Friday, September 14, 2007


6-7 EYLÜL KASIRGASI

Eskiden Beyazıt meydanında hafta sonlarında seyyar kitap satıcıları olurdu. Ara ara gider yoklardım, bazen ilginç eski kitaplara rastladığım olurdu. Hatta Hikmet Kıvılcımlı’nın bir kısım kitaplarını orada bulmuşumdur. O seyyar satıcıları belediye kaldıralı bir beş sene oluyor herhalde. İşte orada bulduğum kitaplardan biri de, Hasan İzzettin Dinamo’nun 6-7 Eylül Olayları esnasında yaşadıklarını anlattığı “6-7 Eylül Kasırgası” adlı küçük, broşür şeklindeki kitabıydı (İstanbul: May Yayınları, 1971).

Gene sorayım, Hasan İzzettin’i bilir misiniz? Şimdilerde milletin Kurtuluş Savaşı’na ilişkin bildiği tek romansı kitap “Şu Çılgın Türkler”. Halbuki ondan önce Hasan İzzettin’in sekiz ciltlik “Kutsal İsyan” ve onun devamı olan yedi ciltlik “Kutsal Barış” romanları vardır – toplam 15 cilt! 1909’da doğmuş şair ve romancı Hasan İzzettin. Solcu olduğu için hayatının önemli bir bölümü hapislerde geçmiş. Arada çeviri yapmış, özel ders vermiş, fotoğrafçılık bile yapmış. 1989’da İstanbul’da ölmüş. Bizim unutturulmak istenen yazarlarımızdan biri.

Demokrat Parti iktidarının 6-7 Eylül Olayları’nı çıkartma nedeni, Kıbrıs meselesinde halkı etkilemekmiş. Ancak olaylar büyüyünce İstanbul’da karışıklılar çıkmış ve şehir yağma edilmiş. Bunun üzerine DP yönetimi sıkıyönetim ilan etmiş ve “İstanbul’u komünistler yıktı” gerekçesiyle bir gecede 50-60 solcuyu tutuklatmış. Hasan İzzettin, Aziz Nesin, Kemal Tahir ve Asım Bezirci gibi solcular Harbiye’nin zindanlarına atılmış. Tutuklananların arasında 15-20 kişi için idam düşünülüyormuş. Aslında tutuklanacakların listesi olaylardan çok önce hazırmış. Öyle ki, listeye bir yıl önce ölmüş solcu bir işçiyi bile eklemişler ve hakkında tutuklama kararı çıkartmışlar.

Geri kalanını Hasan İzzettin’in Harbiye’de yaşadıklarını anlattığı kitabından aktarıyorum:

I

Hücre yaşayışımız felaket biçiminde sürüp gidiyordu. Zalim bir sessizlik, hücrelerimizin duvarları üzerine ikinci bir zırhlı duvar gibi geçmişti. Ne arayan vardı, ne soran. Yalnız beni değil, hiç kimseyi arayan soran yoktu. Koridorda ancak asker gardiyanların ayak sesleri, bir de hâlâ hücresinin önündeki sandalyede oturan Örfi’nin boru gibi kalın sesi işitiliyordu. Hep kendi kendine konuşur gibi yaparak komşu hücrelerdeki arkadaşlarıyla konuşuyordu. Bunu gören gardiyanlar, onu yine içeri tıkmakla korkutmaya çalışıyorlardı. Sonra, bir sessizlik başlıyor, bu arada gittikçe bozulan mahpuslardan biri patlıyor, boş yere buraya kapatıldığından söz ederek kös dinlemiş olan cahil gardiyanlara insan hakları kurallarından örnekler sıralıyordu. Hepsi boşunaydı. Gardiyanlar varıp demir kapıyı yumrukluyor, sonra ufacık hava deliğini açıp mahpusa gözleriyle de bir zılgıt geçtikten sonra öfkeli öfkeli söylenerek uzaklaşıyorlardı. Kimi zaman şöyle dedikleri işitiliyordu: “Koca İstanbul’u yıktırmak kolay mı? Onu daha önce düşünseydin.”

Bu sözlerden de anlaşılıyordu ki, büyüklü küçüklü bütün asker de Menderes’le Bayar tayfasının oyununa gelmişti.

