Friday, July 13, 2007


OSMANLI’DA İŞKENCE VE CEZA

Eskiden sıkça Radikal gazetesi alırdım. Pazar günleri verdiği ilavesinde ilginç yazılar çıkardı. Hem gazeteden hem de ilavesinden bazı yazıları kesip saklardım. Ancak ilavedeki yazılar giderek sıkıcı olmaya başlayınca, gazeteyi sadece cuma günleri kitap eki için almaya başladım. İşte, o sıkça aldığım dönemlerde sakladığım yazılardan biri de, ecdadımız Osmanlı’daki işkence ve cezalar üzerine Avni Özgürel’in “Geçmiş Zaman Olur ki … ” adlı köşesinde yayınladığı kısa bir yazısıydı (“Osmanlı’da Cezalandırma”, 15 Aralık 2002). Bize derslerde bunlar öğretilmediği için yazını önemli bir kısmını buraya aktarayım dedim:

Genelde suçlar hafif ve ağır olmak üzere iki kategoride değerlendirilir. Hafif suçlara azar, kırbaç; ağır suçlara ağza taş doldurma, güneş altında bağlı bırakma, gözlere mil çekme, kızgın demirle dağlama, yırtıcı kuşlara parçalatma, ateşte yakma, fillerin ayağı altında ezdirme ya da bedenini parçalar ayırma türünden cezalar verilirdi.

Yönetici sınıftan kişilerin kanının toprağa değmesi “saygısızlık” olarak kabul edildiği için, onlar hakkında verilen cezalar genellikle halıya sarılarak at sürüsünün ayaklarının altına atılmak suretiyle infaz edilirdi. Ama dünden bugüne yöntemleri değişmiş olsa da, varlığını koruyan tek şey işkence oldu. Sarayda Baltacılar bölüğüne dahil cellatlar zümresi sadece ölüm cezalarının infazıyla değil, işkence tatbikiyle de yükümlüydü. Bu amaçla kullanılan kerpeten, şiş benzeri aletler, şifre adı verilen ve deri yüzmede kullanılan jilet keskinliğindeki özel bıçaklar Tophane Sarayı depolarında mevcut. İşkence, itiraf almak, bilgilenmek amacı dışında, hakkında “işkence edilerek idam” kararı verilen hükümlüler için infazın da bir parçasıydı.

İslâm hukukunda eziyetin yasaklanmış olması, esas olarak hürriyeti bağlayıcı ceza yerine bireylerin birbirlerine karşı işledikleri suçlarda ödeşme diyebileceğimiz kısas ve diyetin benimsenmiş olması; kamusal nitelikteki suçlarda ise değnekle dövme, el kesme, recm [taşlama] ve ölüm cezalarının tatbiki işkenceyi ortadan kaldırmadı. Kısa ya da diyet haklı kişinin talebine bağlı olarak mal ve parayla karşılanabildiği gibi – Osmanlı’da buna kanlılık deniliyordu – suçlunun bir uzvunun kesilmesi şeklinde de uygulandı.

İmparatorluk asırları boyunca suç niteliğindeki değişimlere uyum “tazir suçlarına” verilen cezalarda görüldü. Burada, önceden mahiyeti belirlenmemiş suçlara, tamamen kadıların takdirine bağlı olarak, önceden tespit edilmemiş her türlü ceza verilebiliyordu. Bir kişinin affedilmesi ya da şeyhülislam fetvasıyla idamı mümkündü. Topluluk karşısında suçunu itiraf ve bir daha yapmayacağına dair yemin ettirme, kulak çekme, teşhir, mirastan yoksun bırakma, azarlama türünden cezalar sıkça uygulanıyordu. Tarih, nadir de olsa, suçluyu mağaraya kapatıp içine duman basarak öldürme, çuvala koyup denize atma, topun namlusuna sokup mermi gibi atma cezalarının da uygulandığını kaydediyor. Bu cezaların bir kısmının sadece imparatorluğun Avrupa kıtasındaki topraklarında, özellikle de Bosna’da uygulandığını kaydetmek gerek.

Siyasî suç yüklenen kişilere işkence de yapılsa, boğdurulsa da, bu olay saray duvarlarının ardında kalırken, günümüzde İstanbul Valiliği’nin tam karşısında, bir dönem jandarmaya ait olan bina âdi suçlarda “işkencehane” olarak kullanıldı.

“Tomruk Dairesi resmiyette “emniyet müdürlüğü”, yani çavuşbaşılığa bağlı (sonradan Deavi Nezareti oldu, yani Adliye Bakanlığı) nezarethaneye verilen addı. Suçlular buraya getirildiklerinde, ayakları üzerine çeşitli boylarda sekiz-on delik açılmış tomruklardan, baldır uzunluğuna uyan birinin içine sokulur ve kilitlenirdi. Dairede, baş dışarıda kalmak üzere, vücudun bütünüyle içine sokulduğu tomruklar da vardı.

Tomruk Dairesi kapatıldığında, resmi binaların bahçe kapılarının arkasına dayanak olarak konulan tomruklar üç-dört metre uzunluğunda, 50 cm çapında kütüklerdi. Suçlular itirafta bulunmaları hâlinde konuldukları cendereden kurtulabilir, aksi hâlde ölünceye kadar tomruğa tıkılı kalırlardı. İtirafçılar zindana gönderilirdi. Subaşılığa bağlı zindanlar, o dönemde asesbaşılık denilen gardiyan teşkilatı tarafından muhafaza edilirdi. Tomruk cezası eskiden beri uygulandığı hâlde, Tomruk Ağalığı’nın Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra ihdas edildiği biliniyor. Muhzır Ağalılığı denilen kurum 1825’te resmen Tomruk Ağalığı adını aldı.

İşkence merkezinde tek yöntemin “tomruğa kilitlemek” olduğu söylenemez elbette. Bu dairede işkencenin her türlüsünün yapıldığı su götürmez. Özellikle sanık sayısı fazlalaştığında, “tomruk boşaltma” amacıyla işkencelerin yoğunlaşıp şiddetlendiğine şüphe yoktu. Tomruk Ağası’nın yardımcılarına bağlı olarak yapılan işkencenin türüne göre görevlendirilmiş kişiler vardı. Genelde “solaklar” falakacı, “kapı kahyaları” tomruk muhafızıydılar.

Aslında şu cezaların bir kısmını günümüzde de kullansak kötü mü olur? Hoş, bizim emniyet müdürlüklerinde, özellikle göz altına alınanlarda ve sorgulamalarda kullanılan dede yadigarı birtakım yöntemler vardır. Ama gizli saklı yapılmaktan çıkartılıp yasal hâle getirilirse memleketin daha fazla hayrına olması ihtimali vardır diyorum.

Uygulanacak kişilerin arasında kimler olurdu acaba? Mesela her türlü yolsuzluğa bulaşmış maliye bakanı Unakıtan, yüce divandan kurtulan Mesut Yılmaz falan? Çin’de rüşvet alanları idam ediyorlar. Biz de benzeri bir şey yapsak kötü mü olur? Hem halkın anlayacağı tarz bir ceza olur. Ne varsa ecdatta var vallahi.

No comments: