Wednesday, February 27, 2008


“VELKAM, VELKAM!” (II) – BİR ŞEHİR TURU DAHA

Londra’daki ev sahiplerim Metty ile Robert bir toplantıya katılmak üzere geçtiğimiz hafta İstanbul’a geldiler. Güya bu yaz ben onları ziyaret edecektim, ama olmadı. O yüzden gelişlerini aniden haber vermeleri hoş bir sürpriz oldu. Onları karşılamak üzere Sabiha Gökçen Havaalanı’na gittim. Akşam trafiği nedeniyle erken çıkmama rağmen havaalanına gitmem yaklaşık 3.5 saatimi aldı. İngiltere’de iken Londra’dan Oxford’a otobüsle yaklaşık 1.5 saatte gitmiştim. Sırf bu trafik yüzünden İstanbul’dan nefret eder hâle geldim. Bana gelmeden önce İstanbul’da metroya ya da trene binmek için ne kadar para lazım olur diye sormuşlardı. Halbuki İstanbul’da bunların ikisi de toplu taşıma kapsamına girmiyor!

Metty değişmemişti, ama Robert saçlarının iyice uzatmış, başına da kovboy tarzı bir şapka geçirmişti. Binadan çıkmaları gecikince görevliler ile konuşup bineceğimiz servisi beklettim. Böylece çıkmalarını görevliler ile birlikte beklemeye başladık. Adamlar Robert’ı o hâli ile görünce bayağı şaşırdılar. Halbuki dış hatlardan çıkan farklı tipteki yolculara alışık olmaları gerekirdi. Serviste tek başına dünyayı gezen, Kihe adında 23 yaşında bir Meksikalı ile tanıştık. O da bizimle birlikte Taksim’e gidiyordu, bir pansiyonda kalacaktı. Yaklaşık 5.5 aydır dolaşıyormuş, üç günlüğüne İstanbul’da kalıp ardından Hindistan üzerinden Tibet’e geçecekmiş. 3.5 ay kadar daha dolaştıktan sonra memleketine dönüp mimarlık masterı yapacakmış. Adama özenmemek elde değildi.

Metty ile Robert ilk defa İstanbul’a geliyorlardı, böylece ertesi günü onları ve Kihe’yi alıp Sultanahmet’e götürdüm. Özellikle Kihe Sultanahmet Camisi’ni görmeyi çok istiyordu, sürekli “Blue Mosque” deyip durdu. Onun öncesinde Kapalıçarşı’da hediyelik eşya alırken sorun yaşadık. Kihe bir dükkâna girip ufacık, parmak kadar bir vazo tarzı eşya için adam ile konuşmaya başladı. Onun peşinden Metty de girip eşyanın fiyatını sorunca adam Metty’e “Tamam, yeter, çıkın dışarı!” diye kabaca cevap verdi. Bunun üzerine Metty adama, “Sen bizi dışarı mı atıyorsun? Şikayet ederim seni,” diye çıkıştı. Böyle olunca adam dükkânı arkadaşına bırakıp sıvışıverdi.

Ardından Ayasofya, Sultanahmet Camisi, Yerebatan dolaştık. Ancak Yerebatan için olan giriş bileti parası beni çok sinirlendirdi. Zira Türkler için 3 lira isterlerken, yabancılardan 10 lira istiyorlardı. Böylesine bir terbiyesizlik, böylesine pis bir soygun olamaz! Adamların işi gücü soygun, talan olmuş. Millet Maliye Bakanı’na özeniyor resmen. Gezmekten yorulunca civardaki kafe tarzı bir yerde oturduk. Robert yorgunluktan hemen divana kıvrılıp kısaca kestirdi. Kihe de daha önce gezdiği yerlerde çizdiği suluboya eskizlerini bize gösterdi.

Otururken bir ara Metty ile Robert türban yasağının kalkması üzerine tartıştılar. Metty bu yasağın kalmasını iyi karşılamıyor, bu işin bir gerileme olduğunu söylüyor, Robert ise buna itiraz ediyordu. Bir ara Robert, “hiçbir memleket geri gitmez,” diye bir söz söyledi. Yani bir memleket durduk yerde 50 veya 100 sene gerilemezdi. Önce itiraz edecek gibi oldum, ama kısıtlı vaktimizi tartışma ile geçirmek istemediğimden bir şey demedim. Robert olanları kendi Avrupa merkezli görüş açısı ile yorumluyordu. Danimarka’da yayınlanan peygamber karikatürleri yüzünden olanlardan bahsettim ve İslâmcıların kendilerinden farklı olan kişilere karşı son derece hoşgörüsüz olduklarını söyledim. Bir şey demedi. Nitekim Londra’da karikatürler yüzünden yapılan gösterilerden haberdardı.

Kihe ise olup bitenlere tamamıyla yabancı idi. Türban yasağından bahsederken bana “Türban nedir?” diye sordu. Ben de ona bazı kadınların saçlarını erkeklere gösterirlerse günaha gireceklerine inandıklarını, bu yüzden saçlarını erkeklerden gizlemek için kafalarına uzunca bir örtü taktıklarını, bunun da türban olduğunu söyledim. Ben anlatırken Kihe’nin gözleri şaşkınlıkla açıldı; anladığım kadarıyla saçların erkekler tarafından görülünce günaha girileceği fikri ona bir hayli “fantastik” gelmişti. Biz konu hakkında konuşurken bir şey demedi. Böylesi bir durum ile hayatında ilk defa karşılaştığı aşikârdı.

Çarşamba günü Eminönü’nde idik. Metty balık-ekmek yemeyi çok istediğinden, günü orada bulduğumuz bir yerde oturup sohbet ederek geçirdik. Öncesinde Dolmabahçe Sarayı’na gidip Atatürk’ün öldüğü yeri görelim dedik, ancak sarayın her bölümü için ayrı ayrı para, üstelik de en az 10 lira istediklerinden vazgeçtik. Zira bu tam manasıyla bir soygundu! Kabaca 50-60 lira ödememiz gerekiyordu – her yeri vurgunculuk ve kazıkçılık sarmış. Onun yerine kısa bir boğaz turu yaptık. Dönüşte Eminönü’ye gitmek için bindiğimiz vapurda tam karşımızda 20-22 yaşlarında bir genç oturuyordu. Yolculuk boyunca durmadan bize, özellikle de Robert’a baktı. Öyle yan yan ya da göz ucuyla da değil; resmen televizyon seyreder gibi uzun uzun bizi izledi. İnsan bu kadar mı görgüsüz olur!

