Tuesday, July 01, 2008


OSMANLI’DA "İLERLEMEME" DÜŞÜNCESİ

Geçtiğimiz hafta sürekli olarak okul işlerim ile uğraştım. Artık tez yazdığımızdan, bu tezde ne haltlar yediğimi altı ayda bir “tez izleme komitesi” adında bir komiteye rapor olarak verip, komitedeki üç hocadan imza almam gerekiyor. Tabii bu komitenin varlığı sadece kağıt üzerinde, çünkü resmî prosedüre göre komitenin toplanması ve benim de hocaların önünde konuşma yapmam gerekiyor. Ama onun yerine hocaları dolaşıp imza topluyorum, çünkü bizim memlekette işler böyle yürüyor. Hocaları bulabildiğiniz sürece sorun yok, fakat “makamlarına” gelmeyenleri sizin bulmanız lazım.

İşte bu hocalardan biri de benim tez danışmanım. Geçen hafta imza almak için kendisine gittiğimde Osmanlı üzerine biraz sohbet ettik. Nitekim kendisi de bir Osmanlı uzmanı. Esas olarak konuştuğumuz şey, Osmanlı’da neden bilimsel ve düşünsel bir ilerleme olmadığıydı. Söz dönüp dolaşıp Osmanlı’nın kendi sisteminin mükemmelliğine olan inancına geldi. Hocanın dediklerini yanlış hatırlamıyorsam, bu inanç çok erken bir dönemde, 13. veya 14. yüzyıl gibi Osmanlılarda yerleşmişti. Böylece Osmanlılar sistemlerine duydukları güven nedeniyle her iki alanda da bir kısırlığa yakalanmışlardı. Daha da vahimi bunun farkında değillerdi. Bunun üzerine ben de konuyla ilgili bir şeyler karalayayım dedim.

I

Osmanlılar kuruluşlarından itibaren sürekli olarak fetihler yoluyla başarı kazandıkları için, içinde bulundukları düzenin bu başarılarının kaynağı olduğunu ve bu düzeni korudukları müddetçe muzaffer hâlde kalacaklarına inanıyorlardı. Eğer böyle bir düzen elinizde mevcut ise alternatif sistemler hakkında fikir yürütmeye gerek yoktur, zira söz konusu düzen tüm ihtiyaçlarınıza cevap vermektedir. O zaman böyle bir sistemde değişme olduğu takdirde, bu ancak kötü yönde olabilir. Bu düşünceleri maalesef Osmanlıların düşünsel alanda hiçbir ilerleme kaydedememelerine yol açacaktı. Sorun çıktığında dahi sürekli olarak eskiye dönmekten bahsedeceklerdi. Gerisini Mehmet Genç’ten aktarayım. Kendisi bir konuşmasında şöyle diyor (bazı yerlerdeki konuşma aksaklıklarını düzelttim):

Osmanlıların zihin dünyalarında ekonomiye ilişkin tasavvur, en genel anlamıyla, ihtiyaçların karşılanması noktasında toplanıyordu. Devletin ve toplumun bütün katmanlarının ihtiyaçlarını karşılamak, iktisadî faaliyetin hedefi ve meşruiyet temeli idi. Yani kısaca “provizyonist” idiler. Mal ve hizmet üretenler önce kendi ihtiyaçlarını karşılamalı, ondan sonra da kademe kademe tüm toplumun ihtiyaçlarına cevap vermeliydiler. Bu sebepten, Osmanlılar ithalat ve ihracat konusunda çağdaşları olan Batı’nın ve bugünün değerlerine hiç uymayan bir tutum içindeydiler. İthalatı serbest bırakıyor, buna karşılık ihracat üzerinde, bazen yasaklamalara varan ölçüde, sıkı bir kontrol rejimi uyguluyorlardı. Devletin misyonu, bu ekonomi anlayışını sağlayacak kanunları, ilişkileri, kurumları oluşturmaktan ibaretti. Ekonominin sektörleri, ziraat, madencilik, esnaflık ve ticaret alanlarındaki temel düzenlemelerinin hedefi, niteliği bu idi.

