Wednesday, January 23, 2008


NURCULUK ÜZERİNE

Geçen gün kütüphaneyi karıştırırken bayağı vakit önce aldığım bir kitap elime geçti (Muzaffer Sencer, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri,” 3. baskı, İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1999). Kitabı okumaya bir türlü fırsatım olmamıştı. Ara ara okuyabilir miyim diye içine bakarken Nurculuk ile ilgili bir bölüme denk geldim. İlgimi çekince okumaya devam ettim ve bölümü bitirdim. Son yıllarda Nur cemaatinin iyice güçlenmesi ile birlikte Sencer’in Nurcular hakkında yazdıkları bugün daha fazla bilinir hâle geldi. Ancak dikkate değer olan şey, kitabın ilk baskısının 1971 yılında yapılmış olması. O yüzden Sencer’in o dönem yazdıkları bugün okunduğunda, Nurculuğun çok uzun bir zamandan beri istikrarlı bir şekilde ilerlemekte olduğu anlaşılıyor. Kitaptan ilginç gelebilecek yerlerin bir kısmını aşağıda alıntıladım:

I

Türk devrimine ve özellikle laik devlete saldırganlıkta Nakşibendiler ve Ticaniler yanında, günümüzde daha yaygın ve etkili olduğu görülen Nurcular önemli bir yer tutmaktadır. Demokrat Parti’nin politik çıkarları uğruna gelişmesine göz yumduğu Nurculuğun önemli bir sorun olarak ele alınmasına ihtiyaç vardır.

Gerçekten Cumhuriyet tarihinde, devrimlere karşı çıkan en büyük ve organize birlik Nurculuk olmuştur. Özellikle 1952’den sonra ortaya çıkan bu akım, devrim düşmanlarının bir sembolü hâline gelmiştir.

Sistemli bir doktrini olmamakla birlikte, bir bütün olarak devrim düşmanlığı ilkesinden hareket eden Nurculuk, laik devlet düzenine bütünüyle karşı çıkarak teokratik bir devlet düzenine dönmek amacındadır. Belli bir din görüşünü temel almadığı için çeşitli mezhep ve tarikatları kuşatıcı bir akım olan Nurculuk, İslâmî akımların en tehlikelisidir.

Nurculuğun lideri, 31 Mart olayının ileri gelenlerinden, Volkan [gazetesi] yazarı ve İttihad-ı Muhammedî Fırkası kurucularından Bedîüzzaman Said-i Kürdî’dir.
(s. 212)

Dini politik çıkar uğruna geniş çapta kullanan DP, Nurculuğun büyük bir hoşgörü ortamında rahatça gelişmesini sağlamış ve hükümet üyeleri Emirdağ ilçesinde “Üstat” ile buluşmuşlardır. Başbakan Menderes 19 Ekim 1958’de adı geçen ilçeyi ziyaretinde, Nurcular tarafından minareye asılmış, hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı yeşil bir bayrakla karşılanmıştır.

Nurcularca “fevkalbeşer” sayılan ve İbni Sina’yı, İbni Rüşt’ü ve Farabi’yi geride bıraktığı ileri sürülen ve bizzat “muannit filozofları hayret içinde bırakıp birçoklarını imana getirmiş” bir kişi olarak görülen Said-i Nursî, örneğin elektrik, meteor gibi fizik ve astronomik olayların bilimsel açıklamasını dine aykırı bularak, “bunların hepsinin izahı Kuran’da mevcuttur ve fizik kanunlarına göre açıklama yapmak Kuran’ın kudretine, hikmetine aykırı düşmektedir,” görüşünü savunmuştur.

Nurculuğun kaynağı olan “Risale-i Nur”, sayıları 130’a varan, çoğunlukla yanlış ve anlaşılmaz, bozuk bir Osmanlıcanın kullanıldığı bir yazı serisidir.

