerini bize gösterdi.
Otururken bir ara Metty ile Robert türban yasağının kalkması üzerine tartıştılar. Metty bu yasağın kalmasını iyi karşılamıyor, bu işin bir gerileme olduğunu söylüyor, Robert ise buna itiraz ediyordu. Bir ara Robert, “hiçbir memleket geri gitmez,” diye bir söz söyledi. Yani bir memleket durduk yerde 50 veya 100 sene gerilemezdi. Önce itiraz edecek gibi oldum, ama kısıtlı vaktimizi tartışma ile geçirmek istemediğimden bir şey demedim. Robert olanları kendi Avrupa merkezli görüş açısı ile yorumluyordu. Danimarka’da yayınlanan peygamber karikatürleri yüzünden olanlardan bahsettim ve İslâmcıların kendilerinden farklı olan kişilere karşı son derece hoşgörüsüz olduklarını söyledim. Bir şey demedi. Nitekim Londra’da karikatürler yüzünden yapılan gösterilerden haberdardı.
Kihe ise olup bitenlere tamamıyla yabancı idi. Türban yasağından bahsederken bana “Türban nedir?” diye sordu. Ben de ona bazı kadınların saçlarını erkeklere gösterirlerse günaha gireceklerine inandıklarını, bu yüzden saçlarını erkeklerden gizlemek için kafalarına uzunca bir örtü taktıklarını, bunun da türban olduğunu söyledim. Ben anlatırken Kihe’nin gözleri şaşkınlıkla açıldı; anladığım kadarıyla saçların erkekler tarafından görülünce günaha girileceği fikri ona bir hayli “fantastik” gelmişti. Biz konu hakkında konuşurken bir şey demedi. Böylesi bir durum ile hayatında ilk defa karşılaştığı aşikârdı.
Çarşamba günü Eminönü’nde idik. Metty balık-ekmek yemeyi çok istediğinden, günü orada bulduğumuz bir yerde oturup sohbet ederek geçirdik. Öncesinde Dolmabahçe Sarayı’na gidip Atatürk’ün öldüğü yeri görelim dedik, ancak sarayın her bölümü için ayrı ayrı para, üstelik de en az 10 lira istediklerinden vazgeçtik. Zira bu tam manasıyla bir soygundu! Kabaca 50-60 lira ödememiz gerekiyordu – her yeri vurgunculuk ve kazıkçılık sarmış. Onun yerine kısa bir boğaz turu yaptık. Dönüşte Eminönü’ye gitmek için bindiğimiz vapurda tam karşımızda 20-22 yaşlarında bir genç oturuyordu. Yolculuk boyunca durmadan bize, özellikle de Robert’a baktı. Öyle yan yan ya da göz ucuyla da değil; resmen televizyon seyreder gibi uzun uzun bizi izledi. İnsan bu kadar mı görgüsüz olur!
Gezdiğimiz süre boyunca beni en fazla rahatsız eden şey, satıcıların ve dükkân sahiplerinin sürekli peşimizden gelip bizi resmen taciz etmeleriydi. Kapalıçarşı’ya girerken Robert’ı önce kadın zannettiler. İçerde satıcılardan biri de ona “Mr. Cowboy” diye seslendi. Yolda yürürken Metty ile konuşa konuşa önden gidiyorduk, bir ara geri dönüp arkamıza baktığımızda Kihe ile Robert’ın iki ayakkabı boyacısı tarafından köşeye sıkıştırılıp zorla ayakkabılarının boyandığını gördük. Adamlardan biri elini açıp “yardım, yardım,” demeye başladı. İkisini de adamların ellerinden kurtarıp, “sakın yolda böyle şeyler için durmayın, yürüyüp geçin,” diye tembihledim. Eminönü’nde de oturduğumuz yerde garsonlardan biri gene Robert’ı kadın zannetti. Ben de “Yahu adamın neresi kadına benziyor?" diye söylenmeye başladım, zira 1.90 küsur boyu ve yapılı vücudu ile bir insanın sırf saçları uzun diye kadın zannedilmesi mümkün değildi. “Bu halk bu kadar mı ahmaklaştı?” diye düşünmeden edemedim. Metty kadın meselesi yüzünden Robert ile dalga geçmeye başladı, o da sadece gülümsemekle yetindi. Herhalde Türk olsaydı Kapalıçarşı’daki adamları ve garsonu döver, vapurdaki gence de, “Ne bakıyorsun ulan! Açıkta bir şey mi gördün?” diye çıkışırdı. Doğrusu da buydu zaten! Benzeri sorunlar yaşadığımı daha önce de anlatmıştım.
Sonuç itibariyle Metty ile Robert’ı yeniden görmek çok güzel oldu. Ancak karşılamak kolay, ayrılmak zordu. Metty İstanbul’a hayran kaldı, “Burada yaşamak isterdim,” dedi. Ben de, “Sen hele birkaç ay otur, bir de trafik sıkışıklığını gör, bak nasıl da fikrini değiştirirsin,” dedim. Tabii bir de deprem meselesi var. Bir ara depremden bahsederken Robert bana beklenen büyük deprem için ne gibi önlemlerin alındığını sordu. Ben de “Hiç!” dedim. Aslında bu büyük depremden korkmamak, bunu bir fırsat olarak görmek gerekir diye düşünüyorum. Zira deprem olduğunda, bizi rahatsız eden ve vurgunculuktan başka bir şey düşünmeyen bu ayaktakımının yaşadığı uyduruk kıytırık, kötü yapılmış gecekondu tarzı yerleşim yerleri yerle bir olacak. Böylece bu lümpenler de enkaz altında kalıp ayıklanacak; toprak kirden temizlenecek. Sağ kalanları da özel olarak bu iş için kurulacak “lümpen itlaf birlikleri” hâlleder diyorum. Bakınız, memleketin hâlini düşününce yine hayallere, ütopyalara daldım. Hep söylerim, bir diktatör lazım bize, diktatör!
* * *
Bu arada Goddess-artemis’in önceden haber verdiği mimini de cevaplayayım:
Geçmişe gitseydim: (a) 1800’lerin sonlarına doğru Londra’ya gidip yüce adam Hz. Marx’ı görürdüm. Evine gidip ekonomi-politik tartışmak isterdim (b) 1960’ların sonlarında yine Londra’da olmak isterdim. Jimi Hendrix Finsbury Park’da konserler veriyordu. Bir defa gitmek gerekirdi.
* * *
Alın kardeşim, Mr. Big’in 2001’de çıkan “Actual Size” adlı son albümünden bir parça! 1991’de “Lean Into It” albümleri çıkmıştı, lisedeydim, Türkiye’de çıkar çıkmaz alıp dinledim. Sonra o kadar başarılı, hit çıkaran bir albüm yapamadılar. 2002’de de dağıldılar. Hey gidi günler hey.