Bütün bu karar, ilişki ve kurumlar; teknolojik değişmenin, büyümenin, gelişmenin, yahut en genel ifadesiyle, ilerlemenin hiçbir şekilde söz konusu olmadığı, düşünülmediği ve tabii beklenmediği bir ortamda söz konusuydu. Bu sebepten de, değişmeleri için bir neden yoktu. Daha doğrusu, değişmemeleri idealdi. İlerlemenin kötüden iyiye yahut iyiden çok iyiye doğru olduğu, önü açık, kademeli bir değişme olduğu fikrine de hiçbir şekilde [Osmanlıların] zihinlerinde yer yoktu. Evren hakkındaki temel doktrinlerini, yani dinin yapısında buldukları modeli, sosyo-ekonomik dünyaya da uygulamakta, yansıtmakta tereddüt etmiyorlardı. Yani hakikat, tıpkı dinde olduğu gibi sosyo-ekonomik dünyada da tekti. Buna karşılık yanlışlar sonsuzdu. Yanlışların okyanusunda tek olan hakikati dinde ve doktrinde Allah vahiy yoluyla vermişti. Bir ölçüde o vahye uyarak yerleştirilen gelenek ve tecrübelerle oluşan sistemin unsurlarını da, tıpkı dindeki tek hakikat gibi, sımsıkı muhafaza etmemiz gerekir diye düşünüyorlardı. Buna da kısaca “gelenekçilik” diye isim verebiliriz. Bu tutumun daha sade, anlaşılabilir bir açıklamasını belki organik bir örnekle yapmam mümkündür. İnsan vücudunun sağlığı bir değerdir, ideal bir değerdir. Vücudumuzda kötülüklerden kaynaklanan bir değişme olduğu zaman tek bir amacımız vardır: bu değişmeyi ortadan kaldırmak ve eski sağlıklı hâle dönmek. Sosyo-ekonomik alanda da yapmamız gereken, iyice denenmiş, kanıtlanmış olan kurumları, ilişkileri korumak, sürdürmektir. Değişme olursa, tıpkı hastalıkta olduğu gibi, tekrar eskiye dönmekten başka düşünülecek herhangi bir yön yoktur. Bu tutumu sosyo-ekonomik alandaki karar ve icraatın her safhasında, kağıdın filigranı gibi görmek mümkündür. Kadîm olana, eski olana uygun hareket edilmesini emreden sayısız örnekte bunları görmek mümkündür. Aynı tutumu siyasî kurumlarla ilgili, daha genel düzeyde de sistemle ilgili deneme, risale, rayiha gibi eserlerde 19. yüzyıla kadar görüyoruz ve hep eskiyi yücelten, ondan sapmaları yanlış ve kötü sayan zihnin ürünlerinde de gözlemliyoruz.
(s. 59-60)

Anlaşılacağı üzere Osmanlıların düşüncesinde “gelenekçilik”, toplumsal ve ekonomik dengeleri mümkün olduğu kadar korumak ve değişme eğilimlerini engellemek, eğer bir değişme ortaya çıkarsa eskiye dönmek için değişmeyi ortadan kaldırmak şeklindeydi. Değişme olduğunda geri dönmek istedikleri eski düzeni de Osmanlılar “kadîm” olarak adlandırıyorlardı. Genç’ten devam edelim:

İktisadî hayatın çeşitli alanlarını düzenleyen kuralların ana kaynağı şeriat idi. Ama şeriatın açık bir şekilde düzenlemediği, içine almadığı, herhangi bir çözüm yolu göstermediği ve sonradan ortaya çıkan birçok ilişkiyi düzenleyen başka kurallar da vardı. Padişahların devlet başkanı sıfatıyla çıkardıkları kanunnâme denilen kurallar bunların başında gelir. Bundan başka, mahallî örf ve âdetlerden kaynaklanan düzenlemeler de mevcuttu. Kanunnâmeler ile örf ve âdetler, şeriatın dışında olmakla beraber ona aykırı olmamak şartıyla yürürlüğe girmiş oldukları için, uyulması zorunlu olan kurallardı. Hukukun kaynağı olarak şeriatın ve yetkili dinî otorite tarafından şeraite uygunluğu kabul ve tasdik edilen kanun ve örflerin vücut verdiği bütün bu düzenlemeler manzumesinde, gelenekçilik sıkı bir şekilde riayet edilen bir ilke niteliğindeydi. İktisadî hayatın türlü alanlarında doğan çatışma ve ihtilâfların çözülmesiyle ilgili olarak verilen kararlarda 16. ve 18. yüzyıllar arasında kullanılan deyim, hep aynı formülde olmak üzere “kadîmden ola gelene aykırı iş yapılmaması” şeklindedir. Kadîm olan nedir sorusuna bir kanunnâmede “kadîm odur ki, onun öncesini kimse hatırlamaz” diye verilen cevap, gelenekçiliğin ilke olarak ne ölçüde ve nitelikte yerleşmiş olduğunu gösteren en veciz ifadedir. (s. 63-4)

Genç konuşmasında din hakkında da kısaca bir şeyler söylüyor:

Osmanlı düzeninde İslâm’ın tasavvuf yanı benimsendiği için gelişme yollarının tıkanmış olduğu tezine ekleyeceğim şudur: Osmanlılar müslümandılar, kendilerince ve kendilerine göre müslümandılar. (…) Amaçları, ahiret ile dünya arasında, din ve devlet arasında çağın koşullarına uygun, ahenkli ve dengeyi gözeten bir düzen oluşturmaktı. Bunu yaparken oluşturdukları yolu tasavvufî olarak nitelendirmek mümkündür. Kurdukları düzenin bu sebepten ilerleme yollarını tıkadığını söylemek de mümkündür. Ancak bu eksik bir söylemdir; gerilemenin yollarını aynı derecede tıkayan bir düzenin de olduğunu eklemek gerekir diye düşünüyorum. (s. 77)

Genç’in son cümlesine katılmak mümkün değil. Bu cümle açıkçası önceki cümlenin dinle ilişkili olumsuz etkisini hafifletmek için söylenmiş. Kaldı ki, ilerlemeyi engelleyen sistemin karşısında aynı derecede gerilemeyi de engelleyen bir sistem olsaydı, Osmanlı’nın durumu değişmezdi. Elimizde sadece birbiriyle çatışan iki farklı güç olurdu. Zira önemli olan “ilerleme” fikrinin ağır basmasıdır. Nitekim Osmanlı’da 18. yüzyılın sonunda başlayan reform denemelerine kadar olan tüm “ıslahat” denemeleri hep eskiye yöneliktir. Bu gelenekçilik düşüncesi ancak 19. yüzyılın ilk yarısında terk edilmiştir – yani iş işten geçtikten sonra.

II

İkinci olarak ekonomiye baktığımızda durum şöyle:

Osmanlılar ticaret ve sanayi faaliyetlerine karşı sürekli olarak kuşku beslemişlerdi, çünkü ekonomik güç aynı zamanda siyasî güç demektir. Devletin dışındaki siyasî güç de tahtın mutlak gücünün tehlikeye girmesi demektir. Bu nedenle Osmanlı Devleti reayanın, yani halkın ticarî ve sınaî faaliyetlerini sürekli olarak denetlemiş ve bunları çoğunlukla tahta siyasî rakip olma imkânları bulunmayan gayri-müslimlere bırakmıştır. Bu ekonomi-siyaset anlayışına ve yukarıda bahsettiğim gelenekçiliğe uygun olarak, toplumun örgütlenmesi de her bireyi uygun yerde tutacak biçimde idi. Örneğin Avrupa toplumlarında toplumsal sınıflar devletin yapısını belirlerken, Osmanlı’da devletin kendisi sınıfsal yapıyı belirliyordu.