Yenilikten, aydınlıktan uzak olan ve toplumu ve politik düzeni din temellerine dayandırmayı öngören Risale-i Nur, karışık ve anlamsız cümleler bütünü olarak nitelendirilebilir.
(s. 213-4)

Gerçekten Nurculuğa göre, devletin resmî dini bulunmalı, hükümet şeriatın koruyuculuğu yapmalı, anayasa Kuran olmalıdır. Devlet yönetimi de bir ulema heyetine bırakılmalıdır. Bu bakımdan Said-i Nursî’ye göre, laikliği ilk olarak koyan Türkiye Cumhuriyeti anayasası şeriat esaslarına aykırıdır.

Sosyal alanda yapılmış olan yenilikleri de bütünüyle şeriata aykırı sayan Nurcular, ceza hukuku alanında şer-î temellere dönmek isteğindedirler. “Milliyet”i bir din bağı olarak yorumlayan Nurcular, politik görüşlerini İslâm birliği amacında çerçevelemişlerdir.

Kılık, takvim, harf devrimlerine karşı olan ve “çok kadınla evlenmek de İslâmî olduğu için caiz ve şarttır” diyerek Medeni Kanun’un hükümlerine aykırı düşen Nurculuk, İslâmî bir toplum özlemindedir.

Nurcular sosyal ve politik ülkülerini gerçekleştirecek en yüksek organın, Kahire’deki Cami-ül Ezher’in kız kardeşi olarak düşünülen “Medresetüz Zehra” adlı bir öğretim kurumu olduğunu belirtmişlerdir. Öğretim dilinin dayanacağı formül, “Lisanı Arap vacip, Kürt caiz, Türk lazımdır.” Nurculuğa göre, İstanbul Üniversitesi’nde de bir Nur medresesi açılmalıdır.

Said-i Nursî özel bir konuşmasında, “Kamer güneşten ayrı bir parçadır. Güneş kamere peyk olamaz. İşte bunun gibi, din de mukaddestir, siyasete alet edilemez. Ancak siyaset dine ait olabilir” sözleriyle, Nurculuğun temelinde politikanın dinin ayrılmaz bir öğesi olduğu ilkesinin yer aldığını ortaya koymaktadır.

Nurculuk, Risale-i Nur’un “Kuran’ın bu asırda en yüksek ve en kudsî bir tefsiri”, “Kuran’ın meali” olduğunu öne sürmekle birlikte, “bu hücretler ve tabiratın, bu kelimat ve teşabihatın arşı Azam’dan indiği muhakkaktır” (Zülfikarın Hatimesi) sözleriyle “semavi” bir kitap olduğunu belirtmeye çalışmaktadır. Risalelerin tanrısal bir nitelik taşıdığını temellendirmek için, kendisinde peygamber özellikleri bulan Said-i Nursî, “bunları ben yazmıyorum, bana yazdırılıyor,” (Nur Meyveleri) demektedir.

Kuran gibi Nur Risalesi’nin de 23 yılda tamamlandığı yazılmış ve Said-i Nursî’ye peygamberce mucizeler yüklenmiştir. Örneğin hayvanlar bile Risale-i Nur’a hayran kalmış, Said-i Nursî Isparta’ya ve Barla’ya geldiğinde mevsimi olmadığı hâlde yağmurlar yağmıştır. Risale-i Nur’u yazmak üzere, dışarıdaki öğrencilerinin yanına gelmeleri yasaklandığında kuraklık başlamıştır.
(s. 215-6)

Eğitim ve öğretimden yoksun olan Said-i Nursî’nin bilgisizliği, Peygamber’in “ümmiliği” ile karşılaştırılarak, konuşmaları doğaüstü “ilhamlara” dayandırılmıştır. “Demek ki ihtiyaç vardı ki, öyle yazdırıldı,” (Ayet-ül Kübra) gibi sözler Said-i Nursî’nin tanrısal bir dünyayla ilişki kurduğu yolunda bir belirti olarak söylenmiştir.