Böyle birkaç gün daha geçti. Bir deniz altı sessizliği bütün en kötü beklentilere gebe olarak sürüp giderken, bir gün koridorda kalabalık ayak sesleriyle kimi konuşmalar işittik. Sırayla hücrelerin kapıları açılıp kapanıyor, kimi kimselerce mahpuslara belli sorular soruluyordu.

Bu sırada ayak sesleri bizim hücrenin kapısına da yaklaştı. Bir gardiyan kapıyı açtı. Başımı uzatıp bakınca, bizimkinden önce bütün öteki hücre kapılarının açılmış olduğunu gördüm. Bütün mahpuslar kapılarının önünde dikilerek merakla soru soran birkaç kişiye bakıyordu. Bunlar, iktidarın buyruğunda sonraları bir cellat gibi çalışacak olan, hırsı zekâsından çok büyük, erdemsiz bir adam olan general Namık Argüç’le, faşist, cellat yamaklığına hevesli birkaç yüksek asker yargıçtı. Hemen herkese özdeş sorular soruyor, mahpusların öfkeyle yönelttikleri sorulara hınzırca gülümsemelerle ya da suçluluğu peşin olarak kabul edilmiş kişilere söylenebilecek kaba cevaplar vererek geçiyorlardı. “Bizi neden kapattınız buraya?” diye soranlara da yine hınzırca gülerek, “Siz bilirsiniz nedenini,” deyip geçiyorlardı. Herkesin gözünün önünde belli kişilerce belli erekler uğruna yıktırılan kentin serüveni, biraz olsun mürekkep yaladığını bilinen bu askerlerce bilinmiyor muydu? Yoksa bu suçlamayı onlar da öbür iki yumruk kafalı herif [yani Menderes ve Bayar]gibi bilerek bir kurtuluş taktiği olarak mı kullanmak istiyorlardı? Eğer böyleyse, onlar da ötekiler kertesinde sefil ve iğrençti. Böylece, askerlik şereflerini ayaklar altına alarak, ötekilerin çomarlığını bilerek üzerlerine alıyorlardı. Ben, bu tiksinti veren düşüncelerle bir oklu kirpi gibi bütün varlığımla ayaklanmış beklerken, herifler hücremin kapısına dayandılar. Adımı, sanımı, ne işlerine yaracaksa, kaç yabancı dil bildiğimi sordular. Fransızca, İngilizce, Almanca bildiğimi söyledim. Bu onları hiç ilgilendirmedi. “Peki Rusça bilmiyor musun?” diye sorular.

Bu soruyu soran da anlamsız, düşman, basit yüz çizgileriyle general Namık Argüç’tü. Bu gerçekten iğrenç bir soruydu. Herif demek istiyordu ki, “siz Ruslardan emir alarak İstanbul’u yıktırdınız.” Generalin suratına tükürür gibi “hayır” dedim. O zaman bizi ne korkunç, ne piçliğine bir biçimde suçlamak istediklerini anladım. Ne yalan söyleyeyim, ürktüm. Dışarıdan direktif alan, kitleleri ayaklandırmış, İstanbul’u yıktırmış kişiler olarak görülmek isteniyorduk. General Argüç’le yüksek asker yargıçların yüzümüze bir bakışları vardı ki, çok iğrençti. Bize karşı yüzlerinde hiç de kin, tiksinti yoktu. Parıl parıl parlayan gözleriyle bakışlarında, kendilerine talih getirecek büyük bir ava bakarken güçlü, yırtıcı bir yaratığın duyduğu tanımlanamaz sevinç, hırs göze çarpıyordu. Eğer bizi suçlu çıkarabilirlerse, zayıf sırtlarımızdan elverişli bir hasat yapmayı düşündükleri açıkça görülüyordu. Şimdiden bizi suçlu olarak kabullendikleri, ancak bunun kanun maddelerine dökülerek meydan çıkarılmasını sağlamak üzere kuruntular arkasında oldukları anlaşılıyordu. Bu, kültürce ayaklarımızın dibinde bulunan adamların bizi birer kasaplık hayvan gibi düşünerek hesaplar kurmaları, yaşadıkça tiksintiyle anacağım bir dram sahnesi oldu. Herifçioğulları suçsuz da olabileceğimiz ihtimalini büsbütün bir yana bırakmış, salt mahkum etmek üzere olanaklar arıyorlardı.

Daha sonra Ankara’da üniversitelilerin üzerine ateş açtıracak kerte ileri gidecek, belasını da bulacak olan general Namık Argüç cellat düşünceli tayfasını toplayıp gittikten sonra, bütün mahpusları bir kara düşüncedir aldı. Şimdi hepsi, hücresinin yirmi beş mumluk sarımtırak karanlığında kara kara düşünüyordu. Ben de altmış kuruşluk incecik mukavvadan yatağımın üstüne uzanarak, kendimi kara düşüncelerin uçurumundan aşağı bıraktım.(s. 22-5)

II

Bizim bu konuşmalarımızı ilgililer içercesine dinliyor, gereken yerlerde de hayasızca not alıyorlardı. Anlaşılan dışarıda bütün Millî Emniyet’in, bütün polisin yaptığı araştırmalar fos çıkmıştı. Kuyruğu sıkışan Bayar-Menderes ikilisi, ağızdan kaçırılacak ufacık tefecik ipuçlarından medet ummaya başlamıştı. Sanki düşman bir ülkenin karşı casusluk örgütünün eline düşmüş gibiydik. Her zerremizde vatanı yakıp kül edecek korkunç gizler gizliymiş gibi, bizi dinleyenler bütün antenlerini germiş dinliyordu. Sanki ufak bir sözcüğümüzde sembolik anlamı yakalayarak, İstanbul’u yıkan korkunç kasırganın anahtarını bulmak istiyor gibiydiler. İnsanoğlunun bu şaşkınlık anlarındaki aptallığına bir kez daha acı acı güldüm içimden. İçim tiksintinin en karasıyla dolup taşarken biraz daha konuştuk. Şerife:

"Hepimiz suçsuz olduğunuzu biliyoruz. Acaba ne zaman salıverirler sizi?” diye sordu.

"Evet, hepimiz, anladığıma göre, en aşağı şu bizi dinleyen subaylar, asker gardiyanlar kertesinde suçsuzuz. Ama bir suç uydurmak gerekirse, onu hiç bilemeyiz. Bundan dolayı da ne zaman buradan kurtulacağımızı ne biz bilebiliriz, ne de bizi sokaktan toplayıp buraya tıkanlar.”

"Annem de bizi bırakıp gitti. Ben şimdi küçük bir çocukla o dağ başında ne yaparım? Yanımızdakiler de bizi evden çıkarmak için, geceleri eve taş atıp güm güm kapıları dövüyorlar”

"Münire kadın, sana geceleri hovardalar göndereceğim diye beni tehdit ediyor.”

"Git, başımıza bu işi açan birinci şubeye şikayet et. Gerekirse sıkıyönetim komutanlığına başvur. Bizi karılarımızı kerhaneye düşürmek için mi buraya kapadılar?”

"Bir-iki gün önce, seni tutuklayıp götüren komiserle başka polisler, subaylar geldi. Kapıyı habersiz omuzlayıp kırarak içeri girdiklerinden çocukla çok korktuk. Dudaklarımız uçukladı. Senin bütün kitaplarını didik didik ettiler. Birkaç yabancı dilde kitabınla bir yığın yazını alıp götürdüler.”

Konuşma süresi beş dakikaydı. O da henüz hiçbir şey konuşmadan doldu. Saatine bakan yüzbaşı, “Vakit doldu,” dedi. “Götürün bunları, başkaları gelsin.”

Acaba ne gibi bir giz sızdırabilirler benim karımla şu konuşmamdan diye düşündüm. Ankara’daki yıktırıcı başılar mutlaka bu konuşmalardan sızdırılmış ipuçlarına değin bir rapor bekliyorlardı.

