Thursday, June 26, 2008


KÂFİR

Ne zamandan beridir Ayaan Hirsi Ali’nin “Infidel” adlı kitabını alıp okumak istiyordum. Bir ara internetten kitabı word dosyası biçiminde bulmuştum, ama okumaya fırsatım olmamıştı. Sonunda, ben okuyuncaya kadar Türkçe çevirisi “Kâfir” adıyla çıktı. Kitabın reklamını görür görmez kardeşime aldırdım.

Ayaan Hirsi Ali aslen Somalili. İstemediği bir adamlar evlendirilmek zorunda kalınca Hollanda’ya kaçıyor ve mülteci oluyor. Kendini yetiştirip üniversitede siyasal bilimler okuyor ve sonunda Hollanda meclisine milletvekili olarak seçiliyor. Kendisi aynı zamanda Theo van Gogh ile birlikte “İtaat” filmini çekmiş. Ancak van Gogh’un öldürülmesinden sonra aldığı tehditler ve bazı politik olaylar yüzünden Amerika’ya yerleşmek zorunda kalıyor. Zaten Hollanda’daki Müslümanlar İslâm hakkında yaptığı açıklamalar yüzünden ona kin besliyorlar. Nitekim Ali de bir ateist. İşte “Kâfir” de onun otobiyografisi.

Kitap oldukça akıcı bir olay örgüsüne sahip ve Afrika’daki İslâm ülkelerinin içler acısı hâlini ilk elden anlatıyor. Özellikle kadınlar hakkındaki – sünnet ve erkek baskısı gibi – olaylar oldukça ibret verici; okudukça bir kez daha Türkiye’deki laik sistemin nimetlerini anlıyorsunuz. Dincilerin Ali’ye kin beslemelerine ve ölümle tehdit etmelerine şaşmamak gerek.

I

Bütün bunlar pek güzel de, kitabın güzelliğini bozan bir şey var: çevirisi özensiz. Kitap baştan sona imlâ hataları ile dolu. Bazı yerlerde virgül ya hiç kullanılmamış ya da yanlış kullanılmış, ayrı yazılması gereken -de’ler, -da’lar bitişik yazılmış, yer yer dizgi hataları var. Kimi yerlerde çeviriler yanlış olmuş, orijinali ile ilgisi olmayan şeyler yazılmış. Eksik kelimeler bile var.

Yanlış ve eksik çeviriler için üç örnek vereyim. Çevirilerdeki imlâya hiç dokunmadım. İlk örnek şöyle:

Yüz yıllar boyunca, herhangi bir şeyi sorgulamayı reddederek işleyişi reddederek sadece Kuran’ın söyledikleriyle davranıyorduk. Bu kadar uzun bir süre sebeplerden kaçmıştık, çünkü inancımızın bütünleştiriciliğiyle yüzleşme kabiliyetimiz yoktu. (s. 353)

Hangi işleyiş reddediliyor? Hangi sebeplerden kaçınılıyor? İnancın bütünleştiriciliği ile yüzleşmek ne demek? Zaten bir virgül de eksik. Bir de İngilizcesine bakın:

For centuries we had been behaving as though all knowledge was in the Quran, refusing to question anything, refusing to progress. We had been hiding from reason for so long because we were incapable of facing up to the need to integrate it into our beliefs.

Türkçe çeviri ile tamamıyla alâkasız bir cümle. O kadar baştan savma bir çeviri ki, “reason” kelimesi ilk anlamı olan “neden” kelimesiyle çevrilmiş. Halbuki cümlede “akıl” anlamına geliyor. Ben kabaca şöyle çevirdim:

Yüzyıllar boyunca sanki tüm bilgiler Kuran’da yer alıyormuş gibi davranmıştık; herhangi bir şeyi sorgulamayı reddetmiştik, ilerlemeyi reddetmiştik. Bu kadar uzun bir süre boyunca akıldan saklanmıştık, çünkü onu kendi inançlarımız ile birleştirme ihtiyacı ile yüzleşmeyi beceremiyorduk.

Diğer örnek de şöyle:

O günün Hollanda hükümeti, eski Yugoslavya’da, gözü dönmüş Sırpların Srebreniska’daki katliamlarına karşı görev yapan Birleşmiş Milletler Barış Gücü’ne asker göndermişti. Bunun üzerine hiçbir politikacı istifa etmemişti. (s. 369)

Bir mantıksızlık dikkatinizi çekti mi? İşte cümlenin İngilizcesi:

The Dutch government of the day had sent troops to the UN peacekeeping force in the former Yugoslavia, troops who turned a blind eye to the Serbian massacres at Srebrenitsa. Yet not one politician resigned over it.

Anlayacağınız, “göz yummak” ya da “görmezden gelmek” anlamına gelen “turn a blind eye” ifadesi “gözü dönmüş” diye çevrilmiş. Yuh be kardeşim! Bu kadar da olmaz. Demek “turn” ve “eye” kelimeleri bir arada kullanılınca “gözü dönüyor” anlamını veriyorlar; zaten yanlarında “Serbian” kelimesi de var. Eh, o zaman al sana “gözü dönmüş Sırplar.” Sadece Türkçesini okuduğunuz zaman bile bir mantık hatası olduğunu görüyorsunuz. Bu kadar mı baştan savma çevrilir?

Sonuncu örnek biraz uzun:

Doğru düşünüyordum. Kendimi kötü hissetmemiştim, aksine her şey çok açıktı. İnanç yapımdaki aksaklıkları gördüğüm uzun süreç ve parçalanmaya başlayan yapının kenarlarında dolaştıktan sonra parça parça sökülüp gitmişti – her şey sona ermişti. Omuzlarımın üstünden beni izleyen melekler, evli olmadan seks yapmanın gerginliği, içki içmenin suçluluğu, hissettiğim bütün dini kısıtlamalar uçup gitmişti. Cehennemde yanma korkusu kalktıktan sonra ufuk çok daha genişlemişti. Allah, melekler, şeytan bütün bunlar insanoğlunun hayal ürünüydü. Artık bundan sonra kendi nedenlerimle ve kendime olan saygımla ayaklarımın üzerinde durup yolumu bulabilirdim. Bana yönümü gösterecek pusula içimdeydi, kutsal kitabın sayfalarında değil. (s. 366)

İngilizcesi de şöyle:

It felt right. There was no pain, but a real clarity. The long process of seeing the flaws in my belief structure and carefully tiptoeing around the frayed edges as parts of it were torn out, piece by piece—that was all over. The angels, watching from my shoulders; the mental tension about having sex without marriage, and drinking alcohol, and not observing any religious obligations—they were gone. The ever-present prospect of hellfire lifted, and my horizon seemed broader. God, Satan, angels: these were all figments of human imagination. From now on I could step firmly on the ground that was under my feet and navigate based on my own reason and self-respect. My moral compass was within myself, not in the pages of a sacred book.

Adam gitmiş “reason” kelimesini yine “neden” diye çevirmiş. “Obligation” kelimesi “yükümlülük” yerine “kısıtlama” diye çevrilmiş. “God” olmuş “Allah.” Bazı kelimeler çevrilmemiş bile. Benim kendimce yaptığım çeviri şöyle:

Yaptığımın doğru olduğunu hissediyordum. Hiçbir acı duymuyordum, sadece gerçek bir berraklık vardı. İnanç yapımdaki kusurları gördüğüm uzun süreç ve yıpranmış kenarlarının etrafında ayaklarımın ucuna basarak dikkatlice dolaştığım bu yapı, parça parça sökülüp gitmişti – her şey sona ermişti. Omuzlarımın üzerinden beni izleyen melekler; evli olmadan seks yapmanın, içki içmenin ve hiçbir dinî yükümlülüğü yerine getirmemenin yarattığı zihinsel gerginlik – hepsi uçup gitmişti. Sürekli varolan cehennem ateşi olasılığı ortadan kalkmıştı ve ufkum daha geniş görünüyordu. Tanrı, şeytan, melekler; bunların hepsi insan hayalinin ürünüydüler. Bundan sonra ayaklarımın altındaki toprağa sağlam bir şekilde basabilir, aklıma ve öz saygıma dayanarak yolumu bulabilirdim. Ahlâkî pusulam benim içimdeydi, kutsal bir kitabın sayfalarında değildi.

II

Yine de kitaptan ilginç gördüğüm iki yeri aktarayım dedim. İlki Ali’nin küçükken Arabistan’da yaşadığı bir Ay tutulması ile ilgili. Türkçe çevirideki imlâ hatalarını düzelterek aktarıyorum:

16 Eylül 1978’de Riyad’ta bir Ay tutulması olmuştu. Akşama doğru Ay tutulması gözle görülmeye başlamış, mavi gökyüzü yavaş yavaş kararmaya, Ay’ın rengi sönmeye başlamıştı. Birden kapının hızla çalındığını duyduk. Kapıyı açtığımızda yan komşumuz her şeyin yolunda olup olmadığını sormuştu. Kıyamet Günü’nün geldiğini söylemişti. Kuran’da yazıldığına göre güneş batıdan doğacak, denizler yükselip taşacak, bütün ölüler dirilecek ve Allah’ın melekleri günahlarımızı ve sevaplarımızı tartıp iyileri cennete, kötüleri ise cehenneme göndereceklerdi.

Hava henüz aydınlık olmasına rağmen müezzin aniden ezan okumaya başlamıştı. Bu sefer her zamanki gibi birisi bitirip diğeri başlamamıştı, hep bir ağızdan şehri ayağa kaldırırcasına okuyorlardı. Mahalleden bağırtılar çağırtılar geliyordu. Dışarı çıkıp baktığımda herkesin caddelerde namaz kıldığını görmüştüm. Annem bizi içeriye çağırıp, “herkes namaz kılıyor, bizim de kılmamız lazım,” demişti.

Gökyüzü daha da kararmıştı ve bu bir işaretti. Daha çok komşu kapımızı çalıp, geçmiş hataları yüzünden af dileyip bağışlanmayı istiyorlardı, çünkü çocukların duaları mutlaka kabul olunurdu. Cehennemin kapıları sonuna kadar açılmıştı. Hepimiz paniğe kapılmıştık. Sonunda, hava karardıktan sonra babam eve gelmişti. “Baba,” diye bağırarak ona koşmuştuk. “Bugün Kıyamet Günü. Seni bağışlaması için anneme yalvarmalısın!”

Babam diz çöküp bize sarılmıştı. Yavaşça konuşuyordu: “Eğer bir Suudi’ye gidip bunu yaparsanız,” – bize doğru seslice el çırpmıştı – “bunun kıyamet olduğunu sanırlar, çünkü onların hepsi koyun.”

“Peki öyleyse bu Kıyamet Günü değil mi?”

“Sadece Ay’ın gölgesiydi,” diye açıkladı. “Bu çok normal bir şey; merak etmeyin, geçecek.”

Babam haklıydı. Kıyamet Günü güneş batıdan doğacaktı, ama ertesi günü aynı dolgunluk ve kudretiyle, her zamanki yerinden çıkıp gelmişti ve Dünya batmıyordu.
(s. 74-5)

Ali’nin babası kitabın başka bir yerinde Araplar için “inek” diyor. Bu kafayla bunlar nereye gider? Onlar bir yere gitmez gerçi, ama Amerika gelir.

III

Bu aktaracağım kısım ise hepimizin aşina olduğu bir şey: başörtüsü. Ali mülteci olmak için beklediği kampta Etiyopyalı kızlar ile örtünme meselesini tartışıyor. O esnada Ali kapalı gezen bir Müslüman – henüz “kefere” olmamış.

“Ben neden örtünmeyip tenimi göstereyim?” diye sormuştum Mina’ya. “Sizin hiç utanmanız yok mu? Ortalıkta çıplak dolaşarak ne elde etmeyi umuyorsunuz? Bunun erkekleri etkilediğini bilmiyor musunuz?”

“Mini etek giymeyi seviyorum, çünkü bacaklarımın güzel olduğunu düşünüyorum. Sonsuza kadar böyle kalmayacaklar ve ben de şimdi keyfini çıkarıyorum,” dedi bir bacağını bana doğru sallayarak. “Eğer bundan hoşlanan başka birileri varsa, bu çok daha güzel.”

Buna inanamamıştım. “Bu bana öğretilerek büyüdüğüm şeyin tam tersi,” demiştim. Çene çalmak için kızların hepsi başıma toplanmışlardı ve “Neden Müslümanlar bu kadar zor insanlar?” demişlerdi.

“Fakat erkekler sizi böyle kolları açık ve her yeri çıplak gördüklerinde kafaları karışıp, cinsel duyguları uyanıp baştan çıkıyorlar,” demiştim onlara. “Arzuları onları kör ediyor.”

Kızlar gülmeye başlamışlardı. “Gerçekten öyle olduğunu sanmıyorum,” demişti Mina. “Ve biliyorsun, eğer baştan çıkıyorlarsa, bu çok da büyük bir sorun değil.”

Ben bağırmaya başlamıştım, neyin gelmekte olduğunu görüyordum. “Fakat bu durumda çalışmayacaklar, otobüsler birbirine çarpacak ve fitne her yeri kaplayacak.”

“Peki o zaman neden Avrupa’da, çevremizdeki her yer kaos hâlinde değil?” diye sormuştu Mina.

Doğruydu. Bütün yapmam gereken gözlerimi kullanmaktı. Avrupa’da her şey mükemmel işliyordu, bütün otobüsler saat gibi çalışıyordu. Kaosun ilk sarsıntısı bile ortalıkta görünmüyordu. “Bilmiyorum,” demiştim umutsuzca. “Belki de buradakiler gerçek erkek değillerdir.”

“Öyle mi? Bu güçlü sarışın Hollandalı işçiler gerçekten erkek değiller mi?” O anda bütün kızlar bana bakıp gözlerinden yaş gelinceye kadar gülmeye başlamışlardı. Bunun bir İslâm saçmalığı olduğunu düşünüyorlardı. Biz Müslümanlar şunla ya da bunla övünüyorduk, ama bizim kültürümüz cinsel açıdan tamamen engellenmişti. Ve yeryüzünde fitnenin en çok zarar verdiği kişinin kendim olduğunu mu sanıyordum? Onlar çok samimiydiler, bunun benim suçum olmadığını biliyorlardı. Ben böyle düşünüyordum, ama gerçekten bunun yapmamı sağlamışlardı.