Tüm ekonomik düzen tarımdan elde edilen fazla gelirin, yani kırsal kesimin ihtiyaçları karşılandıktan sonra kalan ürünün devlet tarafından alınmasını sağlayacak geleneksel yolların korunmasına yönelmişti. Bu nedenle Osmanlılarda sermaye birikimine yol açabilecek tüm faaliyetler devlet tarafından engellenmiştir. Örnek vermek gerekirse, tüccarlar için meşru olarak kabul edilen kâr oranı %5 ile %15 arasında, çoğunlukla %10 civarındaydı. Bundan daha yüksek düzeyde kâr elde etme eğilimi sıkı ceza tehdidi altında tutularak engelleniyordu. Hâliyle, bu derecede düşük bir kâr oranı ile sermayeyi büyütme ve sanayi sermayesine çevirme imkânı yoktur.

Devletin amacı toplumun geleneksel örgütlenmesinin değişmesini engellemek olunca, Osmanlılar merkantilist bir ekonomi politikası da izlemediler. Bu politika, Avrupalıların sanayi kapitalizmine geçiş öncesinde izledikleri politikadır. Geri kalanını Halil İnalcık’tan aktarayım:

İran devlet geleneğinde ekonomi, yalnızca devlet maliyesini ve dolayısıyla hükümdarın iktidarını güçlendirmenin bir aracı olarak görülürdü. İmparatorluk ekonomisi ve ticaretinin örgütlenmesine yaklaşımında Osmanlı rejimi, öncelikle merkezî hazinede mümkün olduğu kadar çok kıymetli maden (külçe veya para hâlinde altın ve gümüş) biriktirmeyi amaçlıyordu. (…) fiskalizm (gelircilik), “her durumda kamu gelirlerini ekonomi dışı amaçlarla azamiye çıkarma çabasıdır.” Gerçekten de bu, Osmanlı İmparatorluğu’nun temel ilkeleri arasındaydı.

Öte yandan, askerî güç zenginliğin başlıca aracı olarak görüldüğünden, fiskalizmle birlikte askerî emperyalizm İran-Osmanlı fetih devleti anlayışının temelini oluşturuyor, Osmanlı fetih ve imparatorluk inşası sürecinin dinamikleri bu iki kavramın içeriğinden kaynaklanıyordu.
(s. 81)

Buna karşılık, batılı merkantilist hükümetleri Osmanlı Devlet’inden farklı kılan şey, Avrupa devletlerinin zenginlik-güç-zenginlik denkleminde sanayi ve manifaktüre büyük ağırlık tanıması, böylece tüccar sınıfının ve merkantilizmin toplumda önderlik konumuna yerleşmesiydi. Başka bir deyişle Batı, kapitalist bir sistem altında biteviye genişleyen sanayi ve pazar aracılığıyla gelişen bir ulusal zenginlik ekonomisine doğru yol alırken, Osmanlılar fetihle toprak kazanmayı vurgulayan bir imparatorluk politikasına bağlı kalıyorlar ve manifaktür alanında lonca sistemine, toprak tasarrufu ve tarım alanında mîrî devlet kontrolü yöntemine önem veriyorlardı. (s. 82)

Doğulular, siyasal iktidarın, hükümdarın merkezî imparatorluk hazinesinde ne kadar altın ve gümüş biriktirebildiğine bağlı olduğunu; dolayısıyla vergi yükümlülerinin zenginleşip o hazineyi besleyecek duruma gelebilmeleri amacıyla korunmaları gerektiğini kabul ediyorlardı. Ne var ki merkantilistler buna yeni bir fikir ekleyerek, altın ve gümüş birikiminin yerli sanayilerde ve ihracatta sürekli bir büyümeyle sağlanacak elverişli bir ticaret dengesine bağlı olduğunu öne sürdüler. İşte bu fikir Batı’yı özellikle 18. yüzyılda Doğu ekonomilerinden farklılaşmaya, sanayi devrimine ve serbest piyasa ekonomisine götürdü. (s. 86)

Osmanlılar, Batı merkantilizmi gibi, bütünlüğü içinde ülke ekonomisini sistematik olarak düzenlemeyi öngören bir ekonomik doktrine hiçbir zaman ulaşamamışlardı. Ödemeler dengesi, sanayi üretiminin korunması ya da emek-yoğun ürünlerin tarım ürünleriyle değişimi yoluyla emeğin korunması gibi bir ekonomik kaygı olmaksızın, ithalat, pazarda mal bolluğu sağlamak açısından yararlı görülüyordu. Bu zihniyet çerçevesinde Osmanlılar, ticaret imtiyazlarını, yani kapitülasyonları imparatorluk için yararlı saymakta, imparatorluğun çıkarına olduğu gerekçesiyle bu tür imtiyazları merkantilist Avrupa ülkelerine seve seve tanımaktaydılar.

(…) Osmanlılar açısından esas kaygı, daima devletin fiskal (gelirci) çıkarları ile iç pazardaki tüketicilerin korunmasıydı; oysa merkantilist ekonomilerde rekabete dayalı bir uluslararası piyasanın icapları ekonomik düzenlemeleri belirliyordu. Son tahlilde bu uçurum, otoriter bir hükümdarın kontrolündeki bir statü toplumunun sosyal yapısı ile, serbestçe oluşmuş sınıflardan meydana gelen bir yapıya erişmiş ve burjuva sınıfının iktidarı paylaştığı bir sivil toplum arasındaki tezattan doğmakta idi.
(s. 88)

(…) Osmanlılar zenginliği, yeni teknolojiler sayesinde tarımın, çeşitli sanayi ve ticaret gelirlerinin azamiye çıkarılması gibi entansif yöntemlerden değil, fetih yoluyla ilhak edilen topraklardaki yeni vergi kaynaklarından bekliyorlardı. (s. 89)

(…) Osmanlı toplumunda devletin sıkı denetimi ve patrimonyal ilişkileri, vazgeçilmez bir ekonomik bölüşümcülük mekanizması olarak kalmaktadır. İmparatorluk ekonomisi ve maliyesi, esas olarak, devletin toprak mülkiyetini elinde tutması ve başlıca zenginlik kaynağı olan tarımsal üretimi kontrol etmesi olgusuna bağlıydı. (s. 85-6)

III

Osmanlı’nın yukarıda bahsettiğim ekonomik ve toplumsal yapısı bizim “sınıf bilinci” dediğimiz şeyin ortaya çıkmasını engellemiştir. Bu da bizim memlekette niye Cumhuriyet kurulurken devlet eliyle işadamı yetiştirilmeye çalışıldığını anlamaya yeter sanırım. Avrupa devletlerinde bunlar tarihsel gelişme seyri içinde kendiliğinden ortaya çıkarken, bizde ortaya çıkmaları Osmanlı tarafından bilinçli olarak engellendiği için, Cumhuriyet’in ilk yıllarında devletin ekonomiye el atması kaçınılmazdı. Zira Osmanlı'nın mülkiyet yapısı, ne üretim biçimini değiştirme imkânı sağlamış ne de mevcut sınıflar arasında önemli bir farklılaşmaya yol açmıştı. Şunu da eklemek gerekir ki, her ne kadar Cumhuriyet’in ilk yıllarında devlet eliyle sanayileşme politikası uygulanmışsa da, aslında 20’li yıllarda bu işleri özel sektörün yapması beklenmiştir. Dolayısıyla 30'lu yıllarda devletçilik politikasının uygulanma nedeni esas itibariyle özel sektörün yetersiz kalmasıdır.