Gezdiğimiz süre boyunca beni en fazla rahatsız eden şey, satıcıların ve dükkân sahiplerinin sürekli peşimizden gelip bizi resmen taciz etmeleriydi. Kapalıçarşı’ya girerken Robert’ı önce kadın zannettiler. İçerde satıcılardan biri de ona “Mr. Cowboy” diye seslendi. Yolda yürürken Metty ile konuşa konuşa önden gidiyorduk, bir ara geri dönüp arkamıza baktığımızda Kihe ile Robert’ın iki ayakkabı boyacısı tarafından köşeye sıkıştırılıp zorla ayakkabılarının boyandığını gördük. Adamlardan biri elini açıp “yardım, yardım,” demeye başladı. İkisini de adamların ellerinden kurtarıp, “sakın yolda böyle şeyler için durmayın, yürüyüp geçin,” diye tembihledim. Eminönü’nde de oturduğumuz yerde garsonlardan biri gene Robert’ı kadın zannetti. Ben de “Yahu adamın neresi kadına benziyor?" diye söylenmeye başladım, zira 1.90 küsur boyu ve yapılı vücudu ile bir insanın sırf saçları uzun diye kadın zannedilmesi mümkün değildi. “Bu halk bu kadar mı ahmaklaştı?” diye düşünmeden edemedim. Metty kadın meselesi yüzünden Robert ile dalga geçmeye başladı, o da sadece gülümsemekle yetindi. Herhalde Türk olsaydı Kapalıçarşı’daki adamları ve garsonu döver, vapurdaki gence de, “Ne bakıyorsun ulan! Açıkta bir şey mi gördün?” diye çıkışırdı. Doğrusu da buydu zaten! Benzeri sorunlar yaşadığımı daha önce de anlatmıştım.

Sonuç itibariyle Metty ile Robert’ı yeniden görmek çok güzel oldu. Ancak karşılamak kolay, ayrılmak zordu. Metty İstanbul’a hayran kaldı, “Burada yaşamak isterdim,” dedi. Ben de, “Sen hele birkaç ay otur, bir de trafik sıkışıklığını gör, bak nasıl da fikrini değiştirirsin,” dedim. Tabii bir de deprem meselesi var. Bir ara depremden bahsederken Robert bana beklenen büyük deprem için ne gibi önlemlerin alındığını sordu. Ben de “Hiç!” dedim. Aslında bu büyük depremden korkmamak, bunu bir fırsat olarak görmek gerekir diye düşünüyorum. Zira deprem olduğunda, bizi rahatsız eden ve vurgunculuktan başka bir şey düşünmeyen bu ayaktakımının yaşadığı uyduruk kıytırık, kötü yapılmış gecekondu tarzı yerleşim yerleri yerle bir olacak. Böylece bu lümpenler de enkaz altında kalıp ayıklanacak; toprak kirden temizlenecek. Sağ kalanları da özel olarak bu iş için kurulacak “lümpen itlaf birlikleri” hâlleder diyorum. Bakınız, memleketin hâlini düşününce yine hayallere, ütopyalara daldım. Hep söylerim, bir diktatör lazım bize, diktatör!

* * *

Bu arada Goddess-artemis’in önceden haber verdiği mimini de cevaplayayım:

Geçmişe gitseydim: (a) 1800’lerin sonlarına doğru Londra’ya gidip yüce adam Hz. Marx’ı görürdüm. Evine gidip ekonomi-politik tartışmak isterdim (b) 1960’ların sonlarında yine Londra’da olmak isterdim. Jimi Hendrix Finsbury Park’da konserler veriyordu. Bir defa gitmek gerekirdi.

* * *

Alın kardeşim, Mr. Big’in 2001’de çıkan “Actual Size” adlı son albümünden bir parça! 1991’de “Lean Into It” albümleri çıkmıştı, lisedeydim, Türkiye’de çıkar çıkmaz alıp dinledim. Sonra o kadar başarılı, hit çıkaran bir albüm yapamadılar. 2002’de de dağıldılar. Hey gidi günler hey.

Wednesday, February 13, 2008


KARIŞMAK

Yukarıdaki resmi Gaykedi gönderdi. Resmi görünce önce “Din elden çoktan gitmiş bile, kahrolsun laiklik!” diye yerimden sıçradım, ama ardından “fotomontaj da olabilir,” diyerek soğukkanlılığımı sağlamayı başardım. Valla, bence resimde olanlar resmen zinaya giriyor – bugün parkta böyle, yarın kim bilir nerede ne yapar bunlar, değil mi? Herife baksanıza, açmış bacakları öyle; kız da üstüne abanmış. Töbe töbee! Oysa İran’da olsaydık, din bekçileri bunları dakikasında tutuklar, sonra da zina yaptılar diye yüzer değnek atardı; belki akılları başlarına gelsin diye işkence bile ederlerdi. Kötü mü? Yılanın başını küçükken ezmek lazım. Evli olsalar şüphesiz taşlanarak öldürülürlerdi. Keşke İran da bizim memlekete sınır ötesi operasyon yapsa diyesi geliyor insanın bunları gördükçe.

Peki, bizim Müslüman gençlerimiz niye böyle ahlâksızlıklar yapıyorlar? Çünkü bu memlekette şeytanî bir düzen olan laik rejim var! Bütün fitne fesat işte bu rejimden kaynaklanıyor. Özellikle din işlerinde merkezî otoriter bir denetim olmadığı için, isteyen istediği gibi giyiniyor, isteyen istediği dine inanıyor. Gençler el ele tutuşup sokaklarda geziyor, öpüşüyor, daha da rezili flört ediyor. Millî değerlerimiz ayaklar altına alınıyor. Allah’a şükür AKP geldi de, yavaş yavaş bu düzenin altı oyuluyor. Erdoğan, Gül, Çelik, hatta Unakıtan gibi Müslümanlığından ve ahlâkından kuşku duyulmayan adamlar memleketimizi tedricen İslâmî bir nizama sokacaklar inşallah – amin!

