İNTERNETİ BEKLERKEN …
On gün önce internet bağlantım kopuverdi. Bağlantıyı sağlayan şirketin kapandığını öğrenmem üç gün sürdü; kimse herhangi bir şey de haber vermedi. Ben de bunun üzerine ADSL bağlatmaya karar verdim ve yakınlardaki bir Telekom bayisine gittim. Ancak kullandığım telefon babam üzerine kayıtlı olduğundan, görevli tek başıma başvuruyu yapamayacağımı söyledi. Babamın bizzat gelip başvuru yapması gerekiyormuş. Ancak oğlu olduğum için, babamın nüfus cüzdanını getirirsem cüzdan ile tek başıma başvuru yapabilirmişim. Mesele şu ki, babam Anadolu yakasında, ben ise Avrupa yakasında oturuyorum.
“Babam cüzdanının faksını gönderse olur mu dedim?”, kabul etmediler; faks silik çıkabiliyormuş. “Şimdi ben illa karşıya gidip cüzdanı alıp geri mi geleceğim? Bari babamın yanına gideyim, oradaki bir bayiden işimizi hâlledelim,” diyecek oldum, o da olmuyormuş. Telefon Avrupa yakasında olduğu için başvuru da Avrupa yakasındaki bir bayiden yapılmalıymış. Sonunda babam bu tarafa geldi, ben de başvuruyu yapabildim. Ancak işim perşembe günü bittiğinden ve araya hafta sonu girdiğinden hattın açılması pazartesiyi buldu. Sonuçta işi on günde hâlletmiş olduk.
Bu arada vakit geçsin diye H. P. Lovecraft’ın kitaplarını yeni baştan okudum. Araya bir de Ursula K. Le Guin’in “Mülksüzler” adlı romanını sıkıştırdım (Çev. Levent Mollamustafaoğlu, İstanbul: Metis Yayınları, 2006; İngilizcesi “The Dispossessed”). Romanda birbirlerinin etrafında dönen iki dünya var. Her biri ötekinin “ay”ı; hangisinin dünya, hangisinin ay olduğu nereden baktığınıza bağlı. Dünyalardan biri (Urras) verimli, ancak sınıflı ve sömürülü. Diğeri (Anarres) ise anarşist ve özgür, ancak çorak. Kitaba yazdığı sonsözde Bülent Somay şunları diyor:
“İki dünyanın da adlandırılması bir dizi kelime ve ses oyunu içeriyor: Anarşist dünya “Anarres”in adı, bir yanda anarşiyi (anarşi: başsızlık – Yunanca’da arche: baş, başat; ana öntakısı ise olumsuz iyelik, -sız, -siz demek) çağrıştırırken, bir yandan da “şeyleri” mal ve mülkleri olmayan anlamına geliyor (Latince’de res: şey, nesne). Kapitalistlerin ve devletçiliğin dünyası “Urras” ise, öncelikle ABD ve SSCB’nin harflerinden devşirilmiş (USA ve USSR). İlk iki harfi olan Ur- ise, Almanca’da ilk, kaynak, başlangıç anlamına gelen bir öntakı. Bu anlamda Urras, Anarres’e giden göçmenlerin kaynağı, ikili gezegen sistemindeki hayatın başlangıç noktası, eski dünya.” (s. 333)
Le Guin roman hakkında şunları demiş (arka kapaktan):
“Romanım Mülksüzler, kendilerine Odocu diyen küçük bir dünya dolusu insanı anlatıyor. İsimlerini toplumlarının kurucusu olan Odo’dan alıyorlar; Odo romandaki olaylardan kuşaklarca önce yaşamış, bu yüzden olaylara katılmıyor ya da yalnızca zımnen katılıyor, çünkü bütün olaylar aslında onunla başlamıştı.
“Odoculuk aslında anarşizmdir. Sağı ve solu bombalamak anlamında değil; kendine hangi saygıdeğer adı verirse versin, bunun adı tedhişçiliktir. Aşırı sağın sosyal-Darwinist ekonomik özgürlükçülüğü de değil; düpedüz anarşizm: eski Taocu düşüncede öngörülen, Shelley ve Kropotkin’in, Goldmann ve Goodman’ın geliştirdiği biçimiyle. Anarşizmin baş hedefi, ister kapitalist ister sosyalist olsun, otoriter devlettir; önde gelen ahlâkî ve ilksel teması ise işbirliğidir (dayanışma, karşılıklı yardım). Tüm siyasal kuramlar içinde en idealist olanı anarşizmdir; bu yüzden de bana en ilginç gelen kuramdır.”