Kendinde insanüstü yetenekler sayan Said-i Nursî, kırk dakikada kitaplar yazmakta, günde yüz para veya bir kuruşla geçinmekte ve yiyip içmeden yaşayabilmektedir. “Bir yaşındaki bebeklerin dahi kendi manevî varlığını hissedip koşarak ellerini öptükleri” (Hanımlar Rehberi) Said-i Nursî, ruhsal bakımdan dengesiz bir tipin bütün belirtilerini taşımaktadır.
(s. 217)

II

Sencer’in yazdıklarını okuduktan sonra, aklıma 1940’ların ünlü ırkçı Turancısı Nihal Atsız’ın Nurcular hakkında yazdığı bir yazı geldi. Atsız yazıda Said-i Nursî’ye bayağı laf ediyordu. Birkaç sıra kitap indirdikten sonra Atsız’ın makalesinin olduğu kitabı da buldum (“Makaleler”, 3. cilt, 2. baskı, İstanbul: İrfan Yayınevi, 1997). İşin daha da ilginç olan tarafı, Atsız’ın bu yazısını 1964 yılında yazmış olması. Sözünü hiç sakınmamış olan Atsız’dan da biraz aktarma yapalım (yazının yayınlandığı dergini künyesi de şöyle: Ötüken, 7 Mart 1964, sayı 109):

Nurculuk nedir? Gazetelerde ikide birde görülen Nurcular, Nur Risalesi talebeleri kimdir? Aralarında avamdan aydına kadar; mühendis, avukat ve doktora kadar her türlü adamın bulunduğu Nurculuk, “Said-i Nursî” adında cahil bir Kürdün peşine takılmış gafil bir sürü, Nur Risalesi talebeleri de Said-i Nursî’nin o çetrefil ve cahil Kürt Türkçesiyle yazdığı risaleleri, atom fiziği ve Einstein nazariyesi okur gibi okuyan bir yığın zavallıdır.

Said-i Nursî denilen adam, eskiden Said-i Kürdî diye birtakım risaleler yayınlayan, Türkçe bilmez, daha nokta ile virgülün nerede kullanıldığını bilmekten âciz, Şafiî mezhebinden bir Kürttür. Mütareke yıllarında İstanbul sokaklarında millî Kürt kılığı ile dolaşarak caka yapmıştır. Bu cakacı Kürt kendisine “Bedîüzzaman” demekte, müritleri de bu adı bir övünçmüş gibi kullanarak şeyhlerini bu adla ululamaktadırlar. Bedîüzzaman, “zamanın hârikası” demektir. Kürt Said, cidden zamanın hârikasıdır. Yirminci yüzyıl gibi bir zamanda, bu bilgisizliği ve iptidaîliği ile ortaya atılmakta gösterdiği pişkinlikle zamanın hârikası, bundan daha fazla olarak da binlerce, belki yüz binlerce Türk’ü ardına takmakta gösterdiği başarıyla gerçekten zamanın hârikasıdır.

Zamanın bu hârikası, bu Kürt Said, aslında bir Kürt milliyetçisidir. Nasıl Moskofçular, Türk milletini yıkmak için ortaya sosyal adalet ilkesiyle atılıyor, yoksulların davasını benimsemiş görünüyorlarsa, Kürt Said de ortaya Müslümanlık ve kardeşlik çığırtkanlığı ile çıkıyor. Kürtçülük davasını açıkça güdemeyeceği için, Türklüğü yıkacak ağuları Müslümanlık ve Nurculuk diye ileri sürüyor. Müritlerine yahut kendi tabiriyle Risale-i Nur şakirtlerine evlenmeyi yasak ediyor. Çünkü evlenip çocuk sahibi olurlarsa, o çocukların kötü ve dinsiz olma ihtimali varmış. Tabii, dağdaki Kürdün bu büyük ve ilâhî(!) buyruktan haberi olamayacağı için, o evlenecek ve Kürtler çoğalacak. Herkesin sözüne inanan saf Türkler ise, büyük mürşidin buyruğu ile evlenmeyecek, böylelikle Türk soyu azalacak ve Kürt Şeyh Said’in 1924’te yapamadığını Kürt Molla Said (yani Bedîüzzaman) kırk yıl sonra yapmış olacak. (…)