I

Şu örtünme meselesinde Atatürk ne demiş diye merak ettim, kütüphaneden bir-iki kitap indirtip karıştırdım. Sonunda zamanında aldığım bir kitapta bir şeylere rastladım (Sadi Borak, "Atatürk’ün Resmî Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri", İstanbul: Kaynak Yayınları, 1997). Bakın, İzmir’de 2 Şubat 1923 günü halka yaptığı 6 saatlik konuşmada Atatürk neler demiş (ilk cümlede konuşmayı not eden kişiden kaynaklanan bir cümle düşüklüğü var):

Ben sanıyorum ki, bu millete, bu memlekete cümlenizce malum olduğu gibi şuradan buradan gelmiş olan bu kötü âdet – ki ne din, ne ahlâk, ne tabiat bunu kabul eder – ne de Allah emretmiştir. Bu kötü hâlleri Garbin süslü romanlarına süslü bir tarzda geçirenler yine saraylardır. Çünkü saraylar hakikatten yukarıdan aşağıya açık bir kafesle ayrılmış birtakım yaratıklarla dolu idi. Kasabalarda ve şehirlerde ecnebilerin dikkatini çeken önemli manzara ve ifade olunan önemli hâl cümlenizce malumdur ki, daha çok örtünme şekli üzerinde tespit edilmiştir. Bu örtünme şekline bakanlar hüküm veriyorlar ki, kadın evinden başka bir yer görmez ve göremez. Çünkü sokağa çıktığı zaman gözü ve her tarafı kapalı olmaya mahkûmdur. Efendiler, bu örtünme şekli din icabı da değildir. Hatta o kadar değildir ki, meşru da değildir. Din gereği örtünmeyi ifade etmek lazım gelirse, kısaca diyebiliriz ki, kadınların örtünmesi, külfeti mucip olmayacak ve adaba uymayacak şekilde olmamak şartıyla, basit olmalıdır. Bu dediğim ifade ile hâsıl olacak olan örtünme şekli, belki Garp âlemindeki örtünme şeklinden az çok farklı olabilir. Fakat meselenin önemli noktası behemehal uymak da değildir ve böyle bir şey aramaya da mecburiyetimiz yoktur. Yeter ki, örtünme şekli kadını hayattan, faaliyetten ve insanlıktan ayıracak, meşru olmayacak dereceye getirmemiş olsun. (s. 179)

(…) kabul etmek lazımdır ki, bundan sonra bu milleti fetva ile, şu veya bu tefsir ile irticaya sevk edecek insanların bu millet içinde yeri yoktur. Vardır, fakat o da ancak zindanlardır. Ben korkusuz, çekinmeksizin kati olarak ifade ediyorum ki, millî egemenliğin değiştirilmesi ve karıştırılması değil, fakat bir kelimesinin, bir noktasının bile şöyle veya böyle olmasını isteyenler benim gözümde en koyu mürtecidir. Ve böyle adamlara karşı yapılacak şey, bunları parça parça etmektir. (s. 185)

Emin olasınız ki efendiler, bizi, milleti daima kandıranlar, büyük tanıdığımız ve fakat çok küçük olan heriflerdir. (…) orta yerde namustan, şereften, istiklâlden ve hâkimiyetten yüz çevirmeyi gerektiren bir meskenet vardır. Bir alçaklık vardır. Fakat efendiler, bu meskenet ve bu alçaklık, bu necip ve ulvî milletin kalbinde değil, senin kalbinde ve senin habis dimağındadır. (s. 196)

II

Geçen defa yazdığım yazıya ismini vermemekte ısrar eden ve tahminimce Amerika’dan yazan bir kişi sürekli yorumlar yapınca, onun dediklerini yalanlayan iki habere link vermiştim. Bu haberlerin yorumlarda kalmaması için linklerini burada yeniden veriyorum. Haberlerden ilki Irak’taki kadınlara yönelik şiddet eylemleri ile ilgili. Azgelişmiş ve cahil insanların olduğu bir ülkede dinî tahakkümün ne dereceye vardığını gösteren ibretlik bir örnek. İkinci haber de geçen hafta Cuma günü Radikal’de yayınlanmış. Bizdeki üçkağıtçıların din ile ticareti nasıl bir arada götürdüklerini gösteriyor. Yalnız, burada müşteriler küçük çocuklar. Bizim dinciler arada gerçekten çok tiksinç oluyorlar.

Bir haber de BBC’den. Bakın, yeni Papa Roma’da bir üniversiteyi ziyaret etmek isteyince neler olmuş. Haberi okuyunca keşke bizim üniversitelerde de böyle cesaretli insanlar olsa diyor insan – hele şu türban bildirgesi yalakalığının yapıldığı günlerde. Ancak haberin devamı var. Üniversitenin davranışı üzerine Papa’nın destekçileri yürüyüş yapmışlar.

BBC’den bir haber daha. Hatırlarsınız, bir süre önce Danimarka’da peygamber ile ilgili karikatürler yayınlanmış, ardından da kıyamet kopmuştu. Alt tarafı peygambere karikatüristlerin bakış açısını gösteren bir olay, Arap Müslümanların ve arada Türkiye’deki hemcinslerinin düşünce ve ifade özgürlüklerine bakış açısını gösteren bir örneğe dönüşmüştü. Hatta Londra’da ellerinde abuk sabuk sözlerin yazılı olduğu pankartlar taşıyan kişiler yürüyüş bile yapmışlardı. BBC’nin haberine göre, bu karikatüristlerden birine saldırmayı planladığından şüphelenen üç kişi Danimarka’da tutuklanmış. Benim en kızdıklarım işte böyleleri. Kendi ülkelerindeki hoşgörüsüzlük ve nefret ortamını gittikleri yabancı ülkelere de taşıyanlar. Bu hakkı kendilerinde nasıl da görüyorlar, şaşırıyor insan.

Irak deyince, yaz ayında aldığım “The End of Faith” adlı kitabında, Sam Harris'in Irak’taki Şiiler için söyledikleri aklıma geldi.

What was the first thing the millions of Iraqi Shiites thought to do upon their liberation? Flagellate themselves. Blood poured from their scalps and backs as they walked miles of cratered streets and filth-strewn alleys to converge on the holy city Karbala, home to the tomb of Hussein, the gradson of the prophet. Ask yourself whether this was the best use of their time. Their society was in tatters. Fresh water and electricity was scarce. Their schools and hospitals were being looted. And an occupying army was trying to find reasonable people with whom to collaborate to form a civil society. Self-mortification and chanting should have been rather low on their list of priorities. (s. 149)

Olacak şey değil gerçekten. Sivil toplum için de benim de katıldığım şekilde aynen şöyle demiş Harris:

What constitues a civil society? At minimum, it is a place where ideas, of all kinds, can be criticized without the risk of physical violence. If you live in a land where certain things cannot be said about the king, or about an imaginary being, or about certain books, because such utterances carry the penalty of death, torture, or imprisonment, you do not live in a civil society. (s. 150)

Biz de yavaş yavaş tam manasıyla böyle bir toplum olmaya gidiyoruz maalesef.