Romandan en beğendiğim üç yeri alıntılayayım dedim. Üçü arasından en hoşuma gideni ilki; bunu olursa tezime de ekleyeyim dedim :))
“Zayıf bebek ayağa kalktı. Yüzü günışığı ve kızgınlıkla parlıyordu. Bezi düşmek üzereydi. “Benim!” dedi yüksek sesle, çınlayan bir sesle. “Benim güneş!”
“ “Senin değil,” dedi tek gözlü kadın, kesinlik içeren bir yumuşaklıkla. “Hiçbir şey senin değil. Kullanmak için var. Paylaşmak için var. Eğer paylaşmazsan kullanamazsın.” Zayıf bebeği nazik, amansız elleriyle tutup kaldırdı ve günışığıyla dolu karenin dışına koydu.” (s. 30)
Romanın kahramanı Shevek, Urras’taki bir partide oranın kaymak tabakasına şunları diyor:
“Hayır. Harika değil. Çirkin bir dünya. Bu dünyaya benzemiyor. Anarres sadece tozdan ve kuru tepelerden oluşuyor. Her şey az, her şey kupkuru. İnsanlar da güzel değil. Hepimizin koca elleri ve ayakları var, benimkiler ve buradaki garsonunkiler gibi. Ama koca göbekleri yok. Çok kirlenirler, birlikte yıkanırlar, burada kimse bunu yapmaz. Hiç saray yoktur. Yaşam sıkıcıdır, çok çalışılır. Her zaman istediğinizi alamazsınız, hatta bazen gereksindiğinizi bile, çünkü yeterince yoktur. Siz Urras’lıların her şeyi yeterince var. Yeterince hava, yeterince yağmur, çimen, okyanuslar, yiyecek, müzik, yapılar, fabrikalar, makineler, kitaplar, giysiler, tarih. Siz zenginsiniz, siz sahipsiniz. Biz yoksuluz, biz yoksunuz. Sizde var, bizde yok. Burada her şey çok güzel. Güzel olmayan yalnızca yüzler. Anarres’te hiç bir şey güzel değildir, yalnız yüzler güzeldir. Diğer yüzler, kadın ve erkek yüzleri. Bizim onlardan başka bir şeyimiz yok, birbirimizden başka bir şeyimiz yok. Burada siz mücevherleri görüyorsunuz, orada gözleri görürsünüz. Çünkü bizim erkeklerimiz ve kadınlarımız özgürdür, hiçbir şeye sahip olmadıkları için özgürdürler. Siz sahipliler ise sahiplisiniz. Hepiniz hapistesiniz. Herkes yalnız, tek başına, sahip olduğunuz yığınla birlikte. Hapiste yaşıyor, hapiste ölüyorsunuz. Gözlerinizde görebildiğim yalnızca bu – duvar, duvar!” (s. 196-7)
Bir gösteri esnasında bir meydanda toplanan Urras’taki Odoculara da şunları söylüyor Shevek:
“Özgürlüğümüz dışında hiçbir şeyimiz yok. Size kendi özgürlüğünüzden başka verecek bir şeyimiz yok. Bireyler arasında karşılıklı yardımlaşma dışında hiçbir yasamız yok. Hükümetimiz yok, yalnızca özgür birlik ilkemiz var. Devletlerimiz, uluslarımız, başkanlarımız, başbakanlarımız, şeflerimiz, generallerimiz, patronlarımız, bankerlerimiz, mülk sahiplerimiz, ücretlilerimiz, sadakalarımız, polislerimiz, askerlerimiz, savaşlarımız yok. Başka da pek fazla şeyimiz var sayılmaz. Biz paylaşırız, sahip olmayız. Varlıklı değiliz. Hiçbirimiz zengin değiliz. Eğer istediğiniz Anarres’se, aradığınız gelecek oysa, o zaman ona eli boş gelmezi gerektiğini söylüyorum. Ona yalnız ve çıplak gelmeniz gerekiyor, tıpkı bir çocuğun dünyaya, geleceğine, hiçbir geçmişi olmadan, hiçbir malı mülkü olmadan, yaşamak için tümüyle başka insanlara dayanarak gelmesi gibi. Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrim’i satın alamazsınız. Devrim’i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir.” (s. 256)
Devrim deyince yüce Marx’ı anmadan olmaz. Komünist toplumu anlatan sınırlı sayıdaki metinlerinden birinde bakın ne demiş Marx:
“ … herkesin bir başka işe meydan vermeyen bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesi hoşuna giden faaliyet dalında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da, benim için, bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirici olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağı yaratır.” (“Alman İdeolojisi”, Ankara: Sol Yayınları, Çev. Sevim Belli, 1999, s. 59-60)
Marx’ın düşüncesi belki ütopik, ama ben betimlemesini beğendim. Amaç olarak kötü bir şey mi düşündüğü? Bu sene Kapital’in ilk cildinin basımının 140. yılı imiş. Kasım ayında da İstanbul’da Kapital üzerine bir sempozyum düzenlenecekmiş. Bu arada, kitabı daha önceden “Günlerin tortusu”nda Atilla bey tanıtmış. Eh, biz ikinci defa belirtmiş olduk diyelim.