Öyle görülüyor ki, ilerleme ancak zorunluluktan doğuyor. Eğer mevcut hâlinizden memnunsanız fazla düşünmenize gerek yoktur, çünkü düşünme bir anlama çabasıdır. Her şey yerli yerindeyken anlaşılmayacak ne olabilir ki? Eğer sizin için her şeyi açıklayan yol gösterici bir kitap ya da doktrin varsa, bütün aradığınız cevapları orada bulabilirsiniz, onları sizin aramanıza gerek yoktur. Maalesef bu da araştırma ve öğrenme çabasını engeller. Cemil Meriç’in ifadesiyle, “Düşünmek bir mücadeledir, bir aczin ifadesidir.” Bizim memleketin hâlini biraz da bu açıdan düşünmek lazım.

* * *

Geçen sene bir yazımda kardeşimin bir arkadaşının nikâhına gittiğini yazmıştım. Kızı nikâhın olduğu gün apar topar tesettüre sokmuşlar ve salona öyle çıkarmışlardı hani. Geçen gün laf açılınca kardeşime kıza ne olduğunu sordum. Dediğine göre kız adamdan boşanmış, hatta yeni bir erkek arkadaş bile bulmuş. Gerçi kardeşim kızın ne zaman boşandığını bilmiyor, ama olayın üzerinden bir sene geçmeden boşanmış. Eh, mutlu son sayılır bu.

9 comments:

Anonymous said...

Ya, Bliyaal, ben bir zaman bir kitap okumustum. Bilmem birsey atlilar gibi bir adi vardi. Ingilizce. Orada, Osmanlilar'in Ispanya'dan kacan Yahudiler'i alarak bilim ve teknolojide nasil ilerleme kaydettikleri ama sonra Yahudiler'i de kendilerine benzettikleri ve ilerlemenin sona erdigini yaziyordu. :oP

Bu ilerleme, ilerlememe isinde acaba Avrupa'nin ticaret icin okyanusa acilma ve bu sebeple teknolojik ve bilimsel atilimlar yapma zorunlulugu yok mu? Sonuc olarak, din min iyi guzel de, gemilerle denize acilinca nasil soyleyeyim, ufku da acilmistir milletin!

www.elifsavas.com/blog

bliyaal said...

Elif,

Yahudiler İstanbul’a yerleştikten sonra banker oldular. O zamanlar bunlara “Galata Bankerleri” deniliyordu – Galata’ya yerleştikleri için. Osmanlı’ya borç verip iyi iş tuttular. Zaten Osmanlı da ticaret tarzı işleri bunlara bırakmıştı. Ama Cumhuriyet kurulduktan sonra hepsi sürüldü – nüfus mübadelesi falan. Ama esas bir Varlık Vergisi var ki 40’lı yıllarda çıkarılan, kalan gayri müslümlerin işini o bitirdi.

Avrupalılar, Osmanlılar Doğu’ya giden ticaret yollarını tuttuğu için denizlere açılıyor. Bunların Amerika’dan getirdikleri değerli madenler Avrupa’da enflasyon yaratıyor, buna tarihçiler “Fiyat Devrimi” diyor. Bu enflasyon da Osmanlı’ya sıçrıyor ve ekonomiyi altüst ediyor. Nitekim sonrasında Osmanlı yavaş yavaş çöküş dönemine giriyor. Avrupa ise sanayileşme yoluna giriyor. Böyle bakarsan, gerçekten de Avrupa’nın ufkunun açılması denizlere açılmasıyla başlıyor diyebilirsin.

ekşi iktisat said...

ben sunu anlamiyorum. felsefenin ve hatta medeniyetin dogdugu bir cografyada hukum surup onceki medeniyetlerden haberdar olarak nasil boyle tutucu bir toplumsal duzen surdurulur. nasil olur da bu kultur, kendi icinden, kucuk de olsa, toplumu degisime zorlayacak yenilikci, devrimci aydin bir zumre yetistiremez.

bliyaal said...

