Thursday, May 31, 2007


KOŞ BABAM KOŞ (II) – ÇOK VAHŞİ KAPİTALİZM

Yaklaşık iki haftadır doktora yeterlilik sınavının işleri peşinde koşturup duruyorum. Bu sıcakta sürekli dışarı çıkıp okula gidip gelmek, benim gibi sıcaktan etkilenen biri için büyük angarya oluyor. Neyse ki, evim okula yürüyerek 15 dakika uzaklıkta – en azından bu avantajımız var. Yoksa yollarda otobüs, minibüs derken telef olacağım.

Sınav tarihini belirleyebilmek için hem sınav jürisinde yer alan hocaları hem de benimle birlikte sınava girecek olan öğrencileri bulmam gerekiyor. Diğer öğrenciler ile birlikte ortak bir sınav günü belirlemedikten sonra, hocalar ile konuşmanın bir anlamı yok, çünkü hocaların yapacağı ilk iş sınav tarihini sormak olacak. İşin güzel tarafı (!) konuştuğum hocalar sınava girecek öğrencilerin kim olduğunu bilmiyor. Benim dışımda bir süreden beri gelen giden olmamış. Eh, o zaman bu öğrencilere nasıl ulaşacağız? Asistana sormak lazım, ama onun da okula geldiği bir gün okula gitmek lazım.

İşte bu yüzden dün okula gittim. Hem asistanın benim için getirdiği bir kitabı hem de öğrenci isimleri ile numaralarını aldım. Böylece öğrencileri arayabilecektim. Geleli yarım saat olmuştu ki, jürideki hocalardan biri arayıp jüri üyelerinden ikisinin değiştiğini söyledi. Yeni bir jüri için başvuru yapmam gerekiyordu. Bunun üzerine ikinci defa okula gitmek zorunda kaldım. Ancak durumda bir gariplik vardı. Açıklayayım:

Sınav jürisi beş asil ve iki yedek üyeden oluşuyor. Asil üyelerden ikisinin ve yedek üyelerden birinin benim üniversitemin dışındaki diğer bir üniversiteden olması gerekiyor. Bu nedenle, okul dışından gelecek olan asil üyeler için sadece bir yedek üye bulunuyor. Şimdi dışarıdan gelen iki asil üyeye “A” ve “B”, bunlar için olan yedek üyeye de “C” diyelim. Bana telefon açan hoca, B adlı üyenin bir nedenden dolayı üye olarak gelemeyeceğini, o yüzden yeni baştan jüri başvurusu yapmam gerektiğini söyledi.

Normal prosedüre göre B gelemiyorsa onun yerine C’nin gelmesi gerekir. Yani sil baştan yeni bir başvuru yapmam gereksiz. İşte burada sadece Türkiye gibi azgelişmiş ülkelere mahsus olduğunu düşündüğüm bir durum devreye giriyor. Öğrendiğime göre, jüriden kalan A adlı şahıs, yeni gelecek olan C adlı şahıs ile kavgalıymış ve bu nedenle konuşmuyorlarmış. Eh, birbirleriyle kavgalı olan iki hoca aynı jüride yer alamayacaklarına göre, dışarından gelecek olan jüri üyelerinin sil baştan değişmesi gerekiyor. Bu yüzden benim tekrardan jüri başvurusunda bulunmam gerekiyor. Bu yeni başvuruda C ve “onunla kavgalı olmayan” D adlı şahıs, dışarıdan gelecek iki yeni üye olarak gösterilecekler.

Tabii durum sadece bundan ibaret değil. Burada da benim özel durumum devreye giriyor. Daha önceden, bağlı olduğum enstitünün Londra’ya giderken kaydımı istediğim gibi dondurmadığını ve ben İngiltere’de iken sürekli olarak bana sorun çıkardığını söylemiştim. Kaydımı tekrar tekrar dondurmak için Londra’dan evrak gönderdiğimden ve enstitü yönetmeliğindeki birtakım garip maddeler yüzünden, bu haziran ayında muhakkak yeterlilik sınavına girmem gerekiyor. Eğer sınav tarihi bir şekilde temmuza ya da başka bir aya sarkarsa kaydım silinecek.

Ama Türkiye gibi bir ülkede bu tür işler sorunsuz işler mi? Hele saçma sapan bir bürokrasinin olduğu yerde? Jüri başvurusu yapmak o kadar kolay mı? İmza meselesinin ne kadar sorunlu olduğunu yazmıştım. Peki bu jüri başvurusu nasıl oluyordu?

Evraklarınızı enstitüye teslim ediyorsunuz, bunlar da ayda bir ya da en fazla iki defa toplanan yönetim kurulu tarafından onaylanıyor. Dolayısıyla yeni bir jüri başvurusu yaptığımda, bu başvuru kurula girecek. Ancak kurulun ne zaman toparlanacağını bir tek Allah biliyor. Öğrendiğime göre, kurul haziran ayının 15’inden evvel toparlanmayacakmış. Eğer kurul ayın 25’i gibi bir tarihte toparlanırsa, benim geri kalan 5 günde jüri üyelerini bir araya toplayıp sınava girmem imkânsız. Kelli felli profesörler öyle ha deyince hemen okula gelirler mi? Bu durumda sınavın temmuza sarkma ve benim kaydımın silinme tehlikesi var.

İşte okula ikinci defa gidip öğrenci işleri ile konuştuğumda bunları öğrendim. Bunun üzerine asistanı bulup derdimi ona anlattım. O da tez danışmanım ile konuşmamı söyledi. Ancak tez danışmanım derse girdiğinden çıkmasına 1.5 saat vardı. Tabii, bu arada hocalar için okulda katlar arasında bir aşağı bir yukarı çıkıp iniyor, hoca ya da asistan gelinceye dek ortalıkta dolanıyordum. Okulda tek başıma yapacak başka bir şey yoktu. Eve gidip beklemeye karar verdim.

1.5 saat sonra üçüncü defa okula gidip tez danışmanımın odasına çıktım. İçeri girer girmez “Neredesin sen yahu? İşini hallettim,” dedi. “Amanın hocam, ne diyorsunuz? Yeni başvuru, kurul toplantısı, dilekçe, sınav tarihi vs. vs. … gak-guk,” deyiverecek oldum. “Tamam halloldu onlar, hocalar değişmeyecek,” dedi. İçimden uzun bir “Oh be!” çektim, ama nasıl hallettiğini sormaya çekindim. Hoca ile oturup biraz konuştuk, onun öğrencilik yıllarından bahsettik. Ayrılırken bana “Şu konulara bir bakıver, özellikle şunlara göz atmayı unutma. Falanca okulun fikirleri, önde gelenler kimlerdir çalış,” diyerek öğüt verdi. Kendisi insan olarak ender bulunan hocalardan biri.

Danışman hoca diğer hocaları tanıdığından ve onların arasında ağırlığı olduğundan dolayı, sorunu tek başına halletmiş. Böylece iki hocanın şahsi husumetinden kaynaklanan sorun, yine bir başka hocanın kişisel ağırlığı sayesinde çözülmüş oldu. Benim danışman hocam bir başkası olsaydı, işim büyük ihtimalle hallolmayacaktı ve kaydım silinme tehlikesine girecekti. Ve sorun da hiçbir biçimde benden kaynaklanmayacaktı.

Merak ediyorum, acaba yurt dışındaki üniversitelerde böyle sorunlar yaşanıyor mu? Yaşanıyorsa ne sıklıkla oluyor bu? Bizdeki üniversitelerde hocalar – çok azı dışında – sırtlarını devlete dayamış, ne makale, kitap yazıyorlar, ne derslere giriyorlar, ne literatürü takip ediyorlar, sadece maaş alıyorlar. Özel üniversite olsa böyle yapabilecekler mi? Hocalara devlet güvencesi verilmesi ister istemez aylaklığa neden oluyor. Hiçbir şey yapmasalar bile maaş alacaklarını bilmeleri yüzünden yan gelip yatıyorlar. Dahası, hoca olup yanına karısını, oğlunu veya kızını asistan alan var. Bu yüzden kimi bölümler “ailevi” bölümler olmuş. Hatta yaptığı çalışmalar ile öne çıkan bazı hocaların, yan gelip yatan diğerleri tarafından sevilmediğine dair hikayeler de işitiyorum. Eh, böyle olunca dünyanın en iyi 100 üniversitesi açıklandığında haliyle Türk üniversitesi olmaz.

Halbuki sözleşmeli olarak çalışsalar, üniversite sahibi kişi ya da vakıf bunların performanslarını değerlendirip sözleşmelerini yenileyip yenilemeyeceğine karar verebilir. “Bizimle çalıştığın süre boyunca kaç makale yayınlattın, hangi konferanslara katıldın, kaç seminer verdin?” tarzı sorular sorabilir, ödediği paranın karşılığını isteyebilir. Üniversitelerde sadece bilim üretmeye niyetli olan, öğrencilere bir şeyler katacak olan hocaların kalması için devlet güvencesi olmaması gerektiğini düşünüyorum. Üniversiteler rekabete açık olmalı. Bu, bir nevi eleme mekanizması gibi işleyecek ve böylece bir şeyler ortaya koyan insanlar diğerleri arasından sıyrılabilecek.

Devlet ile olmuyor; serbest piyasa lazım, rekabet lazım. Bizi bunlardan ancak vahşi kapitalizm kurtarır. Bu gidişle, sınava girene kadar kafayı yiyip kapitalist olacağım.

Saturday, May 26, 2007


HANGİ MARX?

Dört sene kadar önce master tezimi Marx üzerine yazmıştım. Lisans bölümünde sürekli olarak ana-akım iktisat okulları okutulduğundan, özellikle Marksist iktisat gibi heterodoks bir okulun aynı iktisadî meseleler üzerine neler söylediğini merak ediyordum. Bana göre, öğrencilere ders anlatılırken bütün görüşler tarafsız bir şekilde aktarılmalı, sonra öğrenciler kendi tercihlerini yapmaya bırakılmalıydı.

Beni Marx ile tanıştıran son sınıftaki iktisat derslerine giren yaşlı bir solcu hoca olmuştu. Derste isim vermeden tarihsel materyalizmi anlatıyordu. Konuyu merak edip araştırınca, içinden sakallı Marx amcam çıktı. Solcu hocaya gelince; kendisi paralı eğitime karşı çıkıyordu, ama askerden döndüğümde özel bir üniversiteye geçtiğini öğrendim. Ah, bizim solcular!

Tezi yazmak zor olmuştu, zira danışmanım Marksist iktisat namına bir şey bilmiyordu. Bir defasında gidip, literatürde “Transformasyon Sorunu” olarak bilinen bir meseleyi sorasım geldi. Ne dese beğenirsiniz? “Sen hele tezi bir yaz, sonra biz bakarız.” Yahu, meseleyi çözmeden tezi nasıl yazacağım? Ona rağmen tezi yazmayı başardım. Savunmayı da verdim, çünkü konuyu benden başka bilen yoktu!

Tezi bitirdikten sonra Marksist iktisat ile ilgilenmeye devam ettim. Hatta işin matematik kısmına dalmaktan dahi çekinmedim. Gerçi, kimi zaman Marx’ın devasa eseri Kapital’i okurken içinden çıkamadığım yerler ile karşılaştığımda küfür ettiğim oluyordu, ama “Elhamdülillah komünisttik.”

Geçen hafta kitapçıları gezerken, Marx’ın takma adı “Tussy” olan en küçük kızı Elenor Marx’ın biyografisinin çıktığını gördüm (“Tussy Marx: Babasının Kızı”, Eva Weissweiler, Çev: Aysın Önen, İstanbul: Çitlembik Yayınları, 2006). Hemen aldım. Kitabın orijinali Almanca, İngilizce’ye çevrilmemiş. Tussy’nin yaşamından ziyade, Marx hakkındaki kimi ayrıntılar dikkatimi çekti. Proletaryanın savunucusu Marx, özel hayatında hiç de hayran olunacak bir insan değilmiş. Bazı yerleri aktarayım:

Ailenin maddî durumu kötü olduğundan, Marx’ın eşi Jenny 1850 yılında Marx’ın eniştesinden yardım istemek için Hollanda’ya gider. Metinden devam edelim:

“ […] Jenny’yi Londra’da kara haberler beklemektedir. Henüz emzikteki hasta bebek Guido zatürree, sadık hizmetçi ve dadı Helene ise hamiledir. Üstelik çocuk Marx’tandır. İnanılmaz bir utanç içinde çırpınan Marx, suçu Engels’in üzerine atmaya çalışır.

“Daha sonra Jenny, anılarını kaleme alırken “1851 yazının başlarında, burada daha derin ele alamayacağım, ama iç ve dış dünyamızdaki dertleri katmerleyen bir olay daha yaşandı,” diye yazacaktır.

(…)

“Günbegün çaresizce hizmetçinin hamileliğinin seyrini en yakından izlemek zorunda kalmak: Bir kazanın, hiçbir anlam taşımayan ve Helene ile Jenny arasında kalıcı bir düşmanlık yaratmayacak bir kaçamağın sonucu olsa da, Marx, eşi için daha büyük bir aşağılama sahnesi hazırlayamazdı herhalde.

