Thursday, July 05, 2007


YAKUP KADRİ’NİN ANKARA’SI – NEREYE GELDİK, NEREYE GİDİYORUZ?

Kütüphaneyi karıştırırken elime Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Ankara” adlı romanı geçti (İstanbul: İletişim Yayınları, 8. baskı, 1999). Üç dönemin Ankara’sına ilişkin bir roman bu: Birinci bölümde Sakarya Savaşı öncesi (1922), ikinci bölümde Cumhuriyet’in ilanını izleyen yıllar (1926) ve üçüncü bölümde Cumhuriyet sonrasının 14. ve 20. yılları (1937-1943) anlatılıyor. İşte bu son bölümde anlatılan Ankara ve Türkiye, Yakup Kadri’nin deyişiyle “yazarın o vakitler hayal ettiği Ankara ve Türkiye’dir.”

Bu açıdan hüzünlü bir roman “Ankara”, çünkü Yakup Kadri’nin bir ütopyasını anlatıyor. Roman ilk olarak 1934 yılında yayınlanmış. 30 yıl sonra, kitabı üçüncü baskı için gözden geçirirken, Yakup Kadri ilk sayfaya şöyle bir not koymaktan kendini alamamış:

Otuz yıl önce yazdığım bu romanı üçüncü baskıya vermek üzere gözden geçirirken, bir düş görüyor gibi oldum ve bana öyle geldi ki, burada hikâye ettiğim devri bir somnabül hâli içinde geçip gitmişim.

Fakat bu hâlim çok sürmüyor; uyanıyorum ve kendimi toparlayarak etrafıma bakıyorum, o devirden bu yana ne kalmış diye. Kitabın birinci bölümünde belirtmeye çalıştığım Millî Mücadele ruhundan hemen hiçbir iz bulamıyorum.

Ya son bölümde hayalini kurduğum Türkiye’nin gerçekleşmesine doğru bir gelişme olmuş mudur? Ben, o zamanlar, bir gün gelip öleceğini aklımdan bile geçirmediğim Atatürk’ün öncülüğü ve rehberliğiyle bu ideal Türkiye’ye yirmi yıl içinde varacağımızı umuyordum. Şimdi, o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl daha geçmiş bulunuyor. Fakat, biz, sosyal, kültürel ve ekonomik devrim şartları bakımından, hâlâ romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yaptığım Ankara’nın içinde tepinip durmaktayız. (s. 17)

Romanın ikinci bölümünde anlatılan Ankara, zaferden sonraki, Yakup Kadri’nin ifadesiyle “çoğu arsa spekülasyonlarıyla, komisyonculukla, müteahhitlikle ve yahut birtakım yüksek sinekürlerle birdenbire en geniş maişet seviyesine varmış insanlardan mürekkep bir muhit” olan, devrimin yozlaşmış Ankara’sıdır. Halbuki üçünü bölümde hayalini kurduğu Ankara’yı anlatırken neler yazmış Yakup Kadri. Tarih 29 Ekim 1942:

Neşet Sabit’le Selma Hanımın, Işıklar caddesinin hemen başında katıldıkları kafile, olsa olsa bin kişiden ibaretti. Bu kafile, Hâkimiyeti Milliye meydanına gelince, üç bine çıktı. Gazi Bulvarı’nın ortalarına doğru beş bin oldu. Çankaya’ya varınca, artık, bütün tepeyi bir engin orman gibi kaplayarak hep olduğu yerde sağdan sola, soldan sağa dalgalanmaya başladı.

Hava oldukça serin, hattâ eni konu ayaza çevirmiş olmakla beraber, bütün bu binlerce insanın vücudundan çıkan bir acayip hararet her yana bir ilkbahar ılıklığı veriyor gibiydi. Bundan başka, bütün vücutlar birbirine o kadar yapışmış, bütün soluklar birbirine o kadar karışmıştı ki, her fert ruhça olduğu gibi, bedence de bütün şahsî duygularından sıyrılmış ve on bin kişi bir adam, bir adam on bin kişi olmuştu.” (s. 235)

Birden, yığında öne doğru bir kımıldanış, bir hamle oldu. Binlerce insan, hep bir ağızdan:

“Gazi, Gazi, Gazi ... ” diye haykırdı.

Sarayın, göz kamaştırıcı bir ışıkla gündüz gibi aydınlamış taraçasına, yanında beş on arkadaşıyla Gazi’nin çıktığı görülüyordu. Gerçi, buna görülmek demek biraz mübalâğalı idi. Zira, bu kadar uzaktan, onu ancak şevk ve coşkunluktan bütün melekeleri yüz misline çıkmış böyle bir halkın bakışı seçebilirdi.