III

Benim en kızdıklarımdan biri de, bizdeki dincilerin bütün olup bitenler karşısında utanmadan hoşgörüden bahsetmeleri. Dincilerin kullandığı “hoşgörü” lafı aslında sadece bir uydurmacadan ibaret. Dahası, bunların peşinden giden sözde aydınlar da var. Bunlar aydın değiller elbette; sadece iktidardan avanta kapmaya çalışan fırsatçılar. Araya karışan birkaç saftiriği saymaya gerek yok. Bu sözde aydınların kendileri hiçbir şeye inanmadıkları için, her türlü akıl dışı düşünceye karşı kayıtsız kalıyorlar, “başkalarına karışmamalı,” diyorlar. Oysa olması gereken tam tersi; başkalarına kesinlikle karışmalıyız. Başkalarının yanlış düşüncelerine, bize dayatmaya çalıştığı saçma sapan inançlara, bunların çağdışı davranışlarına elbette ki karışmalıyız. Bu “başkalarına karışmamalıyız,” diyenler her nedense küçücük yaştaki kızların konserve kutusu gibi çarşafa sokulmalarına, seçim öncesinde millete rüşvet niyetine bulgur, kömür ve odun dağıtılmasına, din adına işlenen cinayetlere karışmıyorlar. Halbuki bu hoşgörü lafları eden adamların bu olup bitenleri seyretmesi hoşgörü falan değil, düpedüz rezilliktir.

İşte o yüzden “o” başkalarına muhakkak karışmak gerekir. Bunların yaptıklarına göz yummak, aslında sadece bu işleri yapanlara cesaret verir. Böylelerine karşı cephe almalı, bunlarla mücadele etmelidir. Bunlara karşı hiç çekinmeden, açık seçik taraf tutmalıdır. Birileri Müslüman ayağına yatıp milleti kandırıyorsa, köktendincilik ve yobazlık yapıyorsa, kadınlara toplumda yer vermeye yanaşmıyorsa, 1400 yıl öncesinin birtakım arkaik uygulamalarını savunuyorsa, kendi dininden olmayanların boğazını kesiyorsa, asıl amacı demokrasiyi bir araç olarak kullanıp demokrasinin kendisini ortadan kaldırmaksa, biz böylelerine neden demokrasi adına hoşgörü gösterelim? Neden karışmayalım?

Thursday, February 07, 2008


HİKAYEDEN GERÇEĞE

Son birkaç gündür türban meselesini tartışınca aklıma Gani Müjde’nin bir kitabı geldi: “Burası T.ö.rkiye: Peynir Gemisi - 2” (İstanbul: Yılmaz Yayınları, 4. baskı, 1991). 17 sene önce çıktığı için bazı yerleri o günkü “konjonktüre” uygun olarak yazılmış, ama genel olarak güncelliğini kaybetmemiş. Ne de olsa Türkiye’de hiçbir şey değişmez. Sorunlar hâlâ aynı sorunlar, tipler de hâlâ aynı tipler.

I

Kitapta türban ile ilgili bir hikayesi vardı Müjde’nin. Karıştırıp buldum. Aşağıya da yazdım. İsmi “Tesettüre Uygun Tıp Fakültesi” (s. 26-8):

- Sevgili yavrularım. Cezm-i Âlem Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne hoş geldiniz. Burada size ilm-i tababetin ve kâinatın sırlarını öğreteceğiz. Özellikle kızlarımız için söylüyorum; tıbbiyede çekinmek olmaz. Dileyen başına hiç çekinmeden türban takabilir. Şimdi, bu bir erkek kadavrası oluyor. Paltonun üzerinden kolayca görülebileceği gibi, akciğerler şu bölgede bulunuyor.

Mide ise nah şu düğmenin altında.

Bu yamanın olduğu yerin tam altında ise karaciğer bulunuyor. Fakat bizim konumuz bu değil; bugün idrar yolları ile ilgili bir çalışma yapacağız.

- Avvvv, avvvv …

- Hemen celallenmeyin. İdrar yoları ile ilgili çalışma yapacağız dediysek, adamı soyup şeyi üzerinde çalışacağız demedik.

Şimdi nazarî olarak meseleyi ele alırsak, şu burunu şey farz edelim …

- Pipisi.

- Sana sormadık fahişe kılıklı şey! Erkeklerin yanında müsaade almadan konuşmayı sana kim öğretti?

- Ama hocam …

- Sus, sus! Hocalar götürsün seni. Maden konuşacaktın, niye geldin bizim okula? ODTÜ’ye git, İTÜ’ye git.

Ne diyorduk? Burnu pipisi farz ediyorduk, değil mi? Şu burun deliklerinin yer aldığı şişlik kısımları da ne oluyor o hâlde?

- Taşşşak …

- Kahpe! Sana soran oldu mu? Git şu köşede elli kere gül suyu diye bağır.

Şimdi ameliyata geçebiliriz. Hastanın başı kesinlikle kıbleye dönük olmalı.

- Ama oksijen maskesi ve yaşam destek cihazı diğer tarafta kalıyor.

- Sen gülsuyu demeye devam et.

Şimdi burnu hastanın dolmakalemi farz ediyorduk, burun deliklerini de hastanın şeyleri, değil mi?

- Benim kafam iyice karıştı hocam.

- O zaman benden günah gitti. Kızlar arkanızı dönün. Hastanın şeyini şey edecez.

- Biz de bakalım hocam. Bir şey öğrenemiyicez yoksa.

- Öğrenip de naapacaksınız karılar? Sizi fahri doktor yapıcaz zaten. Doktor olup da hastanın orasına burasına bakmak bir ehli namus kadınına yakışır mı? Zinaya girer vallah. Ölü de olsa göz zinasına girer. Doktor falan dinlemem. Mesela ben karıma erkek şeyi seyrettirmem kardeşim. Ya adamınki, af buyuuurun, eşek şeyi kadarsa? Sonra mukayese … Filan … Günah işte ulan! …

- Kadınlar kime gösterecek peki hocam?