Ayağa kalkıp, başörtümü çıkarıp bungalovun önüne çıktım. Biraz ötede bir grup Bosnalı mülteci oturmuş, güneşlenerek sohbet ediyorlardı. Bu kadınlar Müslüman olmalıydılar, ama hemen hemen çıplak sayılırlardı. Kısacık şortlar ve tişörtler giymişlerdi, hatta sutyen bile takmamışlardı, meme uçları belli oluyordu. Biraz ilerilerinde erkekler normal bir şekilde çalışıyorlar, oturuyorlar ya da sohbet ediyorlardı. Açıkça hiçbiri onları fark etmiyordu bile. Onlara bakarak, uzun süre Etiyopyalı kızların söylediklerinde haklı olabileceklerini düşündüm.

Ertesi sabah bir şey denemeye karar vermiştim. Başörtüm olmadan dışarıya çıktım. Uzun yeşil bir eteğim ve uzun bir tuniğim vardı. Başörtümü herhangi bir olumsuz durum için yanımdaki çantaya koymuştum, fakat saçlarımı örmemiştim. Ne olacağını görmeyi planlıyordum. Terliyordum. Bu gerçekten haramdı ve on altı yaşımdan beri ilk kez halka açık bir yerde başörtüsüz dolaşıyordum.

Tam olarak hiçbir şey olmamıştı. Bahçıvanlar makaslarıyla çalılıkları kesip düzeltiyorlardı. Kimse dönüp bakmamıştı bile. Bunlar Hollandalıydı ve belki de gerçekten erkek değillerdi. Etiyopyalılar ve Zahirelilerin arasından geçmiştim, kimse benimle ilgilenmemişti. Fakat bunlar da Müslüman değillerdi. Ben de Bosnalı gruba doğru yürümüştüm. Kimse bana bakmamıştı. Hatta başörtülü dolaşmamdan daha az ilgi görmüştüm. Hiçbir erkek heyecanlanmamıştı.
(s. 255-7)

IV

Bu arada, Ali’nin bir özelliği var: kendisi tüm bunların kültürden değil, dinin kendisinden kaynaklandığını düşünüyor. Yani bazılarının yaptığı gibi, “İslâm bir barış dinidir, olup bitenler ise sadece bu ülkelerin geriliğinden kaynaklanmaktadır,” demiyor. Asıl sorunun İslâm dininde olduğunu söylüyor ve lafını hiç sakınmıyor. Bakın, BBC’de katıldığı “Hard Talk” adlı programda bir soruya nasıl cevap veriyor (programı Youtube’dan izledim):

Soru şöyle:

And you stand by your clear, unambiguous view that Islam is a religion of violence, that it legitimates the killing of the unbeliever, that it legitimates all sorts of violence against women, including rape, and you justify all of these by saying that it is in the Quran. Is that still your unambiguous position?

Ali’nin cevabı da bu:

That is my unambiguous position. It is also in the hadith. And there is a distinction between Islam as it is today and Islam as we would all like it to be or to become. And in these debates between people who defend Islam as a religion of peace and people who say they know there’s something wrong with Islam, what I notice is that those who defend Islam as a religion of peace are talking about an Islam that is not there yet – a sort of normative Islam. And I think that Islam of peace will come if we acknowledge that there is a lot of violence in the Quran, Muhammed was a very violent man when he wanted to (…)

Kendini eleştiren birtakım Müslüman kişiler için de şöyle diyor:

You know, what is curious about such reactions is that they are always very quiet when in the name Islam of Islam people are beheaded, all sorts of anti-semitic, anti-jewish acts are carried out (…)

V

Böylesine önemli bir kitabın böylesine özensiz bir çevirisi ile karşılaşmak canımı sıktı. Hiç mi okuyup düzelteni yok bu çevirilerin? Böylesine kepazelik olur mu? Eğer kitabı alacaksanız Amazon’dan İngilizcesini alın derim; zaten dili çok ağır değil. İş sadece imlâ hataları ile kalsa belki buna katlanılabilirdi, ama yanlış çeviri olmadık bir şey.

Bu arada, Ali'nin Türkiye hakkında yazdığı bir yazı da şurada. Yazıda Erdoğan, Gül ve AKP için şöyle demiş: "They have understood and exploited the fact that you can use democratic means to erode democracy." Haksız mı? Kitabı okuduktan sonra İslâmcılara kızmakta ve laik düzeni savunmakta ne kadar haklı olduğumu bir kez daha gördüm – kim ne derse nesin.

Monday, June 02, 2008


SOLUK MAVİ NOKTA

Geçtiğimiz ay Einstein hakkında bir haber yayınlandı gazetelerde. Einstein’in 50 yıl boyunca özel bir koleksiyonda saklanan ve dolayısıyla daha önce hiç yayınlanmamış bir mektubu bulunmuş. Habere göre 3 Ocak 1954 tarihli bu mektubu Einstein, kendisine “Choose Life: Biblical Revolt” adlı kitabının bir nüshasını gönderen filozof Eric Gutking’e yazmış. Mektubun özelliği ise Einstein’ın dinî görüşleri hakkında bazı ifadeler taşıması. Nitekim mektubun bir yerinde şöyle bir ifade geçiyor:

... The word God is for me nothing more than the expression and product of human weaknesses, the Bible a collection of honourable, but still primitive legends which are nevertheless pretty childish. No interpretation no matter how subtle can (for me) change this.

Daha önceleri Einstein’in dinî görüşleri hakkında bayağı yazılıp çizilmişti, ama bu mektup son sözü söylemiş görünüyor. (Mektubun kısaltılmış hâli burada.) Dahası, mektup yine geçtiğimiz ay Londra’daki Bloomsbury müzayede evinde 170.000 pounda (ya da dolar cinsinden 404.000$) satılmış. Hatta satın almak isteyenler arasında Richard Dawkins de varmış. Dawkins mektubu kendi adını taşıyan vakfa bağışlamayı planlıyormuş, ama müzayedeye katılamamış.

Einstein hakkındaki haberi okurken aklıma Carl Sagan geldi. Sagan Amerikalı ünlü bir astronom. Yıllar önce TRT 2’de onun sunduğu “Cosmos” adlı bir belgesel gösterilirdi. Bu aynı zamanda onu ünlü yapan belgesel. Kitaplarından biri olan “Contact” 1997’de aynı adla filme çekildi. Başrolünde Jodie Foster oynuyordu. Sagan tanrı meselesinde kuşkucu (skeptic) biri olarak tanınıyor; Foster ise ateist.

I

Yukarıda yazının başına koyduğum ve “Soluk Mavi Nokta” olarak bilinen (The Pale Blue Dot) fotoğraf "Voyager 1" adlı uzay aracı tarafından çekilmiş. Mavi halka içerisindeki küçük nokta Dünya’yı gösteriyor. Fotoğrafın çekilmesini yetkililere Sagan önermiş, ancak kabul ettirmesi biraz zor olmuş. Sonunda Voyager’ın kamerası 14 Şubat 1990’da, 6.4 milyar kilometre öteden bu fotoğrafı çekmiş. Fotoğrafta görünen renkli ışın çizgileri güneş ışığından değil, güneşe bu derecede yakın bir noktaya yöneltilmesi sonucunda kameranın optiğinden dağılan ışıktan kaynaklanıyor. Sagan bu fotoğraf hakkında “The Pale Blue Dot” adlı kitabında şunları demiş:

Look again at that dot. That's here. That's home. That's us. On it everyone you love, everyone you know, everyone you ever heard of, every human being who ever was, lived out their lives. The aggregate of our joy and suffering, thousands of confident religions, ideologies, and economic doctrines, every hunter and forager, every hero and coward, every creator and destroyer of civilization, every king and peasant, every young couple in love, every mother and father, hopeful child, inventor and explorer, every teacher of morals, every corrupt politician, every "superstar," every "supreme leader", every saint and sinner in the history of our species lived there-on a mote of dust suspended in a sunbeam.

The Earth is a very small stage in a vast cosmic arena. Think of the rivers of blood spilled by all those generals and emperors so that, in glory and triumph, they could become the momentary masters of a fraction of a dot. Think of the endless cruelties visited by the inhabitants of one corner of this pixel on the scarcely distinguishable inhabitants of some other corner, how frequent their misunderstandings, how eager they are to kill one another, how fervent their hatreds.

Our posturings, our imagined self-importance, the delusion that we have some privileged position in the Universe, are challenged by this point of pale light. Our planet is a lonely speck in the great enveloping cosmic dark. In our obscurity, in all this vastness, there is no hint that help will come from elsewhere to save us from ourselves.

The Earth is the only world known so far to harbor life. There is nowhere else, at least in the near future, to which our species could migrate. Visit, yes. Settle, not yet. Like it or not, for the moment the Earth is where we make our stand.

It has been said that astronomy is a humbling and character-building experience. There is perhaps no better demonstration of the folly of human conceits than this distant image of our tiny world. To me, it underscores our responsibility to deal more kindly with one another, and to preserve and cherish the pale blue dot, the only home we've ever known.

II

Dünya’ya bu kadar uzaktan bakınca din ve inanç farklılıklarından kaynaklanan çatışmalar o kadar anlamsız görünüyor ki. Bir seneden daha fazla bir süre önce blogdaki yorumlardan birinde Hollandalı bilgin Erasmus’tan bir alıntı yapmıştım, tekrar ekleyeyim dedim. Erasmus 16. yüzyılın başında yayınlanan “Deliliğe Övgü” (Encomium Morias) adlı kitabından şöyle demiş (Orhan Hançerlioğlu, "Düşünce Tarihi", İstanbul: Remzi Kitabevi, 8. baskı, 1999, s. 177):

Ah şu mutlu deliler … Yaptıkları bin bir deliliğe ne de güvenirler. Tanrı katına yüz akıyla çıkmak için nasıl da hazırlanıyorlar, deliliklerini armağanlandırmak için cennet bile az gelecek. Tanrının karşısına dizilince kimi balıkla dolmuş karnını gösterecek. Kimi günde şu kadar yüz hesabıyla okunmuş bin ölçek duayı ortaya dökecek. Bir üçüncüsü, uzun uzun tuttuğu oruçları sayacak ve günde bir kez yediğinden ötürü karnının kaç kez patlamak üzere olduğunu anlatacak. Biri, taşımaya yedi geminin yetmeyeceği kadar çok tören, tespih, mırıltı götürecek. Bir başkası altmış yıl eldivensiz parmakla hiçbir paraya dokumadığını söyleyerek övünecek. Öteki, gemicilerin en yoksulunun bile giymekten utanacağı pis cüppesini gösterecek. Başka biri de kayaya yapışık sünger gibi elli yıl aynı manastıra bağlı kaldığını haykıracak. Kimileri ilahi okumaktan seslerinin kısıldığını ileri sürecek. Kimileri de yalnızlıktan avanaklaştıklarını ya da susmaktan dillerinin uyuştuğunu anlatacaklar. Tanrıyı iyice şaşırtacaklar. Bütün bunlardan hiçbir şey anlamıyorum, diyecek Tanrı, benden daha mübarek olmak isteyenlere verecek cennetim yok benim, gidin kendinize benimkinden başka bir cennet arayın!

III

DNA’nın yapısını keşfettiği için James Watson ile birlikte 1962 yılında Nobel ödülü alan İngiliz biyolog Francis Crick de “Şaşırtan Varsayım” (İngilizcesi) adlı kitabında şöyle diyor:

Geçmişte dinî inançların bilimsel olayları açıklamadaki başarısı o kadar zayıf olmuştur ki, geleneksel dinlerin gelecekte daha iyi sonuç elde edeceğine inanmak için pek bir neden yoktur. Bilincin, ussal nitelikler gibi, bilimin açıklayamayabileceği bazı yanları olduğu kabul edilebilir elbette. Geçmişte bu tür eksikliklerle (örneğin kuantum mekaniğinin sınırlılığı) yaşamayı öğrendik, ileride de böyle idare edebiliriz. Geleneksel dinî inançları kucaklamaya itileceğiz anlamına gelmemeli bu. Yaygın dinlerin inançlarının çoğu sadece birbirleriyle çelişmekle kalmıyor, aynı zamanda bilimsel ölçütler uygulandığında da o kadar çürük tanıtlara dayanıyorlar ki, ancak kör bir imanla kabul edilebilirler. Bir kiliseye bağlı kişiler ölümden sonraki yaşama inanıyorlarsa, neden bunu saptamak için sağlam deneyler yapmıyorlar? Başaramayabilirler, ama en azından deneyebilirler. Yalnızca kilisenin açıklayabileceği gizemlerin (dünyanın yaşı gibi) yoğun bir bilimsel saldırı karşısında yok olduğunu tarih gösterdi. Üstelik, doğru yanıtların geleneksel dinlerin söylediğiyle uzaktan yakından bir ilişkisi olmadığı ortaya çıktı. Vahiyle inen dinlerin vahyettikleri bir şey varsa, o da genellikle yanlıştır. (s. 285)

İnsanların çoğunun deneysel bulgular karşısında ikna olup, görüşlerini hemen değiştireceklerine inanmak ne kadar da rahat olurdu. Maalesef tarih bunun tersini gösteriyor. Yerkürenin yaşının artık hiçbir mantıklı şüpheye yer bırakmayacak biçimde saptanmış olmasına karşın, ABD’de milyonlarca köktendinci, Hıristiyan İncil’inin kelimesi kelimesine okunmasından çıkardıkları bir görüşe göre, bu yaşın çok az olduğu gibi çocukça bir iddiayı hâlâ inatla savunmaktalar. Ayrıca, uzun zamanda bitkilerin ve hayvanların evrimleşip büyük değişimler geçirdiği de aynı ölçüde kesinlikle belirlenmiş olmasına karşın, bunu da genellikle yadsıyorlar. Doğal ayıklanma sürecine ilişkin söyleyeceklerinin de tarafsız olması beklenemez, çünkü görüşleri dinî dogmalara körü körüne bağlılıkla önceden belirlenmiştir.

Çöpe atılmış düşüncelere keçi inadıyla sarılmanın altında birkaç neden varmış gibi geliyor bana. Bize ilk yaşlarda verilen genel düşünceler, özellikle ahlâkî olanlar, beynimizin derinliklerine yerleşiyor. Bu durum dinî inançların kuşaktan kuşağa nasıl aktarıldığını açıklamaya yardım edebilir, ama böyle düşünceler ilkin nereden çıkıyor ve neden çoğu sonunda yanlış çıkıyor?