(…)

“Yaklaşık üç ay sonra, 23 Haziran 1851’de Helene Demuth da doğum yaptı ve bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Sözde babası Friedrich Engels’e ithafen “Frederick” adı verilen çocuk Marx’a çok benziyordu: Esmer teni, koyu renk gözleri ve saçlarıyla Yahudi özellikleri taşıyordu. Marx’a, sadakatsizliğini olduğu kadar, bütün benliğiyle nefret ettiği Yahudi kökenini de hatırlatmaktaydı. Diğer çocuklarının hiçbirisi kendisine bu kadar benzemiyordu.

“Frederick’in evde kalmasına izin yoktu. Bunun nedeni, Helene’nin zamanını ev işleri yerine bebeği emzirmek ve bez değiştirmeye harcamasından ziyade, çocuğun varlığının Marxların evinde yarattığı tahammülsüzlüktü. Çocuk alelacele, erkeklerin gün ağarmadan iş beklemeye başladığı, kadınların açlık sınırının altındaki ücretlerle terzihanelerde çalıştığı ve çocukların gündüz evde yalnız başlarına kaldığı, kötü şöhretli tersaneler bölgesi olan East End’de yaşayan Lewis Ailesi’nin yanına verildi. Mucize eseri Frederick hayatta kaldı. Babasının güçlü fiziğini miras aldığı ve Engels, çocuk Lewislerde açlıktan ölmesin diye düzenli olarak para gönderdiği içindir belki.” (s. 14-6)

İşte bir tane daha: 1861 yılında Prusya kralı I. Wilhelm bütün siyasî göçmenler için af çıkarınca, Marx da uzun zamandan beri planladığı anne ziyaretini gerçekleştirmek ve miras payını peşinen istemek için yolculuğa çıkar. Önce Hollanda’ya uğrayıp teyzesinin eşini ziyaret eder:

“Philipslerin Nanette adında bir kızları vardı. Yirmi yedi yaşında, güzel, siyah saçlı, koyu renk gözlü, egzotik bir kızdı, ama Hollanda taşrasında küçük bir köy olan Zaltbommel’de bozulma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Kuzen Marx ona açık açık kur yaptı, onunla Waal kıyısında yürüyüşlere çıktı ve yolculuğunun Almanya’da geçen kısmı boyunca ona uzun mektuplar yazdı. Bu arada Jenny nafile mektup beklemekteydi. Marx’ın nerede olduğunu bilmiyor, bir Prusya hapishanesine düştüğünden endişeleniyordu. Üstelik, kendisi gibi çiçek hastalığına yakalanan ve korkutucu biçimde hayaller gören, şarkılar söyleyen, ağlayan, tepinen Helene Demuth’a tek başına bakmak zorundaydı.

“Jenny, Engels’e yazdığı mektubunda, “Hepimiz gerçekten endişeli günler ve geceler geçiriyoruz. Benim endişem iki kat daha fazla, çünkü Karl’ın nasıl olduğunu, Berlin’de mi, yoksa başka bir yerde mi olduğunu hiç bilmiyorum. Bugün de mektup alamadım," diyordu.

“Bu arada altı yaşında olan Tussy de sevgili “dada”sından aylarca haber alamamıştı; ne bir mektup, ne bir kartpostal. Marx, vasiyet ve af işleriyle ilgileniyor olması gerekirken, güzel kuzeninin yanında Hollanda’da bulunduğunun hiçbir biçimde açığa çıkmasını istemiyordu. Nihayet Berlin’e doğru yola çıktığında, Trier’deki annesinin yanında mola verdi. Sıcak bir karşılama olmuştu. Bu belki biraz da Philips’in aracılık yapmış olmasından kaynaklanıyordu. Yıllarca aşağılayarak “moruk” dediği kadının “çok ince esprileri” ve “sarsılmaz sağlamlıkta karakteri” ile kendisini derinden etkilediğini, üstelik Lassalle’a, yazdı. Annesi, sevgili oğlunun yeni tavrına duyduğu şükranı göstermek için eski borç senetlerinden bazılarını yırtıp attı.” (s. 46)

Az zampara değilmiş Marx! Ölümünden sonra başka işleri de meydana çıkmış. İşte:

“ [Tussy] Mektupları gözden geçirirken daha evvel bu netlikle göremediği bazı şeyleri fark eder: mesela, anne ve babasının hemfikir olarak “Itzig”, “Yahudicik” veya “Arap Yahudisi” şeklinde bahsettikleri Lassalle hakkındaki korkunç ifadeleri. İnanılmaz nefret tiratlarını. Zaman zaman müstehcenliğe varan küfürleri. Bunların kesinlikle ortaya çıkmaması gerekmektedir, en azından şimdilik. Çünkü 1875’teki “Gotha Programı”ndan beri Marx ve Lassalle, Alman Sosyalist Partisi’nin babası kabul edilmektedir. Bu mektupların yayınlanması “hareket”e çok büyük zarar verecek ve Almanya’daki “Yahudi Karşıtları”na sevinçten naralar attıracaktır. Kendisi saf Yahudi kökenli olan Marx, Lassalle’a “Arap Yahudisi” mi demiştir? “Antisemitist” düşünce bundan büyük bir destek bulabilir mi? Tüm tutucu gazeteler, muhtemelen sosyalist gazeteler de, bununla ilgili yazılarla dolup taşacaktır.

“Laura’ya, “Aslında bütün özel yazışmaları kenara ayırıyorum. Onlar sadece bizi ilgilendirir, sonra bir ara düzenlenirler,” diye yazar.

“Mektupların arasında onu üzen bir şey daha vardır: anne ve babasının Engels’den bahsederken, onun burjuva kökeni, tacirliği, alkol sevgisi ve basit, İrlandalı fabrika işçisi kadınları hakkındaki küçümseyici, hatta bazen düşmanca ifadeleri. Annesi Jenny, onun iki hayat arkadaşı Mary ve Lizzy Burns kardeşleri hiçbir zaman tam olarak kabul edememiştir. Eğitimleri, “kültürleri” yoktur, okuma-yazma bilmezler. Ayrıca Engels’le “doğru düzgün” evlenmemişlerdir. Seyahate çıktığında eşine, Engels ve “karısı”na selamını söylemesini yazar: “Karısı” tırnak içindedir.

“Bu çok inciticidir. Ölenlere duyduğu bütün saygı ve sevgiye rağmen. Nitekim, Marx’ın eserini, hatta bütün ailesini desteklemek için Engels daima her şeyi yapmamış mıdır? Karlsbad seyahatini, Laura’nın balayı gezisini, müzik ve spor öğretmenini, balo kıyafetlerini, kömürü ve şarap faturalarını, evlerinin kirasını, annesinin boşuna da olsa pahalı kaplıca konaklamalarını o karşılamamış mıdır? Cezayir, Leman gölü ve Monako seyahatlerini Engels finanse etmiştir. Ayrıca cenaze masraflarını da üstlenmiş ve Marx’ın vefatından sonraki ilk aylarda maddi desteğini Tussy’den sakınmamıştır.

“Laura’ya yazdığı mektupta, “İyi kalpli Generalimizin onu üzecek hiçbir şey görmemesine son derece dikkat edeceğimi söylememe gerek yok,” der.

“Bunun tek anlamı, bazı mektupların kenara ayrılacağı ve yok edileceği olabilir. Dolayısıyla, Jenny ve Karl Marx arasındaki yazışmaların çok büyük ihtimalle son derece küçük bir kısmının bugüne ulaştığını varsayabiliriz.” (s. 180-1)

Benim için özellikle ilginç olanı Kapital hakkında yazılanlardı:

“ […] Fakat, daha önce söylendiği gibi, kitabın elyazması notları tam bir karmaşadan ibarettir. Yani, aslında ortada doğru düzgün bir müsvedde de yoktur; daha çok bir kağıt yığını ve onların üzerine alınmış notlar vardır. Kitabın çıkışını hararetle duyuran Engels hayal kırıklığına uğrar, çünkü Marx 1865’ten beri kitabın birkaç düzeltme dışında hazır olduğu garantisini verip durmuştur ona. Koca bir yalan, ya da daha yumuşak bir deyişle, kitabı hazırlamakta ne kadar zorlandığını, yavaş kaldığını muhtemelen kendisinden de saklamak için uydurduğu bir kılıf.

“ […] Böylece Tussy ve Engels dişlerini tırnaklarına takıp çalışmaya başlar; “aşırı noksan taslak”ı bir kitap hâline getirmeye çabalar, değişiklikler yapar, başlıkları değiştirir, dipnotları normal metne dönüştürür, yorum ekler, pek çok şeyi eler, bağlantılar kurar, tarzı, hatta bazen içeriği değiştirir, olguları ve yabancı dilde alıntıları düzeltirler. Müdahalenin ne boyutta olduğu ancak 1993 yazında taslağın orijinal elyazması yayınlandığında ortaya çıkacaktır.

“Engels, Marx’ın “ruhuna” sadık kalmaya gayret etmiş, Tussy de elinden geldiği kadarıyla ona destek olmuştur. Yine de, Kapital’in ikinci kitabını “hakiki Marx eseri olarak” nitelendirmek gerçekten mümkün müdür? Yoksa, daha çok Engels-Tussy ortak yapımı mıdır?

“ [Engels] Yıllarca, hatta onlarca yıl boyunca hayatının en büyük eserini kaleme alabilmesini sağlamak için Marx’a büyük miktarlarda maddi destek sağlamıştır. Sonuç? Ortaya, karmakarışık bir kağıt yığını, “büyük bölümü, değil dil olarak, nesnel açıdan bile tam anlamıyla işlenmemiş, (…) açıklayıcı materyali toplanmış, ama değil üzerinde çalışmak, neredeyse gruplandırılmamış, bölüm sonlarında bir sonraki bölüme geçme baskısıyla genellikle sadece birkaç bölük pörçük cümle kurulmuş (…), neticede de ünlü yazar için bile zaman zaman okunması mümkün olmayan bir elyazması ortaya çıkmış.” ”(s. 181-3)

Bundan böyle Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerinin büyük ölçüde Engels’in elinden çıktığını kabul edeceğim. Rahatlıkla diyebiliriz ki, Engels olmasaydı Marx diye bir adam olmazdı. Diğer yandan, Engels’in de bazı işçi kadınlar ile kaçamakları olmamış değil.

Marx’ın eşini aldatması ve yaptığı zamparalık içimi bulandırdı. Hâl böyleyken, bir kişinin sadece eserlerine bakıp özel hayatını görmezden gelmek çok zor. Fikirler ve özel hayat arasında bir ayrım yapmakta zorlanıyorum. Kendi hayatında dürüst olmayan birinin, fikirlerini ortaya koyarken dürüst olmasını nasıl bekleyebiliriz?

Tussy’e gelince, maalesef 1898’de ağır bir depresyon geçirerek intihar etmiş. 19. yüzyıldaki işçi hareketinin babası, emekçiler için daha iyi bir dünya özlemini dile getiren Marx, evlatlarına iyi bir yaşam sunamamış. Londra’da iken Marx’ın eşi, hamile bıraktığı hizmetçisi Helene ve çocukları ile birlikte gömüldüğü mezarını iki defa ziyaret etmiştim. Her defasında mezarın önünde kırmızı güller vardı. Onları bırakanların kaçı yukarıda yazdıklarımı biliyordu acaba?

Thursday, May 24, 2007


“VELKAM, VELKAM!” – KISA BİR ŞEHİR TURU

Cuma gününden bu yana günlerim yoğun geçtiğinden bir türlü bloga yazamadım – yorgunluk da cabası. En son dün, komşunun iki Alman kız arkadaşını karşılamaya hava alanına gittim. Kızlar pazar gününe kadar Türkiye’de kısa bir tatil yapmaya karar vermişler. Komşu Londra’da master yapıyor. Kendisi zamanında Londra’ya giderken bana yardım ettiği için ricasını kırmayıp kızları karşıladım. Kızları görünce içimden bir “Abov!” dedim. Sarı saçlı ve nereden bakarsanız boyları 1.85 civarı iki kız. Onlar da hemen geldikleri gün ufak bir şehir turu istediler. “Bu saatte çoğu yer ziyarete kapanmıştır,” dememe rağmen, “en azından etrafı görürüz,” dediler. Böylece kızları alıp akşam üstü Beyazıt -Tophane arası gezdirdim.

Önce Beyazıt meydanına gittik. Beyazıt camisini ve Sahaflar Çarşısı’nı gezelim dedim. Camiye girmeden önce kapıda Türkçe ve İngilizce bir uyarı levhası ile karşılaştık. Ziyaretçilerin adaba uygun olarak camiyi gezmeleri, namaz kılanları rahatsız etmemeleri isteniyordu – özellikle de kadınlardan. Peki nasıl olacak bu iş? Başörtüsü takarak! İsteyen kim? Diyanet İşleri Başkanlığı. Demek ki, kadınlar içeride kafalarını kapatmazsalar, müminlerin bütün namazı "Niyazi" olacak. Kapının yanında başörtüleri vardı, onları alıp kızlara verdim. Camiyi rahat rahat gezdik. Sahaflarda bir kitapçının önüde durduğumuzda Hitler'in "Kavgam" adlı kitabını gösterip "best-seller" dedim. Çok şaşırdılar. Sahafları da kediler basmış. Çarşının önünde kedilere ufak bir yer yapmışlar. Bir tanesi yavrulamış. Ufaklıklar etrafta koşturup duruyordu. Kızlar kedileri pek bir beğendiler.

Ardından Kapalı Çarşı’ya girdik. Esnaf dükkanlarının kapısına çıkmış, bize bakıyordu. Bir yandan da müşteri çekmeye çalışıyordu. “Excuse me”, “Ladies”, “Madam,” sesleri arasında çarşıyı kabaca dolaşıp Ayasofya tarafına yöneldik. Yoldaki restoranlardan da yine aynı “nağmeleri” işittik. Kızların arasında beni de yabancı zannettiler. Sonunda dayanamadım, restoranın önünde bekleyip kızlara seslenen adamlardan birine “Selamünaleyküm, ya Habibullah!” diye cevap verdim. Adam şaşırıp aval aval baktı, sadece “Aleykümselam” diyebildi. Kimisi kızlara komik komik laflar etti, bir tanesi “Are you sisters?” dedi. “Hey Allah’ın molozu herifler!” diye iç geçirdim. Kızlara dönüp, "İşte bunlar maço Türk erkekleri," dedim. Onlar da güldüler. Kim bilir ne düşünmüşlerdir?

Gittiğimiz saatte Ayasofya kapanmış olduğundan Sultanahmet camisine gittik. Tabii, girişte yine aynı levha. Başlarını örterken kızlara “Eee, İslâmi kurallara alışıyor musunuz?” dedim, gülüştüler. Caminin önünde ise seyyar satıcılar ve dilenciler vardı. Çarşaflı bir kadın avluya giriş kapısının önüne oturmuş, gelen geçene elini açıp “bahşiş, bahşiş” deyip uzatıyordu – tipik bir Türkiye görüntüsü. Yerebatan’a kapalı olduğu için giremedik, Topkapı Sarayı’nın önünden Sirkeci’ye seyirttik. Bu arada, sarayın kaç gibi açıldığını öğrenmek için kapıda nöbet bekleyen askerlere doğru gidince, bir tanesi beni yabancı zannedip İngilizce konuşmaya başladı. Üniversite mezunu bir kısa dönem olduğuna şüphe yoktu. Ayrılırken de “iyi akşamlar,” dedi. Kendi askerliğimi hatırladım.

Eminönü’nde seyyar satıcıların arasından yürüyüp köprüyü geçtik. Tophane’de nargile içilen bir yere gittik. Yan yana dizili ufak kafe tarzı, önleri açık mekânlardan birinde oturacak uygun bir yer aradık. Tabii, gene esnafın gayet “samimi” davranışları ile karşılaştık. Bunu gerçekten konukseverlik mi zannediyorlar? Arkamı dönüp kızlar ile konuşurken, amcamın teki sanki arkadaşıymışım gibi kolunu omzuna attı ve bana yer göstermeye çalıştı. Sinirlenmiş bir hâlde “Dur baba, dönecem ben sana,” dedim. Uzak tarafta bir yerde oturup çay içtik, çektiğimiz resimlere baktık.

Dönerken Tophane’den tramvaya bindik. Kızlardan biri benim yanıma, diğeri de (İnka) karşımıza oturdu. İnka’nın yanına oturduğu 20 yaşlarındaki çocuk, kafasını sürekli çevirip yüzünde hafif bir gülümseme ile kıza bakıyordu. “Evladım, vermez o sana, vermez,” diyecektim bir ara. Bu kadar da göstere göstere bakılır mı? Hayatında hiç kız görmemiş sanki. Tren tam Aksaray’da önce ani bir fren yaptı, sonra güm! Bir otomobil ile çarpışmıştı. Kısa sürede kaza yerine millet toplandı, ama sadece tartışmayı izlemek için. İşin uzayacağını düşünüp indik ve Aksaray metrosuna gittik.

Sokakta yürürken iki defa kızlara laf attılar. İlkinde Tophane tarafında iki taksici, kaldırımda durmuş, kızların ardından Türkçe laf ettiler. Adamlara dönüp, “Onlar değil, ama ben dediklerinizi anlıyorum,” dedim – sustular. İkincisinde Aksaray metrosuna doğru yürürken üç serseri kılıklı tip “sorry, sorry,” deyip kızları sıkıştırmaya çalıştılar. Hemen onların olduğu tarafa geçip önlerinden engelledim. Neyse ki, herifler sorun çıkarmadan uzaklaştılar. Tabii ki, her defasında kızlar neler olup bittiğini anladılar. Özür dilemek zorunda kaldım.

Yolda kimi yerlerde kızlara aç aç bakan erkek milletinden utandım. Üstelik İstanbul’dayız, dağ başında değil. Bu insanlar bu kadar mı kadına susamış? Tiplerinden hepsinin doğudan geldiği anlaşılıyordu. Bizim buralar böyleyse, acaba oralar nasıl? İşte televizyonlar bu sefil tiplere baldır bacak yayını yapıyor, onları besliyor, resmen azdırıyor. Adamlar doğdukları günden bu yana doğru düzgün kadın görmemişler ki! Kadın namına bildikleri sadece orası burası kapalı birtakım insanlar. Muhtemelen, adam gibi bir kadın-erkek ilişkisinin olmadığı, hatta flört denilen şeyin ahlâksızlık ve namus kirlenmesi olarak görüldüğü bir yerden gelen bu insanlardan nasıl bir davranış beklenebilirdi ki?

Daha siz namus diyerek kadınları kapatın, milli değerlerimiz diyerek her türden geri geleneği besleyin bakalım. Bunlar sadece hasta insanlar yetiştirmeye yarıyor. Çok önceden ev sahibem Metty’nin İzmir’de başına gelenlerden bahsetmiştim. Bir değişiklik var mı? Türkiye Avrupa Birliği’ne girecekmiş. Babayı girer! Kızıyoruz efendim!

Thursday, May 17, 2007



ALBÜM KAPAĞI

Lisedeyken sıkı bir Beatles dinleyicisiydim. Sürekli olarak hafta sonları Bakırköy’e gidip Beatles kasetleri alırdım. Arada Paul McCartney’nin ve John Lennon’ın solo albümlerini aldığım da olurdu, ama bunlar Beatles albümlerinin yerini tutmazdı. “Abbey Road” favori albümlerim arasında değildi gerçi, fakat yine de bazı şarkıları akılda kalıyordu: “Come Together”, Harrison bestesi o ağır “Something” … En güzeli "Here Comes the Sun” idi.


1969 yılında “Let It Be” albümünden önce yayınlanmasına rağmen, stüdyo kayıtları açısından Beatles’ın son albümü olan Abbey Road’un en önemli özelliği kapağıydı. Beatles’ın çoğu albümünü kaydettiği ve Abbey Road’da bulunan Abbey Road Stüdyoları’nın hemen önündeki yaya geçidinde çekilmiş kapak resmi. Albümün ismi olarak önceden “Everest” düşünülmüş; kapakta da Himalayalar’ın bir resmi yer alacakmış. Ancak fotoğraf çekilince grup ismi “Abbey Road” olarak değiştirmiş. Fotoğrafçıya resmi çekmesi için sadece 10 dakikalık bir zaman tanınmış.


Londra’dayken Abbey Road’a gitmek hep aklımdaydı, ama bir türlü fırsat olmadı. Sonunda gelmeme 10 gün kala gittim. Stüdyo Londra’nın kuzey batısındaki St. John’s Wood istasyonunun hemen yakınında, yürüyerek en fazla 10 dakikalık bir mesafede bulunuyor. İstasyon çıkışında, hemen sağ tarafta hediyelik Beatles eşyaları satan ufak bir kahve dükkanı var.

Geçidi tahminimden küçük görünce biraz şaşırdım, sanki albüm kapağında daha büyük görünüyordu. Ancak kazı çalışması olduğu için uygun resim çekme imkânı bulamadım. Buna rağmen millet harıl harıl resim çekiyordu. Kimisi arkadaşının eline makineyi tutuşturuyor, sonra geçidin Beatles’ın geldiği tarafına geçip trafiğin tenha olduğu vakti bekliyor; kimisi de hemen yandaki Abbey Road Stüdyolarının olduğu binanın önüne gidip duvarlarına bir şeyler karalıyor, sonra da binanın fotoğrafını çekiyordu. Bir ara, siyah takım elbise giymiş dört İngiliz gencinin uygun adım geçitten geçip fotoğraflarını çektirdiklerini gördüm, muhtemelen önceden alıştırma yapmışlardı. Sürekli olarak geçitten geçip fotoğraf çekmeye çalışanlar yüzünden trafik aksadığından, sürücülerin turistlere ve hevesli İngiliz gençlerine bir hayli küfür ettiğine eminim.


Yaklaşık bir hafta sonra, öğlen üzeri yeniden gittim. Kazı çalışması bitmişti. Tek başıma kendi resmimi çekemeyeceğim için arkadaşı aradım; “Evladım hemen gel, bir çekim işimiz var.” Onu beklerken istasyonun yakınındaki bir banka oturdum. Altımdan gümbür gümbür sesler geldi, sarsıldım. Meğer tam metronun üzerinde imişim. Arkadaş gelir gelmez hemen geçide gittik. Hava kararıyor olmasına rağmen resim çeken çekene idi. İş çıkışı olduğundan çok fazla araba geçiyordu ve uygun bir pozisyon yakalamak mümkün değildi. Arkadaşa makineyi verip, “Çek çekebildiğin kadar, elbet içinden düzgün biri çıkar,” dedim. Birkaç denemeden sonra resimleri kontrol ettim, bir tanesi tenhada iyi çıkmıştı. “Eh, bu kadar yeter,” dedim. Böylece, hava kararmak üzereyken benim de bir albüm kapağım oldu.

Bu arada, biz orada fotoğraf çekmeye çalışırken iki defa İngiliz kızlarından oluşan iki grup geçidin başında yanıma geldi – yaklaşık 15 dakikada toplam 7 kişi. Gülümseyerek ve yumuşak bir sesle, “Bizim de resmimizi çeker misiniz lütfen? Biz de sizinkini çekeriz,” dediler. “Tüh ulan!” dedim içimden, “Sen git barlara, gece klüplerine, para harca, takla at; burada kızlar yanına geliyor.” Bilemedik işte!

Monday, May 14, 2007



BİR KIVILCIMLI GEÇTİ BURADAN …

Bizim solcular bu aralar birleşme işleri peşinde dolanırken, “eskiden ne işler yaparlarmış, başlarına neler gelirmiş acaba?” dedim. Bizde Atatürkçüler cumhuriyetin ilk yıllarını dincilerin Asrı Saadet’i hatırladıkları gibi hatırlarlar. CHP’yi de sol ya da sosyal demokrat olarak düşünürler. Halbuki bugüne kıyasla bazı şeyler o zamanlar hiç de kolay ya da serbest değildi – hele komünist olmak! Öyle olunca, kütüphanede yenilerine yer açmak için arkalara koyduğum iki kitabı indirdim. İkisi de aynı yazara ait; biri 1929’daki ünlü Komünist tutuklamasını anlatıyor (Emin Karaca, “Yeraltı Dünyadan Başka Bir Yıldız Değildi”, İstanbul: Gelenek, 2001). Diğeri de yine o yılların önemli düşünce ve hareket adamı Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı anlatıyor (Emin Karaca, “Sosyalizm Yolunda İnadın ve Direncin Adı: Hikmet Kıvılcımlı”, İstanbul: Gelenek, 2001).

1902’de Priştine’de doğar Kıvılcımlı. 17 yaşında Kurtuluş Savaşı’na katılır. Vefa Lisesi’nde okur. 1925’te Haydarpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun olur. “Doktor” lakabı buradan gelir. Sosyalist düşünce ile de burada tanışmıştır zaten. Aynı yıl Türkiye Komünist Partisi ile ilgili faaliyetleri yüzünden Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanıp 10 yıl hapis cezası alır. Ancak bir yıl sonra çıkarılan af ile serbest kalır. Sonraki yılları da hiç rahat geçmez. İlk kitaptan özetleyerek devam edelim:

1929 yılı kışında İzmir’de bir “keçi hırsızlığı” meselesi yüzünden polisler tarafından kovalanan Kamberoğlu Ali, yakalanmadan önce üzerindeki “Türkiye Komünist Partisi” ve “Türkiye Genç Komünistler Birliği İzmir Teşkilatı” imzalı bildirileri denize atmaya çalışır, ancak polisler bunu fark eder. Böylece ünlü “1929 Komünist Tevkifatı” başlar. İstanbul ve İzmir’de yapılan tutuklamalar sonucunda, 34 Komünist Parti’li hakkında 25 Haziran 1929’da İzmir Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açılır. 16 Temmuz’da dava 24 kişinin mahkumiyeti, 9 kişinin de beraatıyla sonuçlanır. Kararlar 14 Ağustos’ta hiçbir değişiklik yapılmaksızın temyiz tarafından onanır. Mahkumlar Elazığ ve Diyarbakır’daki cezaevlerine gönderilirler. Cezalar bitimlerine yakın, 1933’deki Cumhuriyetin Onuncu Yıl Affı ile ortadan kalkar.

İşte bu tutuklananlar arasında Kıvılcımlı da bulunmaktadır. İstanbul Emniyet Müdürlüğü 1. Şube Komünist Masası’nda yapılan sorgulamasını (bizi hiç de şaşırtmayacak bir şekilde) şöyle anlatıyor kendisi:

* * *

Hiç tanımadığım esmer, uzun boylu, kendisini beğenmiş amirleri, kendini zorlayan bir yumuşaklıkla, başında oturduğu küçük masa önündeki iskemleyi gösterdi. Hemen başladı:

“Bana adıyla sanıyla ‘Kan kusturucu Ziya’ derler. Tanıdınız mı?”