Nur Risalesi (kendi tabirleriyle Risale-i Nur) denilen sayıklama kitapları pek çoktur. Beyni örümceklenmiş bu zavallılar, bu sayıklamaları elle yazarak yahut şapirografi ya da taş basmayla çoğaltarak on binlerce satarlar. Bunu satmak için kasaba kasaba, köy köy dolaşan Nurcular vardır. Bunları satarak sevaba girerler. Sözde Türkçe olan bu sayıklama kitapları Kürt hamalları seviyesinde yazıldığı için, kimse bir şey anlamaz. Anlamadığı için de onda gizli hikmetler, yüksek gerçekler olduğu kuruntusuna kapılır.

Bir zamanlar bu sayıklamalardan bana da birkaç tane yollamışlardı. Kendimi zorlayarak okuyabildiğim bir tanesinde Kürt Said radyodan bahsediyor, dünyanın bir ucundan söylenen bir sözün bir kutudan duyulmasını kutudaki meleklerle açıklıyordu.

İşte, aşağı tabaka ile birlikte doktor, mühendis ve avukatın da şeyhi, pîri olan, kendisinden “efendi hazretleri” diye söz ettikleri Kürt Said’in seviyesi budur.

Fizikten, titreşimden haberi olmayan, müspet bilimin kıyısından dahi geçmeyen bir yobaz, radyo hakkında ancak bu kadar düşünür. Fakat bilgisizliğini de anlamaktan âciz olan o kara cahil, bu katmerli bilgisizliğine bakmadan, Türkler aleyhine hüküm çıkartmaktan da geri kalmıyor. Nur Risaleleri’nin birinde, Yecüc Mecüc denen ve dünyayı yok edecek olan korkunç yaratıkların Özbek, Tatar ve Kırgız gibi “akvâm-ı vahşiyye” (yani vahşi kavimler) olduğunu yazmıştı. Sevsinler medenî Kürdü!
(s. 452-54)

Kürt Said’in 1327 (1909) yılında İstanbul’da Vezir Hanı’ndaki İkbal-i Millet Matbaası’nda basılmış bir eseri vardır. Adı: “İki Mekteb-i Musîbetin Şahâdetnâmesi Yahut Divan-ı Harb-i Kürdî”dir. Kendisinin Said-i Kürdî (yani Kürt Said) olduğunu tasdik ettiği bu eserde, eserin muharriri diye de kendisini “Bedîüzzaman” diye takdim etmektedir. Eserin tâbii, yani editörü de “Kürdîzade Ahmed Ramiz”dir. Yani dört başı mamur bir eser. Bu 48 sayfalık eserin “hâtime” kısmı (44-48 sayfalar) Kürt Said’in içyüzünü göstermesi bakımında çok ilgi çekicidir. Bunu aynen alıyor ve ağdalı bir dille yazılmış olduğu için açık Türkçeye çeviriyorum: Ebnâ-i cinsime burada birkaç söz söylemezsem, bence bahs nâtanam kalır (soydaşlarıma burada birkaç söz söylemezsem, bence bahis eksik kalır).

“Ey Asurlular ve Ahemenidlerin cihangirlik zamanında onların öncüleri ve kahraman askerleri olan aslan Kürtler! Beş yüz yıl yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa vahşet ve gaflet sizi vahşet sahrasında yağma edecektir. İlâhî hikmet denilen âlem makinesinin nizamı ve telgraf hattı gibi bütün âleme dalbudak salan Tanrı’nın nurlu kanununun kurucusu olan ilâhî hikmet, ezel ufkundan kader parmağını kaldırmış, size emrediyor ki: Ayrılık gayrılıkla damla damla dağınık sular gibi boşa giden hamiyet ve kuvvetinizi, milliyet fikriyle birleştirip kaynaştırarak, zerrelerdeki küçük cazibelerden bir umumî ve millî cazibe teşkili ile Kürtler gibi büyük bir kütleyi dünya gibi döndürerek, İslâm ve Osmanlı şevket güneşinin mevkibinde parlak bir yıldız gibi cazibesine uymakla muvazeneyi ve umumiî ahengi muhafaza ediniz.”

Görülüyor ki Kürt Said, zavallı Kürtlere eski Asur ve İran ordularının hayalî öncülüğünü yaptıracak kadar koyu bir Kürt milliyetçisidir ve çapraşık acemi ifadesiyle Kürtleri Kürt milliyetçiliği fikri etrafında birleşmeye çağırmaktadır. Bunun hiçbir tevili, tefsiri yoktur. Beyninde ve gönlünde kötü düşüncesi olmayanlar, bu açıklıktan sonra onun bir İslâmcı değil, bir Kürtçü olduğunu kabule mecburdur.
(s. 456-58)

Kürt Said’in tam bir Kürt milliyetçisi olduğunun bu yazıdan daha kesin bir tanığı olamaz. Böyle olmayıp da, yalnız geri kalmış Kürtleri kalkındırmak amacı gütseydi, onlara “bilgi sahibi olun” demekle yetinir, medenî ve edebî Türkçe dururken, millî dil diye kaba ve iptidaî Kürtçeyi tavsiye etmezdi. Meşrutiyetin memlekette yaptığı sarsıntıdan ve otoritenin zarurî gevşemesinden faydalanarak, Türkiye’yi parçalamak ve kendi cemaat gayelerini gerçekleştirmek isteyen Hıristiyan tebaalar gibi, bu Müslüman kardeş de İmparatorluğun bütün çilesini ve yükünü çekmiş olan Türkleri vurmaya çalışıyor. Kendilerine tarih ve şeref uydurmak ihtiyacında olan bütün iptidaî cemaatler gibi, roman kahramanı olan Zâloğlu Rüstem’i ve ancak anası Kürt olan Selâhattin Eyyubî’yi Kürt kahramanı diye ileri sürüyor. Kürtlerin mevhum meziyetlerinden bahsediyor. Kısacası, onlara devlet kurdurmaya çalışıyor. Tabii, devletin buna müsaade etmeyeceğini anladıktan sonra, 180 derecelik bir çarkla Said-i Kürdî adını Said-i Nursî yaparak ve Nur Risaleleri diye cehlin ve taassubun örneği olan karalamalar düzerek, bir din mürşidi gibi ortaya çıkmayı başarıyor.

Bizim için şaşılacak olan nokta, onun şu veya bu davranışı değil; on binlerce, belki yüz binlerce gafil Türkün bu cahil Kürdün arkasından gitmesi, onun cahilâne ve hainâne öğütlerine körü körüne boyun eğmesidir.

Şimdi bu gafil Türklere hitap etmek istiyorum:

Siz, Türk ve Müslüman mısınız? Türk iseniz, hangi sebeple cahil bir Kürdün ardından gidiyor, onun telkinleriyle kendi ırkınızı, kendi dilinizi hor görüyorsunuz? Aranızda “Türkçe de dil mi?” diyen ahmaklar, resmî dilin Arapça olmasını isteyen hainler var. Siz ne biçim bir Müslümansınız ki, cahil bir Kürdün telkini ile evlenmeyi lanetliyor, dinsiz çocuklar yetişir de günaha gireriz diye bekâr kalmaya azmediyorsunuz? Putperest olduğunuzun farkında değil misiniz? Bir cahil Kürdün sakalını, tırnaklarını, abdest aldığı suyu kutsal emanetler gibi saklamak hangi Müslümanlığın, hangi insanlığın, hangi temizlik kaidesinin, hangi şuurun işidir? Uyanın! Radyoyu melekle açıklamaya kalkan bir budalanın müridi olarak eşe dosta, dosta düşmana karşı gülünç olmayın. Müslümanlık, temeli atılmış, büyük bilginlerini yetiştirmiş, tedvin olunmuş bir dindir. Onun yeni baştan açıklanması için Kürt Said gibi maskaralara ihtiyaç yoktur.
(s. 460-62)

III

Peki Nurcuların günümüzdeki önderi Fethullah Gülen ne diyor acaba? Dili saymazsak, o da Said-i Nursî kadar doğrudan mı ifade ediyor düşüncelerini, yoksa daha kapalı bir yol mu tercih ediyor? Gülen’in düşünceleri ile ilk tanışmam, yıllar önce FEM dershanesine gittiğim döneme denk gelir. Zaman zaman yurtlara, özellikle Ramazan ayında arkadaşların evlerine giderdik. Burada bazı “abiler” bize Gülen’in kitaplarından parçalar okurdu. O zamanlar Gülen’in dediklerinin ne anlama geldiğini, sözleri ile tam manasıyla kimi kastettiğini anlamazdım. Hatta ender de olsa Said-i Nursî de okunurdu, ama onu hiç anlamazdım. Kafam sadece üniversite sınavına hazırlık testleri ile meşguldü. “Abilerin” yaptığı açıklamalar da Gülen’in sözlerinden daha açık olmazdı her nedense. Belki de bizim neyin kastedildiğini zaten bildiğimizi düşünüyorlardı. Ama şimdi kitapları yeniden okuduğumda, hoca efendinin dedikleri biraz “aydınlamış” gibi geliyor. Anlamakta eskisi kadar zorlanmıyorum. Biraz da Fethullah hocadan aktarayım. Bakalım siz anlayabilecek misiniz ne demek istediğini?

İlk olarak “Buhranlar Anaforunda İnsan” (İzmir: T.Ö.V. Yayınları, 1994) adlı kitabından birkaç yer vereyim:

[Onlar] Avlarını beklemede örümcek gibi sabırlı ve mehâretli, aslan gibi metin ve kararlıdırlar. Her yere ibrişimden tahtlar kurarak, sessiz, fakat uyanık olarak semtlerine uğrayacak misafirleri beklemeye koyulurlar. (s. 15)

Beklenmedik bir dev önümüzü kesti ve bozduk ettiğimiz o bütün yeminleri. Ve sonra, yeniden, her taraf çölleşmeye başladı. Bütün civanmertlikler eriyip yağ gibi bitti. Güllerin yerini dikenler aldı. Aylar, güneşler peşi peşine batarken, ortalığı kasvet dolu bulutlar bastı. Bağ çöktü, bağban öldü; “petekler söndü, ballar kalmadı.” Ve artık, insan nedretine maruz kalan bu devrin talihsizleri, kalbinde zerre kadar emanet ve vefa hissi bulunmayan ölü ruhlara, destan tutup yahşi çekmeye başladı. (s. 41)

Nereden çıktı bu kadar “cinsi bozuk, ahlâkı fena!” Hangi hain bunlara bağrını açıp dâyelik yaptı!... Hangi talihsiz bunları sinesinde büyüttü ve hangi uğursuz ağızlar bunlara buyurun çekti!... (s. 42)

Aslında, yolunu yitirmiş ve ne yanda bulunduğu belli olmayan bu ölü ve sersem ruhların, şimdiye kadar yenilenme adında vaat ettikleri hemen her şey, bir aldatmaca ve yığınları saptırmadan ibaret kalmıştır.
(s. 55)

[Onlar] Ancak, kuvvetin de bir yeri olduğunu ve bir hikmet-i vücudu bulunduğunu katiyen hatırdan çıkarmaz ve kuvvetler muvazenesinde, hasımlarının gücüne denk iktidara sahip değillerse, teknik olmayı da ihmal etmezler. Zeki, idrakli, fakat sığ görünümlüdürler!...

Kendi çizgilerinde olan herkesle fevkalade içli dışlı ve gönülden; düşmanlarına karşı da bir hayli insanca ve onları idare edecek kadar basiretlidirler.
(s. 57)

Bir tarafta, her türlü “ibâhîliği” [her şeyi mübah saymak] hoşgören ve bir çırpıda bütün mukaddeslerini silip geçen, bütün millî değerlerini tezyif eden uğursuz ve serâzât bir güruh ki, bunların eline düşen fert hiçbir kayıt altına girmeyen bir serseri; yuva, “Hollywood” artistlerinin barındığı bir pavyon; toplum da bin bir maskaralığın kol gezdiği bir karnaval vaziyeti alıyordu. Böylece de zaten asırlardan beri içtimaî erozyonlarla aşındırılmış millî ruh, bu uğursuz ellerde tamamen felce uğratılarak yatağa düşürülmüş oldu. Keşke, bu menfî hareketler karşısında, kendi ruhuna sahip çıkmak isteyenlerin davranışları, yürekten, yiğitçe, merhametli ve müspet olsaydı!... Heyhât!... (s. 71)

İkinci olarak da Peygamberin anlatıldığı “İnsanlığın İftihar Tablosu: Sonsuz Nur” (Cilt: 2, İzmir: Nil Yayınları, 1994) adlı kitabından alıntı yapayım. Belki burada ne demek istediği biraz daha açıktır:

Bir küçük devlete karşı, çok büyük bir problemi hâlledemeyince, bizi yakından alâkadar eden bunca dünya meselesinin altından nasıl kalkacağız? Öyle ise, dünyada öyle bir İslâm devleti olmalı ki, kaşını çattığı veya öfkelendiği zaman başkaları hizaya gelmeli ve hadlerini bilmelidirler. İşte böyle büyük bir caydırıcı gücü sürekli elde tutmak, mazlumun, mağdurun imdadına koşmak ve ihkak-ı hak etmek için mutlak lazımdır. Bu da, o büyük güç ve aktivitenin yer yer bizzat gösterilmesiyle kolaylaşacak ve mümkün olacaktır. (s. 177)

Keşke süper güçlerin birinin yerine biz olabilseydik! Herhalde o zaman, bunca zulüm ve işkence olmazdı… Şimdi size soruyorum: Sadece bu netice için dahi olsa, cihat yapmak gerekmez mi? (s. 179)

Evet, müminler, yeryüzünde Allah’ın şahitleri, milletlerarası muvazenenin denge unsuru ve umumî ahengin de garantisidirler. Bu itibarla da, hak ve adalet istikametinde her şeye ve herkese müdahale edebilme mevkiindedirler. Kendi ülkelerinde veya başka bir devlette, işler, bütün bütün şirazeden çıkmışsa; yani müdahale edilecek kerteye gelmişse, müdahaleye de gücümüz yetiyorsa, orada yeniden ahengi temin edip huzuru sağlamak bizim vazifemizdir. Bir kere de müdahale ve muharebeye karar verdi mi, artık hedef netleşip istikamet de belirlenmiştir. Allah’a tevekkül edip doğru bildiğin yolda yürüyeceksin. (s. 187)

IV

Gittiğim dershane yarıyıl tatili dolayısıyla yurtlarda yapılacak yatılı bir çalışma programı düzenlemişti. Yurtta kalacak, derslerin bir kısmına orada devam edecek, ama çoğunlukla etüt yapacaktık. Bir defasında yatakhanede arkadaşlar ile birlikte şakalaşıyorduk, aramız samimiydi. Dalga geçmek için, “şeriat yönetimi istiyoruz” dedim. Çok sevdiğim bir arkadaşım sesini hafifçe azaltarak, bana ciddi bir şekilde şöyle dedi: “Ben de şeriat istiyorum, ama daha zamanı gelmedi. O yüzden bunu her yerde söyleme.”

Belki artık zamanı gelmiştir. Kim bilir?

7 comments:

Alp ve Ege'nin Annesi said...

Cok tesekkur ederim, böyle derleyip toplayip karsilastirmali zahmetle yazdigin ve benim gibi zamansizlara okuyup anlama firsati verdigin icin...Izninle bu postuna link verecegim...

Fulya said...

Bliyaal,
Bu sabah yazini yuksek sesle okudum rica uzerine(Annem). Nefesim kesildi ama iyi bir performansti, hele zor eski Turkce kelimelerdeki basarimi gorecektin.
Cok tesekkur ederiz yine yaziyorsun diye cok sevincliyim.
Bu arada su said-i nursi beyin bir evi varmis ispartada askerde babama nobet tuttururlarmis o evin onunde ?? Ilginc degil mi?. Onu ogrendim 60 li yillarin basinda askerlik yapmis olmali.
Adsizin Nurculara seslenisi de guzel ben okudum annem basini salladi. Gulen'lere gelince haklisin anlasilmiyor akilsiz insanlari boyle toplayabiliyorlar iste anlamadan said-i bilmemne de taa o yillarda anlamis bunu,bulmus yolunu taktir ediyorum basarilarini, pesinden gidenlere daha cok kiziyorum...

bliyaal said...

alp & ege’nin annesi,

Sağolasın, linkini gördüm. Ben de eskisi kadar sık zaman bulamıyorum. Arada fırsat buldukça da yazıyorum işte. Yazıları yazmak kitapları okumak için fırsat oluyor. Bir tek, indirirken ellerim tozlanıyor.

Fulya,

Sen de sağolasın. Bak, yazının yüksek sesle okunabileceği hiç aklıma gelmemişti. Ekrandan okumak da zordur öyle. Orada Said-i Nursî’nin yazısı aslında sadeleştirilmiş. Bir de aslını görsen, insan içinden çıkamıyor.

Babana niye evin önünde nöbet tutturuyorlarmış? Merak ettim.

İlginç adam şu Atsız. Bir de oğluna vasiyeti var, o daha ilginç

Fulya said...

Biz de bilmiyoruz neden. Askerlik iste sebebini soylemezler. Kimler girip cikiyorsa o eve artik?
Atsiz'in vasiyetnamesi korkunc. Bu adam boyle gocup gitti mi acaba, turanci ve yobaz olarak. Peki ne ara din dusmani oldu?
3- 5 yazidan cikartmama imkan yok ama duyduguma gore Ataturk'cuymus de.
Yine de nurcularla ilgili akilli bir yazi yazmis.

bliyaal said...

Atsız gerçekten de o hal üzere ölmüş. İlginçtir, bir dönem Attila İlhan’ın okulda iken hocası bile olmuş. Din düşmanı değil, zira İslam’ı Türklerin bir parçası olarak kabul ediyor. Bendeki kitaplarında Atatürk hakkında pek yazısı yok. Nurcular hakkında yazmış, ama onun esas kıllandığı komünistlerdir. Bir ara yazar Sabahattin Ali ile mahkemelik bile olmuş. Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” kitabında Atsız’ı anlattığı söylenir. Yazık, milliyetçiler öldürdüler Ali’yi, güzel hikayeleri vardı.

Fulya said...

Duyumlarimi yalnis yorumlamisim ben Bliyaal anlasildi. Sana ayrica anlatirim.

Anonymous said...

Hah iste soyle! Adamin dedigi gibi, aslinda din siyasete alet edilmiyor, siyaset dine alet ediliyor.

www.elifsavas.com/blog