Bir etmen, kendimizin ve dünyanın doğasına ilişkin genel açıklamalara olan çok temel gereksinimimizdir. Çeşitli dinler böyle açıklamaları, ortalama insana kolayca hitap edebilecek deyimlerle dile getiriyorlar. Unutulmamalı ki, beynimiz büyük ölçüde gelişimini insanların avcı-toplayıcı olduğu dönemlerde tamamladı. Küçük insan takımları içinde işbirliği ve komşu rakip kabilelerle düşmanlık için kuvvetli bir seçici baskı vardı. Bu yüzyılda bile Amazon ormanlarında, Ekvator’un ücra köşelerindeki rakip kabilelerde en başta gelen ölüm nedeni düşman kabile üyelerinin mızraklarının açtığı yaralardır. Böylesi koşullarda ortak genel inançlar kabile üyeleri arasındaki bağlılığı kuvvetlendirmektedir. Bunlara olan gereksinim evrim sonucu beynimizde yer etmiş olabilir pekâla. Bu yüksek gelişmeyi sağlamış olan beynimiz, hiç de bilimsel gerçeklikleri bulma baskısı altında değil, yalnızca yaşamı sürdürmeye ve ardıllar bırakmaya yetecek kadar becerikli olmayı sağlamak üzere evrim geçirmiştir.

Bu noktadan bakıldığında, bu ortak inançların tamamıyla doğru olmalarına gerek yoktur; insanların bunlara inanmaları yeterlidir. İnsan yeteneklerinin en belirgin olanı, karmaşık bir dili akıcı biçimde kullanabilmesidir. Yalnızca dış dünyadaki nesneleri ve olayları değil, aynı zamanda daha soyut kavramları belirleyecek sözcükler de kullanabiliyoruz. Bu yetenek, insanın çok az sözü edilen bir başka çarpıcı özelliğine götürüyor bizi: kendimizi aldatmak için sınırsız bir yeti. Eldeki sınırlı bulgunun en uygun yorumunu çıkarmak üzere evrimleşmiş beynimizin doğasının ta kendisi, bilimsel araştırma disiplini yoksa, özellikle oldukça soyut konularda, çoğu kez yanlış vargılara sıçramayı neredeyse kaçınılmaz kılmaktadır.

(…) Yanıt ne olursa olsun, buna ulaşmak için tek akılcı yol ayrıntılı bilimsel araştırmadan geçmektedir. Başka yaklaşımların hepsi de karanlıkta kendini yüreklendirmek için ıslık çalmaktan öte bir şey değildir. İnsana dünyaya ilişkin bitip tükenmeyen bir merak bahşedilmiştir. Gelenek ve göreneklerin çekiciliği dünün tahminlerinin geçerliliğine ilişkin kuşkularımızı ne kadar bastırırsa bastırsın, bunlara karşı sonsuza dek hoşnut kalamayız. Yalnızca içinde yaşadığımız bu uçsuz bucaksız evrenin değil, ta kendimizin de açık ve doğru bir şeklini elde edinceye dek çekici sallamayı sürdürmeliyiz.
(s. 288-90)

IV

Son olarak Sagan’dan bitirelim. Kendisi 1994’te tedavisi olmayan Myelodysplasia adlı bir hastalığa yakalanıyor ve 1996’da ölüyor. (Yukarıdaki Sagan’ın eşi ile birlikte çekilmiş bir resmi, hoşuma gidince koydum.) Ölümünden sonra yayınlanan “Milyarlarca ve Milyarlarca” (İngilizcesi) adlı kitabında hastalık ile olan savaşını anlattığı son bölümde şöyle diyor Sagan:

Dünya öylesine sevgi dolu ve tinsel derinliği olan, o kadar nefis bir yer ki, sağlam kanıtı olmayan hoş öykülerle kendimiz aldatmak için bir sebep yok. Bana göre, ne kadar kırılgan olsak da, ölümün gözünün içine korkmadan bakmak ve yaşamın sağladığı kısa ama muhteşem fırsat için her gün şükran duymak çok daha iyi. (s. 248)

* * *

Bu da Billy Joel’in 1989 tarihli “Storm Front” albümünden The Downeaster “Alexa” adlı parça. Joel bunu Long Island’daki balıkçılar hakkında yazmış; kendisi de gençliğinde orada bir gemide çalışmış. En sevdiğim kısmı şurası:

I’ve got bills to pay and children who need clothes
I know there’s fish out there but where God only knows
They say these waters aren't what they used to be
But I've got people back on land who count on me

Tuesday, May 13, 2008


İKİ HİKAYE

İlkokuldan başlayıp üniversitenin ilk yıllarına değin sıkı bir çizgi roman okuyucusuydum. Türkiye’de yayınlanan çizgi romanların önemli bir kısmını, hatta orijinal Amerikan çizgi romanlarını dahi takip ederdim. Ancak hem yaş ilerleyip ilgi alanları değiştiğinden hem de çizgi romanlar eski çekiciliklerini kaybettiğinden, bir süre sonra bunları okumayı bıraktım. Örneğin Süpermen’in ve Örümcek Adam’ın yeni maceraları eskileri kadar güzel değildi; çizimleri de bozulmuştu. Süpermen 80’lerin ilk yarısında yenilenmiş, ama artık macera açısından tükenmeye başlamıştı. Örümcek Adam’ın 90’lardaki maceraları 70’lerdekileri aratıyordu. Zaten Barbar Conan gibi yayınlar da Amerika’da bitmişti (öğrendiğime göre şimdi yeniden başlamış, fakat takip etmiyorum).

Açıkçası eski maceralar daha güzeldi – hele Zagor, Mister No gibi İtalyan serilerinin bizde 80’lerde yayınlanan maceraları. Dayım da eski bir çizgi roman okuyucusu olduğu için Zagor gibi serilerin 70’lerde yayınlanan sayılarını ondan okuma fırsatını bulmuştum. Bunların arasında Zagor ile Çiko’nun tanıştığı macera da vardı, ama o macera daha sonra yeniden yayınlandı mı bilmiyorum. Bu İtalyan karakterlerin arasında Martin Mystere en entelektüel olanıydı. Jorge Luis Borges ve Ambrose Bierce gibi yazarları onun sayesinde tanıdım. Borges’in “Kum Kitabı” adlı hikayesi ile ilişkili bir macerası vardı Mystere’nin, Bierce ise güya bir uzaylı tarafından öldürülmüştü (nitekim Bierce gerçekte kaybolmuştur). Ama sonradan Mystere’nin maceralarının ve çizimlerinin eski tadı kalmadı; ben de almayı bıraktım.

Buna rağmen Mystere’den Borges miras kaldı. O dönem merak edip Borges’in “Alçaklığın Evrensel Tarihi” kitabını almıştım. Okudukça kısa hikayeleri hoşuma gitmeye başladı, böylece ben de kitaplarını almaya devam ettim. Evvelki gün rafları karıştırırken elime “Brodie Raporu” adlı kitabı geçti. Kitaptaki ilk hikaye benim en sevdiğim Borges hikayesidir. Kısa olduğundan aktarayım dedim.

I

Araya Giren

(2 Samuel, I, 26)

Bu öyküyü Nelsonların en küçük çocuğu Eduardo’nun bin sekiz yüz doksan küsur yılına doğru, Moròn çiftliğinde, eceliyle ölen ağabeyi Cristian’ın ölüsünün başında (pek olası değil ama) anlattığı söylenir. Gerçek olan, peşpeşe Paraguay çayı içilen o üzüntülü uzun gecede, bu öyküyü birisinin bir başkasından duyduğu, o başkasının da bunu, bana anlatacak olan Santiago Dabove’ye yinelediğidir. Yıllar sonra aynı öyküyü olayın geçtiği yerde, Turdera’da anlattılar bana. Biraz daha ayrıntılı olan ikinci anlatım, doğal olarak ufak birkaç değişiklik ve çelişkiye karşın sonuçta Santiago’nun anlattıklarını doğruluyordu. Bugün bu öyküyü yazmamın nedeni, bunun, eğer yanılmıyorsam, eski kırsal kesim insanlarının vicdanına küçücük trajik bir ayna tutmasıdır. Aslına bağlı kalacağım, ama kimi ayrıntıları eklemek ya da öne çıkarmak konusunda yazının baştan çıkarıcılığına dayanamayacağımı şimdiden görür gibiyim.

Turdera’da onlara Nilsenler derlermiş. Rahip, kendisinden önceki rahibin bu insanların evinde, gotik harflerle kaleme alınmış, kara ciltli eski bir İncil gördüğünü ve buna şaştığını anımsadığını anlattı bana; el yazısıyla son sayfalarına adlar ve tarihler yazılıymış. Evde bulunan tek kitapmış. Her şey gibi yitip gidecek olan, Nilsenlerin rastlantı sonucu kalan tarihçesi. Şimdi yerinde yeller esen harabe ev, sıvasız, tuğladanmış; dış kapıdan sonra birisi kırmızı taş döşeli, birisi toprak iki avlu ayrılıyordu. Bu eve yabancılar pek girmezmiş. Nilsenler yalnızlıklarını özenle korurlarmış. Boş odalardaki portatif karyolalarda yatarlarmış; bütün lüksleri atlar, eyerler, kısa saplı bıçaklar, cumartesi günleri giyilen şık giysiler ve kavga çıkarmalarına neden olan içkilermiş. Uzun boylu ve kızıl saçlı olduklarını biliyorum. Bu iki Arjantin yerlisi damarlarında, kuşkusuz adlarını bile duymadıkları Danimarka’nın ya da İrlanda’nın kanını taşıyorlardı. Mahalleli bu iki kızıl saçlıdan korkuyorlardı; adlarının bir cinayete karışmış olması olanaksız değildi. Bir kez omuz omuza verip polisle çatıştılar. Küçüklerinin Juan İberra ile çatıştığı ve bu işten anlayanlara göre de hiç de altta kalmadığı anlatılır. Sürü güdücülüğü, araba sürücülüğü, at hırsızlığı ve kimi kez de kumarda hile yapmışlar. İçki içerken, kumar oynarken eli açık olmaları dışında, cimrilikleriyle ün kazanmışlardı. Akrabaları var mıydı, nereden gelmişlerdi, kimse bilmiyordu. Bir kağnıları, bir çift de öküzleri vardı.

Costa Brava’ya damgasını vuran kabadayılardan bedensel açıdan farklıydılar. Bu durum ve bilmediğimiz başka şeyler aralarındaki ilişkiyi anlamamıza yardımcı oluyor. Bunlardan birisiyle arayı bozmak iki düşman kazanmak demekti.

Nilsenler çapkındılar, ama aşk öyküleri o zamana değin batakhanelerden ve genelevlerden öte gitmiyordu. Bu yüzden, Cristiàn birlikte yaşamak üzere Juliana Burgos’u eve getirdiğinde dedikodunun ardı arkası kesilmedi. Hizmetçisi olduğu doğruydu, ama kadına çirkin, sahte takılar takıp eğlenceye götürdüğü, insan önüne çıkardığı da en az onun kadar doğruydu. Kimi tango figürlerinin ve kadınlara sulanmanın yasak olduğu, hâlâ bol ışık altında dans edildiği yoksul mahalle eğlenceleriydi bunlar; Juliana esmer tenli, badem gözlü bir kızdı, gülümsemesi için birinin bakması yeterdi. Çalışmanın ve bakımsızlığın kadınları yıprattığı yoksul bir mahallede fena sayılmazdı.

Başta, Eduardo onlara eşlik ediyordu. Sonra bilmem ne işi için Arrecifes’e gitmesi gerekti; dönüşte yolda bulduğu bir kızı eve getirmiş, birkaç gün sonra da kapının önüne koymuştu; gittikçe asık suratlı olmuştu, barda tek başına kafayı buluyor, kimseyle konuşmuyordu. Cristiàn’ın kadınına tutulmuştu. Belki de bunu kendisinden önce anlamış olan mahalleli, iki kardeş arasındaki gizli rekabeti haince bir zevk alarak gözetliyordu.

Bir gece Eduardo, geç vakit köşeyi döndüğünde Cristiàn’ın siyah atının evin önündeki kazığa bağlanmış olduğunu gördü. En güzel giysilerini giymiş olan ağabeyi avluda onu bekliyordu. Kadın elinde Paraguay çayı gidip geliyordu. Cristiàn, Eduardo’ya:

“Farias’lardaki bir eğlenceye gidiyorum,” dedi. “Al, Juliana senin olsun; istediğin gibi kullan.”

Ses tonu yarı buyurgan, yarı içtendi. Eduardo bir süre ona bakakaldı, ne yapacağını bilemiyordu. Cristiàn kalktı, bir nesneden başka bir şey olmayan Juliana’ya değil de Eduardo’ya veda etti, atına bindi, hiç acele etmeden sürüp gitti.

O geceden sonra kadını ortaklaşa kullandılar. Mahalleliyi çileden çıkara bu üçlü ilişkinin ayrıntılarını kimse bilmeyecekti. İşler birkaç hafta iyi gitti, fakat böyle süremezdi. Kardeşler kendi aralarında Juliana’nın adını hiç kullanmıyorlardı, hatta ona seslenirken bile; fakat birbirleriyle dalaşmak için bahane arıyorlardı ve buluyorlardı da. Hayvan postlarını satarken tartışıyorlardı, ama asıl tartıştıkları başka şeydi. Cristiàn sesini yükseltiyor, Eduardo ise susuyordu. Ayrımında olmadan birbirlerini kıskanıyorlardı. Bu berbat mahallede bir erkek bir kadının kendisi için çok önemli olduğunu, onu arzuladığını, sahip olmak istediğini ne başkasına ne de kendine söylerdi, fakat iki kardeş de âşıktılar. Bu da bir biçimde onları küçük düşürüyordu.

Bir gün, öğleden sonra Lomas alanında Eduardo, Juan İberra ile karşılaştı, çalıştırdığı bu güzel parçadan ötürü kutladı onu Juan. Öyle sanıyorum ki, işte o zaman Eduardo ona küfretti. Onun yanında hiç kimse Cristiàn’la alay edemezdi.

Kadın, hayvansı bir boyun eğmeyle ikisine de hizmet ediyordu, fakat paylaşmaya karşı çıkmayan ama hiç sözünü de etmeyen küçük kardeşi yeğlediğini de saklamıyordu.

Bir gün Juliana’ya birinci avluya iki iskemle çıkarmasını ve ortalarda görünmemesini buyurdular, çünkü konuşmaları gerekiyordu. Juliana konuşmanın uzun süreceğini umuyordu ve öğle uykusuna yattı, fakat kısa bir süre sonra onu uyandırdılar. Cam tesbihi ve annesinin bıraktığı haçı unutmadan, nesi var nesi yok bir torbaya doldurttular. Hiçbir açıklamada bulunmadan kadını arabaya bindirdiler ve sessiz ve yorucu bir yolculuğa çıktılar; yağmur yağmıştı, yollar berbattı, Moròn’a geldiklerinde saat sabahın beşi olmalıydı. Orada kadıncağızı genelev patronuna sattılar. Önceden anlaşmışlardı; bütün parayı Christiàn aldı, sonra kardeşiyle paylaştı.

Turdera’da o zamana dek, o korkunç aşkın (aynı zamanda bir alışkanlık olmuştu) hay huyu arasında yuvarlanıp giden Nilsen kardeşler yeniden erkek erkeğe sürdürdükleri o eski yaşamlarına dönmek istediler. Kumar oynamaya, horoz dövüştürmeye ve sazlı sözlü eğlenceli yaşamlarına yeniden başladılar. Kimbilir, belki pislikten kurtulduklarını sanıyorlardı, fakat her ikisi de ayrı ayrı zamanlarda, nedenli nedensiz ortalarda görünmez oluyordu. Yılbaşından az önce kardeşlerden küçüğü başkentte bir işi olduğunu söyledi. Cristiàn, Moròn’a gitti; bizim de artık bildiğimiz o evin önündeki direğe bağlanmış olan Eduardo’nun atını tanıdı. Girdi içeri; kardeşi içerde sırasının gelmesini bekliyordu. Cristiàn ona:

“Böyle sürerse atları yoracağız. Yanımıza alsak daha iyi olur,” demiş olmalı.

Patronla konuştu, kemerinden parayı çıkardı ve kadını eve götürdüler. Juliana, Cristiàn ile arkaya oturmuştu; Eduardo ise onları görmemek için atını mahmuzladı.

Sözünü ettiğimiz eski yaşamlarına döndüler. İğrenç çözüm yolu başarısızlıkla sonuçlanmıştı; her ikisi de birbirlerini aldatma çabasına yenik düşmüşlerdi. Kabil oralarda dolaşıyordu, ama Nilsenlerin birbirlerine duydukları sevgi derindi – birlikte ne sıkıntılara, ne tehlikelere göğüs germişlerdi – hınçlarını başkalarından çıkarmayı yeğlediler. Hiç tanımadıkları bir insandan, köpeklerden, aralarının açılmasına neden olan Juliana’dan.

Mart ayı sona ermek üzereydi ve sıcaklar hâlâ azalmamıştı. Bir pazar günü (pazarları insanlar erken yatmaya alışıktırlar) bardan dönen Eduardo, Cristiàn’ın öküzleri arabaya koştuğunu gördü. Cristiàn:

“Gel,” dedi ona, “şu derileri Pardo’nun dükkânına bırakmamız gerekiyor. Ben zaten yükledim, hava serinken yararlanalım.”

Pardo’nun dükkânı sanırım daha güneydeydi; Tropas Yolu’nu tuttular, daha sonra başka yola saptılar. Gece ilerledikçe kırlar daha da bir büyüyordu.

Çayır boyunca yürüdüler; Cristiàn yaktığı sigarayı fırlatıp attı ve ağır ağır:

“Hadi iş başına birader. Daha sonra akbabalar yardımımıza gelirler. Bugün onu öldürdüm. Üstü başıyla şurada kalsın. Artık kimseye zararı dokunamaz.”

Kucaklaştılar, neredeyse ağlamak üzereydiler. Şimdi başka bir bağ birleştiriyordu onları: acı bir biçimde kurban edilmiş olan kadın ve onu unutma zorunluluğu.

II

Bir defasında internette bir İsrailli ile Borges hakkında konuşuyordum. Bana, “Eğer Borges’i seviyorsan, İtalo Calvino’yu da seversin,” demişti. Calvino’yu hiç okumamıştım, ancak çok sonraları denk getirip kitabını aldım. “Zor Sevdalar” adlı kitabında bazı hoş kısa hikayeleri vardır. Benim en beğendiğim bir karı-kocanın sıradan bir gününü anlattığı hikayesi.

Bir Karı-Kocanın Serüveni

Arturo Massolari işçiydi, sabah altıda sona eren gece vardiyasında çalışıyordu. Eve dönmek için güzel havalarda bisikletle, yağışlı aylarda ve kışın da tramvayla uzun bir yol giderdi. Eve altı kırkbeşle yedi arasında, yani karısı Elide’nin çalar saatinin çalmasından bazen az önce, bazen de az sonra varırdı.

İki gürültü: çalar saatin sesiyle, kapıdan giren ayakların sesi çoğu kez Elide’nin zihninde birleşir, uykusunun, yüzü yastığa gömülü, daha birkaç saniyenin tadını çıkartmaya çalıştığı tıkız sabah uykusunun derinliklerinde yakalardı onu. Sonra birden yataktan fırlar, saçları gözlerinin önünde, kör gibi kollarını sabahlığa geçiriverirdi. Mutfakta, işe götürdüğü çantadan boş kapları çıkartıp sefertasını, termosu musluğun içine koymakta olan Arturo’nun karşısına böyle çıkardı. Arturo ocağı yakmış, kahveyi koymuş olurdu. Arturo ona bakar bakmaz, Elide’nin içini birden elini saçlarına götürmek, gözlerini iyice açmak gelirdi; eve dönen kocasının kendisini hep böyle dağınık, yarı uykulu görmesinden sanki biraz utanırdı. Birlikte uyuduklarında böyle olmazdı, sabah ikisi birlikte uyku mahmurluğunu atmaya çalışır, aynı durumda olurlardı.

Bazen de çalar saatin çalmasından bir dakika önce elinde kahve fincanı, Arturo odaya girip onu uyandırırdı; bu durumda her şey daha doğal olurdu, uykudan sıyrılma tatlı bir tembelliğe bürünürdü. Gerinmek için kalkan çıplak kollar en sonunda onun boynuna dolanırlardı. Sarılırlardı birbirlerine. Arturo’nun üstünde su geçirmez montu olurdu, buna değince havanın nasıl olduğunu anlardı kadın: nemli ya da soğuk oluşuna göre yağmur mu yağıyordu, sis mi vardı, kar mı yağıyordu anlardı. Ama yine de sorardı ona: “Hava nasıl?” O ise her zamanki gibi yarı alaycı, anlatmaya koyulurdu, sondan başlayarak karşılaştığı aksilikleri sıralardı. Bisikletle gelişini, fabrikadan çıktığında havanın bir akşam önce fabrikaya gidişteki havadan değişik olduğunu, işle ilgili sorunları, işyerindeki dedikoduları anlatıp dururdu.

O saatte ev yeteri kadar ısıtılmamış olurdu hep, ama Elide soyunur, biraz ürpererek banyoda yıkanırdı. Arkasından Arturo gider, daha telaşsız soyunur, o da yıkanırdı ağır ağır; işyerinin kirini pasını atardı üstünden. İkisi de yarı çıplak, biraz üşüyerek, aynı lavabonun başında dururlar, arada itişip, birbirlerinin elinden sabunu, diş macununu kaparlar, bir yandan da birbirlerine söyleyeceklerini söylemeyi sürdürürlerdi. Sonra yakınlaşma zamanı gelirdi, kimi kez sırayla sırtlarını ovalamaya yardım ederken araya okşamalar girer, birbirlerine sarılırlardı.

Ama birden Elide, “Saat kaç olmuş” der, koşup acele ayakta jartiyerini takar, etekliğini giyerken fırçayı saçlarında aşağı yukarı dolaştırır, dudakları arasında tokalar, yüzünü komodinin aynasına yapıştırırdı. Arturo peşinden gelirdi, bir sigara yakmış olurdu. Ayakta durur, sigarasını içip ona bakardı. Her seferinde de hiçbir şey yapmadan orada durmanın sıkıntısını yaşadığı görülürdü. Elide hazırdı artık, paltosunu koridorda giyerdi, öpüşürlerdi, kapıyı açmasıyla merdivenlerden aşağı indiğinin duyulması bir olurdu.

Arturo tek başına kalırdı. Elide’nin topuklarının basamaklardaki sesini dinlerdi, artık duyulmaz olunca da, hızlı adımların avludan, dış kapıdan geçip kaldırımdan tramvay durağına gidişini zihninden izlemeyi sürdürürdü. Tramvayın gıcırtısını, durmasını, her yolcu binişinde basamağın çıkarttığı sesi iyice duyardı. “Tamam, bindi,” diye düşünür, her günkü gibi onu fabrikaya götüren “on bir” numaranın kadınlı erkekli işçi kalabalığı arasına sıkışmış karısını görürdü. Sigarayı söndürür, pencerenin panjurlarını kapatırdı, karanlık olurdu, yatağa girerdi.

Yatak Elide’nin kalktığında bıraktığı gibi olurdu, ama onun, Arturo’nun tarafı neredeyse bozulmamış, sanki yeni yapılmış gibi olurdu. Arturo önce kendi tarafına iyice uzanır, ama sonra bir bacağını öteye, karısının sıcaklığının kaldığı yere uzatırdı. Sonra öbür ayağını da uzatırdı oraya, böylece yavaş yavaş Elide’nin tarafına, hâlâ karısının bedeninin biçimini koruyan o ılık çöküntüye geçer, yüzünü onun yastığına, kokusuna gömer, uykuya dalardı.

Akşam Elide döndüğünde, Arturo bir süredir odalarda dolaşıyor olurdu; ocağı yakar, pişirmesi için bir şey koyardı. Yatağı düzeltmek, biraz ortalığı süpürmek, yıkanacak kirlileri banyoya götürmek gibi kimi işleri yemekten önceki bir-iki saat içinde o yapardı. Elide hiçbirini beğenmezdi, ama doğrusunu söylemek gerekirse bu nedenle daha fazla çaba göstermezdi o; onun yaptığı bir tür bekleme töreniydi, evin duvarları arasında kalsa da, dışarıda ışıklar yanınca, kadınların akşamları alışveriş yaptıkları mahallelerin o saatle bağdaşmayan kalabalığına karışarak dükkânlara uğramakta olan karısını, bir tür karşılamaydı.

Sonunda merdivende ayak sesini duyardı, sabahkine benzemezdi, daha ağır olurdu; çünkü gün boyunca çalışmanın yorgunluğu içindeki Elide, eli kolu paket içinde tırmanırdı merdiveni. Arturo sahanlığa çıkar, elinden paketleri alır, konuşarak içeri girerlerdi. O paketleri açarken, kadın paltosunu çıkartmadan kendini mutfaktaki bir iskemlenin üstüne atardı. Sonra, “Hadi bakalım iş başına,” deyip yerinden kalkar, paltosunu çıkartır, ev entarisini giyerdi. Yemeği hazırlamaya koyulurlardı: ikisi için aksam yemeğini, gece yarısından sonra bir paydosu için erkeğin götüreceği kahvaltılığı, kadının ertesi gün fabrikaya götüreceği öğle yemeğini, ertesi sabah erkek kalktığında hazır olması gerekenleri.

Kadın biraz iş görür, biraz hasır iskemlede oturur, erkeğe ne yapması gerektiğini söylerdi. Erkek o saatte dinlenmiş olurdu. Dört döner, hatta her işi yapmak isterdi, ama hep biraz dalgın, aklı başka yerde olurdu. Bu sıralarda zaman zaman çatışmalarına, ağızlarından çirkin bir sözcüğün çıkmasına ramak kalırdı; çünkü kadın erkeğin yaptığı işe daha dikkat etmesini, daha özen göstermesini ya da kendisine daha bağlı, daha yakın, daha destek olmasını isterdi. Onun ise, kadının dönmüş olmasının ilk coşkusu geçtikten sonra aklı evin dışına kayar, gideceği, acele etmesi gerektiği düşüncesine takılırdı.

Masa hazırlandıktan, her şey bir daha kalkılmayacak biçimde yerine konulduktan sonra, ikisini de bu kadar az bir arada olabilmenin yıkımı kaplar, el ele tutuşmak isteği kaşıkları ağızlarına götürmelerini neredeyse engellerdi.

Ama daha kahvenin hepsi bitmeden erkek, her şeyin yerli yerinde olup olmadığına bakmak için bisikletin arkasında olurdu. Kucaklaşırlardı. Arturo ancak o zaman anlardı sanki, karısının nasıl yumuşak, ılık olduğunu. Ama bisikletin borusunu omzuna yüklenip dikkatle merdivenlerden inmeye başlardı.

Elide bulaşığı yıkar, evi tepeden tırnağa gözden geçirip kocasının yaptığı işlere başını sallayarak bakardı. Şimdi o, az sayıda lambanın bulunduğu karanlık sokaklarda yol alıyordu, belki de havagazı deposunu geçmişti bile. Elide yatağa gider, ışığı söndürürdü. Kendi tarafına uzanırdı, bir ayağını kocasının yerine doğru uzatırdı onun sıcaklığını duymak için, ama her seferinde kendi yatmakta olduğu yerin daha sıcak olduğunu fark ederdi. Arturo’nun da burada yatmış olduğunu anlardı ve büyük bir sevecenlik kaplardı içini.

III

Yine de Borges’in favorim olduğunu söylemem lazım. Tez yüzünden istediğim kitapları okuyacak vaktim olmuyor, ama ne yapıp edip tezin içine bile bazı kitaplardan alıntılar koymayı becerdim: mesela Stalin dönemi Rusya’sından esinlenerek yazılmış George Orwell'ın “Hayvan Çiftliği”, Arthur Miller’ın "Satıcının Ölümü”, hele John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri” – bunların hepsinden kısa birer alıntı koydum. Özellikle Gazap Üzümleri’nin sonu çok güzel biter; her okuduğumda etkiler beni. Bir de Oscar Wilde’ın “The Soul of Man Under Socialism” adlı denemesinden ütopyalar ile ilgili bir alıntı koydum. (tahminimce Wilde’ın bu denemesi Türkçeye tamamıyla çevrilmedi). Şöyle diyor Wilde:

Ütopyayı içermeyen bir dünya haritası göz atmaya dahi değmezdir, çünkü insanlığın sürekli ayak bastığı bir ülkeyi dışarıda bırakmaktadır. Ve insanlık buraya ayak bastığında etrafına bakar, daha iyi bir ülke görür görmez de yelkenlerini açar. İlerleme ütopyaların gerçekleştirilmesi demektir.

Sanırım en anlamlısı bu oldu.

Thursday, May 08, 2008


MARX’TAN ANILAR

Gündemi geriden takip etmeye devam ediyorum. Arada yazılası bayağı hoş(!) olaylar oluyor, ama zaman olmadığı için yazamıyorum. En son “İslâmcı-tecavüzcü” Hüseyin Üzmez’in olayı çıktı. Bizim İslâmcıların neredeyse hepsi sus-pus oldu. Vakit gazetesindekiler ise komplo diyerek geçiştirmeye çalıştılar. Şimdi bunun hakkında yazılmaz mı? İslâmcılar kendilerinden olanların rezilliklerini nasıl da görmezden geliyorlar. Teşbihte hata olmaz, o yüzden it iti ısırmaz diyorum. Adamların derdi ahlâk ya da din değil, sadece avanta kapmak. Aklıma her defasında Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul” adlı romanındaki satırları geliyor: “Sarıklı milletini bana sen mi anlatacaksın? Menfaat göster: Vapur bacası gibi bağırarak sana Allah’ı da inkâr etsinler; Peygamber’i de! … ” (İstanbul: Oğlak Yayınları, 1998, s. 309)

Yaklaşık yirmi gün önce işadamı İshak Alaton, General Electric’in Ceo’su Jack Welch’in burada verdiği bir konferansta “Marx’ı yeniden keşfetmemiz lazım,” demiş. Alaton’u büyük ihtimalle Allah konuşturmuş olmalı. Yoksa durduk yerde bizim işadamları nereden Marx’tan bahsedecek? Alaton serbest piyasa ekonomisinin artık işlevini yerine getirip getirmediğini sormuş ve iktisat biliminin babası Adam Smith için “öldü sanırım,” demiş. Valla bu laflar bir işadamı için açıkça küfre girer. Allah korusun, insanı “piyasadan” çıkarır haa.

İlginçtir, Alaton’un dedikleri Marx’la ilgili bir yıldönümüne denk geldi. Bu sene Komünist Manifesto’nun ilk yayınlanışının 160. yılı. Manifestonun yayınlandığı 1848’de Marx 30, Engels de 28 yaşındalarmış. İki genç adamın yazdığı manifesto hâlâ basılıyor ve okunuyor. Bizim memlekette bile tonla baskısı var. İçlerinde eksik ve hatalı çeviriler olmasına rağmen, Marx ve Engels’in, Lenin’in, hatta Stalin’in kitapları Türkçeye çevrilmiş bulunuyor.

Buna rağmen sosyalistler de dahil olmak üzere pek çok kişi Marx’ı doğru düzgün bilmez. Özellikle liberallerle olan konuşmalarımda bunu sık sık görürüm. Birkaç doğru bilinen yanlışa burada değineyim. Örneğin Marx hiçbir zaman ekonomideki endüstrilerin devletleştirilmesinden bahsetmemiş, serbest piyasa ekonomisinin kaldırılıp yerine merkezî bir planlama komitesinin kurulmasını savunmamıştır. Devlete, hatta sosyalist devlete bile, işçilerin yaşam koşullarındaki zorlukları hafifletecek bir araç gözüyle bakmamıştır. Daha da şaşırtıcı olanı, Marx serbest dış ticareti savunmuş ve gümrük tarifelerini hoş karşılamamıştır. Şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz ki, piyasa ekonomisi ile, devlet tarafından idare edilen bir ekonomi arasında bir seçim yapmak zorunda olsaydı, Marx piyasa ekonomisini seçerdi. Öte yandan kendisi devlette tek parti tekelini de savunmamış ve komünist bir partinin işçilere önderlik etmesi gerektiğine dair bir şey söylememiştir. Sosyalizmin devlet eliyle kurulması düşüncesi Marx’a tamamıyla yabancıdır. Şüphesiz Marx kapitalizmin savunucusu değildir, ama onun oldukça çalışkan bir öğrencisidir. Kapitalizm konusunda Komünist Manifesto’da bazı ilginç pasajlar vardır.

Böyle olunca Marx hakkında bazı şeyler aktarayım dedim. Birkaç sene önce çeşitli kişilerin Marx ve Engels hakkındaki anılarını anlattıkları bir kitap almıştım. İçinde kişi olarak Marx ve Engels hakkında ilginç şeyler var. Ne yazık ki kitapları basılmış olmasına rağmen bizim memlekette adam gibi bir Marx biyografisi yok.

I

İlk olarak Marx’ın damadı Paul Lafargue’den aktaralım (kitapta “Marx’tan Anılar” başlıklı yazı). Lafargue Marx’ın çalışma odasını anlatarak başlıyor.

Burası, birinci katta parka bakan geniş pencereden giren aydınlığın doldurduğu genişçe bir odaydı. Pencerenin karşısında duvar boyunca ve şöminenin iki yanındaki duvarlar, rafları dolu kitaplıklar ile kaplıydı; üst gözlerde tavana kadar gazete ve elyazmaları yığılıydı. Şöminenin karşısında, pencerenin bir yanında, üst üste kağıtların, kitapların ve gazetelerin bulunduğu iki masa vardı; odanın ortasında, aydınlık bir yerde, ufak basit bir masa ile tahta bir koltuk duruyordu. Koltuk ile kitaplığın arasında, pencerenin karşısında, Marx’ın zaman zaman uzanıp dinlendiği deri bir divan vardı. Şöminenin üzerinde yine kitaplar, purolar, kibritler, tütün kutuları, kağıtları bastırmak için ağırlıklar ile, Marx’ın kızları ile eşinin, Wilhelm Wolff’un ve Friedrich Engels’in fotoğrafları diziliydi.

Marx koyu bir sigara tiryakisi idi. “Kapital için aldığım miktar,” demişti bir kez, “yazarken içtiğim tütünün parasını bile karşılamaz.” Kibrit harcama konusunda daha da beterdi; içtiği pipoyu ya da puroyu çoğu kez unutur, bunları yeniden yakmak için her seferinde kutu kutu kibrit harcardı.

Hiç kimsenin, kitaplarını ya da kağıtlarını düzene sokmasına – ya da ona göre, düzenini bozmasına – izin vermezdi. Kitapların ve kağıtların bu görünüşteki düzensizliği aldatıcıydı; her şey aslında bulunması gereken yerdeydi ve onun için, gerekli kitabı ya da defteri hemen bulması çok kolaydı. Konuşma sırasında bile şöyle bir duralar, sözü edilen alıntıyı ya da rakamı ilgili kitaptan hemen bulup çıkartırdı. O ve çalışma odası yekvücut olmuştu. Buradaki kitaplar ve kağıtlar, sanki kendi organlarıymış gibi denetimi altındaydı.

Marx’ın kitaplarının düzenlenmesinde resmi simetri hiç dikkate alınmamıştı; çok farklı boyuttaki kitap ve kitapçıklar yan yana dizilmişti. Bu ciltleri boyutlarına göre değil, içeriklerine göre sıralamıştı. Kitaplar lüks nesneler değil, beyni için araçlardı. “Onlar benim kölelerim; benim istediğim gibi bana hizmet etmek zorundalar,” derdi. Kitabın boyutuna, cildine, kağıdının cinsine falan hiç önem vermezdi; sayfalarının uçlarını kıvırır, kenarlarına kalemle işaretler koyar, satırların altını baştan sona çizerdi. Kitaplar üzerine yazı yazmazdı, ama kimi zaman, eğer yazarı fazla ileri gitmişse, bir ünlem ya da soru işareti koymaktan kendisini alamazdı. Satırların altını çizme usulü hangi kitapta olursa olsun istediği pasajı bulmasını kolaylaştırırdı. Belleğini tazelemek için uzun yıllar aradan sonra, not defterlerini karıştırmayı ve kitaplarda altları çizilen pasajları yeniden okumayı âdet edinmişti. Hegel’in tavsiyesine uyarak gençliğinde, bilmediği yabancı bir dildeki dizeleri ezberlemek yoluyla eğittiği olağanüstü güvenilir bir belleğe sahipti.

Haine ile Goethe’yi ezbere bilir, konuşmalarında çoğu kez bunlardan alıntılar yapardı; bütün Avrupa dillerindeki şairlerin yılmaz bir okuyucusu idi. Her yıl Aşil’i Yunanca aslından okurdu ve onu, Shakespeare ile birlikte, o güne değin yaşamış en büyük dramatik deha olarak kabul ederdi. Shakespeare’e saygısı sonsuzdu. Yapıtlarını ayrıntılı bir biçimde incelemişti ve yarattığı dramatik kişilerden önemsiz olanlarını bile öğrenmişti.
(s. 86-7)

Marx bütün Avrupa dillerinde yazılanları okuyabilir ve üç dilde yazabilirdi: Almanca, Fransızca ve İngilizce. Bu dillerde dil uzmanlarının hayranlığını uyandıran bir üslupla yazardı. Sık sık şöyle derdi: “Yabancı bir dil, yaşam mücadelesinde bir silah gibidir.”

Yabancı dile karşı büyük bir yeteneğe sahipti. Kızları bu yeteneği ondan almışlardı. Rusça öğrenmeye ellili yaşlarında başlamıştı. Bu dilin onun bildiği eski ya da daha yeni dillerle yakın bir benzerliği olmamasına karşın, altı ayda Rus şairlerinden ya da yazarlarında zevk duyacak derecede bu dili öğrenmişti. Gözde yazarları arasında Puşkin, Gogol, Sçedrin başta gelirdi. Rusça öğrenmeyi, içerdikleri politik açıklamalar nedeniyle Rus hükümeti tarafından üzeri örtülmek istenen resmî araştırma dökümanlarını okuyabilmek için istemişti. (…)

Şairler ile romancılar dışında Marx’ın bir başka dikkate değer zihinsel dinlenme biçimi daha vardı: özel zevki olan matematik. Cebir ile ilgilenmek ona manevî bir rahatlama verirdi; mücadeleler ile geçen hayatında en sıkıntılı anlarda matematiğe sığındığı görülürdü. Eşinin son hastalığı sırasında, bilimsel çalışmalarına kendisini bütünüyle vermediği günlerde, eşinin çektiği acıların yarattığı çöküntüyü üzerinden atmak için tek çıkar yol olarak matematiğe gömülürdü. Istırapla geçen bu günler boyunca, matematikteki sonsuz küçükler hesabı üzerine bir eser yazmıştı ki, uzmanlar bu yapıtın büyük bir bilimsel değeri bulunduğunu söylüyorlardı ve toplu yapıtları içinde bu da yer alacaktı. Yüksek matematikte o, diyalektik hareketin en mantıkî ve aynı zamanda en yalın biçimini buluyordu. Bir bilimin, matematiği kullanmayı öğrenmediği sürece, gerçekten gelişmiş olamayacağı kanısındaydı.
(s. 88-9)

II

Şu dil meselesinde insan Marx’a özenmeden edemiyor. Bu konu hakkında biraz daha aktarayım. Bu defa Wilhem Liebknecht’den (kitapta “Marx’dan Anılar” başlıklı yazı):

Marx modern diller konusunda da eski diller konusunda olduğu kadar rahattı. Ben de dilbilimciydim, ama bana Aristo’dan ya da Aşil’den hemen doğru biçimde çözemediğim zor bir pasaj gösterdiği zaman bu ona çocukça bir zevk verirdi. İspanyolca bilmediğim için bir gün beni nasıl da azarlamıştı. Kitaplar arasından Don Quixote’u çekti çıkardı ve bana ders vermeye başladı. Diez’in, Roman dilleri karşılaştırmalı gramer kitabından gramerin temel ilkelerini ve cümle kurmasını öğrenmiştim. Bu yüzden, içinden çıkamadığım ya da takıldığım bir yer olunca onun mükemmel yönlendirmesi ve özenli yardımlarıyla kısa zamanda bayağı bir ilerleme gösterdim. Başka zamanlarda öfkesi burnunda olan Marx, öğretirken çok sabırlıydı. Dersler uzar gider ve ancak bir ziyaretçinin gelmesiyle sona ererdi. Hemen her gün sınavdan geçerdim ve benim artık yetiştiğime kanaat getirene kadar, Don Quixote’tan ya da İspanyolca bir başka kitaptan bir pasaj çevirmek zorundaydım. (s. 117)

Marx dilin özünü anladığı ve kökenini, gelişmesini ve yapısını incelediği için yabancı bir dil öğrenmesi kolay oluyordu. Kırım savaşı sırasında Rusça öğrenmişti ve hatta Türkçe ve Arapça öğrenmeye de niyet ettiği hâlde, bu isteğini gerçekleştirememişti. (s. 118)

III

Liebknecht, Marx’ın çocuklara düşkün olduğundan da bahsediyor:

Her güçlü ve sağlıklı insan gibi Marx’ın da çocuklara karşı aşırı bir sevgisi vardı. Kendi çocuklarıyla saatlerce çocuk gibi oynayan içi sevgi dolu bir baba olmakla birlikte, özellikle rastladığı yoksunluk içerisindeki başka çocuklara da bir mıknatıs çekimiyle daima yaklaşırdı. Yüzlerce kez, fakir mahallelerden geçerken yanımızdan ayrılmış, kapı eşiklerinde paçavralar içerisinde oturan bir çocuğun başını okşayarak cebindeki son kuruşları avucuna sıkıştırmıştır. Dilencilik Londra’da ticaret hâlini aldığı için dilencilere güvenmezdi. Parası olduğu zamanlar bunlara sadaka vermekle beraber, dilenciliğin meslek hâline getirilmesine karşıydı. Bunlardan birisi, sözde hastaymış gibi numara yaparak kendisine yaklaşırsa müthiş içerlerdi; insanın merhamet duygularını sömürmeyi hırsızlıkla eş tutardı. Üstelik, bunu yoksul insanlara karşı yapılmış bir haksızlık sayardı. Ancak bir kadın ya da erkek, kucağında ağlayan çocukla kendisine yaklaşırsa, çocuğun yalvaran bakışlarına dayanamaz, adamın ya da kadının gözündeki hilekârlık belirtilerini fark etmekle beraber, bunlara yardım ederdi. (s. 135-6)

Hatta bir ateist olan Marx, kızının dediğine göre İsa’dan hareketle şunları dahi söylemiş (Eleanor Marx-Aveling, “Karl Marx”):

Yine de biz Hıristiyanlığı bir ölçüde affedebiliriz; bize en azından bir çocuğa tapınmayı öğretti. (s. 294)

IV

Daha önce Marx hakkında bir yazı yazmıştım. Orada da kızının biyografisinden bazı alıntılar yapmıştım. Ama bunlar buradaki Marx’tan daha farklı bir portre çiziyorlardı.

Bir de Londra’daki bir sosyalist konferans hakkında yazmıştım. Günümüzdeki sosyalistlerin devrimci pratikten nasıl da saptıklarını gösteriyor :))

Londra’dayken Marx’ın mezarını iki defa ziyaret etmiştim. Giriş için 2 pound, resim çekmek için de 1 pound para alıyorlardı.