Derken havada bir ses duyuldu:

“Bayramınız kutlu olsun.”

Bu, Gazi’nin mikrofondan akseden sesiydi. Yığın, hep bir ağızdan cevap verdi:

“Senin bayramın kutlu olsun. Senin bayramın … ”

Gazi, şimdi, yanındaki arkadaşlarıyla beraber, taraçanın tâ ön planına kadar ilerlemişti. Durdu. Uzun bir müddet dalgaları evinin eşiklerini yalayan bu insan denizini seyretti. Sonra, ağızda duran birine eğilip sordu:

“Paşam, acaba kaç bin kişi var dersiniz?

Mikrofonlar bu sözü de etrafa büyüterek yaydılar.

“Ön safta üç-dört bin kişi var zannederim. Fakat, arkadan muttasıl geliyor, muttasıl geliyor … (s. 237-8)

Ne yazık ki, daha Atatürk sağken devrim yozlaşmaya başlamıştı. Devrimin yozlaşması konusunda Niyazi Berkes şunları yazıyor:

Kemalizmin talihsizliği, devrimciliğin, henüz geri yapısı değişmemiş bir topluma daha ileri bir uygarlığın gerektirdiği kafa yapısını yazı, kıyafet, takvim, kanun gibi araç ya da sonuç niteliğinde olan şeyler yoluyla yerleştirme olarak anlaşılması, arkadan gelen kuşaklara da böyle tanıtılması oldu. Atatürk’ün asıl başardığı iş, toplumsal değişmelerin yapılması için gerekli olan yeni bir yönü ve ortamı açması olmuştur. Bu yöne dönüldükten sonra toplumsal değişmeleri gerçekleştirecek reformlar düşünürler, iktisatçılar ve halkın Meclise yolladığı temsilcilerce plan ve kanunlarla başlatılacaktı. Halbuki bunların bir haylisi çok geçmeden “inkılâplar bitti” konusu üzerinde ciddî ciddî tartışmaya bile başladılar. Gerçek ulusal bağımsızlığı perçinleyecek, ulusal çağdaşlaşmayı gerçekleştirecek ekonomik kalkınma işi, bu kişilerin düşünüş geleneğinin etkisiyle, ya duygulara seslenen bir ulusçuluk idealizmi ya da sınırsız bir batıcılık rasyonalizmi içinde gidip gelen bir “fikriyat” ortamı altında, hükümetin bileceği bir tedbirler işi olarak görülmeye başladı. (“Türk Düşününde Batı Sorunu”, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1975, s. 93)

İşte, Yakup Kadri’nin o hayalini kurduğu Ankara’da, Atatürk’ün topladığı o mecliste, bugün Cumhuriyet ve özgürlük düşmanı yobazlar oturuyor. Camilerdeki cahil insanlara vaaz verip onları kandırmaktan başka bir meziyeti olmayan birtakım mahalle kabadayıları, magandalar, yanar dönerler, içten pazarlıklılar, hatta ruh hastası tipler o mecliste başbakanlık ve bakanlık yapıyor.

Memleketin hâlini ise Emre Kongar’dan aktarayım:

Aslında türban dahil, günümüzde toplumumuza egemen gözüken tüm bunalımlar, Türkiye’nin çağdaş bir sınıflı toplum yapısına henüz tam anlamıyla kavuşamamış olmasından kaynaklanıyor.

Demokrasi ve insan hakları sorununun temelinde de, yağma kültürünün hukuk devletini kemirip yok etmesinin gerisinde de, bugünlerde gündeme egemen olan çeteler ve tarikatlar sorununun altında da, Türkiye’nin, çağdaş toplumsal ve ekonomik gelişmesini henüz insanlık ailesinin ileri toplumları düzeyinde gerçekleştirememiş olması yatmaktadır.

Bir başka biçimde söylemek gerekirse, Türkiye, henüz ne aydınlanma ve sanayi devrimlerinin ürettiği sermaye sınıfının, ne de bu sınıfın gelişmesi ile ortaya çıkıp, güçlenen işçi sınıfının oluşmasını bütünüyle tamamlayabilmiştir.