“Hayır” dedim. “Sizi ilk defa görüyorum.” (s. 75)

[…]

“Bak, Doktor Bey! Sana “Doktor Hikmet Bey” diyorum. Bunun bir anlamı vardır. Bizce buraya gelenler iki tabakadır. Siz ‘sınıf’ mı diyorsunuz? Polise düşenleri de biz iki sınıfa ayırırız: Bir, senin gibi okumuş yazmış, meslek sahibi, karakterli efendi takımı; bir de ipten kazıktan kopma, işsiz güçsüz, Laz İsmail dedikleri serseriler gibi ayak takımı … ”

Bu tasnif çok gücüme gitmişti. Arkadaşlarıma hakaretti.

“Ben böyle bir sınıflama kabul etmiyorum,” karşılığını verdim. Ziya öksürürce güldü:

“Durun. Henüz nezaketle konuşuyoruz. Birbirimizi bozmayalım. Efendi takımını ilkin böyle karşımıza alır, sorguya çekeriz. Terslik çıkarırlarsa yatırır, hesabını görürüz. Ayak takımını ise (eliyle işkence odasının kapısını gösterdi) bu eşikten içeriye adımını atar atmaz, önce bir güzel ıslatırız. Sonra karşımıza oturtur, kuzu kuzu ifadesini alırız.

“Sizi efendi takımından saydık. Henüz (eliyle gorillere işaret etti) kılınıza dokunmadılar. Şimdi, sizinle efendi efendi mi görüşeceğiz, sorduklarımıza doğru karşılıklar verecek misiniz? Yoksa, oyunun ikinci perdesine mi geçeceğiz? Bu size kalmış bir şey. Ne dersiniz?” (s. 76)

[…]

“Burası Polis Müdüriyeti. Şu kapıdan ve surların üstünden içeriye ne kanun girer ne Teşkilat-ı Esasiye.”

Hepsi birden esirleriyle alay eden haydut kahkahalarını koyverdiler. (s. 77)

[…]

“Bunu alın gezdirin. Yere serdiklerimizi bir bir görsün. Başına geleceği öğrensin. Getirin.”

İki koluma iki izbandut girdi. İlkin, işkence odasından çıkar çıkmaz, soldaki aralık uydurma yerin kapısını açtılar. Orada, elektrik yakılınca, sızmışça yatarlarken ödü patlayarak başını kaldıran Hüssam’la Nesimaçi’yi tanıdım. “İstemez” dediğim hâlde öteki salhaneleri de dolaştırdılar.

Döndüğüm zaman, işkence odasına ağzına dek alev alev korla yanan, içlerine üç-beş tane uzun sapla dağlayacak ateş olmuş demir alet sokulmuştu. İki kulplu mangal getirilmişti. Bir eski tüfeği iki ucundan tutarak kayışını sarkıtan iki cellatla, elleri başka başka kalınlıkta meşe sopaları tutan üç kişi ayakta.

Beni beklediklerini saklamıyorlardı. Geri kalan 10-15 cellat, önceden bekleştikleri masa aralarından çıkmışlar, beni içine soktukları çemberlerini gittikçe daraltıyorlardı. İşkenceci Ziya:

“Nasıl?” dedi. “Gördün mü yoldaşlarını?”

“……”

“Akıbetin öyle mi olsun? Yoksa Laz’ın dediğini kabul ediyor musun?”

“Hiçbir şeyi kabul etmiyorum.”

Alev alev yanan mangallar büsbütün yaklaştırıldı. Beş-altı kişi kollarımdan yakaladı.

“Çabuk karar ver. İşimiz çok. Seninle vakit geçiremeyiz sabaha dek … Bu kadar uzattığım, seni efendi adam saydığımdandır. İşkenceyi göze alıyor musun?”

“Madem öteki insanlara yapılmış, burası kanun bilmeyen dağ başı demek. İstanbul’un ortasında Polis Müdürlüğü’ne değil, eşkıya eline düşmüşüm. İstediğinizi yapacaksınız.”

Ziya yüzünde sinirli seğirme ile dişlerini gösterdi:

“Sana yapmak istemiyordum. Daha fazla yalvaracak değilim. Kendin istedin. Yatırın!”

Küçük bir boğuşma geçti. Yırtılma sesleri arasında, içleri kor ve dağlama aletleri dolu mangallardan biri devrildi.

“Dikkat edin. Müdüriyeti yakacaksınız.”

(Bundan sonra Kıvılcımlı’ya falaka işkencesi yapılır.) Birkaç seanstan sonra:

Ziya’nın yırtık madenî sesi çınladı: “Götürün, biraz kendine gelsin.”

Kapıya doğru sürükleyerek çektiler. Eşiği atlarken, Ziya’nın azgınca tehdidi korkunçtu:

“Sabaha dek bu böyle sürecek. Ölmezsen yarın gece, öbür gece de var! Ona göre. Başka şekerlemelerimiz de çok. Hepsini sunarız.”

Ben kendim hatırlamıyorum. Yalnız, İzmir Ferhânesi’nde Hüssam’la Nesimaçi anlattılar:

“Ne halt ederseniz edin. Elinizden geleni ardınıza koymayın.” diye can havliyle bağırmışım. (s. 80-2)

* * *

İşkencelere direnen Kıvılcımlı ne partili olduğunu ne de partide taşıdığı sıfatları kabul eder. Merkez komite üyesi arkadaşlarından Laz İsmail’in suçlamalarını, onunla yapılan yüzleştirmede reddeder. Buna rağmen, 25 Haziran’da yapılan duruşmada “ameleden adamları mevki-i iktidara getirmek istemek” suçundan 4 yıl 6 ay 15 gün hapis cezası alır. Hükmün açıklanmasından sonra kahverengi şapkasını giyerken “Hapisten kızıl bir profesör olarak çıkacağız,” der ve güler. (İkinci kitap, s. 17)

1933’deki afla salınmasına rağmen, 1938’de “Donanma Olayı” olarak bilinen dava nedeniyle yargılanır. Bu defa yargılananların arasında Kemal Tahir ve Nazım Hikmet de vardır. Mahkemede aleyhine delil isteyen Kıvılcımlı’ya yarbay rütbeli savcı şöyle der: “Doktor Hikmet için delil arayacak kadar safdil değiliz,” (s. 32). Böylece “donanma askerini isyana teşvik etmek suçuyla” 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırılır. Cezasının bitimine üç yıl kala, Demokrat Parti’nin çıkardığı genel afla 1950’de serbest kalır. 1954’de Vatan Partisi’nin kurucuları arasında yer alır ve genel başkanı olur, ancak parti 1957’de kapatılır. Sonraki yıllarda çeşitli kitaplar yayınlar. 12 Mart 1971’deki darbeden sonra İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından arandığı için yurtdışına çıkar. Günlüğüne şöyle yazar: “Akıllarınca beni yeniden Donanma Kor. Askerî Mahkemesi oyununa düşüreceklerdi … Ben durucu değildim. En basit kombinezonla yurtdışına hopladım … ” (s. 49)

Aynı yıl günlüğüne şöyle not düşmüş (dili biraz düzelttim):

“Acı acı gözümün önüne geliyor: 3 yıl, 5 yıl, 10 yıl zindanıma, kuru ekmekten ölmemem için, dertli anacığım karınca sabrıyla bulup buluşturduğu kırık kırsığı taşırdı. Çıkınca … Kaç gün ‘çıktım?’ Demin ‘O’ hesaplamıştı nedense: 1925’ten 1960’a dek 35 yılda 22 yıl ‘içerde’ kalınca, dışarıda geçen toplam ömrüm: 13 yıl. Onun da 1950-57 arasındaki 7 yılını at: Doğru dürüst 25 yıl süresince 6 yıl dışarıda ya kalmış ya kalmamıştım, ya da yaşamamıştım. Onun bölük pörçük darmadağınıklığı, ‘kaçmaktan koşmaya vakit bulamamış’ olmam … yaşama anlamını koymuş mu?” (s. 55)

11 Ekim 1971’de Belgrad’da prostat kanserinden ölür Kıvılcımlı. Cenazesi Topkapı Mezarlığı’nda toprağa verilir. İşin acı, belki de ironik tarafına bakın: Bugün Hollanda’daki Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde bir Hikmet Kıvılcımlı arşivi bulunuyor. Zira Kıvılcımlı’nın kendisi aynı zamanda bir teoriysen ve bir ton kitabı var. Onca yıl Türkiye’de eziyet çekmiş bir adam için yabancılar neler yapıyor. İşte linki: ( http://www.iisg.nl/archives/nl/files/k/10755787full.php )

Son olarak Nazım Hikmet’ten bir alıntıyla bitirelim. Kendisi Memleketimden İnsan Manzaraları’nda Halil ismiyle şöyle anlatıyor Kıvılcımlı’yı (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1987, s. 258-9):

Evinin her basılışında
aynı rahatlıkla açtı kapıyı.
Ve müdüriyette her kalkışında sopanın altından
(yanaklarında parçalanmış gözlüğü
ve tabanlarında ayıpladığı bir sızı)
yüreğinde fakat
hiçbir şey söylememiş
hiç kimseyi ele vermemiş olmanın rahatlığı,
aynı rahatlık …
(…)
Ve galiba üçüncü girişinde İstanbul Cezaevi’ne
aynı rahatlıkla yattı açlık grevine
arkadaşlarla beraber,
ve tayınları yastık yaptılar
ayaklarında pranga
ve ıslak çimentoya uzandılar yarı çıplak.
Ve şarkta
akrepleri, toprak koğuşları, karpuzlarıyla ünlü hapishanede
Halil’in üstüne uşaklarını saldırttı Kürt beyleri
ve beline inen odunla devrilmeden önce Halil
aynı rahatlıkla yardı üçünün kafasını.
Ve Ankara’da, münferitte
- kitapsız, kalemsiz ve insansız -
gündüzleri bir avuç leblebiyi yere atıp sayarak
ve geceleri sayarak pencereden şehrin ışıklarını
aynı rahatlıkla tek mi çift mi oynadı kendi kendine.
Anlamak:
En büyük rahatlık.
Karşı konulmaz sosyal zaruretlerin
ve kavga:
akıl,
yürek,
yumruk,
alabildiğine nefret,
kin,
alabildiğine merhamet,
sevgi,
ve daha âdil bir dünya
daha güzel bir memleket için …

Not: Üstten ikinci resimde soldan sağa; Kemal Tahir, Nazım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı

Sunday, May 13, 2007


FATİH VE FETİH

Bu ayın 29’u İstanbul’un fethine denk geldiği için, National Geographic dergisi Fatih Sultan Mehmet hakkında bir dosya hazırlamış. Daha önce aynı derginin Kanuni Sultan Süleyman hakkındaki dosyasını ilginç bulduğumdan, bir de Fatih sayısını alayım dedim. Maalesef dergiyi alınca hayal kırıklığına uğradım. Karşıma Fatih ve İstanbul’un fethi hakkında yeni ve yararlı hiçbir şey söylemeyen, resmî tarih yazımının bunlar üzerine olan bütün standart bilgilerinden derlenerek yazılmış iki kötü metin çıktı. Fetih ile ilgili ikinci yazıda gemilerin karadan yürütülmesi meselesi bile son derece mantıksız bir şekilde, kısaca yazılmıştı. Güya gemiler “Galata ensesinden, havadan uçurulur gibi limanlara indirilmiş.” Bunun üzerine, zamanında bu konularla ilgili aldığım bir kitaba bakayım dedim (Erdoğan Aydın, “Fatih ve Fetih: Mitler ve Gerçekler”, 4. basım, İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 2000).

Kitaba yazdığı önsözde şunları diyor Aydın:

“Bilindiği gibi tarihimize takıntı düzeyinde bağlı olan bir toplumuz; veya o hâle getirildik. Ancak bunun […] sağlıklı bir durum olduğu söylenemez. Tarihimizle övünüyor, tarihimize öykünüyoruz. Bugünümüz bize yetmiyor, yarınımızı kuracak enerji ve ufku bulamadığımız oranda yüzümüzü tarihe dönüyoruz. Ancak tarihin gerçekliği olmuyor bu yüzümüzü döndüğümüz yer; övünçler çıkarmamızı sağlamak üzere yazılmış bir tarihle karşılaşıyoruz. Bizi daha rahat kontrol edebilmek için kurgulanmış bu resmî tarihten, doğru bir tarih bilinci de edinemiyoruz. Atalarımızın salt erdemine ve diğer ulusların atalarından üstünlüklerine koşullandırılıyoruz. Hızla dönen dünyada tutunacak dayanaklarımızı arttırmak yerine, bu resmî tarihe âdeta sarılıyoruz; onda kendimizi dev aynasında görüp avunuyoruz. Tarih birilerimiz için, tıpkı Avrupa’yı futbolda yendiğimiz zaman sağı solu kurşunlamaya varacak kadar kendimizi kaybetmemizi sağlayan bir manipülasyon aracı oluyor. Veya daha garibi, Şişhane’den gemi yürütme ve kale burçlarına saldırı mizansenleriyle, marazî örnekler sergiliyoruz.

“ […] İnsan atalarıyla niye övünür? İnsanlık evrimine katkıları nedeniyle! Gariptir ama, bizim Türk-İslâmcılarımız fetihçilikten dolayı övünüyorlar; bu da yetmiyor, bizi de onlarla birlikte övünmeye zorluyorlar. Daha da garibi, tüm kozmopolit kimliğine rağmen, en çok da Fatih’le övünüyorlar. Düşünsenize bir, Türkçülerimiz en çok Türk kanı akıtan, şeriatçılarımız şeriatı en çok ihlâl eden padişahı “en sevgili Osmanlı padişahı” ilân ediyorlar. İstanbul’un fethine duyulan özlemin büyüklüğünün de rolü olmakla birlikte, asıl sorun, yarınlara umutla bakılmasını engelleyen günümüz Türkiye’sinin koşullarında yatıyor.” (s. 11-2)

İlginç bulduğumdan önce Fatih’in saldırı düzeninden bahsedeyim. Bu düzen üç aşamalı:

İlk aşamada, saldırı hafif silahlı ve düzensiz birlikler tarafından yapılıyor. Bu birliklerin arasında çapulcular, şeyhlerinin ve beylerinin emriyle gelen Türkmenler ve Osmanlı tebası olan Hıristiyan köylerinden zorla getirilen kişiler var. Bu birliklerin özelliği, bunların çok genç ya da yaşlı, savaşma kabiliyetleri az insanlardan oluşması. Hâl böyle olunca, bunları görevleri sadece düşmanı olabildiğince yormak, surların dibindeki hendekleri cesetleri ile doldurmak ve böylece ardlarından gelecek olanlar için yolu düzleştirmektir. Bunun için, ne kadar büyük bir kararlılıkla saldırırlarsa, ne kadar çok olurlarsa, işlevlerini de o kadar çok yerine getirmiş olacaklar. Tabii, bu aşamada bunların çok azı sağ kalıyor. Zira surlara doğru koşarken düşman ateşiyle ölüyorlar. Bunu geçmeyi başaranlar ise, surlara dayadıkları merdivenlere tırmanırken bu merdivenlerin itilmesiyle, kızgın yağların dökülmesiyle, taşların atılmasıyla ve “Grejuva ateşiyle” yanarak ölüyorlar. Çarpışmanın karmaşası esnasında birbirlerini ezerek de öldürüyorlar. Yorularak ya da korkaklık ederek geriye doğru kaçanlar ise, çekilmelerini engellemek için orada bekleyen yeniçerilerin palalarıyla öldürülüyorlar. Bu yüzden tekrar saldırıyorlar ve tekrar öldürülüyorlar.

Bu ilk aşama saldırıda düşmana ciddi derecede kayıp verdirilemiyor, ama düşman iyice yoruluyor. Fatih bunları geri çektikten sonra ikinci aşamaya geçiliyor. Burada saldıranlar, öncekilere kıyasla daha iyi silahlanmış, askerî eğitimden geçmiş, savaş tecrübesi olan, kargı ve kalkanlarla donanmış, bir kısmı zırhlı olan Anadolu ve Rumeli piyadeleridir. Bunlar, öncekilerin cesetlerinin doldurduğu hendekleri kolaylıkla aşıyorlar. Yorgun Bizanslılar soluklanmaya fırsat bulamıyorlar. Kiliseler çanlarını çalıp, taş atabilecek herkesi surlara çağırıyor. Çocuklar ve kadınlar bunun için surlara koşuyor.

Hücumun her an aynı tazelikte kalmasını sağlamak için sürekli olarak yeni birlikler ileri süren Fatih’e karşı, günlerdir uykusuz olan, saatlerdir aralıksız çarpışan, bir aydır kuşatma yüzünden iyi beslenemeyen ve bu nedenle büyük ölçüde güçten kesilmiş olan Bizanslılar yılmadan karşı koymaya devam ediyorlar. Bu esnada Fatih akıl almaz bir şey yapıyor. İkinci kademe askerlerin sürçmeye başladıklarını görünce, üzerlerinde kendi askerlerinin de olduğu surlara top ateşi yapılması için emir veriyor.

Son aşamada, Hıristiyanlardan toplanan çocukların oluşturduğu yeniçeriler ileri sürülüyor. Çağının en iyi silahlanmış ve en eğitimli askerleri olan 12 bin yeniçeri surların en zayıf noktalarına doğru hücum ediyor. Bizans için artık yapacak fazla bir şey kalmamıştır. Sonunda şehir düşüyor. O gün şehirde savunma arasında yer alan Venedikli Nicolo Barboro şöyle anlatmış (Konstantiniye Muhasarası Ruznamesi, İstanbul: İFD Yayınları, 1953, s. 66):

“ … o kadar çok miktarda adam öldü ki, cesetlerle tam yirmi araba doldurulabilirdi ve Türkler ölünce birinci grubun arkasından ikinci grup gelmeye başladı. Bunlar öteye beriye koşarak ilerliyorlardı ve memleket içinde kimi bulurlarsa kılıçtan geçiriyorlardı. Her bir tabakaya mensup kadınları, erkekleri, ihtiyarları, çocukları öldürüyorlardı. Bu kital, Türklerin girdikleri saat olan güneşin doğması anından öğleye kadar devam etti. Öyle ki, o savlet ve tehevvür içinde karşılarına çıkan herkesi kılıçtan geçirdiler.”

Aslında hiç istememesine rağmen, şehrin gösterdiği direniş karşısında Fatih askerlerine talan izni vermiştir. Zaten İslâm hukukunda da zorla ele geçirilen şehirler için uygulanan usul budur: kılıçtan geçirme, talan ve köleleştirme. Yaşam güvencesi sadece direniş göstermeden teslim olan ve cizye (kelle vergisi) vermeyi kabul eden şehirler için geçerlidir.

“Türkler şehirdeki pek çok Hıristiyan’ı kılıçtan geçirdiler. Yollar sanki yağmur yağmış gibiydi ve dereler kadar kan akıyordu. Gerek Hıristiyanların gerek Türklerin ölü vücutları Çanakkale denizine atıldılar. Bunlar kanallardaki kavunlar gibi suyun üzerinde yüzüyorlardı.” (s. 68)

Fetih sonrası talan meselesinde Aydın diğer yazarlardan aktarmalar yapmış:

“ … yataklarında uyuyan kadınlar karabasanlar yaşamışlardır. Elleri insan kanıyla boyanmış kılıçlı insanlar, rastlantı sonucunda bir araya gelmiş olan bu her ırk ve milletten oluşan kalabalık, vahşi hayvanlar gibi evlere girmişler, kadınları acımasızca sürükleyerek caddelere çıkarmışlar ve orada kendilerine her türlü kötülüğü yapmışlardır … Ve kiliselerin kirletilmesi, yağmalanması … böyle bir şey nasıl anlatılabilir ki? İkonaları ve kutsal emanetleri ve diğer eşyaları saygısızca yere fırlattılar … bazılarını ateşlere atarken, diğerlerini parçalayıp sokaklara saçtılar. Eski zamanın kutsal ölülerinin mezarları açıldı ve kemikleri parça parça edilip sokaklara atıldı. Kutsal kupaların kimi içmek için kullanıldı, kimi eritilip satıldı … ” (Kritovulos, “İstanbul’un Fethi”, İstanbul, 1967, s. 72)

“ … güneş doğalı çok olmamıştı ki, şehir Türkler tarafından ele geçiriliyor ve yağma başlıyor; mukavemet gösterenler öldürülüyor, ihtiyarlar ve cüzamlılarla hasta kimseler parça parça ediliyordu. Teslim olanları esir alıyorlardı.” (Zorzi Dolfin, İstanbul’un Muhasarası ve Zaptı – Maalesef metinde bu kitabın künyesi yok)

“Küçükler ve çok yaşlılar para etmedikleri için orada öldürüldü. Erkekler iplerle bağlandılar, kadınlar ikişer üçer kişilik gruplar hâlinde birbirlerine saçlarından bağlandılar. Bizanslı görgü tanıkları, küçük kız ve oğlanların sunak masaları üstünde ırzlarına geçildiğini ve büyük kilisenin onların çığlıklarıyla çınladığını anlatırlar.” (Andrew Wheatcroft, “Osmanlılar”, İstanbul: Altın Yayınları, 1996, s. 37)

Bunları hemen hemen aynı açıklıkla Osmanlı tarihçileri de yazmışlar:

“ … Şehrin içine girdiler. Yağma ve talan ettiler. Oğlanlarını, kızlarını ve mallarını alıp esir ettiler. Sultan Mehmet dahi evleri için yağma buyurdu. O sırada tutabilen tuttu. Müslümanlar şöyle mala gark oldular ki, İstanbul’un yapıldığı 2400 yıldan beri toplanan mal hep gazilere nasip oldu. Üç gün yağma ettiler. Üç günden sonra yağmayı yasakladılar.” (Oruç Beğ Tarihi, İstanbul: Tercüman Yayınları, s. 109)

“Hisar fetholundu. İyi yağmalar ve doyumluklar oldu. Altın, gümüş ve mücevherler ve her türlü kumaşlar gelip pazara döküldü. Satmaya başladılar. Halkını esir ettiler. Tekfurunu öldürdüler. Güzel kızlarını gaziler bağırlarına bastılar.” (Aşık Paşaoğlu Tarihi, İstanbul: M.E.B. Yayınları, 1992, s. 119)

Bu arada, karadan gemi yürütme meselesinde şunları söylüyor Aydın:

“O günkü teknik koşullarda (muhasara süresi içinde) bu işin olanaksızlığı bir yana, böylesine muazzam bir olayı planlayanlardan geriye en küçük bir teknik ayrıntı, çizim, plan, belge, en küçük bir kesin bilgi kalmamış olması bile, iddianın bir efsaneden ibaret olduğunu düşünmeye yeter. Düşünsenize bir, 20 Nisan’daki deniz yenilgisinin üzerine padişahın kızıp “gemileri Haliç’e geçirin!” demesiyle iki gece içinde gerçekleştiriliyor! Herhangi bir bina için bile fizibilite yapılması gerektiği açıkken, söz konusu bu iddianın, bizi illüzyonlar dünyasına taşıma amacı dışında tarihsel bir değer taşımayacağı açıktır. Böylesi kapsamlı bir iş için ciddi bir ön planlama, hazırlık, binlerce insanın uzun dönem süren seferberliği lazım geldiğine göre, bu işten geriye hiçbir kesin bilgi, harita, belge kalmamış olması ilginç değil midir?” (s. 143)

“ … Eften püften bir dizi ayrıntıyı bize taşıyan Osmanlı devlet arşivlerinde konuya ilişkin tek bir veri bile yoktur. Keza makaralarla mı, kızaklarla mı, arabalarla mı taşındığı, bu işin kim tarafından planlandığı, kimin komuta ettiği, Beşiktaş’tan mı, Dolmabahçe’den mi, yoksa Tophâne’den mi, hatta Rumeli Hisarı’nın oradan mı yola çıkıldığı, Şişhâne’den mi, yoksa Taksim’den mi geçirildiği bilinmemektedir. Öyle bir muamma ki, Tursun Bey, Aşık Paşazade, İdris-i Bitlisi gibi aynı dönem tarihçilerinde gemilerin nasıl ve nereden taşındığına ilişkin bilgi yoktur.” (s. 143-4)

“ … alt tarafı bir zinciri kesecek testereleri de mi yoktu atalarımızın diye sorası geliyor insanın. Alt tarafı gecenin karanlığında iki babayiğit yeniçeri gönderip zinciri eğeletmek varken, Osmanlı dedelerimiz, neden böyle olağanüstü organizasyon için yüzlerce insanın kafa patlatmasını, binlerce insanın ve mandanın onca yük altında eziyet çekmesini, onca ormanın telef edilmesini tercih etmişler, anlamak mümkün değil doğrusu.” (s. 145)

“En basit hesapla; 61 metre boyunda, 8 metre genişliğindeki bir kadırgayı, denizden karaya çıkarmak için [sadece karaya çıkarmak için] gemi başına 10 dakikalık bir zaman ayırırsak, 72 gemi için 720 dakikalık bir süre ayırmamız lazım gelir ki, bunu da saate çevirirsek 12 saat eder ve gece biter.” (s. 149)

Gerçekten de ilginç, değil mi? Bize normalde anlatılanlara hiç benzemiyor. Bunları okuduktan sonra bu gemi yürütme meselesinin resmen düzmece olduğuna inanıyorum. Konuyu bağlamak için bir alıntı daha yapalım:

“İşte böyle! Gidiyorsunuz, kapıya dayanıyorsunuz, tehditle veya savaşarak alıyorsunuz ve hooop, orası sizin oluyor! O güne kadar oranın egemen insanları sizin köleniz veya cizye veren boyun bükmüşleri oluyor. Kiliseleri cami, çalışmalarının ürünleri sizin oluyor. Beğenmişseniz kızları, kadınları cariyeniz oluveriyor veya isterseniz satıyorsunuz ve tüm bunlar “meşru” oluyor. Kuşkusuz, sorgulamamızın aslı o güne ilişkin değil. Ama düşünebiliyor musunuz, işte bu çok kaba (insanların öldürülürken veya tecavüze uğrarkenki çığlıkları, yaralıların iniltileri, Ayasofya’ya sığınıp kendilerini kurtarmaya geleceğini sandıkları melekleri beklerken yaşadıkları korkular, çocukların, en önemlisi onların yaşadığı silinmeyecek acılar, Müslüman olarak büyütülmek üzere annelerinden kopartılmaları sırasında karşılıklı yaşanan acılar ve çığlıkların olduğu) kupkuru bir panoramasını çıkardığım bu insanlık dışı vahşete makyaj yapıp onunla övünen, onu her gün artan büyüklükte gösterilerle kutlayan insanlar dolaşıyor aramızda. Yeni nesillere bununla “övünülmesi” gerektiğini anlatıyorlar. Asıl sorun tam da burada işte; güncelleştirerek insanlığımızı erozyona uğratan, insanlaşmamızı engelleyen zihniyette. “Elin gâvuru” diye küçümsenenler evrensel bildirgelerle kendilerini kayıt altına alırken, bizden birilerinin tarih olmuş işgalleri yeniden tazelemeye, ona öykünen nesiller yaratmaya çalışmasında asıl mesele.” (s. 161)

Bizde Osmanlı üzerine yazılan şeylerin çoğu hamaset edebiyatıdır. Osmanlı’yı öğretenler de bu edebiyattan kendilerini kurtarmış değillerdir, hatta bunun bizzat destekçisidirler de. Bir defasında master dersinde iken, Osmanlı üzerine olan bir konuşmada, arkadaşlardan biri hocaya Osmanlı’nın başka halkların topraklarını zorla işgal ettiğini ve oraları haraca bağladığını söylemişti. Hoca da arkadaşa dönüp, “Sen bir Osmanlı torunusun, bunu nasıl söylersin?” demişti.

