Wednesday, January 09, 2008


MÜSLÜMANLARA MÜJDE: FAİZ YEMEK ARTIK HARAM DEĞİL!

Bloğa yazmadığım süre içinde Cumhuriyet gazetesinde ilginç bir haber okudum. Başlığı “İslâmcının Faiz Aşkı” idi. Bu mendebur laik gazete hangi yalanlar ile Müslümanlara iftira atıyor diye haberi okudum. Güya bazı anlı şanlı Müslümanlar faiz yiyorlarmış. İleride yazarım diye gazeteyi atmayıp sakladım. Haberin bir kısmını aktarayım:

Son dört yılda Cumhuriyet gazetesinin kaybettiği tazminat davalarına bakıldığında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 481 YTL 250 Ykr, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik 2 bin 223 YTL, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım iki ayrı davadan toplam 3 bin 977 YTL faiz aldı. Mili Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik 2003 yılında Oktay Akbal aleyhine açtığı tazminat davasından 5 bin YTL asıl alacak, 2 bin 223 bin 817 YTL de faiz olmak üzere toplam 7 bin 223 YTL kazandı ve bu parayı tahsil etti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 2005 yılında İlhan Selçuk ve Yazı İşleri Müdürü Mehmet Sucu aleyhine açtığı davadan 5 bin YTL asıl, 482 YTL de faiz aldı.

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım 2004 ve 2005 yılında Cumhuriyet gazetesi Yazı İşleri Müdürü Mehmet Sucu aleyhine açtığı iki ayrı davadan toplam 25 bin YTL asıl, 3 bin 977 YTL faiz aldı. Fethullah Gülen ise Cumhuriyet gazetesi yazarları aleyhine açtığı tazminat davalarından yüklü miktarlarda faiz aldı. Ayrıca Kemal Unakıtan da çeşitli gazeteci ve yazarlara açtığı davalarda tazminat bedelinin dışında da faiz aldı. (…)

Bu faiz meselesini bir süre önce İlhan Selçuk başlatmıştı. Selçuk’un dediğine göre, “AKP iktidarı türban konusunda Kuran hükümlerini referans gösterirken, Türkiye’yi faiz cenneti yaparak Kuran’a aykırı hareket ediyor”muş. Selçuk’un yazdıklarına ifrit olan gerici İslâmcı basın da, “Faiz yasağı bireyler içindir, devletlerin faiz politikası hükümet edenleri bağlamaz,” gerekçesine sığınmış. Bazı dümbelek dinci yazarlar da, “Kuran okunduğunda faiz yasağının bireyler için olduğu görülüyor,” diyerek iddiaları çürütmeye çalışmış. Peh peh peh! Zaten bu İslâmcılara biraz menfaat gösterin, Şeytan’ı bile yaptıkları için savunurlar. Bazı geri zekâlılar da Müslüman parti diye AKP’ye oy vermeyi daha sürdürsün. Akıllanmaz bunlar!

Hadi Erdoğan’ı, Unakıtan’ı, Çelik’i falan geçtim, onlar ne yapsa yeridir. Ama Fethullah hocamızın da faiz yediğini öğrenince içimi büyük bir ferahlık kapladı. Zira Fethullah hoca efendimiz faiz yiyorsa bir bildiği vardır. Hem bakınız, kendisi 10 senedir yeşil dolarcıkları kullanarak Amerika’da yaşıyor. Bir Müslüman için o şeytan diyarında büyük başarı bu. Valla bana göre, Hoca efendi faiz yediğine göre Kuran’ın faiz konusundaki yasağı kesin bir şekilde düşmüş oluyor. Ne de olsa Hocamız emekli imam, o bilmeyecek de kim bilecek? Hoca efendimizin dini, imanı sağlam olmayacak da kimin olacak? Laiklerin mi? Töbe töbeee! Demek ki, faiz yemek artık helâl. O yüzden ben de büyük bir gönül rahatlığı ile bundan böyle faiz yemeye karar verdim. Hem Hoca efendimiz yanıldı ise ne olmuş? En kötüsünden, faiz yediğimiz için cehennemde birlikte yanarız. Kötü mü? Hoca efendi ile birlikte yanmayıp da kiminle yanacağız? Deniz Baykal ile mi? Allah yazdıysa bozsun!

