Sunday, May 06, 2007


NİYAZİ BERKES’İN MEKTUPLARI

Şu yeterlilik sınavına çalışmaya başlayınca, gene Osmanlı ile cebelleşmeye başladım – güya iktisat tezi yazacağız. Okuduğum kitapların arasında Niyazi Berkes’in bir kitabı da var. Anlatımı basit ve hoş olduğundan istemeye istemeye çalıştığım konularda büyük rahatlık sağlıyor. Berkes Kanada’da McGill Üniversitesi’den öğretim üyeliği yapmış tanınmış bir sosyolog. 1975’de İngiltere’ye yerleşmiş ve 1988’de ölmüş. En çok bilinen kitabı “Türkiye’de Çağdaşlaşma”.

Bu aralar şu İslâmcılık tartışmaları revaçta olunca, Berkes’in bir diğer kitabına bakayım dedim. 1958-59’da 16 aylık bir izinle yaptığı bir Asya gezisi esnasında kardeşi Enver’e gönderdiği mektuplardan oluşan bir kitap bu (“Asya Mektupları”, 3. baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001). Bazı yerleri hayli matrak yazılmış, bir kısmı da ibretlik. Pakistan’da gördükleri için yazdıklarından biraz aktaralım:

“Üniversitelerdeki birçok hocalar (ki çoğu Oxford’da, Cambridge’de, pek azı Almanya’da okumuş kişilerdir) böyle bir İslâmî Devlet kurmuş olmanın ideolojisini tartışıyorlar harıl harıl. Dinlediğim bazı konuşmaları bana zırdeli saçması gibi geldi, zaman zaman. Bunlar da dış görünüşlerinde bir âlem. Kimi fesli, kimi siyah kalpaklı. Kimi sakallı, kimi sarıklı. Bazıları hacı-babalara benzer. Ama hepsi “doktor.” Bazıları “allâme.” Bu kelime bizde hafif tertip alay manası taşır. Burada öyle değil. Bizdeki “Ord. Prof. Dr.” gibi olanların mukabili, ama “İslâmî Devlet” ideolojisi bahsinde hepsini geride bırakmış olması şart!

“Üniversitelerin dışındaki “allâme”ler daha çok. İstediklerini yaptıracak güçte kişiler. Bunların bir tanesi (çok gürültülü bir adı vardı, ama unuttum. Mesela “İftihar-ı İslâm”, “Allâme-i Cihan” cinsinden adlar. Çok olduğu için bu anlatacağımın adının hangisi olduğunu aklımda tutamadım) evet, bu allâme bir gün McLeod Bulvarı gibi bir bulvarın ortasında değneğini dikmiş:

“ “Dün akşam rüyamda bana malûm oldu; şeyh bilmem kim hazretleri burada yatıyor” demiş.

“Haddin varsa “hayır” de. Herif oraya bir türbe mi, zaviye mi neyse yaptırmış. İnsafına kalmış bir şey.

“Okumuş aydın kişiler bunları anlatıyor bana. İnanamıyorum anlattıklarına.

“ “Olur mu böyle şey?” diyorum.

“ “Olur” diyorlar.

“Bu din “allâme”lerinin asıl rolünün ne olduğunu yavaş yavaş anlıyorum: İslâmî Devlet totalitarizminin din terörcülüğü. Bunların sürdürdüğü terör sayesindedir ki, üniversitede konuştuğum hocalar o kadar zırva konuşuyorlar. Öyle konuşmayanların vay haline! Yoksa, bu hocalar arasında akıllı, bilgili kişiler var. Belki de çok. Ama açıkça fikir özgürlüğü yok. Üstelik, İslâmî Devlet üzerine bir tartışma olduğu zaman öyle bir yarış başlıyor ki sorma. Bu ideolojiyi en çok kim (boş) lafla, kim en çok demagoji ile savunur; kim en çok batı medeniyetine, Hıristiyanlığa, Yahudiliğe, laikliğe, komünizme söverse en çok o meşhur olur.

“Böyle bir manzarayı daha önceki bir dipnotta anlattım ve ben Hindistan’da iken davet edildiğim Hôtel Mètropole’de Kuran okunarak açılan bir konferansta görmüştüm. Bu konferansa Türkiye’den İktisat Fakültesi Doçenti Sabri Ülgener de gelmişti. Ekonomik zihniyet üzerine iki güzel kitabın yazarı olan Ülgener faizcilik, tefecilik üzerine bir tebliğ vermişti. Buna çok kızdılar. Göz göre göre Müslümanlıkta tefecilik, faizcilik diye bir şeyin görülmedik şey olduğunu iddia ettiler. Başka bir oturumda pek meşhur ideologlarından biri, diğerlerini geride bırakmak için o kadar konuştu, o kadar heyecanlı bağırdı ki, kalp durmasında öldü zavallı.

“Bu itibarla, bana öyle geliyor ki, İngilterelerde, Almanyalarda okumuş profesörlerin o kadar saçma şeyler söylemeleri cahillikten değil, korkudandır.

“Düşün bir kere Enver, eğer günün birinde bu Menderes devri gibi başlangıçlara gidilir de, bu din “allâme”lerinin kafasındaki kişiler meydanı alırlarsa, Türkiye’de de böyle şeyler olacak. Takkeli din politikacıları türeyecek. Şeriat devleti lafları başlayacak. Atatürkçülük, laiklik gibi laflar ağza alınamayacak. Şeriatçıların dediklerine aykırı laf edenler gâvur, kızıl komünist olacak. Zaten şimdiden bu gibi kişilere “sol” denmiyor mu? Bizler iki yıl gazetelerde “solcu profesörler” diye sergilenmedik mi? Bir gün gelecek bütün aydınlar aynı damgayı yiyecekler. Çünkü biliyorum ki, nasıl Pakistan’da sana anlattığım hâllerin toplumda kökleri varsa, bizde de tohumları vardır. Ve bir gün gelecek bu tohumlar yeşerecek; Pakistan’da olduğu gibi aydınlar saçmalar ya da susarsa, bu yeşermeler boy verecek. Artık tahmin et, ortalığı kaplayacak hezeyanları.” (s. 26-8)

Hele temizlik meselesinde Berkes neler yazıyor:

“Bu memleketin (Pakistan’ın) okumuşları, henüz bizim Tanzimat devrine bile gelememişler. Okumuşlarının içinde çoğu hâlâ parmakları ile yer; kadınları çadıra benzer, baş tarafında gözler için hapishane kafesi gibi iki delik bulunan çarşaflar içinde dolaşır. Kuyu suyu içerler; konuşurken ayaklarını karıştırırlar.

“Fakat benim içerlediğim bunlar değil. Gerilik onların kabahati, suçu değil. Benim asıl içerlediğim, bu hâlleri aydınlarının görmemesi; üstelik bunları Müslümanlığın ideal modeli saymaları; bununla övünmeleri! Bunları görmedikten başka, görenlere düşman olmaları; bunları beğenmemenin Müslümanlık düşmanlığı olduğuna inanmaları!” (s. 13)

Berkes böyle yazınca aklıma bir süre önce Mine Kırıkkanat’ın yazdıkları geldi. O zamanlar Radikal gazetesinde köşe yazarıydı. Neydi yazılarının başlıkları? “Halkımız Eğleniyor”, “Halkımız Öğren(em)iyor”, “Halkımız Temizleniyor”. Yazdıkları yüzünden kadının başının etini yemişlerdi. Sonunda gazeteden atıldı ve Vatan gazetesine geçti. Hatta sonraları bu mesele yüzünde Radikal’in editörü İsmet Berkan’a açtığı davayı da kazandı. Bence çok iyi etmiş de yazmış! İnternetten bulabilirsiniz yazdıklarını.

“İnsan deryası. Toz, duman, kir, pas. Öküz arabalarından tut, bizim Anadolu’nun en külüstür kamyonlarına, sıska bir beygirin çektiği talikaya benzer arabalara kadar her vasıta çalışıyor. Bu arabalara o kadar çok kişi biniyor ki, bacakların dışarıya sarkarak salladığını; arabanın da yampiri yampiri gidişini görürsün. Bu sıska beygir bu kadar yükü nasıl taşır, merak ettim.

“Sakallı, hacı-baba kılıklı binlerce insan çayhanelerde. Yattığı yerde ayağının başparmağı ile gramofon çalanlar. Sokak kenarında apaçık oturup işeyen, [büyük] aptesini yapanlar. Böylesini Karaçi’de ilk gördüğüm zaman gözlerime inanamamıştım da, “Ne yapıyor bu adam orada?” demiştim. Daha dikkatle bakınca, anladım; herif oturmuş yapıyor gelenin geçenin önünde. Keyifli keyifli seyrediyor gelip geçenleri.

“Halbuki oradaki yol asfalt bir yoldu. Ama kaldırımı yok. Asfalt boyunca koyu mavi renkli bir çirkef deresi akıyor. Adım başına çirkefin içine iyi rastlatılamamış insan pisliği kulecikleri. Çirkef ve sidik kokusu. Sorma.

“Bunları sana yazıyorum. Buranın aydınlarına söylesem beni katlederler. En insaflısı “Yok böyle şey; yanlış gördün” der de, seni bir de kör, yalancı, müfteri yerine koyar.

“İşte bunların İslâm medeniyeti dediği şey bunlar. Bunların üstüne “İslâmî Devlet” kurulacak. Kanunlar Kuran’a ve Şeriat’a göre olacak!” (s. 26)

Güncelliklerini hiç yitirmişler midir bu yazılanlar acaba? Londra’da iken bu yerlerden gelen insanlar ile karşılaşmıştım. Gerçekten de oturdukları yerler Londra’nın en pis yerleri ve maalesef bu yerlerde Türkler de yaşıyor. Londra’nın doğusu doğululara, batısı batılılara ait. Hâliyle batı tarafı daha düzgün ve temiz. Bir defasında ucuza bavul aramak için arkadaşlardan biri beni doğudaki bir pazara götürmüştü. O pazarın olduğu yerdeki pisliği tarif etmek mümkün değil. Üstelik yiyecek de satılıyordu. İnsan bu tür manzaraların sadece bizim gibi memleketlere mahsus olduğunu düşünüyor. Hayır, öyle değil; düzeltelim: böyle memleketlerden gelen kişilerin oturdukları her yerde böyle şeyler görmek mümkün. İstisnaları elbet vardır, ama genelde böyle.

“ […] İşte Şark bu Enver! Bu Şark’ı uyandırmak için bir değil, on Atatürk bile yetmez. Benim yazdıklarım satıhta, görünenlere ait. Bunların bir de derine giden kökleri var. Mesela, toprak rejimi. Burada henüz ortaçağ, toprak ağalığı tasfiye edilmemiş. Pakistan’ın başındaki bütün siyaset çatışmalarının kökleri burada. Orta sınıf diye bir şey yok. Milyonlarca yoksul insan denizi, bir de onların tepesinde oturan toprak ağaları, politikacılar ve aydın demagoglar var. Din “allâme”lerinin çoğunun toprak ağaları ailelerinde olduğunu söylüyorlar. Bunların yanında bizdeki siyasî ve fikrî hayat âdeta medenî sayılabilir. Ama görünen köy kılavuz istemez. Bugün tutulan yolun gidişatı bir gün bizi de Pakistan yapılı bir hâle getirecektir. On beş, yirmi yıl sonra bunu görürsek şaşmayalım.” (s. 36)

Berkes’in son yazdıklarında bir hâyli karamsarlık var. Peki kendisinin endişelerini haklı bulabilir miyiz? Ya da o dönem bunları yazmasına neden olan durum ortadan kalkmış sayılabilir mi? Dikkat edilirse, geriliğin sonucu olarak ortalıkta hüküm süren allâmeler aynı zamanda diğerlerini de bastırarak bu geriliğin bir nevi yeniden üretimini yapıyorlar. Yani ilerlemeyi engelliyorlar. Benim en çok dikkatimi çeken, Berkes’in dediği gibi, birtakım şeyleri sözde aydınların görmezden gelmeleri ve inkâr etmeleri; hatta bunu dile getirenlere kızmaları. Günümüzde de aynısı olmuyor mu? Birileri adam öldürdüğünde “Böyle şeyler İslâm’da yoktur,” demiyorlar mı? Üstelik bizim gibi eleştirenlere anlatıyorlar bunları. Kardeşim, tekbir getirerek, “din” diyerek adam öldüren ben değilim! Onları gidip o katillere anlatacaksın! Anlatacaksın ki, anlasın dinini. Eh, insan nasıl kızmasın şimdi?

2 comments:

gaykedi said...

oy anam oy, ben ne diyem nerelere gidem, başımı hangi taşlara vuram, dost acı söyler diyoruz, bizim allamelere birazcık söyleniyoruz, dinsiz kafir oluyoruz :(

o çatlak profoserlerden bir tanesinin bir pakistan üniversitesin de yürüttüğü cinlerden enerji üretmek projesi vardı yanlış hatırlamıyorsam geçmiş senelerde dünya da bayağı alay konusu olmuştu :)

Anonymous said...

Yazi icin, her zamanki gibi tesekkurler.

Karikaturler cok, cok iyi.

Ben artik, dunyada, insan gelisirken bir yerlerde iki dala ayrildi diye inanmaya baslayacagim! Kiminin DNA'sinda din var galiba.

www.elifsavas.com/blog