Düşünsel anlamdaki geriliğin nedeninden yazıda da bahsettim. Eğer sürekli olarak zaferler kazanıyorsanız, zaten haklı ve doğru olduğunuzu düşünürsünüz. Elinizde her ihtiyaca cevap verdiğini düşündüğünüz bir kitap ve size zaferler getiren bir yönetim biçimi olursa, bu düzeni değiştirmeye gerek kalır mı? Eğer değiştirme gibi bir amacınız yoksa düşünmenize de gerek kalmaz. Bu durumda size göre “değişme” ancak kötü yönde olabilir.

Düşünce ve ilerleme zorunluluktan doğar. Zorlukla karşılaşan insan onu aşmak için düşünür. Oysa muzaffer iken zorlukla karşılaşılır mı? Buna ilaveten, etraftaki şeylerin neden öyle olduğunu anlamaya çalışan insan da düşünür. Eğer şeylerin neden öyle olduğunu söyleyen bir kitap varsa, düşünmeye gerek var mı? Düşünüp anlayan insan bir önceki hâline göre ileriye gitmiş olur. Düşünmeyen de yerinde sayar.

İşte bu yüzden Osmanlı’da ne aydın ne de filozof vardır. 600 senelik bir imparatorluktan tek bir düşünür, filozof, felsefi akım, bilim adamı, bilimsel icat dahi çıkmamış. Düşünsel sefaletin ancak bu kadarı olur.

B5 said...

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Galata evet. Karakoy'e adini verenin de Karai Yahudileri oldugunu okumus, duymustum. Kuyumcularin da bol oldugu...
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Gecen hafta ne oldu biliyor musun Bliyaal? Hayatimda gordugum en buyuk maket magazasini kesfettim. Ucaklardan, kalyonlara, motorlulardan bisikletlere kadar her sey! Ve ilgimi ceken bu isin detaylarinin olmasi idi. Asirlar oncesine ait kalyonlar koleksiyoncular icin bekliyordu. Denizci her ulke vardi (Osmanli nin adi bile yok)... Yani soylemek istedigim gecmise bakinca tek bir koleksiyon parcasi olabilecek bir tasit yok Osmanli'da ve sonrasinda da! Olanlar da mi ithaldi diye dusundum bugun(!)oldugu gibi. Detay belki bu aradigim ama senin soylemeye calistigini hatirlatti...

bliyaal said...

B5,

Bak, bu dediğin ilginç bir şey.

Aslında Osmanlılarda gemicilik o kadar da geri değil. Nitekim Balkanlara yayılma arzuları nedeniyle denizciliğe önem veriyorlar. Özellikle İstanbul’un fethinden sonra Akdeniz yavaş yavaş Osmanlı hâkimiyetine giriyor. Akdeniz’deki ticaret hâkimiyeti yüzünden de sık sık Venedikliler ile kapışıyorlar. Zira sadece Osmanlılar ile Venediklilerde kendi deniz güçlerini kuracak devlet teşkilatı, kereste ve tersane var. Osmanlıların denizde genişlerken öncelikli hedefleri de Venedik üsleri olan Ege ve Akdeniz adaları. İlginçtir, o dönem Osmanlı korsanları bile var. Bunlara “levend reisleri” diyorlar. Ama Cumhuriyet dönemine gelindiğinde Osmanlı gemi sanayisi büyük ölçüde dışa bağımlı hâle gelmiş.

Osmanlı’nın da mavnaları, kadırgaları, yelkenlileri var. Ama gemicilik alanında herhangi bir yenilik yapmışlar mı, bilmiyorum. Denizler vasıtasıyla Doğu’ya giden yeni ticaret yollarını elde etmek isteyen Avrupalılar gibi değil Osmanlı’nın politikası. Ne de olsa kara ticaret yollarını ellerinde tutuyorlar. Üstelik askeri kuvvetleri de kara güçlerine dayanıyor. O yüzden Avrupalıların denizleri kullanmak zorunda olduklarından dolayı yenilik yapmaları doğal sayılmalı.