Halbuki bu tiplere “Osmanlı neden çöktü?” diye soracak olsanız apışıp kalırlar. “Doğru yahu, Osmanlı çöktü değil mi?” Belki çöktüğünün bile farkında değillerdir. “Kanuniler, Fatihler, Beyazıtlar vs. vs.” derler de, Osmanlı’nın niye geri kaldığını, neden çöktüğünü bir türlü anlayamazlar. Bunlar bu kafayla hiçbir yere gidemezler. Oldukları yerde sayıp dururlar, bunu da bir meziyet zannederler.

Thursday, May 10, 2007


OSMANLI’DA ÖĞRENCİ OLAYLARI: EŞCİNSELLİK VE OĞLAN ÇEKME

Son zamanlarda Gaykedi çocuk pornosu ile bizim halkın cinsel kaçıklıklarına değinince, ben de merak edip “Acaba ecdadımız bu gibi hâllere hiç düşmüş mü?” dedim. Biliyorsunuz, bu gibi sapıklıklar hep şu din dışı laik ve Kemalist düzenden kaynaklanıyor. Halbuki toplumumuz laik olmak yerine milli geleneklerimize ve dinine bağlı olsa, dindarların özgürlükleri kısıtlanmasa, İmam Hatipler gibi dini eğitim veren yerler olsa, Kuran kursları rahatça açılsa, başörtüsüne izin verilse, bu gibi olaylar hiç olmayacak. Bizim dincilerin pek bir sevdiği kudretli Osmanlı zamanında olur muydu bunlar hiç? Ne zaman ki cumhuriyet geldi, laiklik belası çıktı, işte o zaman memleketin düzeni bozuldu. Ama bakalım kazın ayağı öyle mi?

Celâli İsyanları üzerine detaylı bir kitabı olan Mustafa Akdağ’dan hareketle meseleye bakalım (“Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası”, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1975). Osmanlı üzerine iki kitabı daha olan Akdağ ne yazık ki çalışmalarını tamamlayamadan 1972’de ölmüş. Söz konusu kitabı bu isyanlar hakkında hâlâ temel bir eser. İşi medrese öğrencileri üzerinden ele alalım. Aşağıda anlatacaklarıma, Akdağ büyük boy kitabında toplam 130 sayfa ayırmış.

Her biri bir vakfın kurumu olan Anadolu ve Rumeli’deki medreseler, 16. yüzyıl başlarında öğrenci yığılmaları ile karşılaşıyor. Zira bu yüzyıl başlarında Osmanlı’daki ekonomik durum nedeniyle, köylerde geçim olanakları daralmış bulunuyor. Aileler çocuklarını medreselere göndererek, onlara gelecek sağlamaya çalışıyor. Lise çağındaki bu medrese öğrencilerine “suhte” deniliyor. Medreseleri bitirip diplomalı olanlar da devlet tarafından kadılık, naiplik, müderrislik, imamlık gibi görevlere atanıyorlar.

Tabii, bu medreseler yatılı. Öğrenciler “imaret” denilen öğrenci yurtlarında kalıyorlar. Bu yurtlara girmek için de ergenlik çağında olmak gerekiyor. Yalnız, bu yurtlar pek öyle güzel yerler değil. Nitekim Akdağ’ın dediğine göre, “16. yüzyıl medreselerini ve imaretlerini incelediğimizde, buralarda o kadar uzun yıllarını geçiren öğrencilerin, ruhsal bunalım içine yuvarlanmaktan kendilerini kurtaramayacak koşullar içinde yaşadıklarını görürüz,” (s. 154). Yurtlar hücrelere ayrılmış ve her odada 3 ilâ 5 öğrenci kalıyor. Yurt binaları dörtgen biçimindeki bir açıklığı çevreleyecek şekilde inşa edilmiş. Hücreler yan yana sıralanmış hâlde ve dış bahçeye ya da sokağa bakan küçük pencereleri var. Ancak duvarlar kalın olduğundan içeriye yeteri kadar ışık girmiyor. Akdağ'dan devam edelim:

“Ömürlerinin en genç ve kızgın çağını, bu dışa kapalı, dar, karanlık ve kubbe biçimindeki, tavanından karanlığın hayalleri sarkan bu hücrelerde geçirmek zorunda kalan öğrencilerin, ara sıra çıktıkları şehrin sokak ya da çarşı ve pazarları da, onların gençlik ihtiyaçlarına kesinlikle kapalı bulunuyordu. Gizli çalışan, yakalandıkça da şuraya buraya sürülen fahişeleri bulmak çok zor bir işti,” (s. 155). Çünkü bu gibi yerlerde asayişi sağlamakla görevli kişiler (subaşı, asesbaşı, asesler, yasakçılar) kimseye göz açtırmamaktadır. Üstelik bunlara bol para cezası kesme yetkisi de tanınmıştır. Bu yüzden kız ve erkekleri sokakta konuşurken, hatta bakışırken bile yakaladıklarında ceza kesiyorlardı.

Bu koşullar altında öğrenciler hem derslerine çalışacak iradeyi kendilerinde bulamıyor, hem de cinsel hayallerini kamçılar tarzda yapılmış olan hücrelerde kendilerini eşcinsel davranışlara kaptırıyorlar. Böylece eşcinsellik öğrenciler arasında yayılarak bir alışkanlık hâlini alıyor. Dahası, bu öğrenciler çarşıya çıktıklarında saldırgan, zorba ve eşkıya davranışlı oluyorlar. Asayişçiler ile çatıştıkları için de, bir yandan iyice azıtıyorlar, diğer yandan örgütlenip silahla karşı koymaya başlıyorlar. Akdağ, eğitiminin çoğunluğu günah-sevap konusu üzerine toplanmış olan, yani ahlâk amacı güden medrese derslerinin, bu olayları engelleyici hiçbir etkisinin olmadığına dikkati çekiyor. Tekrar Akdağ’dan devam edelim:

“Halk ağzında ve yazılı dilinde genel olarak “suhte” deyimi ile sözleri edilen medrese öğrencilerinin, genç çocuklar ile düşüp kalkmaları, toplum ahlâkını kemiren bir alışkanlık hâlinde sürüp gidiyordu. Yalnız bunlar değil, “levent” dediğimiz, köyden kente gelmiş, işsiz güçsüz dolaşan ve “bekâr odalarında” her türlü ahlâksızlığı yapmaktan çekinmeyen ergen kitleler de, bu doğa dışı cinsel sapıklıkları huy edinmişlerdi. Kadın-erkek ilişkilerini son derece kısıtlayan, hatta fahişeliğe bile göz yummayıp, bu gibi kadınları oradan oraya süren o dönemin yobazlığının, asayişçilerin cerime (para cezası) çıkarabilmek için, bir erkekle bir kadını konuşurken de olsa yakalayabilme gayretlerinin, suhte ve leventlerin bu söylediğimiz doğaya aykırı alışkanlıklarını bütün bütün kamçılamakta olduğu bir gerçektir. Bu incelediğimiz sıralarda, hatta birer meyhane gibi kullanılan bozahanelerin işleticileri, bu gibi yerlere doluşan ergen müşterileri için “taze oğlanlar” bulundurmakta ve yasakları da hiçe saymaktaydılar,” (s. 158). [Akdağ’ın fahişeliğe “göz yummamayı” yobazlık saydığına dikkatinizi çekerim.]

Hatta 16. yüzyılın ortalarında öğrenciler işi o kadar azıtıyorlar ki, şehir ve kasabalarda kızları ve oğlanları kaçırmaya başlıyorlar. Küçük gruplar ve bölükler hâlinde isyan hareketlerine girişiyorlar, soygun yapıyorlar. Öğrenci şefleri yönetiminde örgütleniyorlar. Birçok olayda, suhteler para ya da “taze oğullarını” vermekte zorluk çıkaranlara işkence yapıyorlar. Sinirlerini çıkarıyorlar, ellerini ve ayaklarını kesiyorlar. Kimilerini ayaklarından asıyorlar. Pek çok kişiyi katledip, birçok kişiyi ölene değin dövüyorlar.

Akdağ bu türden olayların Anadolu’nun verimli bölgelerinde yer alan şehir ve kasabalarda meydana geldiğini aktarıyor. Buralar medreselerin ve öğrenci yurtlarının kalabalık olarak bulunduğu yerler. Öğrenciler bölükler hâlinde köyleri ve evleri basıyorlar, malları yağmalıyorlar, parasına ve malına göz diktikleri zenginleri öldürüyorlar, yakışıklı ve güzel oğlanları kaçırıyorlar. Bu yakışıklı oğlanlara “sâderû” deniliyor. Kaçırma olayına ise “oğlan çekme” adı veriliyor. Hatta hamam basıp oğlan çekenler dahi var. Maalesef, bu olaylara hükümetten ve o yöredeki yetkililerden de karışanlar oluyor. Bu kişiler baskınlardan pay ya da rüşvet alıyor. Akdağ’dan devam (dili bir-iki yerde düzelttim):

“İmaretlerde yaşamlarının en genç ve cinsel yönden en bunalımlı dönemini geçirmek zorunda bulunan, sokakta kadın ya da kız yüzü görmelerine çağın “kaç göz” ya da “namahremlik” anlayışındaki pek sıkı kuralların engel olduğu bu insanlar, imaretlerinin ve medreselerinin “hücrelerinde” çirkin ahlâksızlıklarla kendilerini tatmine çalışırken, elbette kanlı olaylar çıkarmaktan da kendilerini alıkoyamıyorlardı. Sokakta şunun bunun gençlik çağına yeni girmiş ya da girmek üzere olan erkek çocuklarını Uludağ’a, ıssız bahçelere kaçırmak, hücrelere kapatmak, hamam yollarını gözetleyerek gelip giden kadın ve kızları önceden hazırladıkları eve, medreseye, imarete zorla götürüp içki içirmek yoluyla ırzlarına geçmek, şaşılmayacak günlük olaylardı. Nitekim mahkemelerde görülen pek çok cinayet, yaralama, fuhuş ve benzeri yargılanmalardan, bunlara ait olanlar az değildir.” (s. 192)

Akdağ bu olaylara sayfalar dolusu örnek veriyor. İki tanesini özetleyerek aktarayım:

Bursa zaimi, yani subaşısı Nebi bin Abdullah, 7 Temmuz 1572’de mahkemeye Ayşe ve Emine adında iki kadını çırılçıplak bir hâlde getiriyor. Kadınların anlattıklarına göre, hamamdan dönerken üç suhte yollarını kesiyor. Bıçak çekip kadınları korkutuyorlar ve akşam namazından sonra medreseye kapatıyorlar. Bütün giysilerini ve hamam takımlarını alıp, kadınları anadan doğma soyuyorlar. Gece ne olduğunu tahmin edersiniz. Belki yatsı namazı için ara vermiş olabilirler. Kadınlar sabaha karşı, öldürülmek üzere iken kaçmayı başarıyorlar. Attıkları çığlıklar üzerine mahalleli yardımlarına koşuyor. Mahkemede mahalleliler toplu hâlde şikayette bulunuyorlar. “Sözü geçen medresede bu tür ahlâksızlıklar hiç eksik olmuyor, içeride kopan feryatlardan evlerimizde oturamaz olduk, korkudan elimizden bir şey yapmak gelmiyor,” diyorlar. (s. 193)

Bir tane daha: Sonusa ve Samsun’daki suhteler Tokat’a bir sâderû (taze ve yakışıklı oğlan) getiriyorlar. Halk da suhteler ile çatışıp oğlanı kurtarıyor. Mahkemede oğlan, suhtelerin kendisini kaçırdıklarını söyleyince, yeniçerilere emanet ediliyor. Ancak 30 suhte geceleyin bu yeniçerilerin evlerini basıyor, aralarından birini öldürüyor, diğerlerinin kulaklarını ve burunlarını kesiyor ve oğlanı alıp kaçıyorlar. Sadece şefleri yakalanıp asılabiliyor. (s. 182)

Mahkemeler yakalanan öğrencilere suçlarını itiraf ettirmek için işkence yapıyor. Eğer bunların işledikleri suçlar ağır cezaya çarptırılmak ya da asmak için yeterli olmuyorsa, mahkeme yeni suçlar yaratıyor ve iftiracılık yaparak işi hâllediyor. Buna “siyaset kararı almak”, yani ölüm cezasına çarptırmak deniliyor. Bu işi emreden de İstanbul’dan gönderilen fermanlar. Hatta padişah Yavuz Selim 1519’da Bursa sancak beyine ağır bir ferman yollayarak, yakaladıklarının hemen siyaset edilmesini istiyor. İşkence “örf” ya da “örf-i marûf” olarak adlandırılıyor. İşkence yapılırken ölenlere ise “örfte telef oldu” deniliyor.

Kimi zaman tam bir ayaklanma biçimini alan bu öğrenci gruplarını bastırmak için, erlerden ve sipahilerden oluşan kovuşturma güçleri kuruluyor. Bunlara “isyancıların demleri hederdir”, yani “öldürülmelerine izin verilmiştir” yazan birer hüküm sureti veriliyor. Fakat bu güçler önlerine çıkan herkesi sorgusuz sualsiz “eşkıya” deyip katlediyorlar. Bu yüzden pek çok masum genç öldürülüyor. Bu insafsızca cezalandırma karşısında İstanbul’a seslerini duyuramayan aileler ve akrabalar, ya çocukları saklama yolunu seçiyor ya da isyana kendileri de katılıyor. İşin güzel tarafı, ölü ya da diri ele geçirilen öğrencilerden çıkan mal ve paralar devlet hazinesine gidiyor; soygun malı ve parası da bunları öldürenlere veya yakalayanlara ait oluyor. Yani soyulan halka mal ve paraları geri verilmiyor!

Akdağ’ın şu sitemi ilginç. Şöyle diyor:

“Bu tür ahlâk dışı olaylar açıktan alıp yürüdüğü hâlde, imam, müezzin, müderris ve benzeri hacı-hoca takımı, nasıl olup da önleyici büyük tepkiler gösterecek bir insanî duygusallık göstermediler, anlamak güçtür. Halbuki aynı çevreler, kadın-erkek buluşumları açığa dökülecek kerteyi bulduğunda, hemen toplu hâlde mahkemeyi boylayıp, kıyameti koparıyorlardı.” (s. 158-9)

İşte size ecdadımız Osmanlı’dan insan ve memleket manzaraları. Şu öğrenci yurtları size günümüzdeki “ışık evlerini” ya da birtakım cemaatlere ve tarikatlara ait öğrenci yurtlarını hatırlatmıyor mu? Hrant Dink’i öldürenlerden bazıları nerede kalmıştı? Ya cinsel yönden azıp oğlan kaçırmaya ne demeli? Allah’a şükür bugün en azından bunu yapmıyorlar, onun yerine internette çocuk pornosu izliyorlar – medeniyet efendim! Devlet görevlileri de işlere karışmış. Eh, buna zaten alışkınız. Hatırlayın, zamanında doğuda 12 yaşındaki bir kız çocuğuna defalarca tecavüz eden birtakım görevlilerin olduğuna dair haberler dinlemiştik.

Anlayacağınız, bugün bu işleri yapanların dedeleri de aynı haltı işliyorlarmış. Aynı tas aynı hamam. Akdağ’ın özellikle giderilemeyen cinsel ihtiyaçlardan bahsettiği dikkatinizi çekti mi? Ya da kadın-erkek ilişkilerini hepten yasaklayan yobaz zihniyete yaptığı vurgular? Fahişelikten bile bahsediyor kendisi. Bunlar için verdiği örnekler size İran’daki benzeri “ahlâk önlemlerini” hatırlatmadı mı? Bu olanlar, karşı cinsle ilişkiyi yasaklayan bir düzenin varacağı son noktayı güzel gösteriyor, değil mi? Kim bilir şimdiki tarikat yurtlarında ya da ışık evlerinde neler oluyor da, haberimiz olmuyor.

Demek ki, dinî eğitim vermekle, millî gelenekleri savunmakla, din eğitimi veren medrese tarzı okullar açmakla vs. ile memleketin ahlâkı düzelmiyor. Bizim memlekette hâlâ bu tür şeyleri savunan insanlar var. Kafalarını hiç çalıştırmıyorlar. Diyorum hep, diktatör lazım bize, diktatör.

Tuesday, May 08, 2007



MEDENİYET DÜZEYİ

İşte Londra’nın batı tarafında yer alan “Richmond” denilen bölgenin “Ham” adlı yerindeki bir otobüs durağı. Bu Ham denilen yer merkezi bir yer de değil üstelik. Tabloya göre, Kingston tarafına gidecek ilk otobüsün gelmesine 11, ikinci otobüsün gelmesine 17 dakika var. Durağın içindeki tabloda, o bölgedeki çeşitli yerlere giden otobüslerin numaraları ve hangi duraklardan geçtiklerini gösteren bir harita var. Gideceğiniz yerden geçen otobüs bulunduğunuz duraktan geçmese bile, haritaya bakıp hangi duraktan geçtiğini buluyorsunuz. Direğin üzerindeki “M” harfi o durağın bir nevi ismi. Direkteki diğer bir tabloda ise otobüsün geçiş saatleri ve ne kadar sıklıkla geçtiği yazıyor. Aşağıda malum tablo var. Resmi üzerine tıklayıp büyütürseniz yazılar okunuyor.

Aşağıdaki resim gene Ham’den. Yolda daha önceden kazı yapılmış, ama dikkatlice kapatılmış. Yama yerleri görünmesine rağmen, çukur ya da tümsek yok.

Aşağıdaki resimde gene batı tarafında “Kew Gardens” denilen yerdeki sıradan bir cadde bulunuyor. Yalnız, resimde bir gariplik var. Bütün arabalar çizgilerin içine düzenli bir şekilde park edilmiş!

Bu resimde ise Richmond metro istasyonunun hemen yanındaki yaya geçidi var. İngiliz gevurları buna “zebra crossing” diyorlar. Trafik ne kadar akışkan olursa olsun, ne kadar çok araç olursa olsun, adımınızı yaya geçidine attığınız anda bütün trafik duruyor. Araçların hepsi duruyor, isterse durmasın! Cezası var efendim! Hatta ilk geldiğimde hâlâ Türkiye kafasına göre düşündüğümden, geçidin başında trafiğin azalmasını beklerken arabaların bir bir durduğunu görüp şaşırmıştım – alışkanlık işte. Sıkıysa Türkiye’de doğrudan adımınızı atıp geçmeye çalışın bir!

Kısa bir anektod da aktarayım: Yılbaşı gecesi elimize biraları alıp kapının önüne çıktık. Saat 12’yi biraz geçmişti. Her yerden havai fişekler atılıyordu gökyüzüne. Yanımdaki arkadaş ev sahibim Robert’a sordu: “Bu kadar çok havai fişeği kim atıyor? Devlet mi düzenliyor bunu?” Robert gülümseyerek yanıtladı: “Sanmıyorum. Bu kadar örgütlü bir işi devlet beceremez. Sıradan vatandaşlar atıyor.”

Şimdi soru: Türkiye’nin yukarıdaki gelişmişlik düzeyine erişmesi kaç “yüzyıl” alır? Dileyen “bin yıl” cinsinden de hesaplayabilir.

Monday, May 07, 2007


ABDULLAH GÜL’ÜN RÖPORTAJININ METNİ

Ne zamandan beridir “eski” cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’ün İngiliz gazetesi The Guardian ile yaptığı röportajdan bahsediliyor. Güya Gül bu röportajda “Cumhuriyet’in sonu geldi,” demiş. Cumhuriyet gazetesi bunu reklam olarak kullanınca, TRT’ye çıkan Gül gazeteyi eleştirmiş ve “Şimdi bu yakışır mı böyle, Türkiye’nin önemli bir gazetesine, tarihi bir gazetesine?” demişti.

Bunun üzerine internetten röportajı araştırdım, ancak röportaj 1995 yılında yapıldığından The Guardian gazetesinin arşivinde bulunmuyordu. Tâ ki birileri gazetenin arşivlerine gidip, metni bulup internete koyuncaya dek. Abdullah amcam gerçekten de öyle demiş. İşte ifadenin çevirisi:

“Cumhuriyet döneminin sonu bu,” diyor Gül kesin bir şekilde. “Eğer Ankara nüfusunun %60’ı gecekondularda yaşıyorsa, bu durumda laik sistem başarısız olmuştur ve biz de bunu kesinlikle değiştirmek istiyoruz.”

Ben metni Ekşi Sözlük’te buldum. Sanırım ana kaynak orası. Birkaç internet sitesinde daha bu metin yer alıyor, hepsi de aynı. Ben de buraya ekleyeyim dedim. Malum sözleri kalın yaptım. İşte röportaj:

* * *
TURKISH ISLAMISTS AIM FOR POWER

The Welfare Party is on course for a green revolution in next month's general election, writes Jonathan Rugman in Ankara

The Guardian (Manchester); Nov 27, 1995; Jonathan Rugman; p. 009

Full Text: (Copyright Guardian Newspapers, limited Nov 27, 1995)

ABDULLAH GUL is dressed in a well-cut suit and tie. The MP may be the deputy leader of Turkey's Islamic revivalist Welfare Party, Refah, but he speaks good english and seems to have been schooled within the political traditions of the West.

Such is his charm that Mr Gul is often given the task of explaining Welfare's policies to suspicious foreigners. Yet his message is unmistakably radical, a direct challenge to Turkey's unique status as the only secular democracy among 52 Muslim countries.

"This is the end of the republican period," Mr Gul says flatly. "If 60 per cent of Ankara's population is living in shacks, then the secular system has failed and we definitely want to change it."

With a general election less than a month away, and Welfare performing well in the opinion polls, Mr Gul's message cannot be ignored.

An opinion poll by the True Path Party of the prime minister, Tansu Ciller, puts the Islamists in second place, 3 per cent behind True Path, while other parties rank Welfare first.

Last year Welfare made sweeping gains in local elections, winning the mayoralties of Ankara and Istanbul and 20 per cent of the vote. Next month it is aiming for 30 per cent - enough to form Turkey's next government.

That percentage will probably be difficult to achieve, because of the vote is fragmented between numerous left and rightwing secular parties, which have, however, not united to combat Welfare.

Fifteen years after the last military coup, many Turks are disillusioned with the failure of secular politicians to tackle their mounting social and economic grievances. Analysts agree that Welfare will attract a large protest vote.

"They are a serious political force," said a Western diplomat in Ankara. "Very purposeful, very organised. They are preying upon real structural problems that need to be solved. If Welfare comes to power, will it still be one man, one vote?"

The party says it wants to abolish un-Islamic bank interest rates and pull Turkish troops out of the war zone of the mainly Kurdish south-east, where vague talk of "Muslim brotherhood" between Turks and Kurds has won it much support.

Mrs Ciller is standing on a rightwing law and order platform, with leading security chiefs standing beside her as candidates. She has taken tea with religious leaders and is anxious to present herself as a good Muslim. But in Europe she presents the election as a straightforward contest between pro-Western reformers and Islamic fundamentalism.

Her opposition to fundamentalism has won her broad secular establishment support, including that of Cefi Kamhi, an Istanbul industrialist and the first Turkish Jew attempting to enter parliament since 1957. "I see Welfare as the major challenger," Mr Kamhi says.

Welfare's leader, Necmettin Erbakan, is vehemently anti-Jewish and has blamed Christian Armenians for Turkey's social ills.

"Europe is a continent of drug addicts - a cauldron of intrigue and oppression," Mr Erbakan said recently, describing Welfare's mission to "forge the world unity of Islam and rescue the West".

Oguzhan Asilturk, one of 38 Welfare MPs in the 440-seat parliament, refuses to rule out the possible introduction of Islamic sharia law, because, he says, he does not want to hurt the feelings of Welfare's supporters.

At the municipal level, Welfare has been more restrained - championing headscarves against mini-skirts, promising to ban prostitution, describing ballet as indecent, demolishing "obscene" statues and painting bollards in Istanbul an Islamic green.

2003 yılında zamanın CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen Gül’ün şu sözlerini gündeme taşımış:

“Fransa’da yasaklanan bir kitap var; büyük İslâm âlimlerinden Kardavi’nin “İslâm’da Helâl ve Haram” diye Türkçe’ye de çevrilen ve her yerde satılan kitabı, bölücülük yapıyor diye Fransa’da yasaklanmıştır. Avrupa’nın özgürlük anlayışı budur ve Avrupa’nın özgürlük anlayışı sadece kendi çıkarlarınadır. Dolayısıyla, bu konuda da gerçek yüzü bellidir. Burada dikkati çekmek istediğim nokta budur. Avrupa kulübünün gerçek tavrı budur. Türkiye’ye bakışı da budur. Müttefiklerin amacı Türkiye’yi bölmektir.”

Bunun üzerine Gül gazetecilere açıklama gönderip, “Meclis zabıtları ortadadır, hangi gün ve oturumda bu konuşmayı yaptığımı ispatlamalısınız,” demiş. Gül amcam bu sözleri, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Türkiye aleyhine aldığı bir karar üzerine, 2 Mayıs 1995’te TBMM’de söylemiş (künyesi de şu: TBMM Tutanak Dergisi, Dönem 19, Yasama Yılı: 4, Cilt: 85, Birleşim: 107). Milliyet gazetesi yazarı Hasan Pulur bunu köşesinde yazınca, Gül amcam Pulur’u taa Amerika’dan arayıp özür dilemiş. Pulur da bunu “Abdullah Gül Amerika’dan telefon etti: ‘Özür dilerim, hata yapmışım! …’ ” diye yazmış. Yazının başlığını da “Abdullah Gül Takıyye Yapmış” koymuş.

İşte “bu adam” cumhurbaşkanı olacaktı. Bu engellenince Türkiye’de birtakım tipler “olanlar demokrasiye aykırı” diyerek ayağa kalktı. Bu tiplerin önemli bir bölümü zaten Abdullah Gül’ün böyle bir adam olduğunu biliyorlar, ama amaçları başka olduğu için hâliyle böyle davranacaklar. “Laik sistemi kesinlikle değiştirmek” istiyorlarmış. Bunu söyleyen adam şimdi dışişleri bakanı ve az kalsın cumhurbaşkanı olacaktı. Laik sistemin yerine ne koyacaklardı peki? Bunların o dönemki lideri Erbakan milleti “patates dininden bunlar” diyerek küçümsemiyor muydu? O zaman da aynıydılar, şimdi de aynılar. Hiç değişmeyecek bunlar.

Sunday, May 06, 2007


NİYAZİ BERKES’İN MEKTUPLARI

Şu yeterlilik sınavına çalışmaya başlayınca, gene Osmanlı ile cebelleşmeye başladım – güya iktisat tezi yazacağız. Okuduğum kitapların arasında Niyazi Berkes’in bir kitabı da var. Anlatımı basit ve hoş olduğundan istemeye istemeye çalıştığım konularda büyük rahatlık sağlıyor. Berkes Kanada’da McGill Üniversitesi’den öğretim üyeliği yapmış tanınmış bir sosyolog. 1975’de İngiltere’ye yerleşmiş ve 1988’de ölmüş. En çok bilinen kitabı “Türkiye’de Çağdaşlaşma”.

Bu aralar şu İslâmcılık tartışmaları revaçta olunca, Berkes’in bir diğer kitabına bakayım dedim. 1958-59’da 16 aylık bir izinle yaptığı bir Asya gezisi esnasında kardeşi Enver’e gönderdiği mektuplardan oluşan bir kitap bu (“Asya Mektupları”, 3. baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001). Bazı yerleri hayli matrak yazılmış, bir kısmı da ibretlik. Pakistan’da gördükleri için yazdıklarından biraz aktaralım:

“Üniversitelerdeki birçok hocalar (ki çoğu Oxford’da, Cambridge’de, pek azı Almanya’da okumuş kişilerdir) böyle bir İslâmî Devlet kurmuş olmanın ideolojisini tartışıyorlar harıl harıl. Dinlediğim bazı konuşmaları bana zırdeli saçması gibi geldi, zaman zaman. Bunlar da dış görünüşlerinde bir âlem. Kimi fesli, kimi siyah kalpaklı. Kimi sakallı, kimi sarıklı. Bazıları hacı-babalara benzer. Ama hepsi “doktor.” Bazıları “allâme.” Bu kelime bizde hafif tertip alay manası taşır. Burada öyle değil. Bizdeki “Ord. Prof. Dr.” gibi olanların mukabili, ama “İslâmî Devlet” ideolojisi bahsinde hepsini geride bırakmış olması şart!

“Üniversitelerin dışındaki “allâme”ler daha çok. İstediklerini yaptıracak güçte kişiler. Bunların bir tanesi (çok gürültülü bir adı vardı, ama unuttum. Mesela “İftihar-ı İslâm”, “Allâme-i Cihan” cinsinden adlar. Çok olduğu için bu anlatacağımın adının hangisi olduğunu aklımda tutamadım) evet, bu allâme bir gün McLeod Bulvarı gibi bir bulvarın ortasında değneğini dikmiş:

“ “Dün akşam rüyamda bana malûm oldu; şeyh bilmem kim hazretleri burada yatıyor” demiş.

“Haddin varsa “hayır” de. Herif oraya bir türbe mi, zaviye mi neyse yaptırmış. İnsafına kalmış bir şey.

“Okumuş aydın kişiler bunları anlatıyor bana. İnanamıyorum anlattıklarına.

“ “Olur mu böyle şey?” diyorum.

“ “Olur” diyorlar.

“Bu din “allâme”lerinin asıl rolünün ne olduğunu yavaş yavaş anlıyorum: İslâmî Devlet totalitarizminin din terörcülüğü. Bunların sürdürdüğü terör sayesindedir ki, üniversitede konuştuğum hocalar o kadar zırva konuşuyorlar. Öyle konuşmayanların vay haline! Yoksa, bu hocalar arasında akıllı, bilgili kişiler var. Belki de çok. Ama açıkça fikir özgürlüğü yok. Üstelik, İslâmî Devlet üzerine bir tartışma olduğu zaman öyle bir yarış başlıyor ki sorma. Bu ideolojiyi en çok kim (boş) lafla, kim en çok demagoji ile savunur; kim en çok batı medeniyetine, Hıristiyanlığa, Yahudiliğe, laikliğe, komünizme söverse en çok o meşhur olur.

“Böyle bir manzarayı daha önceki bir dipnotta anlattım ve ben Hindistan’da iken davet edildiğim Hôtel Mètropole’de Kuran okunarak açılan bir konferansta görmüştüm. Bu konferansa Türkiye’den İktisat Fakültesi Doçenti Sabri Ülgener de gelmişti. Ekonomik zihniyet üzerine iki güzel kitabın yazarı olan Ülgener faizcilik, tefecilik üzerine bir tebliğ vermişti. Buna çok kızdılar. Göz göre göre Müslümanlıkta tefecilik, faizcilik diye bir şeyin görülmedik şey olduğunu iddia ettiler. Başka bir oturumda pek meşhur ideologlarından biri, diğerlerini geride bırakmak için o kadar konuştu, o kadar heyecanlı bağırdı ki, kalp durmasında öldü zavallı.

“Bu itibarla, bana öyle geliyor ki, İngilterelerde, Almanyalarda okumuş profesörlerin o kadar saçma şeyler söylemeleri cahillikten değil, korkudandır.

“Düşün bir kere Enver, eğer günün birinde bu Menderes devri gibi başlangıçlara gidilir de, bu din “allâme”lerinin kafasındaki kişiler meydanı alırlarsa, Türkiye’de de böyle şeyler olacak. Takkeli din politikacıları türeyecek. Şeriat devleti lafları başlayacak. Atatürkçülük, laiklik gibi laflar ağza alınamayacak. Şeriatçıların dediklerine aykırı laf edenler gâvur, kızıl komünist olacak. Zaten şimdiden bu gibi kişilere “sol” denmiyor mu? Bizler iki yıl gazetelerde “solcu profesörler” diye sergilenmedik mi? Bir gün gelecek bütün aydınlar aynı damgayı yiyecekler. Çünkü biliyorum ki, nasıl Pakistan’da sana anlattığım hâllerin toplumda kökleri varsa, bizde de tohumları vardır. Ve bir gün gelecek bu tohumlar yeşerecek; Pakistan’da olduğu gibi aydınlar saçmalar ya da susarsa, bu yeşermeler boy verecek. Artık tahmin et, ortalığı kaplayacak hezeyanları.” (s. 26-8)

Hele temizlik meselesinde Berkes neler yazıyor:

“Bu memleketin (Pakistan’ın) okumuşları, henüz bizim Tanzimat devrine bile gelememişler. Okumuşlarının içinde çoğu hâlâ parmakları ile yer; kadınları çadıra benzer, baş tarafında gözler için hapishane kafesi gibi iki delik bulunan çarşaflar içinde dolaşır. Kuyu suyu içerler; konuşurken ayaklarını karıştırırlar.

“Fakat benim içerlediğim bunlar değil. Gerilik onların kabahati, suçu değil. Benim asıl içerlediğim, bu hâlleri aydınlarının görmemesi; üstelik bunları Müslümanlığın ideal modeli saymaları; bununla övünmeleri! Bunları görmedikten başka, görenlere düşman olmaları; bunları beğenmemenin Müslümanlık düşmanlığı olduğuna inanmaları!” (s. 13)

Berkes böyle yazınca aklıma bir süre önce Mine Kırıkkanat’ın yazdıkları geldi. O zamanlar Radikal gazetesinde köşe yazarıydı. Neydi yazılarının başlıkları? “Halkımız Eğleniyor”, “Halkımız Öğren(em)iyor”, “Halkımız Temizleniyor”. Yazdıkları yüzünden kadının başının etini yemişlerdi. Sonunda gazeteden atıldı ve Vatan gazetesine geçti. Hatta sonraları bu mesele yüzünde Radikal’in editörü İsmet Berkan’a açtığı davayı da kazandı. Bence çok iyi etmiş de yazmış! İnternetten bulabilirsiniz yazdıklarını.

“İnsan deryası. Toz, duman, kir, pas. Öküz arabalarından tut, bizim Anadolu’nun en külüstür kamyonlarına, sıska bir beygirin çektiği talikaya benzer arabalara kadar her vasıta çalışıyor. Bu arabalara o kadar çok kişi biniyor ki, bacakların dışarıya sarkarak salladığını; arabanın da yampiri yampiri gidişini görürsün. Bu sıska beygir bu kadar yükü nasıl taşır, merak ettim.

“Sakallı, hacı-baba kılıklı binlerce insan çayhanelerde. Yattığı yerde ayağının başparmağı ile gramofon çalanlar. Sokak kenarında apaçık oturup işeyen, [büyük] aptesini yapanlar. Böylesini Karaçi’de ilk gördüğüm zaman gözlerime inanamamıştım da, “Ne yapıyor bu adam orada?” demiştim. Daha dikkatle bakınca, anladım; herif oturmuş yapıyor gelenin geçenin önünde. Keyifli keyifli seyrediyor gelip geçenleri.

“Halbuki oradaki yol asfalt bir yoldu. Ama kaldırımı yok. Asfalt boyunca koyu mavi renkli bir çirkef deresi akıyor. Adım başına çirkefin içine iyi rastlatılamamış insan pisliği kulecikleri. Çirkef ve sidik kokusu. Sorma.

“Bunları sana yazıyorum. Buranın aydınlarına söylesem beni katlederler. En insaflısı “Yok böyle şey; yanlış gördün” der de, seni bir de kör, yalancı, müfteri yerine koyar.

“İşte bunların İslâm medeniyeti dediği şey bunlar. Bunların üstüne “İslâmî Devlet” kurulacak. Kanunlar Kuran’a ve Şeriat’a göre olacak!” (s. 26)

Güncelliklerini hiç yitirmişler midir bu yazılanlar acaba? Londra’da iken bu yerlerden gelen insanlar ile karşılaşmıştım. Gerçekten de oturdukları yerler Londra’nın en pis yerleri ve maalesef bu yerlerde Türkler de yaşıyor. Londra’nın doğusu doğululara, batısı batılılara ait. Hâliyle batı tarafı daha düzgün ve temiz. Bir defasında ucuza bavul aramak için arkadaşlardan biri beni doğudaki bir pazara götürmüştü. O pazarın olduğu yerdeki pisliği tarif etmek mümkün değil. Üstelik yiyecek de satılıyordu. İnsan bu tür manzaraların sadece bizim gibi memleketlere mahsus olduğunu düşünüyor. Hayır, öyle değil; düzeltelim: böyle memleketlerden gelen kişilerin oturdukları her yerde böyle şeyler görmek mümkün. İstisnaları elbet vardır, ama genelde böyle.

“ […] İşte Şark bu Enver! Bu Şark’ı uyandırmak için bir değil, on Atatürk bile yetmez. Benim yazdıklarım satıhta, görünenlere ait. Bunların bir de derine giden kökleri var. Mesela, toprak rejimi. Burada henüz ortaçağ, toprak ağalığı tasfiye edilmemiş. Pakistan’ın başındaki bütün siyaset çatışmalarının kökleri burada. Orta sınıf diye bir şey yok. Milyonlarca yoksul insan denizi, bir de onların tepesinde oturan toprak ağaları, politikacılar ve aydın demagoglar var. Din “allâme”lerinin çoğunun toprak ağaları ailelerinde olduğunu söylüyorlar. Bunların yanında bizdeki siyasî ve fikrî hayat âdeta medenî sayılabilir. Ama görünen köy kılavuz istemez. Bugün tutulan yolun gidişatı bir gün bizi de Pakistan yapılı bir hâle getirecektir. On beş, yirmi yıl sonra bunu görürsek şaşmayalım.” (s. 36)

Berkes’in son yazdıklarında bir hâyli karamsarlık var. Peki kendisinin endişelerini haklı bulabilir miyiz? Ya da o dönem bunları yazmasına neden olan durum ortadan kalkmış sayılabilir mi? Dikkat edilirse, geriliğin sonucu olarak ortalıkta hüküm süren allâmeler aynı zamanda diğerlerini de bastırarak bu geriliğin bir nevi yeniden üretimini yapıyorlar. Yani ilerlemeyi engelliyorlar. Benim en çok dikkatimi çeken, Berkes’in dediği gibi, birtakım şeyleri sözde aydınların görmezden gelmeleri ve inkâr etmeleri; hatta bunu dile getirenlere kızmaları. Günümüzde de aynısı olmuyor mu? Birileri adam öldürdüğünde “Böyle şeyler İslâm’da yoktur,” demiyorlar mı? Üstelik bizim gibi eleştirenlere anlatıyorlar bunları. Kardeşim, tekbir getirerek, “din” diyerek adam öldüren ben değilim! Onları gidip o katillere anlatacaksın! Anlatacaksın ki, anlasın dinini. Eh, insan nasıl kızmasın şimdi?