On gün önce internet bağlantım kopuverdi. Bağlantıyı sağlayan şirketin kapandığını öğrenmem üç gün sürdü; kimse herhangi bir şey de haber vermedi. Ben de bunun üzerine ADSL bağlatmaya karar verdim ve yakınlardaki bir Telekom bayisine gittim. Ancak kullandığım telefon babam üzerine kayıtlı olduğundan, görevli tek başıma başvuruyu yapamayacağımı söyledi. Babamın bizzat gelip başvuru yapması gerekiyormuş. Ancak oğlu olduğum için, babamın nüfus cüzdanını getirirsem cüzdan ile tek başıma başvuru yapabilirmişim. Mesele şu ki, babam Anadolu yakasında, ben ise Avrupa yakasında oturuyorum.
“Babam cüzdanının faksını gönderse olur mu dedim?”, kabul etmediler; faks silik çıkabiliyormuş. “Şimdi ben illa karşıya gidip cüzdanı alıp geri mi geleceğim? Bari babamın yanına gideyim, oradaki bir bayiden işimizi hâlledelim,” diyecek oldum, o da olmuyormuş. Telefon Avrupa yakasında olduğu için başvuru da Avrupa yakasındaki bir bayiden yapılmalıymış. Sonunda babam bu tarafa geldi, ben de başvuruyu yapabildim. Ancak işim perşembe günü bittiğinden ve araya hafta sonu girdiğinden hattın açılması pazartesiyi buldu. Sonuçta işi on günde hâlletmiş olduk.
Bu arada vakit geçsin diye H. P. Lovecraft’ın kitaplarını yeni baştan okudum. Araya bir de Ursula K. Le Guin’in “Mülksüzler” adlı romanını sıkıştırdım (Çev. Levent Mollamustafaoğlu, İstanbul: Metis Yayınları, 2006; İngilizcesi “The Dispossessed”). Romanda birbirlerinin etrafında dönen iki dünya var. Her biri ötekinin “ay”ı; hangisinin dünya, hangisinin ay olduğu nereden baktığınıza bağlı. Dünyalardan biri (Urras) verimli, ancak sınıflı ve sömürülü. Diğeri (Anarres) ise anarşist ve özgür, ancak çorak. Kitaba yazdığı sonsözde Bülent Somay şunları diyor:
“İki dünyanın da adlandırılması bir dizi kelime ve ses oyunu içeriyor: Anarşist dünya “Anarres”in adı, bir yanda anarşiyi (anarşi: başsızlık – Yunanca’da arche: baş, başat; ana öntakısı ise olumsuz iyelik, -sız, -siz demek) çağrıştırırken, bir yandan da “şeyleri” mal ve mülkleri olmayan anlamına geliyor (Latince’de res: şey, nesne). Kapitalistlerin ve devletçiliğin dünyası “Urras” ise, öncelikle ABD ve SSCB’nin harflerinden devşirilmiş (USA ve USSR). İlk iki harfi olan Ur- ise, Almanca’da ilk, kaynak, başlangıç anlamına gelen bir öntakı. Bu anlamda Urras, Anarres’e giden göçmenlerin kaynağı, ikili gezegen sistemindeki hayatın başlangıç noktası, eski dünya.” (s. 333)
Le Guin roman hakkında şunları demiş (arka kapaktan):
“Romanım Mülksüzler, kendilerine Odocu diyen küçük bir dünya dolusu insanı anlatıyor. İsimlerini toplumlarının kurucusu olan Odo’dan alıyorlar; Odo romandaki olaylardan kuşaklarca önce yaşamış, bu yüzden olaylara katılmıyor ya da yalnızca zımnen katılıyor, çünkü bütün olaylar aslında onunla başlamıştı.
“Odoculuk aslında anarşizmdir. Sağı ve solu bombalamak anlamında değil; kendine hangi saygıdeğer adı verirse versin, bunun adı tedhişçiliktir. Aşırı sağın sosyal-Darwinist ekonomik özgürlükçülüğü de değil; düpedüz anarşizm: eski Taocu düşüncede öngörülen, Shelley ve Kropotkin’in, Goldmann ve Goodman’ın geliştirdiği biçimiyle. Anarşizmin baş hedefi, ister kapitalist ister sosyalist olsun, otoriter devlettir; önde gelen ahlâkî ve ilksel teması ise işbirliğidir (dayanışma, karşılıklı yardım). Tüm siyasal kuramlar içinde en idealist olanı anarşizmdir; bu yüzden de bana en ilginç gelen kuramdır.”
Romandan en beğendiğim üç yeri alıntılayayım dedim. Üçü arasından en hoşuma gideni ilki; bunu olursa tezime de ekleyeyim dedim :))
“Zayıf bebek ayağa kalktı. Yüzü günışığı ve kızgınlıkla parlıyordu. Bezi düşmek üzereydi. “Benim!” dedi yüksek sesle, çınlayan bir sesle. “Benim güneş!”
“ “Senin değil,” dedi tek gözlü kadın, kesinlik içeren bir yumuşaklıkla. “Hiçbir şey senin değil. Kullanmak için var. Paylaşmak için var. Eğer paylaşmazsan kullanamazsın.” Zayıf bebeği nazik, amansız elleriyle tutup kaldırdı ve günışığıyla dolu karenin dışına koydu.” (s. 30)
Romanın kahramanı Shevek, Urras’taki bir partide oranın kaymak tabakasına şunları diyor:
“Hayır. Harika değil. Çirkin bir dünya. Bu dünyaya benzemiyor. Anarres sadece tozdan ve kuru tepelerden oluşuyor. Her şey az, her şey kupkuru. İnsanlar da güzel değil. Hepimizin koca elleri ve ayakları var, benimkiler ve buradaki garsonunkiler gibi. Ama koca göbekleri yok. Çok kirlenirler, birlikte yıkanırlar, burada kimse bunu yapmaz. Hiç saray yoktur. Yaşam sıkıcıdır, çok çalışılır. Her zaman istediğinizi alamazsınız, hatta bazen gereksindiğinizi bile, çünkü yeterince yoktur. Siz Urras’lıların her şeyi yeterince var. Yeterince hava, yeterince yağmur, çimen, okyanuslar, yiyecek, müzik, yapılar, fabrikalar, makineler, kitaplar, giysiler, tarih. Siz zenginsiniz, siz sahipsiniz. Biz yoksuluz, biz yoksunuz. Sizde var, bizde yok. Burada her şey çok güzel. Güzel olmayan yalnızca yüzler. Anarres’te hiç bir şey güzel değildir, yalnız yüzler güzeldir. Diğer yüzler, kadın ve erkek yüzleri. Bizim onlardan başka bir şeyimiz yok, birbirimizden başka bir şeyimiz yok. Burada siz mücevherleri görüyorsunuz, orada gözleri görürsünüz. Çünkü bizim erkeklerimiz ve kadınlarımız özgürdür, hiçbir şeye sahip olmadıkları için özgürdürler. Siz sahipliler ise sahiplisiniz. Hepiniz hapistesiniz. Herkes yalnız, tek başına, sahip olduğunuz yığınla birlikte. Hapiste yaşıyor, hapiste ölüyorsunuz. Gözlerinizde görebildiğim yalnızca bu – duvar, duvar!” (s. 196-7)
Bir gösteri esnasında bir meydanda toplanan Urras’taki Odoculara da şunları söylüyor Shevek:
“Özgürlüğümüz dışında hiçbir şeyimiz yok. Size kendi özgürlüğünüzden başka verecek bir şeyimiz yok. Bireyler arasında karşılıklı yardımlaşma dışında hiçbir yasamız yok. Hükümetimiz yok, yalnızca özgür birlik ilkemiz var. Devletlerimiz, uluslarımız, başkanlarımız, başbakanlarımız, şeflerimiz, generallerimiz, patronlarımız, bankerlerimiz, mülk sahiplerimiz, ücretlilerimiz, sadakalarımız, polislerimiz, askerlerimiz, savaşlarımız yok. Başka da pek fazla şeyimiz var sayılmaz. Biz paylaşırız, sahip olmayız. Varlıklı değiliz. Hiçbirimiz zengin değiliz. Eğer istediğiniz Anarres’se, aradığınız gelecek oysa, o zaman ona eli boş gelmezi gerektiğini söylüyorum. Ona yalnız ve çıplak gelmeniz gerekiyor, tıpkı bir çocuğun dünyaya, geleceğine, hiçbir geçmişi olmadan, hiçbir malı mülkü olmadan, yaşamak için tümüyle başka insanlara dayanarak gelmesi gibi. Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrim’i satın alamazsınız. Devrim’i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir.” (s. 256)
Devrim deyince yüce Marx’ı anmadan olmaz. Komünist toplumu anlatan sınırlı sayıdaki metinlerinden birinde bakın ne demiş Marx:
“ … herkesin bir başka işe meydan vermeyen bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesi hoşuna giden faaliyet dalında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da, benim için, bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirici olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağı yaratır.” (“Alman İdeolojisi”, Ankara: Sol Yayınları, Çev. Sevim Belli, 1999, s. 59-60)
Marx’ın düşüncesi belki ütopik, ama ben betimlemesini beğendim. Amaç olarak kötü bir şey mi düşündüğü? Bu sene Kapital’in ilk cildinin basımının 140. yılı imiş. Kasım ayında da İstanbul’da Kapital üzerine bir sempozyum düzenlenecekmiş. Bu arada, kitabı daha önceden “Günlerin tortusu”nda Atilla bey tanıtmış. Eh, biz ikinci defa belirtmiş olduk diyelim.
5 comments:
eh artık geçmiş olsun... o kadar badire daha fazla kitap okumana yaramış demek ki... :)
ben olsam kendimi dışarı atar arkadaşlarla çay sohbetlerine giderdim... kitap okumak bize elit gelmeye başladı artık... :( okul bi açılsın da.. onun da çaresini bulurum ben :)
şimdilik gazete ve blogları okumakla uğraşıyoruz hepten.. :)
londranın anadolu yakası ne tarafa düşüyor gardeş:)))
Sayın Bliyaal, çok iyi yapmışsınız.
Çok geç okuduğumu düşündüğüm bu kitap beni, uzun süre sonra şaşırtan kitaplardan biri olmuştu. İlk okumamdan sonra, ara ara da sayfalarında gezindiğim bir kitap oldu...
Merhaba, yazının üstünden epeyce zaman geçmiş, ama yeni okuduysam yenidir öyle değil mi? :)
Kitaptan iki favori parçamı eklemek istedim, ilk sözler,
"Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı."
ve en güzel mezar taşı yazısı,
"Bütün olmak parça olmaktır; gerçek yolculuk geri dönüştür."
ursula bitmez, bağışlanmanın dört yolundan,
"O gezegeninde beş bin yıldır savaş yaşanmamıştır," diye okudu, "ve Gethen'de hiç savaş olmamıştır." Gözlerini dinlendirmek amacıyla ve Tikuli'nin yiyeceklerini yuttuğu gibi kelimeleri lop lop yutmamak için kendisini yavaş okumaya alıştırmaya çalıştığından okumayı kesti.
"Hiç savaş olmamıştır."
Sözler bütün parlaklıklarıyla apaçık duruyorlardı karşısında, nihayetsiz, karanlık, yumuşak bir kuşku ile çevrelenmiş ve gitgide bu kuşku içine çökerlerken.
Nasıl bir dünya olurdu bu dünya? Gerçek dünya olurdu. Barış gerçek yaşamdı; çalışmaları ve öğrenmeleri için çocukların yetiştirildiği, çalışılan, öğrenilen bir yaşam. Çalışmayı, öğrenmeyi ve çocukları yutan savaş, gerçeğin inkarıydı. Ama benim halkım, diye düşündü kadın, sadece inkar etmesini biliyor. Yanlış kullanılmış gücün kara gölgesinde doğan bizler, barışı kendi dünyamızın dışına yerleştirmişiz: Rehber olan, ulaşılamayan nur. Bizim bütün bildiğimiz dövüşmek. İçimizden birinin yaşamı boyunca becerebildiği tek barış, savaşın devam ettiğini inkar etmek sadece;
gölgenin gölgesi, çifte inançsızlık."
Uzun oldu biraz ama ursula diyince akan sular duruyor. :)
Sevgiler
Doli incapax,
Uzun olması önemli değil. Aktardığın için sağolasın. Aslında bu aralar yeni bir kitabını alsam iyi olacak.
Post a Comment