Acaba o maket mağazasında hiç Venedik kadırgası var mıdır? Belki de maket üreticileri Osmanlı’yı bilmiyorlardır veya sadece belirli gemi türlerine yönelik talep vardır. Ama Osmanlı gemi maketleri gerçekten de hoş olurdu.

B5 said...

Bunu okumak iyi oldu. Cunku Osmanlinin donanimlarinin uretimini kendilerinin yaptigini bilmiyordum. -Bir ihtimal onu da dedigin gibi surekli hem kapisip, hem ticaret ettikleri Venediklilere mi yaptiriyorlardi acaba- diye dusunmustum.

Evet, Venedik kadirgalari vardi magazada. Farkli donemlere ait hepsi de. Ispanyollar da baska bir yerde. Ikinci Dünya savasina kadar uzaniyordu tum tasitlar.

Eger dedigin gibi ise, yani maket ureticilerin Osmanli'ya ait bir seriyi cikarmadigi icin olmamasi, bu benim icin umit verici. Belki ileride yapilir. Boyle dusunmemistim ilk cumlemden oturu.

ps: Anne tarafimdan dedemin dedesinin babasi(?)sanirim bu dedigin levend reislerinden. Evde sadece kavga oldugunda anildigindan pek hos bir iltifat sayilmazdi. Ben de ne kadar arastirmak istesem nereye basvuracagimi bilemezdim. Hala da bilemem cok eski Istanbullularin kayitlari nerededir :(....

bliyaal said...

B5,

Bu levent reislerine “gönüllü resiler” de deniliyor. Bunlar esas itibariyle Cezayir’de bulunuyorlar. Devlet donanması denize açıldığında ona katılıyor, diğer zamanlarda da üslendikleri yerlerde sahil muhazafa görevi yürütüyorlar. Bir de, Osmanlı’nın hâkimiyetindeki yerlere ya da adalara saldırdıkları zaman bunlara “korsan” ya da “harami” adı veriliyor. Ama devletten bağımsız olarak hareket ettikleri zaman bile İslâm hukuku içinde kalıyorlar.

Benim bildiğim kadarıyla eski kayıtlar ancak Osmanlı’nın belgelerinin tutulduğu belirli arşivlerde olur. Bunlar genellikle İstanbul’da oluyor. Ancak bunlardan bir şey çıkmama olasılığı da var. Bir de Osmanlıca bilmek gerekiyor şüphesiz.

Şurada Osmanlı gemileri ile ilgili bir yazı ve resimler var. Üye olunca resimlere bakabiliyorsun.

Bak, şu da ilgini çekebilir: İstanbul’da metro kazıları esnasında tsunami ile yıkılmış bir Bizans limanı buldurlar. İki tane link vereyim: bir - iki

B5 said...

http://www.barbaros.biz/DOWNLOAD.htm

Verdigin linkler sayesinde buraya ulastim ve resimleri dayanamayarak indirdim. Osmanli resimleri kutuphanesi. Aslinda bana bir proje icin fikir bile verdi diyebilirim. Tabii gercelestirebilirsem.

(Evet, evdeki az sayida evrak da -nufus cuzdani vs.-, fotograflarin arkalarindaki yazilar da okuttugumuz kadari ile Osmanlica, ama onlardan oncekiler yok elbet. Ve bu cok merak ettigim korsanin oglu da devlet gorevlisi. Hic birsey degismemis senin anlayacagin dunyada. Arsivlerden belki baba tarafimi bulabilirim. Müze-i Hümayun calisanlari mesela)

Neyse, fazla uzattim, cok cok tesekkurler bilgiler icin!