Son olarak, bir önceki yazıda olduğu gibi kendi reklamımı yapmadan duramıyorum ve bu defa da master tezimin son paragraflarından bazı parçalar ile bitiriyorum:

Marx’ın amacı toplumların hayatlarına yön veren dinamikleri meydana çıkarmak ve bu dinamiklerin ileride sömürünün son bulmasını sağlayacak olan koşulları yaratıp yaratmadığını bulmaktır. Bu araştırması esnasında Marx’ın zenginliğin giderek daha az elde toplanması ve işçileşme sonucu toplumsal bir devrim olacağı yönündeki öngörüleri gerçekleşmemiş olmakla birlikte, Marx’ın temel kavramsal yapısı çökmüş hâlde değildir. Bu yapıdan kastedilen, toplumun hayatına üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki etkileşimin yön vermesidir. Marx kapitalizmin çöküşü konusunda başarılı teoriler ortaya koymuş değildir. Bunun en önemli nedeni teorilerini yetkinleştirmeye zamanının yetmemiş olmasıdır. Yine de ardında, yeni teoriler geliştirecek olanlara pek çok ipucu bırakmıştır.

* * *

Dündü sanırım, Hürriyet gazetesinde John Travolta’nın göbekli ve memeli bir resmini gördüm. Amcam bayağı kilo almış, memeleri sarkmış. Resmi görünce, masa başında tez yazıp kapitalizmi yıkacağız derken biz de onun gibi olacağız diye korktum. Travolta’nın göbekli resmi yanında 1983’de oynadığı ve Sylvester Stallone’un yönettiği “Staying Alive” adlı filminden kaslı bir resmi vardı. Böyle olunca filmin soundtrackinden Tommy Faragher’ın bir parçası aklıma geldi. Faragher bu albümdeki iki parçası ile grammy almış. Benim favorim aşağıdaki.

Monday, April 14, 2008


DEMOKRASİNİN SINIRI

Gene uzunca bir süre bloga yazı yazamadım. Durumumuz malum, tezle ilgileniyoruz. Aslında 10 gün kadar önce bir yazı yazmıştım, ama bloga koyduktan 3-4 saat sonra kaldırmak zorunda kaldım. Nedeni biraz eskiye gidiyor. Yaz ayında bir sitede birkaç İslâmcı ile tartışmıştım, hatta olup bitenleri burada da yazmıştım. Bunlardan Amerika’da oturan bir tanesi bu tartışmadan sonra bana husumet besleye başlamış. Ara ara bloga girip, benim aleyhime kullanabileceğini düşündüğü bazı yazılarımı bilgisayarına kopyalayıp duruyormuş.

İki hafta önce Atilla Yayla’nın yaptığı ufak bir sohbete katıldım. Aslında sohbetten ziyade ufak bir açık toplantı demek daha doğru olur. Atilla hoca hemen hemen üç saat konuştu; bana göre kendisinin uzunca bir süreden beri dinlediğim en iyi konuşmasıydı. Normalde böyle konuşmalarda not tutmam, ama dediklerini beğenince önemli gördüğüm yerleri becerebildiğim kadarıyla not aldım. Ertesi günü bunları temize çekip bloga koydum.

İşte bu İslâmcı şahıs bu yazıyı görmüş ve hocanın bazı ifadelerini beğenmemiş. Bunun üzerine hocanın bu ifadelerini birtakım yerlere iletmeye niyetlendi. Bunu anlar anlamaz yazıyı hemen kaldırdım, zira hocaya sorun çıkartmasından endişelendim. Hatta ne olur ne olmaz diyerek blogu da bir süreliğine kilitledim. Öte yandan bu şahıs benim yazdıklarıma güvenmediği için önce hocaya mesaj gönderip bunların doğru olup olmadığını sormuş. Onun gönderdiği mesajı alınca hoca da bana mesaj gönderdi. Bunun üzerine kendisine telefon açtım ve durumu izah ettim. O da kesik kesik not aldığımdan yazdığım cümlelerin bağlamdan kopuk olacağını ve tam olarak anlaşılmama durumları olduğunu söyledi ve yazıyı kaldırmamı istedi.

Burada canımı en fazla sıkan şey, birilerinin beni kullanarak başkalarına bir şekilde zarar verme ihtimalinin olmasıydı. Birilerinin benim başıma iş açması ile, benim yazımdan hareketle başkasının başına iş açması çok farklı şeyler. Çünkü ikinci durumda benim yüzümden başkalarının zarar görme ihtimali var ve burada benim doğrudan müdahalede bulunma imkânım yok. Ancak böyle durumlarda şaşırmamak da lazım, zira internette nasıl ve hangi niyette insanlar ile muhatap olduğumuzu birebir öğrenme imkânımız yok; üstelik her türden kötü niyetli ve başka şeylerin peşinde olan insanların bir şekilde karşımıza çıkması da mümkün. Bu türden sorunlu kişilerin bize ve başkalarına musallat olmalarından sakınmayı her zaman için başaramıyoruz ne yazık ki.

I

Gündemi sürekli olarak takip edemiyorum. Ama geçtiğimiz günlerde ilgimi çeken bir olay oldu. Televizyonda program yapan Aysun Kayacı bir süre önce “benim oyumla bir çobanın oyu niye eşit olsun” türünde bir laf etmiş. Birtakım tipler de Kayacı’ya demokrasi-memokrasi lafları edip karşı çıkmış. Hatta tekerleme gibi ismi olan AKP’li Dengir Mir Mehmet Fırat abidik-gubidik laflar bilem etmiş. Ben de o sıralarda tezde bu konuyla ilgisi olan bir bölüm üzerine bir şeyler karalıyordum. Kayacı’nın sözünü işitince dediklerine katılmadan edemedim, zira kendisi farkında olmadan liberalizmin temel çelişkilerinden birine değinmiş.

Bahsettiğim mesele eşit oy ve demokrasi meselesi. Bu ikisi liberalleri oldukça sıkan konulardan biridir. O yüzden ben de teze yazdığım bölümün bir kısmını buraya koyayım dedim. Böylece kendi reklamımı da yapmış oluyorum :)) Dili biraz “akademik” olabilir, ama önemli konulardan bahsediyoruz vesselam. Alıntı yaptığım kaynakları fazlalık olmasın diye göstermedim. Önce demokrasi hakkında bir-iki kelam edeyim:

Demokrasi kelimesi antik Yunan’da halkın kendi kendisi yönetmesi anlamına geliyordu. Ancak Yunanlılara göre demokrasinin anlamı halk yönetimi değil, tiranlık tehlikesinden kaçınmaktı; “demokrasi” kelimesi de tiranlığı ve diktatörlüğü önlemek amacıyla hazırlanan bir anayasanın geleneksel adı idi. Yunanlılara göre demokrasinin üç kusuru vardı: (a) çoğunlukta olanlar güçlerini azınlıkta kalanları bastırmak için kullanabilirlerdi; (b) mantıkları tarafından yönlendirilmeyen halk, heyecan ve hırs dalgasına kapılabilirdi; (c) insanlar kendi özel çıkarlarını toplumun aleyhine kullanabilirlerdi. Dolayısıyla Yunanlılar için demokrasi uzak durulması gereken bir sistemi ifade ediyordu. Halk iktidarı hayaleti M.Ö. 4. yüzyıl Atina’sında zenginler arasında 19. yüzyıl sonundaki liberal kapitalist toplumların çoğunda görülen kaygıları uyandırmıştı. Aristoteles bunu şöyle ifade ediyor:

Oligarşi ile demokrasiyi gerçekte birbirinden ayıran şey, zenginliğin mevcut olup olmamasıdır. Buradan hareketle kaçınılmaz olarak şu ortaya çıkar: Sayıları ister az ister çok olsun, zenginliğe sahip insanların egemen olduğu yerde oligarşi vardır; yoksullar egemen olduğunda da demokrasi vardır. Fakat (…) gerçek hayatta ilkinin sayısı az, ikincisinin sayısı çoktur. Refah içinde olan insanların sayısı azdır, fakat bunlar aynı özgürlükleri paylaşırlar ("The Politics", Penguin Books, 1992, s. 192).

Gerçekten de doğru demiş adam. Şimdi reklamlara – ööhh – teze geçeyim:

1960 yılının 1 Şubat’ında, Kuzey Carolina’daki Greensboro kasabasında, sadece siyahların gittiği Carolina A-T College’dan dört öğrenci bir kafeye yemek yemeye gittiler. Burası Woolworth’s adlı mağazalar zincirinin bir şubesiydi. Kafede tüm ırklardan insanlara hizmet verilmesine rağmen restoran kısmı sadece beyazlara açıktı. Öğrenciler yemek siparişi vermeye çalıştıklarında reddedildiler ve kendilerinden kafeyi terk etmeleri istendi. Bunun üzerine onlar da tezgâhın başından ayrılmayı reddederek oturma eylemi yaptılar.

Bu olay bunu takip edecek olan bir dizi oturma eyleminin ilkini oluşturuyordu. Ertesi günü kafenin restoran kısmında eylem yapan 19 öğrenci vardı, üçüncü gün bu sayı 300’e çıktı; dördüncü gün 1000 kişi vardı. Bir hafta sonra eylemlerin sayısı dokuz eyaletteki 15 şehirde toplam 54’e çıkmıştı. Sonunda temmuz ayına gelindiğinde Greensboro’daki Woolworth’s’ün restoran kısmı siyahlara da açılmıştı, fakat kafe 200.000 dolar kaybetmiş ve tahminî satışları %20 oranında gerilemişti.

Eylemleri esnasında bela çıkarmakla suçlanan gençler aslında liberal hakların basit bir savunusunu yapıyorlardı. Mülkiyetin karşısına metayı çıkarıyor, piyasanın ideolojisine uyulmasını istiyorlardı: “Kim olursa olsun, bedelini ödedikten sonra herkesin istediği malı satın almaya hakkı vardır.” Aynı şeyi Milton Friedman şöyle ifade ediyor:

"Ekmek satın alan hiç kimse, bunu oluşturan buğdayın bir komünist ya da cumhuriyetçi, bir meşrutiyetçi ya da bir faşist, zenci ya da beyaz tarafından yetiştirilip yetiştirilmediğini bilmez. Bu da, kişisel olmayan piyasanın ekonomik etkinlikleri siyasal görüşlerden nasıl ayırdığını ve insanları ekonomik etkinliklerinde, üretimleriyle ilgili olmayan nedenlerle – bu nedenler görünüşleriyle ya da renkleriyle ilişkili olsa bile – ayırıma uğramaktan nasıl koruduğunu göstermektedir."

Eylemler bir yandan da liberalizmin bir boyutunun (kişi hakları) diğer bir boyutu (mülkiyet hakları) karşısında öncelik taşıdığını ilan ediyorlardı. Liberalizmin bu ilk boyutu, yalnızca mülkiyet hakları üzerine temellenmiş ve mülkiyete dayalı bir özgürlük anlayışına odaklanmış liberal geleneğin istenmeyen bir sonucuydu ve mülkiyet hakları ile çelişiyordu. Bu çelişki liberal cumhuriyetçiliğin doğduğu andan bu yana sürekli olarak hissedilmişti. 19. yüzyıldaki liberal düşünürlerin çoğu kişi hakları ile mülkiyet haklarının genişlemesinde bir uyum görememişler, kamusal açıdan eşitliğe ve iktisadî açıdan eşitsizliğe dayalı bir toplumda istikrarı sağlamada sorunlar ile karşılaşılacağını düşünmüşlerdi. Alexis de Tocqueville bunu şu şekilde ifade ediyordu:

"Eşitlik, hizmetçiden ve efendiden yeni insanlar yaratıp, aralarında yeni bağlar kurar. (…) Öyleyse efendi emir verme, hizmetçi de itaat etme hakkını nereden bulur? (…) Sözleşme kurallarına göre, biri hizmetçi, diğeri de efendidir; bunun ötesinde her ikisi de yurttaştırlar. (…) Hizmetçiler kendilerine emir veren insanı kendi haklarını haksız yere gaspeden biri olarak görme eğilimindedirler."

Eğitimsiz kitlelerin elinde demokrasinin bir mediokrasiye dönüşeceğinden korkan Mill bile şunları yazıyordu:

"(…) ilerleme ruhu ile dolu bir hükümdar belirli bir amaca ulaşmaya yarayan her türlü aracı kullanmakta yetki sahibidir; aksi durumda bu amaca ulaşılamayabilir. Despotizm, amacın onların ıslah edilmesi olmak koşuluyla, barbarlar ile başa çıkmak için meşru bir yönetim biçimidir ve bu amacın fiilen gerçekleştirilmesi kullanılan araçları haklı kılar. İlke olarak özgürlük, insanlığın özgür ve eşit tartışmalar vasıtasıyla ilerleyebileceği duruma ulaşmasından önceki koşullarda hiçbir biçimde uygulanma imkânına sahip değildir. O zamana değin, bulabilecek kadar talihli olmaları durumunda, insanlık için bir Ekber’e ya da Şarlman’a kesin bir itaatten başka bir yol yoktur."

Bunun öncesinde, 17. yüzyılda İngiltere’de Oliver Cromwell eşit kanunî haklar konusunda radikal bir anlayışı savunan düzleyici hareket (Levellers) ile mücadele etmek zorunda kalmıştı. Düzleyici general Thomas Raisborough 1647’de şöyle diyordu: “Bence İngiltere’de, en yoksul insanın da en zengin insan kadar yaşama hakkı vardır; bu yüzden … bir yönetime bağlı olarak yaşayacak her insan, bu yönetimin altına girmeyi önce kendisi onaylamalıdır.” Buna karşılık Cromwell’in generallerinden Henry Ireton, “Krallıkla daha önce sürekli olarak ilgilenmemiş hiç kimsenin krallık işlerinin idaresinden pay almaya hakkı yoktur,” diyordu. Düzleyicilerin haklar konusundaki radikal anlayışları da Ireton’a şunları söyletiyordu: “Ancak aynı şekilde … bir insanın en doğal hakkının kendisini idare edecek olanları başka bir insanla eşit düzeyde seçme hakkına sahip olmak olduğunu söyleyebilirsiniz. Yararlı gördüğü şeyi yapmak ya da istemek aynı mantıkla kişinin doğal hakkıdır.” Ancak bu kadar genişletilmiş olan haklar bir soruna neden oluyordu. Ireton, “O zaman bana bir sınır gösterin derim, nerede duracaksınız, mülkiyet diye bir şey bırakmayacak mısınız?” diye soruyordu. Albay Rich de mülk sahiplerinin bu endişesini daha açık bir dille ifade ediyordu: “Eğer efendi ile köle eşit seçim hakkına sahip olacaklarsa, o zaman bir yasa çıkarılıp mallarda ve mülklerde de bir eşitlik sağlansın.”