Bir süre önce bir iktisatçının otobiyografisini okudum: Oktay Yenal, “İktisat Penceremden” (İstanbul: Homer Kitabevi, 2005). Yenal Devlet Planlama Teşkilatı ve Dünya Bankası’nda çalışmış, yurt dışında çeşitli görevlerde bulunmuş bir iktisatçı. Kitabın çocukluk günlerine ilişkin bölümünde şunları yazmış:

Ben ise bambaşka, çorak bir ortamdaydım. Bir ara da Kuran-ı Kerim’e merak saldım ve tercümelerini okumaya başladım. O yıllarda pek ünlü olan Şemsettin (Yeşil) Hoca’nın Sultanahmet Camisi’ndeki vaazlarına da devam etmeye başladım. Bu vaazlardan birinde Hoca’nın nasıl bütün bilimlerin Kuran’da bilindiğini anlattığını anımsıyorum. İki yanına sallanarak ve günümüzdeki pop gösterilerinin seyircisi kızlar gibi vecde gelen hanımların “ah, vah, helal olsun,” nidaları arasında, kelimeleri şeddeleyip Arap şivesini taklide çalışarak şöyle anlatıyordu: “Eğğer çayyınızda bir sinek düşmüüş ise, çayyı içmeden sineği bütünüyle çaya batırın buyurmuş peygamber efendimiz. Neyçin? Çünkii ilmin asırlar sonra keşfettiği bir hakikati biliyor da ondan. Neymiş bu hakikat? Sinekte zehir, fakat kanadında panzehir var!” Böylece bu alanda da dişe dokunur bir derinlik olmadığını görüp bocalıyordum. Çevremde de bana akıl verecek kimse yoktu.(s. 31)

Şemsettin Hoca tarzı hocalar bugün de yok mu? Hâlâ birtakım hoca efendilerin peşinden koyun sürüsü gibi giden insanlar bulunmuyor mu? Bir şey değişmiş mi? Yazıktır, o günden bu güne hiç mi ilerleme kat edemedik? Buyurun, bir tane daha:

Üniversiteye girmeden geçirdiğim bir yılda, babamın bir akrabamızla yarı ortak olduğu manifatura mağazasından ailemize bir şey kalmayacağı belli olmuştu. Zaten ben okuldayken yazları çalıştığım, Yaşar Kemal, Orhan Kemal ve Kemal Tahir’in romanlarında çizdiği düzenbaz esnaf portreleri ile dolu Sultanhamam piyasasından iyice tiksinmeye başlamıştım. Ticaretin ve dükkâncılığın, hiç olmazsa o düzeyde, korkutucu derecede yalan ve aldatmaca ile yürütüldüğünü görüyordum. Dükkânımızın civarındaki Anadolu kökenli tüccar, Cuma günü öğle vakit kepenklerini kapayıp camiye gittikleri numarası yapıyorlardı; müşterilere gösterdikleri numuneler ile sonra yolladıkları mal arasında büyük fark vardı; her kenarı 90 santimetre olan yazmayı 110 santimetre diye satıyorlardı. Hiçbiri borçlarını, hele yanlarında çalıştırdıkları kimselerin aylıklarını, kasaları dolu olsa bile, gününde ödemiyordu. Bu arada, o namaz kaçırmayan kimseler devamlı Allah üzerine yalan yemin ediyorlardı. Bu yalan-dolan piyasasının işlediği günahların belki tek hafifletici yönü, aldatılanların da aynı hamurdan gelme kimseler olmaları ve bu ahlâksız oyunları bilerek oynamalarıydı.

Sıcak bir yaz günü, hiç müşteri yokken dükkânı süpürdükten sonra bir tabureye oturmuş, Jack London’ın The Call of The Wild adlı kitabını okuyordum. Yandaki komşu Erzurumlu Bayramoğlu Efendi dükkândan içeri girdi, bana sert sert baktı ve dükkân ortağımız akrabamıza, “Selman Bey, bu çocuk romana düşmüş, bırakmayın, böyle haylaz alışkanlıklar edinmesin,” diye benim duyacağım bir sesle konuştu. Gözlerim dolmuş, kitabı kapamıştım. Neyse ki dükkândaki tezgâhtar, güngörmüş Gedikpaşa’lı Kevork Efendi hemen yanıma geldi, “h” harfini Ermeni hançeresinin bütün kalınlığıyla vurgulayarak, “Bunlar dünyaya hayvan gelmişler, hayvan gidecekler, sen aldırma,” diye teselli etti. (s. 29-30)

Kevork Efendi ne güzel söylemiş. İşte biz daha hâlâ o hayvanlar ile uğraşıyoruz. Allah sabır versin – amin!

1 comment:

Anonymous said...

Bliyaal,

Dinciler şunu da diyebilir, İslam ülkesi olmayan yerde kafirle müslüman arasında faiz işlemez. Böyle bir hüküm var, kıyda kalmış da olsa. Dolayısıyla Cumhuriyetten kazandıkları faizi afiyetle yemişlerdir.

Oktay Yenal'ın kitabı ben de okumuş ve hayret bizde ne adamlarçıkmış ama pek bilinmiyor demiştim.