- Kadınlar kadın doktora gösterebilir ancak.

- Ya doktor lezbiyense?

- Sen sus zilli! Ne dedi bu?

- Yani sevicilik hocam. Yani kadın kadına … Duymadınız mı hiç?

- Bunları öğrenmek iş değil. Bizim işimiz millî şeylerin ışığında vatanına, dinine, imanına faydalı tabip yetiştirmek.

- Ama hocam, Hipokrat yemini edicez sonuçta. Bakmazsak olmaz.

- Kim demiş? Hipokrat kim oluyor yahu? Allah’ın yemini dururken Hipokrat’ın yemini kaç para eder? Bak, ben size bir yemin metni hazırladım bile. Bundan kelli böyle yemin edeceksiniz.

“Karşı cinsten olan hastalarıma el sürersem;
“Yanında eri olmayan hastalarıma derece sokarsam;
“Allah beni çarpsın, ağzımı burnumu ters döndürsün, zürriyetimi kurutsun.”

- Peki, ya kaba etine iğne yapmak lazım gelirse?

- İğne olmaz. Hastayı uyutmak istiyorsanız benim çoraplarımı koklatın.

- Peki, açık kalp ameliyatında ne yapacağız?

- Haa, şimdi bakınız, kalp ameliyatları uzun sürer. Sabah namazı ile öğle namazı arasında bismillah denilip hastanın içine girilir. Sonra ne yapılır?

- Kalbe inilir.

- Hayır, kâfir! Öğle namazına gidilir. İkindiden sonra ameliyata girilir. Yatsıya kadar hasta iyileşmezse “Allah verdi, Allah aldı,” denilir.

Eveeet, şimdi gelelim bu kadavra üzerindeki tetkiklerimize. Kadavranın donu var, değil mi?

- Evet hocam.

- Bakalım … Aman yarabbi, bu don da ne böyle? Üzerinde dil resmi var. Kenarında da çıngırak.

- Bu donlar yeni moda hocam.

- Çabuk çıkartın şu donu. Kızlar türbanlarınızı ters çevirin. Rezalet bu, rezalet! Ahhh … Ahhh kalbim …

- Hocam! Hocam kendinize geliniz. Hoca hastalandı, çabuk tedavi edelim.

- Çekilin yanımdan! Dokunmayın bana! Ben canımı sokakta bulmadım. Elini süreni yakarım. Houston’a gidip ameliyat olmam lazım.

Beni De Bakey’e emanet ediniz.

Hikaye deyip geçmeyin, başörtüsüne serbest kalacak ya üniversitelerde, yakında duymaya başlarız böyle olayları. Bakalım bunlar olduğunda “başörtüsü savaşçısı” liberal geçinen dümbelekler ne diyecekler? Emin olun, sus pus olacaklardır. İşlerine gelmediğinde hamamböceği gibi saklanmasını iyi bilir bunlar.

II

Kitapta bir tane de şeriat hikayesine rastladım. Onun adı da “Anan Öle Cemiiil … Baban Öle Cemiiil … Yetim Kalasın Cemiiil … ” (s. 10-2):

- Şeriatta çareler tükenmez Behlül.

Bu makama geçene kadar benim nerelerim çatladı, bir bilsen.

Onun için vazifeyi eksiksiz yapmak icap eder.

- Fakat söylediğiniz her söz acayip tepki çekiyor efendim. Biraz dikkat etseniz diyorum. Feministler dün de zurna çalarak sizi protesto etmişler.

- Etsinler Behlül. Yakalayın, zurnalarını alın ve fahişe vesikası bağlayın hepsine.

- Onların vesikası var zaten. Fahişeye tecavüz edene ceza indirimi yapılmıştı ya, işte o zaman hepsi vesika almıştı.

- O zaman vesikalarını dört yıldızlı yapın. Uluslararası master card …

- Aile müsteşarlığı meselesi yüzünden de kocalarını boşamışlardı.

- Ohooo, bütün mermilerini atmışlar yahu. Durun bakalım, daha sırada “Anaya Babaya Saygı Müsteşarlığı”, “Saçı Uzun Aklı Kısa Genel Müdürlüğü”, “Kadın Sığınma Evlerini Osurukla Yıkanlar Daire Başkanlığı”, "Elinin Hamuru İle Erkek İşlerine Karışma Bölge Müdürlüğü” var. Acele etmişler valla …

- Bu fahişe meselesine beyefendi de çok bozulmuş. “Benim kızım iki kere flört ederek evlendi, ne diyor bu adam yahu!” diye sinirlenip Mehmet’in eline cetvelle iki kere vurmuş.

- Olsun. Şeriatta çareler tükenmez. Daha neler yapıcam neler. Ben muhterem Türk ailesini kurda kuşa yem etmem Behlül. Kelaynakları, Karetta Karetta tosbağalarını koruyoruz da, Türk ailesini neden koruma altına almıyoruz? Mesela şu kız-erkek meselesine kesin bir çözüm getirmeyi düşünüyorum. Artık parklarda, bahçelerde öpüşüp koklaşmak yok. Ormanlık alanlara, Yıldız Parkı’na, Emirgan ve Arif Paşa Korusu’na korucular yerleştirelim. Ayrıca Park ve Bahçeler Müdürlüğü’ne bağlı özel timler, ağaç, kütük ve saksağan kılığına girerek 24 saat park ve bahçeler civarında devriye görevi yapsınlar. Ayrıca flört ve fuhuş meselesine karşı Genelkurmay’a bağlı “Kontra-Bakire Örgütü” kurulsun.

- Bekâret meselesi ile baş etmek zor efendim. Kadınlar artık diktiriyorlar.

- Neee? Diktiriyorlar mı? O zaman piyasadan bütün iplik çeşitlerini toplayalım ve iplik satışını karneye bağlayalım.

- Peki efendim.

- Bitmediii … Deniz kenarındaki bankları da artık kaldırıyoruz. Zaten hepsinin üzerinde haram faiz dağıtan bankaların reklamı var. O da yetmiyormuş gibi, gençler bu bankların üzerinde aşna fişne yapıyorlar.

- Bunu niye yapıyoruz efendim? Bu banklarda en fazla yan yana oturabilirler. Ne çıkar ki bundan?

- Höst, rezil! Yan yana otururlarsa ne olur var mı? Ya herifinki çengel gibiyse? Yani soru işareti gibi olanı da vardır elbet. O zaman yandan çarklı olmaz mı? Herkesin şeysi seninki gibi nokta şeklinde değildir herhalde. Ünlem şeklinde olanı var, virgül şeklinde olanı vaaar, iki nokta üst üste olanı vaaar …

- Haklısınız, düşünemedim. Hatta meseleyi toptan çözmek için cumartesi ve pazar günleri sokağa çıkma yasağı ilan edelim, olsun bitsin.

- Doğru ya. Şeriatta çareler tükenmez demedim mi? Sonra sinemalara da bir çekidüzen verelim. Karanlıkta kimin ne yaptığı belli değil. Bundan böyle filmleri aydınlıkta oynatsınlar.

- Yer göstericiler de sinema seyredenleri videoya kaydedip, kimin ne yaptığını incelerler.

- Sonraaa, polis sokaklarda kimlik kontrolü ile birlikte kızlık kontrolü de yapsın.

Evlilik cüzdanı gösteremeyen defolu kızlar vesikaya bağlansın.

- Ya kadın dulsa, yani boşanmışsa?

- Efendim? Ne demek boşanma?

- Yani talak-ı selasiye ile, üç kere boş ol, boş ol, boş ol …

- O zaten fahişedir oğlum. Boş olan kadına bir saniye bile geçirmeden hemen vesika bağlamak lazımdır.

Haaa, şunu da unutmadan kanun teklifi olarak verelim.

Resmî dairelerde yapılacak işlemlerde kadınlardan ikâmet kağıdı, fotoğraf ve kızlık raporu istensin.

Pasaport mu alacan, kızlık raporuuu …

Nüfus kağıdını mı kaybettin, kızlık raporuuu …

Ameliyat mı olacaaan, kızlık raporuuu …

Kızlık raporu mu istiyon, kızlık raporuuu …

- Münasiptir efendim. Başka vesikalanacak kimse var mı?

- Var tabii. Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun’u da yakalayın. Aslı’ya, Şirin’e ve Leyla’ya birer vesika çıkartın.

- Başka?

- Yeter bu kadar. Hadi yürü, kız lisesi dağılıyor. Tetkik ve incelemelerde bulunalım.

Aslında bu hikaye tam manasıyla uydurma sayılmaz. Hatırlayın, birkaç sene önce AKP meclisten “zina yasası” geçirmeye kalkışmıştı. O zaman bunları savunan tipler hiç gıklarını çıkardı mı? Çıkardıysa kaç tanesi çıkardı? Türban bildirgesine imza atanlar neredeydi? O zaman özgürlük yok muydu? Emin olun, o türban bildirgesi bir yalakalık belgesidir.

III

Son olarak Muzaffer İzgü’nün bir hikayesinden kısa bir alıntı yaparak bitirelim (Milliyetçilik Bozgunculuğu, “Orta Direği Yıkan Ayı”, Ankara: Bilgi Yayınevi, 3. baskı, 1985):

Her gittiği yerden kovulmuş. Bizim oturduğumuz kahveden de kovuldu. Kovulur elbette. Şunun şuracığında yeşil yeşil paralar dururken, hizmetçilik, odacılık, kapıcılık, uşaklık, orospuluk, pezevenklik dururken, şu elmalı şekercinin oğlu bücür Pedro’ya da bak, neler söylüyor? Salt kovulmamalı kahvelerden, evlerden. Bununla kalmamalı, ceza da almalı. (s. 29)

Birtakım tipler desteklesinler bunları bakalım. Zamanı gelince onları da kovacaklar.


Saturday, February 02, 2008


İSLÂMCI KAFASI

Geçtiğimiz hafta Tayyip Erdoğan Batı’nın ahlâksızlığını aldık diye saçma sapan bir laf etti. Gerçi bu lafı etmesi Erdoğan gibi kara cahil bir insan için sıradan bir olay sayılabilir. Nitekim Erdoğan kimi zaman kabalığından, yani incelik nedir bilmediğinden, kimi zaman da AKP’ye oy veren yobazlara “biz değişmedik,” mesajları vermek istediğinden, böyle abuk sabuk sözler edebiliyor. Bir nevi tribünlere oynuyor. Ancak iş o kadar basit değil, zira bu laf aslında onun gibilerin ve AKP’ye oy verenlerin kendileri dışında kalan insanlara, kendileri dışındaki dünyaya nasıl baktıklarını gösteriyor.

I

Bu meseleyi biraz açmak için öncelikle bunların kendileri dışındakileri nasıl gördüklerini gösteren bir örnek vereceğim. Bir süreden beri Hürriyet gazetesinde Özdemir İnce, İmam Gazalî’den ve Kuran’ın yanlış tercümelerinden bahsediyor. İnce Gazali’den bahsedince, aklıma Gazali’nin bende olan bir kitabı geldi ("İslâm Ahlâkı", Çev. Âkif Nuri Karcıoğlu, İstanbul: Huzur Yayınevi, 1991). Kitap ilk olarak 1969 yılında yayınlanmış. Bakın kitabın çevirmeni yazdığı önsözde ne diyor:

Nedir şu caddelerde sürünen kadın kılıklı sözde erkekler? Nedir o insanlıktan ayrılmış et külçesi kız bozuntuları?

Bunlar hangi neslin ahfadı? Doksan yaşındaki dedeyi otuz yaşındaki toruna, dokuz yaşındaki torunu da doksan yaşındaki nineye iğrenç nazarlarla baktıran ve baktırtan bir sistemin yetiştirdiği nesli ta kendisi. Başka değil. Meselenin vehameti işte buradan geliyor. Ahlâkî çöküntüyü hazırlayan amillerin başında çürük bir sistemin hegemonyasının bulunması ve bizzat sempatizanları tarafından ahlâksızlığın revaçlandırılması geliyor.

Bir gün gelir de ahlâkî buhranımızın müsebbiplerini yargılayan bir mahkeme kurulacak olursa, ilk önce o sistemin sorumlularını darağacına çekecektir. (…) Yarının Türkiye’sini kuracak nesil, bu projektörlerin ışığı altında her yönden mücehhez olarak yetiştirilecek olan nesildir. İşte biz bu nesli bekliyoruz. Ve bu neslin ilk mayası tutmak üzeredir. (…) Allah’ım sen bize bu nesli çok görme!
(s. 7-8)

Gördünüz mü, işbaşına gelirlerse birtakım kişileri darağacına çekeceklermiş. Gerçi bunlar 1969’da yazılmış, ama bugün geçerli olmadıklarını kim iddia edebilir? Bu zihniyet o zamandan bu yana bir gelişme kat etti mi?