Üzücü düşüncelerle hücreme döndüm. Bu, daha çok, aptal kodamanların hâlâ kendilerini kurtarmak için biricik çare olarak bizim suçluluğumuzdan medet umduklarını anladığımdandı. Suçlulukları ayyuka çıkan bu insanlar, demek ki, son kerte sıkışık durumdaydılar. Bizi mahkum ettiremezlerse okkanın altına gideceklerdi. İşte bu düşünce beni titretti. Demek ki, bu hücrelerde daha çok çile dolduracaktık. (s. 30-2)

III

Burada Hasan İzzettin o dönem DP milletvekili olan tarihçi Fuat Köprülü’den bahsediyor. Bir bilim adamının ne hâllere düşebileceğini gösteren ibretlik bir örnek Köprülü:

Artık günlük gazeteleri okumamıza da müsaade çıkmıştı. İstanbul’u yıktıran DP kodamanlarının hâli yürekler acısıydı. Muhalif gazetelerle dergilerde çok acı söz çakıştırmalar, eleştiriler, yergiler yer alıyordu. İç basınla birlikte dış basından ilginç haberler veren kimi dergiler de elimize geçmeye başladı. Örneğin, Adnan Menderes’in koordinasyonsuz ekonomi siyasetini eleştiren Time dergisi, başbakanı epeyce hırpalıyor, “Menderes uçurumun kenarında dolaşmaktan hoşlanıyor,” gibi bir söz ediyor, bunun tehlikelerine dikkati çekiyordu. Anlı şanlı Menderes, ülke içinde olduğu gibi ülke dışında da yaşlı bir servi gibi niteliğini bilmediği, gücünü ölçemediği fırtınalar önünde çatırdayarak yerlere serilmek eğilimi gösteriyordu. Time dergisindeki yazıyı okuyunca biraz alınlarımız yükseldi, başlarımız doğruldu. Menderes efsanesi salt Türkiye’de değil, dünyada da kamuoyundan ilk onmaz darbeyi yemiş oluyordu.

İşler Avrupa’da, Türkiye’de umulmaz bu ters gidişi alınca, Menderes’le arkadaşları, özellikle Köprülüzade Fuat adlı eski saygıdeğer profesör, beceriksiz, rate bir politikacı olarak konuyu yeni baştan ele alıp bütün Türkiye’ye, dünyaya karşı Fatih’in toplarıyla bir salvo ateşine girişti. Meclis kürsüsünden yaptığı bu kuru sıkı atışta ağız dolusu politika yalanları savuruyor, “İstanbul’u 6-7 Eylül gecesi dışarıdan aldıkları buyrukla komünistler yıktırdı,” diye gerisini yırtarcasına bağırıyordu. İlk gençliğimden beri kitaplarını okuduğum, özel bir saygı beslediğim bu herifin, kendi kıçını kurtarmak uğruna bu kerte alçaldığını görmek, beni sonsuz tiksindiriyordu. Cüce bir politikacıdan başka bir şey olmayan Köprülüzade, bütün aydınların gözünde böylece harcandığını bile ayırt edemeyecek kerte sağduyusunu yitirmişti. Kodamanlar sıkıştıkça daha çok bize sarılıyor, politika pazarında hâlâ bize kocaman yamyam kapanları kurmuş, bunların altını Köprülüzade’nin bilimci körüğüyle üfleyip harlandırmaya çalışıyorlardı. Köprülüzade birdenbire başlıca düşmanlarımız arasına girmişti. Elimize geçse onu bir kaşık suda boğardık. Onların bize böyle kudurmuşçasına saldırışları, bir yandan da bizi umutlandırıyordu. Şundan ki, onların hâlâ bu yan üzerinde direnmeleri, sağduyu sahibi Türkleri de iğrendirmeye başlamıştı. Eski gazeteci Hüseyin Avni Şanda’nın kulağına değip de el altından bize ilettiği habere göre, komünistlerin biricik suçlu olarak tutuklu bulundurulmasını artık Millî Emniyet de doğru bulmamaya başlamıştı. Bu haber de kulağımıza gelince, ufukta tanyerine benzer bir yerlerin ağardığını ayırt eder gibi olduk. Menderes’le Bayar’ın yenilgisi çıplak gözle görülecek kerte yaklaşmış görünüyordu. (s. 35-7)