Bu nedenle, liberaller uzunca bir süre boyunca eşit oy hakkı ilkesine karşı çıktılar. Bu karşı çıkışın temelinde toplumdaki mevcut mülkiyet rejimini güvence altına alma kaygısı yatmaktaydı. Zira eşit oy hakkının toplumdaki mülklü sınıfların yanında mülksüz sınıflara da tanınması mevcut rejimi temelinden sarsma tehlikesi taşıyordu. Bu düşünürlerin anlayışa göre, mevcut mülkiyet rejiminin yıkılmaması, demokrasinin ancak mülklüler arasında geçerli olması durumunda mümkündü. Böylece oy kullanma hakkı bir yüzyıl boyunca mülk sahipleri veya vergi veren kesimler ile sınırlandırıldı. Bu sınırlandırmanın ilk biçimi John Locke’un fikirlerinden hareketle oluşturulan Lockecu düzenleme idi.

Lockecu düzenlemeye göre, toplumsal uyum, siyasî katılımın mülk sahipleri ve onların üst sınıflar içindeki müttefikleriyle sınırlı tutulması sayesinde sağlanmaktadır. 19. yüzyıldaki liberaller oy kullanma konusunda genellikle Lockecu bir nitelik taşıyan üç kısıtlamayı kabul ediyorlardı: (a) Oy kullanma hakkını servet sahibi olmaya ya da vergi ödemeye bağlayan regime censitaire; (b) Oy kullanma hakkını okuma-yazma bilme ve temel eğitim görme temelinde kısıtlayan regime capacitaire; (c) Siyasî katılımı asgarî büyüklükte ya da kiralık meskenlerde oturan aile reisleriyle sınırlayan hane sorumluluğu taşıma kriteri. Bu kısıtlamalar arasında üzerinde en fazla durulanı mülkiyete bağlı olanlardı. Buna göre, toplumda işleri yürütmenin en uygun biçimi, bu işleri mülkiyet ve yatırım gibi “gerçek dayanaklara” sahip bağımsız kişilere bırakmak idi. Lockecu düzenleme bu şekilde, servet sahiplerinin mülklerini tehdit etme potansiyeli en güçlü olan gruba – işçilere – oy kullanma hakkı tanımayarak, temsilî yönetimi piyasa ekonomisi ile uzlaştırıyordu. Bununla birlikte, 20. yüzyılda toplumsal mücadeleler sonucunda oy kullanma hakkının yaygınlaşması, mülkiyet rejiminin değişmesinden kaygı duyanları yeni yollar aramaya itti. Nitekim Lockecu düzenleme 1920’lere gelindiğinde Avrupa’da fiilen ortadan kalkmıştı.

Kişi hakları ile mülkiyet hakları arasındaki çatışmadan kaynaklanan toplumsal istikrarsızlığı önlemede tutulan bir diğer yol, mülksüz kesimlerin ortak bir siyasî program ile ortaya çıkmalarını önlemek amacıyla yurttaşlar arasındaki çıkar heterojenliğini desteklemeye dayanan Madisoncu düzenleme idi. Buna göre, toplumda çok sayıda temel ve enlemesine ayrılık bulunduğu müddetçe, liberal bir demokratik ortamda dahi mülk sahibi azınlığın mülksüz çoğunluktan korunması mümkün olabilirdi. Bu düzenleme biçimi, oy hakkının kapsamının genişlemesinin ayrıcalıklı olanlara yöneltebileceği tehdidi önlemek için, önde gelen üretici sınıfların (çiftçiler, ücretli işçiler ve zanaatkârlar) heterojen nitelikli iktisadî ve toplumsal durumuna, bazı grupların (siyahlar ve kadınlar gibi) stratejik biçimde dışlanmasına ve etnik köken, din ve bölge temelindeki düşmanlıklara dayanıyordu.

Ben şahsen oy kullanma hakkını kısıtlayan Lockecu düzenlemeye sıcak bakıyorum. Tabii bizim memlekette kısıtlama hususunda daha farklı bir kıstas uygulanabilir.

II

Yukarıdakileri yazarken okuduğum kitaplardan biri de Karl Popper’in “Yüzyılın Dersi” adlı kitabıydı (Plato Film Yayınları, Çev. Ceyhan Aksoy, 2006. İngilizcesi de burada.) Popper kitapta demokrasi hakkında hoşuma giden bazı şeyler söylüyor ve çoban meselesi ile dolaylı yoldan ilgili bazı “demokratik” şeylere değiniyor.

Peki ama bu seçilmiş hükümetin bir hata yapmayacağından, veya daha da kötüsü, bir suç işlemeyeceğinden nasıl emin olabiliyoruz? Halk ne biliyor?

Aradan bir süre geçtikten sonra bir hükümeti veya politikayı yargılamayı başarabilir, belki de onları ve yaptıklarını onayladığımız için aynı hükümeti bir kez daha seçebiliriz. Belki hükümeti, yaptıklarını onaylamadan önce de yeniden seçebiliriz. Ama o zaman hiçbir şey bilmiyor oluruz, hiçbir şey bilemeyiz, hükümet hakkında hiçbir bilgimiz olmaz. Tabii, onlara duyduğumuz güveni kötüye kullanıp kullanmayacaklarından da emin olamayız.

Thucydides’e göre, Perikles bu görüşünü çok basit bir şekilde “Bir politika belirleme veya bunu uygulama yeteneğine içimizden birkaç kişi sahip olsa bile, hepimiz bunu yargılayabilecek yetenekteyiz,” diyerek özetlemiştir [Perikles’in ünlü konuşmasının linki burada]. Bana sorarsanız işin temelinde bu kısa ve öz formül yatıyor. Bu ifadenin halk iktidarı kavramını ve hatta halk inisiyatifini bile hesaba katmadığına dikkatinizi çekerim. Her ikisinin de yerini halk tarafından yargılanma görüşü alıyor.

Perikles (ya da belki de Thucydides – muhtemelen her ikisi de aynı görüştedir) başka türlü bir zorluk olmadığı hâlde, halkın neden kendi kendini yönetemeyeceğini burada özlü bir şekilde açıklıyor. Fikirler – özellikle de yeni fikirler – sonradan başkaları tarafından geliştirilip açıklık kazansalar bile, sadece bireyler tarafından gerçekleştirilen bir çabanın ürünü olabilirler. İnsanlar ise ancak bu fikirlerin sonuçlarına ilişkin tecrübeye sahip oldukları zaman, bu fikirlerin iyi ya da kötü olduğuna karar verebilirler. Bu tür değerlendirmeler ve evet-hayır kararları, daha geniş bir seçmen kitlesi tarafından da dile getirilmelidir.

Bu nedenle “halk inisiyatifi” şeklindeki bir ifade hem yanıltıcı hem de propaganda amaçlıdır. Bu, genellikle birkaç kişinin inisiyatifindedir ve eleştirel bir değerlendirme yapılabilmesi için en iyi şekliyle halka sunulmuştur. O hâlde, bu tür durumlarda önerilen önlemlerin, bunları değerlendiren seçmen kitlesinin yeterlilik sınırları dışında olup olmadığını bilmek önem kazanmaktadır.
(s. 94-5)

Devletin gücünü kötüye kullanmasına engel olmak için özgürlüğe ihtiyacımız olduğu gibi, özgürlüğün kötüye kullanılmasına engel olmak için de devlete ihtiyacımız vardır. Bunun kuramsal yasalarla asla çözümlenemeyecek bir sorun olduğu çok açık. Bu sorunun çözülebilmesi için bir anayasa mahkemesine, ama her şeyden çok, iyi niyete ihtiyaç var.

Bunun tam olarak çözülmesi imkânsız bir sorun olduğunu, ya da daha açık konuşmak gerekirse, sadece (tüm gücün devlete ait olması prensibini ahlâkî nedenlerle reddettiğimiz) bir dikta rejiminde tam olarak çözülebileceğini kabul etmek zorundayız. Kısmî çözümlerle ve uzlaşmalarla yetinmek zorundayız; özgürlüğe olan tutkumuzun, onun kötüye kullanılmasından kaynaklanan sorunlara karşı gözlerimizi körleştirmesine izin vermemeliyiz.
(s. 96-7)

Bana kalırsa siyasî partilerin çoğalması çok kötü bir şey. Tabii, seçimlerdeki nispî temsil de öyle. Partilerin bölünmesi, kimsenin halk önünde sorumluluğu kabullenmediği koalisyon hükümetlerine neden olur. Kimse sorumluluğu üstlenmez, çünkü bu tür hükümetler tarafından alınan kararlar bir uzlaşmadan öteye gidemez. (…) Eğer parti sayısı az olursa çoğunluk hükümetlerinin kurulması daha da kolaylaşır. Sorumluluklar da herkesin kolayca görebileceği kadar açık ve net olur. (s. 115)

Ama halk egemenliği teorisine yönelik en büyük itiraz, belki de bunun mantıksız bir ideolojiyi, bir hurafeyi desteklediği iddiasıdır. Bu da halkın (veya halk çoğunluğunun) hatalı olamayacağı ya da adaletsiz davranamayacağı şeklindeki bir görüş, baskıcı ve göreceli bir hurafeden başka bir şey değildir. bu ideoloji ahlâk dışıdır ve reddedilmelidir. Thucydides’den beri biliyoruz ki, Atina demokrasisi (ki bu yönetim tarzına birçok açıdan hayranlık duyuyorum) suç sayılabilecek bazı kararlar da almıştır. Bir kent-devlet olan Melos adasına saldırmış (evet, belki önceden haber vererek) bütün erkekleri öldürmüş, bütün kadın ve çocukları da büyük köle pazarlarında satmıştır. Atina demokrasisinin gücü buna yetiyordu.

Ve Weimar Cumhuriyeti’nin serbest seçimde göreve gelen Alman Parlamentosu, Yetki Yasası’nın sağladığı anayasal kurallar sayesinde Hitler’i diktatör yapmayı başarmıştır. Her ne kadar Hitler Almanya’da yapılan bir serbest seçimi kazanmışsa da, Avusturya’nın ilhakını zorladıktan sonra bu ülkede büyük bir seçim zaferi kazanmıştır.

Hepimiz hata yapmaya meyilliyiz; o hâlde bir ülkenin halkının veya herhangi bir insan topluluğunun da hata yapabileceğini kabul etmeliyiz. Eğer bir halkın kendi hükümetini görevden alabilmesi gerektiği görüşünü destekliyorsam, bunu sadece diktatörlükten korunmanın daha iyi bir yolunu bilmediğim için yapıyorum. Demokrasiyi bir halk mahkemesi olarak yorumlasak bile – ki ben böyle düşünüyorum – hiç hata yapılmayacağını söylemek mümkün değildir.
(s. 116)

III

Diyeceğim, bu tür meselelerde hemen karara varmamalıyız. Her kafadan bir ses çıkıyor. Öte yandan kullandığımız siyasî kavramlar gerçekte neye işaret ediyor, hangi anlamları taşıyor, eksikleri ve kusurları nelerdir, işte bunları bilmek gerekiyor. Nitekim demokrasi yeri geldiğinde en kötü yönetim biçimi de olabilir.

Bir örnek vereyim. Herkese eşit oy hakkı vermek kişi haklarının kapsamına girer. İnsanların özel mülk edinmeye haklarının olması ve bu mülkün korunması da mülkiyet haklarına girer. Diyelim ki, komünist bir parti bizim dağdaki çobanları ve toplumun diğer kesimlerini bir şekilde ikna ederek oylarını topladı ve seçimlerde tek başına iktidara geldi. Eh, komünist olduğuna göre yapacağı ilk iş üretim araçlarını devletleştirmek olacaktır. Bunun için de Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi anlı şanlı iş adamlarımızın fabrikalarına ve tesislerine, hatta küçük üreticinin birtakım araçlarına el koyacaktır.

Peki işbaşındaki komünist partinin böyle davranması meşru mudur? Aslında kişi hakları açısından bakarsak meşrudur, çünkü seçimle iş başına gelmiştir. Meşruluğunu ve hâliyle gücünü ona oy veren çoğunluktan almaktadır. Ama mülkiyet hakları açısından baktığımızda, partinin yaptıkları kabul edilecek türden şeyler değillerdir. Halbuki bu iki hak da liberal demokrasinin vazgeçilmez unsurlarındandır, ama bu örnekte iki hakkın kullanımı birbiriyle çelişiyor. O yüzden yukarıda verdiğim örneğe hiçbir liberal gak-guk edemeden cevap veremez. İşte en yukarıda bahsettiğim düzenleme biçimleri liberallerin bu çelişmeyi aşmak için uyguladıkları düzenlerdir. Ama son 30-35 yılda, özellikle azgelişmiş ülkelerde bu çelişmeyi aşmak için liberaller diktatörleri desteklediler. Bunun en güzel örneği de Şili’dir.

Şimdi, verdiğim örnekteki komünist partinin yerine bir başka partiyi, mesela faşist bir partiyi koyun. Hatta daha güzeli, İslâmcı bir partiyi koyun. Ülkenin durumu sizce ne olur? Ben İslâmcı partiyi koydum, resmen Türkiye çıktı ayol! E, o zaman demokrasi iyi bir şey mi şimdi?

Wednesday, March 12, 2008


HANGİSİ ÖNCE GELİR: KANIT MI, İNANÇ MI?

Tez ile ilgilendiğimden bu aralar pek sık yazamadım. Evde oturup makale ve kitap okumak, sonra da bunlardan bir şeyler derleyip yazmak bir süre sonra hem sıkıcı hâle geliyor hem de kilo aldırıyor. Can sıkıntısını gidermek için internete giriyorum. Arada ilginç şeyler çıktığı oluyor. İşte bunlardan birine evvelki gün rastladım.

I

Bilim Araştırma Vakfı’nı (BAV) biliyor musunuz? Hani şu Adnan Hoca lakabıyla bilinen Adnan Oktar var ya, işte onun başında olduğu vakıf. BAV’ın ismini tam manasıyla ilk kez haklarında yapılan seks haberleri esnasında duymuştum. Bunlar günah olduğu gerekçesiyle normal seks yerine oral ve anal seks yapıyorlardı. Hatta ne olur ne olmaz diye de seks sırasında bir de gözcü bulunduruyorlardı. Seks yaptıkları kadınların bazılarını “motor” diye adlandırıyorlardı. Şurada bunlarla ilgili bir yazı buldum. Burada da bunların ağına düşenlerle ilgili iki yazı var.