II

Ancak İslâmcıların bu kafaca geri kalmışlığı kimi zaman kendi içlerinde de eleştirilere neden oluyor. Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Ali Murat Güven sonunda dayanamayıp, Said-i Nursî’nin sinemaya gittiğini anlattığı bir yazısında şunları yazmış:

Ortalık parayı erken bulmuş, ama kendisine ceketiyle uygun renkte bir kravat almaktan aciz, ayakkabısına en son boyayı altı ay önce sürmüş, soba borusu gibi pantolonlarla dolaşan bir sürü sözümona “mütedeyyin kıro”dan, “İslâmcı berduş”tan geçilmiyor. Sanata, bilime, estetiğe, kaliteli yazı ve hitabete, kişisel hijyene bütünüyle ilgisiz, tek derdi “cukka yapmak” olan bir sürü adam ve kadın. Yiyemeden göçüp gideceği yastık altı paracıklarından bir dirhemini, hayat yolunun henüz başlarındaki gencecik bir şaire, yazara, ressama, sinemacıya ya da evlenmek için çırpınan birine ver deseniz, on dakika boyunca kalbi sıkışan tiplerdir bunlar. Tıpkı, geçtiğimiz hafta Hilâl TV kısa film yarışmasında ödül kazanan gençleri desteklemek için kendilerinden bir kaç bin lira sponsorluk desteği istediğimizde elleri ayakları birbirine dolaşan o “muhafazakâr” bankanın yöneticisi ya da İstanbul'un kocaman bir ilçesinin “muhafazakâr” belediye başkanı gibi… (Bu yazıda yeri yok diye daha fazla açmıyorum; ama hiç merak etmesinler, hepsinin tek tek canına okuyacağım.)

Sizi, dünyadan ve infaktan bihaber “köylüler” sizi…

Bu rezil durum, bizim ümmet olarak 1000 küsur yılda “Medine kentliliği”nden “Kerbela bedevîliği”ne gerileyişimizin de yürek sızlatan öyküsü aslında...

O yüzden, hâlâ bilimi ve sanatı cömertçe destekleyen, sponsorluk bilinci yerli yerine oturmuş bir “muhafazakâr burjuvazi” sınıfımız yok bizim; o yüzden en alçakgönüllü bir kültürel etkinlikte bile oturacağımız sandalyeyi bize temin edecek üç kuruşluk bir sponsor bulamıyoruz. O yüzden, bazılarının izleme gereğini bile duymadan yerden yere vurduğu “Takvâ” filminde tasvir edilen atmosfer her karesiyle gerçekleri anlatıyor. Para, makam ve kadın üçlüsü bu cepheyi darmadağın etti.

Hayata bir daha gelecek olsam, Üstadıyla Kur'an üzerine tartışıp Ayasofya'da namaz kıldıktan sonra onunla birlikte sinemaya giden Molla Süleyman olmak isterdim. Çünkü bugünün İslâmcılığı, daha doğrusu üzerine türbe yeşili kırışık bir gömlek giymiş olan “taşralı İslâmcılığı” beni artık iyiden iyiye boğuyor.

III

Şimdi bunların ne durumda olduklarına bir üniversite hocasının yazdıklarından örnek verelim. Zamanında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanı olarak görev yapmış olan Hüseyin Atay kitabında bu İslâmcıları şöyle tarif ediyor ("Kuran’a Göre Araştırmalar", Cilt 5, Ankara: kendi basımı, 1995):

İki asırdan beri teknikte ve modern ilimlerde kalkınamamamızın sebeplerini din ve ilim, diğer bir deyişle din ilmi zihniyetinde bulmak istiyorum. 17. asırda çöküşe geçen din ve din ilmi zihniyeti öyle etkili bir şekilde sürüyor ki, sadece iki kutup insanın değil, bütün vatandaşların hareketlerinde, davranış ve fiillerinde açıkça ortaya çıkıyor.

Bu zihniyetin mahiyetini ve amacını iyi teşhis edip belirlemek bir zorunluluk olarak ortada durmaktadır. Bu hususta belirli nitelikleri tespit etmeye çalışalım:

a) Çok düşük seviyede taklitçidir. Taklitte bile maharet göstermeyi önemsemez. Doğu ve Batı taklitçileri aynıdır.

b) İnsana değer vermez. İnsanı köle gibi kullanmaya çalışır. Onun kendisinin yaşadığı hayat tarzının altında bir yaşam sürmesini ister ve her an kendisine muhtaç olmasına dikkat eder. Bu hususta Doğucular ve Batıcılar arasında fark yoktur.

c) Şahsiyet düşmanıdırlar, her sahada bilgiçlik taslarlar ve ukalalık ederler. Başkalarının fazla bilmesine tahammül edemezler, şahsiyetleri incinir.

d) Muhaliflerine azılı düşman muamelesi yapar ve hayat hakkı tanımazlar.

e) Bildikleri şeyleri kaset gibi tekrarlayıp durular. İlmi överler, ama ilim adamına düşmanlık yaparlar.

f) Sözlerinde durmaz ve verdikleri sözleri yerine getirmezler. Sözleri ile işleri çelişiktir.

g) Menfaatlerine göre ahlâklarını, hareket ve davranışlarını ayarlarlar.

h) Kabahatleri hep başkalarına atarlar, beceriksizliklerini hep muhaliflerine yüklerler.

ı) Dinin, milletin, devletin menfaatlerini kendi menfaatleri içinde görürler. Kendilerine ne kadar çok şahsî fayda sağlayacaklarsa, devlet işine o kadar önem verirler.

j) Bunların dindarlıklarına da, dinsizliklerine de güvenilmez.
(s. 33-4)

IV

Son olarak, bunların Batı’ya bakış açıları hakkında kısa bir alıntı yapalım (Tanıl Bora, “Milliyetçi-Muhafazakâr ve İslâmcı Düşünüşte Negatif Batı İmgesi”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce: Modernleşme ve Batıcılık, Cilt 3, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002):

Batı-karşıtlığı, Milliyetçi-Muhafazakâr söylemde, Batı’nın doğrudan doğruya bir tehdit olarak algılanmasında yatar. Rasyonel ya da pragmatist adımlarla değiştirilemeyecek kadar fundamental, varoluşsal bir tehdit sayılır bu; konjonktürel değil, süreğendir. Batı, Müslümanlığa-Türklüğe fıtraten düşmandır. Öncelikle, Batı esas itibariyle Hıristiyan olduğu için böyledir bu. Hıristiyanlığın politik kültürü yahut popüler adıyla Haçlı zihniyeti, zaten İslâmla özdeşleştirdiği Türkleri, Müslümanlığı yok etmeye dönük azamî hedeflerinin önünde en güçlü direnme olarak görmektedir. Sadece emperyalizm değil, modern uygarlığın yayılma dinamiği de, bu tarihsel husumet dinamiğinde yorumlanmalıdır, buna göre. Garplılaşmayı Haçlılığın devamı olarak görmek, bu noktada zor olmayacaktır. (…)

Batılı kültür emperyalizminin yaptığı tahribatın, halkı millî/öz değerlere duyarsızlaştırmasıyla ve yabancı kültür unsurlarını şırınga etmesiyle gerçekleştirdiği düşünülür. Milliyetçi-Muhafazakâr fundamentalizmde yabancı kültür, bizatihi yabancı oluşuyla yanlıştır/zararlıdır. Hususen tanımlanmasına gerek olmadığı varsayıldığı içindir ki, bu kötülüğün/zararlılığın içeriğine ilişkin betimlemeler sınırlıdır. Bu vulger betimlemelerde Batı kültür istilasının esası, her türlü maneviyatı ayaklar altına alan maddeciliğin ve ahlâksızlığın yayılmasıdır.
(s. 254-5)

V

Peki, İslâmcıların bu bakışlarının kaynağı nedir? Niye böyle saplanıp kalmışlardır?

İslâmcılar gerçek “doğrunun” kendilerinde olduğunu, diğer felsefî akımların, ideolojilerin ya da dinlerin kendilerine ait doğrularının tamamıyla yanlış olduğunu düşünürler. Kendi doğrularından o kadar emindirler ki, bunu başkalarına bildirmenin ve topluma bu “doğru” doğrultusunda müdahale edip yön vermenin bir ödev, bir hak olduğuna inanırlar. Evrensel olduğuna inandıkları doğrularını topluma dayatmakta ve toplumu o yönde değiştirmekte bağnazcasına ısrarlıdırlar. Zihinlerindeki “doğru toplum” projesine öyle inanırlar ki, içinde yaşadıkları toplumun ve hatta çağın koşullarının bu proje ile bağdaşıp bağdaşmadığını düşünme zahmetine katlanmazlar bile. Bu koşulları anlamak ve ona göre çözüm önerileri üretmek yerine, zihinlerinde biçtikleri elbiseyi topluma giydirmeye çalışırlar. Bunda da körü körüne kararlıdırlar.

Ancak elbise topluma uymaz; uymadıkça da bunlar hüsrana uğrarlar, öfkelenirler. Elbiseyi, kendi cahilliklerini, zihinsel geri kalmışlıklarını değil, toplumu suçlarlar. Onun içinde kendilerini engelleyen düşmanlar ararlar. Böyle yaparak toplumu ikiye bölerler – “biz (inananlar, Müslümanlar) ve bizim dışımızdakiler (laikler, günahkârlar).” Böylece onların doğrularına uygun olarak yaşamayan insanları “ötekileştirirler.” Tek doğrunun kendi doğruları olduğunda ısrar ettikleri ve diğerlerinin yanlış yolda olduğunu düşündükleri için, kendilerinden farklı olan kişileri asla anlamaya çalışmazlar. Anlamadıkça da bu insanlara giderek yabancılaşırlar ve sonunda onlara düşman kesilirler.

Toplumun kendileri dışında kalan üyelerini bu şekilde düşman olarak gördükleri için, hem devleti hem de toplumu fethedilecek bir ülke, içeriden ele geçirilecek bir kale gibi görürler. Bunların önderleri, kendilerine bağlı cahil kitlelere devleti ve onun kurumlarını ele geçirmeleri için taktikler verir. Amaçları, bu kurumları denetimlerine alıp kendi “doğrularını” topluma tepeden dayatmak ve bu sayede kendileri dışında kalanların yaşam alanlarını ortadan kaldırmaktır. Üstelik bunlar bu yolda kendilerine yardım edecek sahtekârları, satılmışları, hainleri ve saf aptalları bulmakta hiç de zorlanmazlar.

Ama devleti ele geçirmekle her şey bitmez. Yıllar boyunca kıyıda köşede, yeraltında yaşamış olmanın verdiği eziklik, ele geçirdikleri iktidarın gücü ile birleştiğinde başları dönmeye başlar. Bunların her biri, her grubu bu güçten pay ister; bunu aldıkça da ellerindeki ile yetinmez, hep daha fazlasını isterler. Açlık açlığı doğurur. Sonunda birbirleri ile çatışmaya başlarlar. Böyle çatıştıkça da hem devleti hem de toplumu güçsüz düşürürler, onu karmaşaya sürüklerler. Sonuç her açıdan bir hüsrandır.

VI

14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti seçimleri kazanıp iktidara geldiğinde, bundan güç alan gericiler Cumhuriyet’in ilk yıllarında sinip saklandıkları kovuklardan çıkıp yeniden ortalıkta dolanmaya başlamışlardı. İşte bugün başımıza musallat olan tipler o zamandan itibaren yavaş yavaş palazlanmaya başladılar. DP gittikten sonra Demirel, 12 Eylül’den sonra Evren ve Özal, 90’larda Çiller ve Yılmaz bunlara hep arka çıktı. Şimdi hiçbirinin esamesi okunmuyor. Ama onların besledikleri tipler hâlâ buradalar.

DP’nin tek başına iktidarı elinde tuttuğu dönemde, Adnan Menderes güçten başı dönmüş hâlde DP’li milletvekillerine, “odunu aday göstersem seçilir,” diyordu. Ne yazık ki, sonu darağacında bitti. Yine de sormadan edemiyorum, sakın Menderes’in bahsettiği o “odun” son iki seçimdir meclise giriyor olmasın?

* * *

Bu gönderi ile birlikte 2006 Ekim’inden bu yana 100 gönderi olmuş. O yüzden bir video koyayım dedim. Kansas’ın 1976 tarihli “Leftoverture” adlı albümünden “Carry On Wayward Son” parçasının aynı tarihli klibi. Yieyytt!