IV

Aydın solcuların evlerinde kendilerini kurtarmaya yarayacak bir şey bulamayınca, içimizdeki eski bilinçli tütün işçileriyle ustalara asılmışlar, onların kıt, kısır yaşayışlarından kendileri için kurtuluş formülleri istiyorlardı. Onlar, bizim gibi Moskova’dan buyruk almadıklarından, ancak yağmalara katılabilir, bunları fiilen yönetebilirlerdi! Bu yüzden onların evlerine yapılan baskınlarda, yağma-talan malıdır diye birçok eşyayı alıp götürmüşlerdi. Tahtakale’de eski ayakkabı satan Conga Ali’nin evinden yedi çift eski püskü ayakkabı alıp götürmüşler, şimdi de “bunları nereden aldın?” diye adamcağızın başını etini yiyorlardı. Conga her ne kadar Tahtakale’de eski ayakkabı alım satımı ile uğraştığını söyleyip duruyorsa da, ötekiler bunların mutlaka yağma malı olduğunda direterek doğruyu söylemesi istiyorlardı. Eğer bu yedi çift eski pabucun talan malı olduğu ispatlanabilirse, Bayar-Menderes ikilisi temize çıkacak, İstanbul’u yıktıranların komünistler olduğu anlaşılacak, böylece sıkıyönetim komutanı Nurettin Aknoz da içimizden on beşini astıracak, geri kalanını on beşer yirmişer yılla içeri tıktıracak, Menderes tayfası solcuların sırtından bir kez daha hasat yapmak olanağını bulacak, böylece bir taşla birkaç kuş birden vurulacaktı. Conga Ali’den başka birkaç tütün işçisi arkadaşın evinden de bir şeyler alıp götürmüşlerdi. Kırk yıl eski bir ceviz sandığının dibinde kalmış gelinlikler, kara gün için saklanan basmalar, türlü kumaş parçaları, nereden geldiği bile zamanla unutulmuş kullanılmaz süs kristalleri, bin bir güçlükle diktirilip ancak bayramdan bayrama giyilen yeni kalmış erkek elbiseleri, konuklara çıkarılmak üzere bir köşede dikkatle korunan tabak, kaşık, çatal, bıçak, peçete gibi sofra takımları hep yağmalanmış mal diye götürülmüş eşya arasında bulunuyordu.

İşte DP’nin suçlu ejderhalarını kurtarırsa bu zavallı eşya kurtaracaktı. En son bel bağladıkları kurtarıcı mucize, bu eski postallarla kumaş kırpıntılarında yatıyordu.

Esmer kuru yüzünde bir halk umutsuzluğu yüzen Conga Ali’nin hücresinde oturmuş dertleşiyorduk. Eski mapushane arkadaşımız Remzi de bizimle birlikteydi.

Conga "Yahu,” diye dert yanıyordu. “Menderes’le Bayar kıçlarını kurtarmak için salt benden aldıkları yedi çift eski püskü Tahtakale pabucuna kalmışlarsa Türkiye batmış demektir. Ben şu sırada dışarıda olsaydım, beş parasız olduğum hâlde yine de onlara kredi ile böyle yüz çift postal bulurdum. Eğer Beyoğlu’nda duman ettikleri birkaç milyarlık servetin acısını benim yedi çift eski pabuçla karşılayabilirlerse, onlara aşkolsun derim doğrusu. Düşünemeyeceğimiz kadar bayağı heriflermiş bunlar meğer. Bizim gibi birkaç yoksul işçiyi ateşe atarak, pisledikleri kocaman suçu örtbas etmeye çalışmaları çok alçakça, namussuzca bir iş. Geceleyin ciplerle gelen ekipler mahalledeki birçok eve kapıları kırarcasına zorlayarak baskın yapmışlar, korkudan çoluk çocuğun dudakları çatlamış! Evin köşesini bucağını didik didik etmişler. Mahallede gören de sanır ki, o gece İstanbul’u kırıp döken, yağmalayan DP’li bıçkınlar arasında biz de varız. Oysa o gece hepiciğimiz evlerimizde çoluk çocuğumuzun arasında ya uyuyor ya da dinleniyorduk. İstanbul’un yıkılışının haberini ise mahallemizdeki Demokrat Parti’lilerin gece yaptıkları işleri böbürlenerek anlatışlarından öğrendik. Her semtin partilileri grup grup Beyoğlu’na, Samatya’ya, Yedikule’ye, Heybeli’ye, Büyükada’ya gitmiş, daha gündüzden hazırlanan planları uygulamaya başlamışlardı. Evlerde Rum kızlarına nasıl tecavüz ettiklerini, bir papazı nasıl sünnet ettiklerini bağıra bağıra mahallede anlatanlar hep o partililer değilmiş gibi, şimdi işin bir suç olduğu anlaşılınca onları bir yana bırakıp, birkaç sosyalist işçinin eski pabuçlarını suçlamaya kalkışıyorlar." (s. 41-3)

V

Mapushanenin bir akademi olduğunu eskinden beri bilenler de birer birer yararlı işlere el atmaya başlamışlardı. Kemal Tahir hücresindeki şezlonguna kurularak birçok roman yazmanın heyecanı içinde sürükleniyor, doktor Hulûsi salondaki masamsı eski bir marangoz tezgâhının başına geçip sabahtan akşama dek İngilizce tıp dergilerinden not alıyor, sanki sınava hazırlanıyormuş gibi milletle konuşmaktan dikkatle kaçınıyordu. İki doktor Boratav kardeşler de İngilizce ders kitapları getirtmişler, düzgünce çalışmaya başlamışlardı. Ben de elimden geldiğince onlara yardım ediyordum. Aziz Nesin’in hücresi iki kanatlı kocaman cümle kapısının hemen karşısına düşüyor, oradan da ancak iki-üç metre uzaklıkta bulunuyordu.

Hücresinin karşı duvarına, kapıdan içeri giren görevlilerin ilk bakışta gözlerine çarpacak biçimde bir resim yapmış, yanına da büyük bir yazıyla boydan boya “Ah ulan ah, inek arabaları” diye yazmıştı. Millet gördükçe gülüyordu. Bu yazı ile resimler, usumda kaldığına göre, biz Harbiye’den çıkıp gidinceye dek orada kalmıştı. (…) (s. 49-51)

VI

Tahliyeler hep gece karanlığında, yatsıya doğru ya da yatsıdan sonra yapılıyordu. Her giden arkadaş grubu bize de kurtuluş umutları vermekle birlikte, çevremiz günden güne boşaldığından dolayı da derin bir yalnızlık duygusuyla dolmaya başlıyorduk. Hemen hepimiz, önce idama mahkum edilerek sonra affedilmiş kader kurbanları gibi sevinç içindeydik. Beş-altı ayın gerçi mapushane yaşayışında hiçbir değeri yoktu. Ancak, biz bu birkaç ay içinde çok yoğun bir öldürücü işkence, umutsuzluk cehennemi yaşamıştık. En aşağı onar yıl yatmış gibi yaşlanmış, yıpranmıştık. Kafka’nın sokaktan kaldırılıp götürülen, kendisine yüklenecek bir suç biçimi aranan insanına dönmüştük. Bu, suçluluk bilinciyle mahkemenin karşısına çıkmaktan çok daha kötüydü. (…)

Bir ikindi üstü bu komedya da ben de ufak bir rol aldım. İnce uzun boylu, sarışın mavi gözlü, sevimli bir asker sorgu yargıcı beni beş dakika bile sürmeyen bir sorguya çekti. Sonra zindana döndüm. Yatsı vakti benimle birkaç arkadaşın adı okundu. Geri kalan arkadaşlarla helalleştik. Yataklarımızı ertesi gün almak üzere arkadaşlara emanet ederek caddeye çıktık. Alışkanlık dolayısıyla çevremde zararlı insan gölgeleri aradım. Kimse yoktu. Bir dolmuşa atlayarak Sirkeci’ye indim. Baktım, o yörede kırılıp dökülen bütün evlerin, mağazaların camları takılmış, içleri yine mobilya ile malla dolmuştu. Yalnız 6-7 Eylül kasırgasının benim insan yüreğimde açtığı korkunç yaralar yaşadıkça işleyecekti. Onları hiçbir güç onaramazdı.(s. 94-6)

VII

Bir de önceki yazıda bahsettiğim kitaptan aktarayım. Kemal Tahir bir gün Hasan İzzetin’e sormuş:

“Yahu arkadaş, sen ömrünü nasıl geçirirsin?” Dinamo’nun cevabı çok ilginç:

"Karnımı doyurdum mu, bir iskemle atar otururum gecekondumun önüne. Toprakta gidip gelen karıncalara bakarım. Onların nasıl öteberi taşıdıklarını, birbirlerine nasıl yardım ettiklerini, koca yükleri yuvalarına nasıl soktuklarını seyrederim. Onların takip ederken gün kararır, akşam olur. Bugüne kadar çok roman yazdım. Ciltler dolusu … Sayısını bile unuttum. Bir zamanlar bunları tenekelere koyup toprağa gömdüm. Bir zaman sonra gömdüğüm yerleri unutmayayım mı? kazmadığım yer kalmadı. Çoğunu bulamadım. Sekiz tanesini buldum. İşte onlar Kutsal İsyan ciltleriydi.”

"Ya hafızası kaybolmasa hâlimiz nice olurdu?” diye gülüyor Kemal. (…)" (s. 511)

Aynı kitaptan bir tane de 6-7 Eylül Olayları’na ilişkin aktarayım. Kemal Tahir anlatıyor:

Yüksekkaldırım’ın üst başına yakın bir kitapçı, Lazaraki vardır. Bu adam orada eski kitaplar satar. Asıl önemli olan Lazaraki’nin kitapçılığı değil. Bu adam en eski ve en değerli Bizans mozaiklerini gerçek taşları ve renkleriyle aynen yapar. Bizans mozaiği üzerine yer yüzünde ondan büyük usta yoktur. Bir de evinde çok zengin bir Bizans kitaplığı vardır. Onları satmaz. Aslında Lazaraki’nin mozaikçiliği de amatörce. Zevk için yapar, satış metası olarak kullanmaz. Onda, en kıymetli Bizans mozaiklerinin hakikî büyüklükteki ve gerçeklerinden fark edilemeyecek kadar mükemmel kopyaları vardır. O sıralarda İstanbul’da Bizans kongresi toplanıyor. Bu kongreye de Almanya’nın eski cumhurbaşkanlarından, dünyaca ünlü bir bizantolog profesör katılıyor. Bu profesör iki tane kıymetli Bizans mozaiği kopyası istemiş. Bu adamı duymuş. “Ne kadar para isterse veririm,” diye haber göndermiş. Lazaraki verimkâr olmamış. Bunun üzerine resmen istemek için bizimkilere müracaat etmiş. Lazaraki yine vermeyince o gün resmî bir araba kapısında zınk diye durmuş. Adamın eli ayağı titremeye başlamış. Gelenlere arkadaki deposundan birkaç tane getirmiş. İkisini seçip parasını vermişler. Birkaç gün sonra 6-7 Eylül olmuş. Tabii Lazaraki’nin kitapçı dükkânı da yağmalanmış. Adamın kitapları filan gördüğü yok. Aklı, dükkânın arkasındaki depoda duran mozaiklerinde. Dükkânın önündeki molozlara bakmış, içlerinde hiçbir mozaik parçası yok. Yüreğine su serpilmiş. Bir de arka tarafa geçsin ki, güzelim mozaiklerin yerinde yeller esiyor. Ağır şeyler, öyle hemen taşınacak gibi de değil. Küçük bir kırık parçası bile yok etrafta. Demek, bilenler daha evvelden mozaikleri alıp savuşmuşlar. Kırıcılar geldiğinde kıracak bir şey kalmamış. (s. 511-3)

Adnan Menderes için Kemal Tahir şunu diyor:

Kazanç yollarını bizim yerimize düşünür. Bu yola sorumluluklar yüklenerek sapar. Kazançları bize dağıtır, zararları başka yerlerden kapatır. Kötüsü gelirse ölür, ölümü ile bütün suç delillerini ortadan kaldırmış olur. İşte burjuvalarımızın taptığı şef tipi, sözgelimi Adnan Menderes budur! (“Çöküntü”, s. 150)

VIII

İşte olup bitenler böyle! Şimdilerde bizim İslâmcı gericilerimiz ve dümbelek liberallerimiz DP’yi Türkiye’ye demokrasi getirmiş bir parti diye, Menderes’i de demokrasi şehidi diye yutturmaya çalışıyorlar. Halbuki şunları söyleyen Menderes değil miydi: “Odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm – Siz isterseniz hilâfeti bile geri getirirsiniz – Kara cüppeliler ordusu [üniversite hocaları için] – Battal Gazi ordusu [TSK için] – Ben orduyu yedek subaylarla bile yönetirim – Beşer-i hafıza nisyan ile maluldür – Ben kendime sabık başbakan dedirtmem.” Hem benim bildiğim, Menderes’in evlilik dışı üç ilişkisi vardı. Çekmecesinden sutyen çıktığı bile söyleniyordu. Bizim beton kafalı İslâmcı gericilerimiz Menderes’i savunurken bir de bunları savunsunlar sıkıysa!

Demokrat Parti memlekete demokrasi getirmişmiş! Puah! Muhalefet hakkını kısıtlayan, CHP’nin mallarına el koyan, basın özgürlüğünü kısıtlayan, gazetecileri hapse atan, üniversitelerdeki bilim özgürlüğüne müdahale eden, ispat hakkı isteyen basın ile “İsmail Hakkı mı, o da ne?” diye dalga geçen, kendilerine oy vermeyen Kırşehir ilini ilçe yapan, işçi haklarını ve sendikaları bastıran, sanat ve edebiyat yaşamını anti-komünizm baskısı altına alan, CHP’yi kapatmak için Meclis’te Tahkikat Komisyonu’nu kuran hangi parti idi peki? Özgürlükçü geçinen ahmak liberallerimiz sıkıysa bunları da savunsunlar da görelim!

Sonra da bu üçkağıtçılar takımı 27 Mayıs oldu diye ağlaşıp duruyorlar. Tabii ağlarlar, çünkü 27 Mayıs bunların menfaatlerinin köküne kibrit suyu döktü. Hele 6-7 Eylül Olayları esnasında tutuklanan solculardan bahsederler mi hiç? Şeytan diyor ki, al eline bir çekiç, bu zevzeklerin kafalarına akılları başlarına gelinceye değin güm güm vur. Daha önce de söylemiştim, şimdi olup bitenleri ister istemez DP dönemine benzetmeden edemiyorum. Bakalım bu işin sonu nasıl bitecek?

Hasan İzzettin'in "Meydan Okumak" adlı şiirinden bir parça ile bitirelim:

Öyle çekmişim ki
Artık benden sonra
Birkaç satırımın yaşaması bile
bana vızgeliyor.
Artık bahçemdeki yemişlere
ne güleryüzlü bir dost
ne hırsız geliyor.
Demek, diyorum, bu duruma gelirmiş
budana budana bir şair.
Ölümsüzlüğe sırtını dönmüş şiir
Artık acıya meydan okuyabilir.

2 comments:

Goddess Artemis said...

10 yıl kadar oluyor; 6-7 Eylül olaylarını, bazı dostlarımın hâlâ hayatta olan büyüklerinden dinlemiştim. Bütün bunlar, önce asıp sonradan adlarına zevksiz ve estetik dışı anıt diktiğimiz bazı eski devlet büyüklerinin halt yemesidir. Siyasi ve düşünce suçları nedeniyle verilen ölüm cezalarına ve idama karşıyım! [Pedofil ve tecavüzcülerin genital organlarından kasap çengellerine geçirilip, başaşağı asılarak, kan kaybıyla ağır ağır idam edilmelerinden yanayım!]

Tabii ki, bu devlet adamlarının idamını tasvip etmemem, yedikleri naneleri affedelim unutalım gitsin anlamına gelmiyor. DP, 6-7 Eylül olaylarına neden olmuştur da, bir önceki iktidar ve Milli Şef ne halt yemiştir? Varlık Vergisi'ni çıkartan, insanları zorla sürgüne gönderen babam değildi herhalde! Konuyla ilgili hiçbir şey bilmeyenler, Yılmaz Karakoyunlu'nun aynı adlı eserinden uyarlanan Salkım Hanım'ın Taneleri adlı filmi izlesinler.

Hâsılı kelam, bu memlekette azınlık olmak zor zenaattir. 23 Temmuz sabahı hissettiklerimi yazmıştım. Bugünlerde, anne ve babamın sağlık sorunları nedeniyle devlet hastaneleri arasında koşturup duruyorum. Oralara gittikçe, insanları gördükçe, konuşmalara kulak misafiri oldukça, kimlerin şu anda iktidardaki partiye oy verdiğini ve nasıl azınlık olduğumu/kaldığımı çok daha derinden hissediyorum.

Şimdiki iktidarın başı, kendini "demokrasi kahramanı"(?!) sayıyor ve DP'nin başıyla, T.ahammül Ö.tesi'ni kendine örnek alıyor. Umarım her konuda taklit etmeye kalkmaz! Amen!

super hero said...

Yazıyı büyük bir ilgiyle okudum. Menderes'i demokrasi kahramanı sanan bazı dangalaklar da okumuştum umarım. Eline sağlık.