BAV’dan bahsetmemin nedeni internette gezinirken tesadüf eseri Mustafa Akyol ile ilgili bir yazıya denk gelmem. Arada sırada Akyol’u ve onun savunduğu Akıllı Tasarım’ı (AT) burada yazıyorum. Gördüğüm yazı da bunun hakkında idi. 2005 yılında Amerika’da Kansas eyaletinde Akıllı Tasarım’ın okullarda okutulması ile ilgili bir dava görülmüş ve Akyol da tanık olarak çağırılmış. Yazıya göre Akyol BAV’ın sözcülüğünü yapıyormuş. Yazı beş sayfa uzunluğunda, linkten okuyabilirsiniz, ama ilginç gördüğüm yerleri burada aktarmadan geçemeyeceğim:

Turkey is a secular country that aspires to join the European Union and boasts several institutions of higher learning on a par with good Western universities. But beginning in 1998, BAV spearheaded an effort to attack Turkish academics who taught Darwinian theory. Professors there say they were harassed and threatened, and some of them were slandered in fliers that labeled them “Maoists” for teaching evolution. In 1999, six of the professors won a civil court case against BAV for defamation and were awarded $4,000 each.

But seven years after BAV’s offensive began, says Istanbul University forensics professor Umit Sayin (one of the slandered faculty members), the battle is over.

“There is no fight against the creationists now. They have won the war,” Sayin tells the Pitch from his home in Istanbul. “In 1998, I was able to motivate six members of the Turkish Academy of Sciences to speak out against the creationist movement. Today, it’s impossible to motivate anyone. They’re afraid they’ll be attacked by the radical Islamists and the BAV.”

Sayin is well aware of Mustafa Akyol, whom he identifies as one of BAV’s many volunteers. (Akyol himself has described his role for the group as that of a spokesman.) The organization’s source of funding and internal structure are well-guarded secrets, Sayin says. The Turkish government, he adds, refuses to take an interest, tacitly encouraging the ongoing effort against scientists.

“It’s hopeless here,” Sayin says. “I’ve been fighting with these guys for six years, and it’s come to nothing.” As a result of the BAV campaign and other efforts to denounce evolution, he adds, most members of Turkey’s parliament today not only discount evolution but consider it a hoax. “Now creationism is in [high school] biology books,” Sayin says. “Evolution is presented [by BAV] as a conspiracy of the Jewish and American imperialists to promote new world order and fascist motives … and the majority of the people believe it.”

The secret to BAV’s success is the huge popularity of the Harun Yahya books, says a professor closer to home, Truman State University physicist Taner Edis, who was born in Turkey. “They’re fairly lavishly produced, on good-quality paper with full-color illustrations all over the place,” he says. “They’re trying to compete with any sort of science publication you can find in the Western world. And in a place like Turkey, Yahya books look considerably better-published than most scientific publications.”

The books are slick, but BAV has had plenty of help. Sayin says that creationism in Turkey got key support in the 1980s and 1990s from American creationist organizations, and Edis points out that BAV’s Yahya books resemble the same sorts of works put out by California’s Institute for Creation Research. Except in Yahya’s books, it’s Allah that’s doing the creating.

In 2001, Science magazine called BAV “one of the world’s strongest anti-evolution movements outside of North America,” and Edis tells the Pitch that Yahya books are gaining popularity in other parts of the world, including London (which is increasingly becoming a global center for Islamic publishing) and Indonesia.

(…)

"It's perfectly bizarre, in that Akyol really has nothing to contribute in terms of substance to the whole thing," Edis says. "I think it's fairly blatantly obvious the only reason he's coming in is to present the case that this isn't just a Christian thing."

"It's stupid," Sayin adds. "Akyol's not a scientist at all. He's just an activist."

But imagine the pride that Akyol must feel. (We wanted to ask him about it directly, but Akyol didn't answer our e-mail.) After getting a leg up from American creationists, BAV sparked a revolution in its own country and is now so successful that it's been asked to send an emissary to return the favor.

II

Bunları okuduktan sonra Akyol’un mahkemede neler söylediğini merak ettim ve internetten mahkemenin oturum tutanaklarına ulaşmayı başardım. Akyol ifadesinin hemen başında şunları söylüyor:

In all the years I attended debates on national TV, I have given seminars in many universities in the United Kingdom, in Turkey, about these issues, and I believe Intelligent Design theory is a scientifically valid understanding of origins.

Çok daha ileride, soru cevap kısmında da şöyle diyor:

Q. Do you have a belief in the general principle of common descent, which is that all life is biologically related back to the beginning of life? Do you agree with that statement?

A. I agree with limited common descent, but I don't believe in universal common descent because I don't see any scientific evidence for it, compelling evidence.

Q. Do you accept that human beings are related by common descent to prehominid ancestors, yes or no?

A. I'm skeptical about it because I don't see any compelling evidence that there's a lineage between prehominids and humans.

Q. You've mentioned ID theory. Would you please tell us precisely what ID theory is?

A. Intelligent Design theory is a scientific theory which argues that life on earth can be explained as a result of natural laws, chance, and intelligence. So it's a theory which argues that intelligence can be detected in nature and, yes, it is being detected. So - and it's also a theory which disagrees with Neo-Darwinian theory, which argues that life on earth is the product of chance and laws.

Bunları okuyunca oldukça şaşırdım, çünkü Akyol Akıllı Tasarım teorisinin hayatın kökenlerini bilimsel açıdan geçerli bir şekilde kavradığına inanıyormuş, bu teori bilimsel bir teori imiş; ayrıca kendisi evrensel açıdan ortak bir atadan türemeye herhangi bir bilimsel kanıt olmadığı için inanmıyormuş. Şimdi, bunları okuyan biri Akyol’un AT’yi bilimsel olduğu için savunduğunu ve Darwin’in teorisine bilimsel nedenler yüzünden karşı çıktığını düşünebilir (bu arada dikkatinizi çekerim, Akyol AT için “teori” diyor). Iyi de, şunları söyleyen de yine Akyol değil miydi?

Kuşkusuz vahiy mutlak doğrudur; bilim gibi beşeri bilgi kaynakları ise eksik, kusurlu ve değişkendir.

Burada apaçık bir çelişki yok mu? Akyol burada bilimi vahyin önüne mi geçiriyor? Asla! İkisini eşit mi tutuyor? Hiç zannetmiyorum. Yoksa vahyi bilimin önüne mi geçiriyor? Tabii ki! Acaba Akyol bunları Amerika’daki mahkemede yanlışlıkla ağzından kaçırsa ne olurdu? Nitekim oradaki Akıllı Tasarım yandaşları bazı şeyleri Türkiye’de olduğu gibi açık açık söyleyemiyorlar, yoksa Akıllı Tasarım’ı mahkemelerde savunmaları imkânsız hâle gelecek.

Aslında Akyol yazısında bu cümlesi ile gerçekte ne düşündüğünü ağzından kaçırıvermiş. O yüzden oldukça tehlikeli bir cümle bu. Zira Akyol’un Akıllı Tasarım’ı bilimsel olduğu gerekçesiyle savunmaya kalkıştığı bir yerde aleyhine kullanılabilir. Gerçi hatasını farkedince iki defa düzeltmeye çalıştı, ama yazı yayınlandı bir kere.

Akyol neden Akıllı Tasarım’ı savunduğunu da şu şekilde açıklamış:

When I was a child, I loved watching documentaries in Turkish TV about nature, about animals, about plants. And actually, these were American or European made films which involved education, and I loved watching them. And I had a great grandfather that I loved, and he was a pious Muslim, and he said to me one day, "Well, watch these films. They're good, they're beautiful, but be careful. These films always talk about the wonders of nature. They never talk about who made those wonders. They never talk about the Creator of nature." So that was a message that I found important.

And my grandfather - they don't like - and I asked my grandfather, "Why don't they talk about the Creator of those wonders in nature?" And he said, "Well, the westerners are people who are blind to the reality that there is a God. They are completely materialistic related to issues like that. Be careful about it." And I was - I said, "Here's a point that I should be careful about."

But later on in the 1970's, I just, you know, by reading and writing and searching the Internet, I discovered that there are some people in the west, especially in the United States, some scientists who don't have that approach, who don't have that materialist bias my grandfather told me about, but who are objectively looking into nature, and they are tracing the evidence of Design, which you cannot see if you have a materialist bias.

Dikkat ederseniz, kendisinin burada öne sürdüğü neden “bilimsel” değil, tamamıyla “dinî”. Materyalizm vurgusu dikkatinizi çekti mi? Batı uygarlığının materyalist olduğu gerekçesi ile reddine dayanan bir açıklama bu. Yani Batı uygarlığı materyalist olduğu için bazı “gerçeklere” gözlerini kapıyormuş, bu da “tasarıma” ilişkin kanıtları takip etmelerini engelliyormuş. Çok dikkat edin, burada bir tasarımın olduğu zaten önceden “varsayılıyor”. Yani Akyol zaten önceden bir tasarımcının olduğunu biliyor ve bunun ardından kanıtları aramaya geçiyor. Yoksa önce kanıtları bulup, ardından tasarımcının varolduğuna ikna oluyor değil.

İleride aynı ters mantığa ilişkin örnekler devam ediyor:

(…) in my childhood, I remember that one of the most popular TV series in the 1980's was The Little House on the Prairie [bizim “Küçük Ev” olarak izlediğimiz dizi]. Muslim culture with families all loved it, and they said, "Oh, look at these American values, and they're so noble values," and they just admired it. And now times have changed. Now they see MTV, they see Hollywood, and I mean that's, of course, materialism in a cultural sense, in terms of hedonism and just caring about profit and don't have any ethical values.

(…)

I mean, materialism could be very bad, but it could be scientifically true. Then you should have to come through with it. You could say, "Well, if it is a fact, maybe we can adopt several of our beliefs." Well, that's not the case. It doesn't have any scientific evidence. I mean, you have listened to experts here in the last few days. I mean, look at the old fossil record, the Cambrian explosion, the irreducible complexity in the cell. It is clear that blind chance and natural law cannot create complexity of life. It's very evident.

(…)

(…) But what we should care about is not the opinions of scientists, but the scientific evidence on the ground, because scientists, yes, sometimes become misled.

If you were just a century ago - living a century ago, you would find that most of the major established scientific institutions, most prestigious scientists, would be believing that some races are inferior. Racism was very much popular at the turn of the century. And also you can find eugenics was preached among scientists. So scientific opinion might be shifted because scientists are people, scientists are humans, and they're affected by the cultural trends in society, so they might go along. And what we have had to do is just to follow the evidence, not what necessarily a group of scientists claim.

Sürekli bilime vurgu yapan Akyol kanıtları takip etmemiz gerektiğini söylüyor. Ama hangi kanıtları? Gerçekleri gösteren bilimsel kanıtları mı, yoksa akıllı bir tasarımcının olduğunu gösteren (ve Akyol’un bize konuşmasında açıklama “inceliğini” göstermediği) kanıtları mı? Kendisinin burayı muğlak bıraktığına dikkat edin. Ben olsaydım sürekli bilimden bahseden Akyol’a şöyle sorardım: “Bilimin verileri vahyin dedikleri ile çeliştiğinde hangisini tercih edersiniz?”

III

Ne yazık ki Kansas’ta bilim değil, dinî gericilik kazandı. Akyol sitesinde bununla ilgili iki yazı yazmış. Son yazıda bu “zaferi” sevinçle ilan ederken şöyle diyor:

Ve bu sadece bir başlangıç ... Kansas'ı başka eyaletler ve ülkeler izleyecek ...

Temenni mi, yoksa tehdit mi?

İlgilisine, burada Dawkins’in 2006 yılında televizyonda yayınlanan iki bölümlük “The Root of All Evil?” adlı belgeselinin linklerini veriyorum. Her bölüm beş parça hâlinde youtube’da bulunuyor:

İlk bölüm “The God Delusion”: 123 45

İkinci bölüm “The Virus of Faith”: 1234 5

Ayrıca önde gelen dört ateist yazar Christopher Hitchens, Sam Harris, Richard Dawkins ve Daniel Dennett’ın 2007 yılında yaptıkları ve iki saat süren "The Four Horsemen" adlı tartışmalarının linklerini de veriyorum:

123 4 56789 10 11 12

Ya da daha kısa olarak: 1 - 2

Daha önce gene Akyol ve bu mesele ile ilgili yazdığım bir yazının linkini de vereyim.

Akyol ve Adnan Hoca gibileri ile uğraşan Da Vinci’nin linki ise zaten yanda bulunuyor.

Zorbalığın ve kötülüğün çoğunlukla karşılık görmeksizin ve durmaksızın kendisini hissettirdiği bir çağda yaşıyoruz. Her ikisinin de salt ahlâksal cehaletin ötesinde olduğunu, bireyi aşan ve amaçları olan bir bütünlük olduğunu görüyoruz. Ancak, İngiliz muhafazakâr yazar Edmund Burke’ün kendisine atfedilen bir sözle dediği gibi: “Kötülüğün zaferi için gerekli olan tek şey, iyi insanların hiçbir şey yapmamasıdır.”

* * *

Ek: Da Vinci'nin yazdığı yorumu ilgilenenler için buraya taşıyorum:

Ufak bir ekleme yapmak istiyorum. Mayıs 2005'de değişen Kansas eğitim standartları Şubat 2007'de tekrar değişti ve Akyol'un zafer çığlıklarına neden olan herşey ortadan kalktı.

Ayrıca Akyol'un umudettiği gibi yeni eyaletler ve ülkeler bu yoldan devam etmedi. Hatta tam tersine Dover'daki meşhur davada AT sert bir tokat yeni. Meşru bilimsel platformda kendini kanıtlamadan direk okullara girerek öğrencilerin aklını bulandırmaya çalışmanın bedeli ağır oldu. Olması gereken bilimsel prosedürleri kısa devre ederek okullara girmeye çalışmak gibi aptalca bir strateji izlemek onlara pahalıya patladı ve AT, yaratılışçılığın farklı bir adlandırması olarak damgalanmış oldu.

Son olarak Sam Harris’in katıldığı bir tartışmanın videosu ile bitirelim. Bakın, görüşlerini hararetle savunan bir hahamı Harris nasıl da makaraya alıyor: