BİR KIVILCIMLI GEÇTİ BURADAN …
Bizim solcular bu aralar birleşme işleri peşinde dolanırken, “eskiden ne işler yaparlarmış, başlarına neler gelirmiş acaba?” dedim. Bizde Atatürkçüler cumhuriyetin ilk yıllarını dincilerin Asrı Saadet’i hatırladıkları gibi hatırlarlar. CHP’yi de sol ya da sosyal demokrat olarak düşünürler. Halbuki bugüne kıyasla bazı şeyler o zamanlar hiç de kolay ya da serbest değildi – hele komünist olmak! Öyle olunca, kütüphanede yenilerine yer açmak için arkalara koyduğum iki kitabı indirdim. İkisi de aynı yazara ait; biri 1929’daki ünlü Komünist tutuklamasını anlatıyor (Emin Karaca, “Yeraltı Dünyadan Başka Bir Yıldız Değildi”, İstanbul: Gelenek, 2001). Diğeri de yine o yılların önemli düşünce ve hareket adamı Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı anlatıyor (Emin Karaca, “Sosyalizm Yolunda İnadın ve Direncin Adı: Hikmet Kıvılcımlı”, İstanbul: Gelenek, 2001).
1902’de Priştine’de doğar Kıvılcımlı. 17 yaşında Kurtuluş Savaşı’na katılır. Vefa Lisesi’nde okur. 1925’te Haydarpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun olur. “Doktor” lakabı buradan gelir. Sosyalist düşünce ile de burada tanışmıştır zaten. Aynı yıl Türkiye Komünist Partisi ile ilgili faaliyetleri yüzünden Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanıp 10 yıl hapis cezası alır. Ancak bir yıl sonra çıkarılan af ile serbest kalır. Sonraki yılları da hiç rahat geçmez. İlk kitaptan özetleyerek devam edelim:
1929 yılı kışında İzmir’de bir “keçi hırsızlığı” meselesi yüzünden polisler tarafından kovalanan Kamberoğlu Ali, yakalanmadan önce üzerindeki “Türkiye Komünist Partisi” ve “Türkiye Genç Komünistler Birliği İzmir Teşkilatı” imzalı bildirileri denize atmaya çalışır, ancak polisler bunu fark eder. Böylece ünlü “1929 Komünist Tevkifatı” başlar. İstanbul ve İzmir’de yapılan tutuklamalar sonucunda, 34 Komünist Parti’li hakkında 25 Haziran 1929’da İzmir Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açılır. 16 Temmuz’da dava 24 kişinin mahkumiyeti, 9 kişinin de beraatıyla sonuçlanır. Kararlar 14 Ağustos’ta hiçbir değişiklik yapılmaksızın temyiz tarafından onanır. Mahkumlar Elazığ ve Diyarbakır’daki cezaevlerine gönderilirler. Cezalar bitimlerine yakın, 1933’deki Cumhuriyetin Onuncu Yıl Affı ile ortadan kalkar.
İşte bu tutuklananlar arasında Kıvılcımlı da bulunmaktadır. İstanbul Emniyet Müdürlüğü 1. Şube Komünist Masası’nda yapılan sorgulamasını (bizi hiç de şaşırtmayacak bir şekilde) şöyle anlatıyor kendisi:
* * *
Hiç tanımadığım esmer, uzun boylu, kendisini beğenmiş amirleri, kendini zorlayan bir yumuşaklıkla, başında oturduğu küçük masa önündeki iskemleyi gösterdi. Hemen başladı:
“Bana adıyla sanıyla ‘Kan kusturucu Ziya’ derler. Tanıdınız mı?”
“Hayır” dedim. “Sizi ilk defa görüyorum.” (s. 75)
[…]
“Bak, Doktor Bey! Sana “Doktor Hikmet Bey” diyorum. Bunun bir anlamı vardır. Bizce buraya gelenler iki tabakadır. Siz ‘sınıf’ mı diyorsunuz? Polise düşenleri de biz iki sınıfa ayırırız: Bir, senin gibi okumuş yazmış, meslek sahibi, karakterli efendi takımı; bir de ipten kazıktan kopma, işsiz güçsüz, Laz İsmail dedikleri serseriler gibi ayak takımı … ”
Bu tasnif çok gücüme gitmişti. Arkadaşlarıma hakaretti.
“Ben böyle bir sınıflama kabul etmiyorum,” karşılığını verdim. Ziya öksürürce güldü:
“Durun. Henüz nezaketle konuşuyoruz. Birbirimizi bozmayalım. Efendi takımını ilkin böyle karşımıza alır, sorguya çekeriz. Terslik çıkarırlarsa yatırır, hesabını görürüz. Ayak takımını ise (eliyle işkence odasının kapısını gösterdi) bu eşikten içeriye adımını atar atmaz, önce bir güzel ıslatırız. Sonra karşımıza oturtur, kuzu kuzu ifadesini alırız.
“Sizi efendi takımından saydık. Henüz (eliyle gorillere işaret etti) kılınıza dokunmadılar. Şimdi, sizinle efendi efendi mi görüşeceğiz, sorduklarımıza doğru karşılıklar verecek misiniz? Yoksa, oyunun ikinci perdesine mi geçeceğiz? Bu size kalmış bir şey. Ne dersiniz?” (s. 76)
[…]
“Burası Polis Müdüriyeti. Şu kapıdan ve surların üstünden içeriye ne kanun girer ne Teşkilat-ı Esasiye.”
Hepsi birden esirleriyle alay eden haydut kahkahalarını koyverdiler. (s. 77)
[…]
“Bunu alın gezdirin. Yere serdiklerimizi bir bir görsün. Başına geleceği öğrensin. Getirin.”
İki koluma iki izbandut girdi. İlkin, işkence odasından çıkar çıkmaz, soldaki aralık uydurma yerin kapısını açtılar. Orada, elektrik yakılınca, sızmışça yatarlarken ödü patlayarak başını kaldıran Hüssam’la Nesimaçi’yi tanıdım. “İstemez” dediğim hâlde öteki salhaneleri de dolaştırdılar.
Döndüğüm zaman, işkence odasına ağzına dek alev alev korla yanan, içlerine üç-beş tane uzun sapla dağlayacak ateş olmuş demir alet sokulmuştu. İki kulplu mangal getirilmişti. Bir eski tüfeği iki ucundan tutarak kayışını sarkıtan iki cellatla, elleri başka başka kalınlıkta meşe sopaları tutan üç kişi ayakta.
Beni beklediklerini saklamıyorlardı. Geri kalan 10-15 cellat, önceden bekleştikleri masa aralarından çıkmışlar, beni içine soktukları çemberlerini gittikçe daraltıyorlardı. İşkenceci Ziya:
“Nasıl?” dedi. “Gördün mü yoldaşlarını?”
“……”
“Akıbetin öyle mi olsun? Yoksa Laz’ın dediğini kabul ediyor musun?”
“Hiçbir şeyi kabul etmiyorum.”
Alev alev yanan mangallar büsbütün yaklaştırıldı. Beş-altı kişi kollarımdan yakaladı.
“Çabuk karar ver. İşimiz çok. Seninle vakit geçiremeyiz sabaha dek … Bu kadar uzattığım, seni efendi adam saydığımdandır. İşkenceyi göze alıyor musun?”
“Madem öteki insanlara yapılmış, burası kanun bilmeyen dağ başı demek. İstanbul’un ortasında Polis Müdürlüğü’ne değil, eşkıya eline düşmüşüm. İstediğinizi yapacaksınız.”
Ziya yüzünde sinirli seğirme ile dişlerini gösterdi:
“Sana yapmak istemiyordum. Daha fazla yalvaracak değilim. Kendin istedin. Yatırın!”
Küçük bir boğuşma geçti. Yırtılma sesleri arasında, içleri kor ve dağlama aletleri dolu mangallardan biri devrildi.
“Dikkat edin. Müdüriyeti yakacaksınız.”
(Bundan sonra Kıvılcımlı’ya falaka işkencesi yapılır.) Birkaç seanstan sonra:
Ziya’nın yırtık madenî sesi çınladı: “Götürün, biraz kendine gelsin.”
Kapıya doğru sürükleyerek çektiler. Eşiği atlarken, Ziya’nın azgınca tehdidi korkunçtu:
“Sabaha dek bu böyle sürecek. Ölmezsen yarın gece, öbür gece de var! Ona göre. Başka şekerlemelerimiz de çok. Hepsini sunarız.”
Ben kendim hatırlamıyorum. Yalnız, İzmir Ferhânesi’nde Hüssam’la Nesimaçi anlattılar:
“Ne halt ederseniz edin. Elinizden geleni ardınıza koymayın.” diye can havliyle bağırmışım. (s. 80-2)
* * *
İşkencelere direnen Kıvılcımlı ne partili olduğunu ne de partide taşıdığı sıfatları kabul eder. Merkez komite üyesi arkadaşlarından Laz İsmail’in suçlamalarını, onunla yapılan yüzleştirmede reddeder. Buna rağmen, 25 Haziran’da yapılan duruşmada “ameleden adamları mevki-i iktidara getirmek istemek” suçundan 4 yıl 6 ay 15 gün hapis cezası alır. Hükmün açıklanmasından sonra kahverengi şapkasını giyerken “Hapisten kızıl bir profesör olarak çıkacağız,” der ve güler. (İkinci kitap, s. 17)
1933’deki afla salınmasına rağmen, 1938’de “Donanma Olayı” olarak bilinen dava nedeniyle yargılanır. Bu defa yargılananların arasında Kemal Tahir ve Nazım Hikmet de vardır. Mahkemede aleyhine delil isteyen Kıvılcımlı’ya yarbay rütbeli savcı şöyle der: “Doktor Hikmet için delil arayacak kadar safdil değiliz,” (s. 32). Böylece “donanma askerini isyana teşvik etmek suçuyla” 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırılır. Cezasının bitimine üç yıl kala, Demokrat Parti’nin çıkardığı genel afla 1950’de serbest kalır. 1954’de Vatan Partisi’nin kurucuları arasında yer alır ve genel başkanı olur, ancak parti 1957’de kapatılır. Sonraki yıllarda çeşitli kitaplar yayınlar. 12 Mart 1971’deki darbeden sonra İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından arandığı için yurtdışına çıkar. Günlüğüne şöyle yazar: “Akıllarınca beni yeniden Donanma Kor. Askerî Mahkemesi oyununa düşüreceklerdi … Ben durucu değildim. En basit kombinezonla yurtdışına hopladım … ” (s. 49)
Aynı yıl günlüğüne şöyle not düşmüş (dili biraz düzelttim):
“Acı acı gözümün önüne geliyor: 3 yıl, 5 yıl, 10 yıl zindanıma, kuru ekmekten ölmemem için, dertli anacığım karınca sabrıyla bulup buluşturduğu kırık kırsığı taşırdı. Çıkınca … Kaç gün ‘çıktım?’ Demin ‘O’ hesaplamıştı nedense: 1925’ten 1960’a dek 35 yılda 22 yıl ‘içerde’ kalınca, dışarıda geçen toplam ömrüm: 13 yıl. Onun da 1950-57 arasındaki 7 yılını at: Doğru dürüst 25 yıl süresince 6 yıl dışarıda ya kalmış ya kalmamıştım, ya da yaşamamıştım. Onun bölük pörçük darmadağınıklığı, ‘kaçmaktan koşmaya vakit bulamamış’ olmam … yaşama anlamını koymuş mu?” (s. 55)
11 Ekim 1971’de Belgrad’da prostat kanserinden ölür Kıvılcımlı. Cenazesi Topkapı Mezarlığı’nda toprağa verilir. İşin acı, belki de ironik tarafına bakın: Bugün Hollanda’daki Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde bir Hikmet Kıvılcımlı arşivi bulunuyor. Zira Kıvılcımlı’nın kendisi aynı zamanda bir teoriysen ve bir ton kitabı var. Onca yıl Türkiye’de eziyet çekmiş bir adam için yabancılar neler yapıyor. İşte linki: ( http://www.iisg.nl/archives/nl/files/k/10755787full.php )
Son olarak Nazım Hikmet’ten bir alıntıyla bitirelim. Kendisi Memleketimden İnsan Manzaraları’nda Halil ismiyle şöyle anlatıyor Kıvılcımlı’yı (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1987, s. 258-9):
Evinin her basılışında
aynı rahatlıkla açtı kapıyı.
Ve müdüriyette her kalkışında sopanın altından
(yanaklarında parçalanmış gözlüğü
ve tabanlarında ayıpladığı bir sızı)
yüreğinde fakat
hiçbir şey söylememiş
hiç kimseyi ele vermemiş olmanın rahatlığı,
aynı rahatlık …
(…)
Ve galiba üçüncü girişinde İstanbul Cezaevi’ne
aynı rahatlıkla yattı açlık grevine
arkadaşlarla beraber,
ve tayınları yastık yaptılar
ayaklarında pranga
ve ıslak çimentoya uzandılar yarı çıplak.
Ve şarkta
akrepleri, toprak koğuşları, karpuzlarıyla ünlü hapishanede
Halil’in üstüne uşaklarını saldırttı Kürt beyleri
ve beline inen odunla devrilmeden önce Halil
aynı rahatlıkla yardı üçünün kafasını.
Ve Ankara’da, münferitte
- kitapsız, kalemsiz ve insansız -
gündüzleri bir avuç leblebiyi yere atıp sayarak
ve geceleri sayarak pencereden şehrin ışıklarını
aynı rahatlıkla tek mi çift mi oynadı kendi kendine.
Anlamak:
En büyük rahatlık.
Karşı konulmaz sosyal zaruretlerin
ve kavga:
akıl,
yürek,
yumruk,
alabildiğine nefret,
kin,
alabildiğine merhamet,
sevgi,
ve daha âdil bir dünya
daha güzel bir memleket için …
Not: Üstten ikinci resimde soldan sağa; Kemal Tahir, Nazım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı
4 comments:
Zor konular, degil mi? Ama bilinmesi gereken seyler.
www.elifsavas.com/blog
Okudum,begendim. Her okudugumu begeniyorum. Her seferinde boyle yorum biraksam tuhaf olur mu? Ama okudugum bilinsin ki yazmaktan vazgecilmesin...:)
Elif; Bu tür şeyler ancak insanın kendi uğraşısı ile bulunuyor. Yoksa başka türlü öğrenilmiyor. Ben Kıvılcımlı’nın çoğu kitabını sahaflardan aldım. Artık yeni baskıları yapılmıyor – en azından benim bildiğim kadarıyla.
Fulya; Gene övmüşsün beni, sağolasın. İstediğin yorumu bırakabilirsin. Tuhaf olmaz, sen merak etme. :) Aklıma geldikçe, buldukça, yazıyorum bir şeyler.
Yok Can basıyorlar Kıvılcımlı'nın kitaplarını. Onlarım ayrı bir tayfa var zaten sıkı çalışıyorlar bayağı.
Post a Comment