Bu sınıflar tam anlamıyla gelişmediği için de, bunları ürettiği, ulus devlet, sanayi ve kent toplumu, laiklik, halk egemenliği, demokrasi, hukuk devleti, fiziksel planlama gibi kurum ve kavramlar, maddi temelleri sağlam biçimde oluşmamış, bu yüzden de sadece zihinsel düzeyde, ideolojik planda tartışılan çatışma alanları hâline gelmektedir. (“Yamyamlara Oy Yok!”, İstanbul: Remzi Kitabevi, 3. basım, 1998, s. 69-70)

Kongar’ın bu saptamasına tamamıyla katılıyorum. Kongar kitapta, Taha Akyol ile yaptıkları bir tartışmaya ilişkin yazılarına da yer vermiş. Kendisi Akyol’a bir soru soruyor, ancak Akyol bu soruya Kongar’ın deyişiyle “ne yazık ki cevap vermiyor.” Akyol’un cevap vermekten kaçtığı soru şöyle:

“Toplumdaki çoğunluk, üstelik de din gibi, ya da milliyetçilik gibi mukaddes değerler adına demokrasiden vazgeçmek isterse, buna kim karşı koyacak?”

Kongar kendi sorusunu şöyle cevaplıyor:

Demokratik toplumlarda, çoğunluğun baskısına karşı güvence, hukuksal olarak Anayasa ve yasalar, sosyolojik güç olarak ise sermaye ve işçi sınıfları ile bunların uzantısı olan sivil toplum örgütleri, meslek kuruluşları ve demokrasiden yana tavır koyan tüm kişi ve gruplardır.

“Çağdaş sınıflar ve onların sivil toplum uzantıları gelişip güçlenerek siyasal partilere ve rejime sahip çıkmadığı sürece, demokrasinin güvencesi sorunu, beceriksiz ve çıkarcı politikacıların elinde oyuncak olmaya ve her türlü müdahaleye açık olmaya mahkûm gözükmektedir. (s. 121-2)

İşte, Türkiye’nin bugünkü toplumsal yapısı bu “sahip çıkma” için yeterli niteliğe sahip değildir. Zira halkın çok büyük bir bölümünün zihinsel gelişme seviyesi – toplumdaki yetersiz maddî koşullar nedeniyle – hâlâ sanayi öncesi toplumunun her türlü ilkel düşünme biçimini barındıran bir hâldedir. Böyle insanlara birtakım demokratik haklar tanımak ülkenin yararına değil, ancak felaketine neden olur.

Taha Akyol’un sevdiği yazar İdris Küçükömer’den bir alıntı yapayım. Küçükömer de İsmet İnönü’nün Ulus gazetesinde yayınlanan hatıralarından aktarıyor (gazetenin tarihi 17 Mayıs 1968):

(…) İkinci İnönü Savaşları sırasında Bursa’dan geriye doğru göçen ve içinde subay ve ailelerinin de bulunduğu bir kafileye rastlanır. İ. İnönü şöyle diyor hatıratında:

“Kafileyi durdurdum. Subayları bir kenara topladım. İçinde bulunduğumuz vaziyeti bilesiniz. Bundan başka, subay olarak da yerinizi bilmelisiniz. Padişah düşmanınızdır. Yedi düvel düşmanınızdır. Bana bakın, dedim. Kimse işitmesin, millet düşmanınızdır.” (“Düzenin Yabancılaşması”, İstanbul: Ant Yayınları, 1969, s. 100)

Oldukça sert bir ifade, değil mi? Ama bugün içinde bulunduğumuz durum neredeyse budur. Yukarıda Kongar’ın bahsettiği sınıflar ve sivil toplum kuruluşları Türkiye’nin gelişmesi için gerekli olan modern nitelikleri toplumda korumakta zorlanıyorlar, çünkü daha en başta bunlara sahip çıkması gereken halkın büyük bir bölümü bu işe karşı tamamıyla duyarsız davranıyor. Bunun nedeni de, az önce dediğim gibi, içinde yaşadıkları koşullar nedeniyle düşünce düzeylerinin bu kurumların gerekliliğini anlayacak aşamaya erişememiş olması.

O zaman oy kullanma hakkı vermek ve seçim yapmak, ne dereceye kadar işimize yarayacaktır? Önümüzdeki seçimlerin sonuçlarından kendi adınıza ve gelecek adına ne kadar umutlusunuz?

4 comments:

Anonymous said...

Ben buradayım. Oradayım. Buralarda, oralarda biryerdeyim! Amerika'dan iki yakın arkadaşım da katılacak bir hafta sonra. Benimle bir gün turist gezdirmeye ne dersin?

www.elifsavas.com/blog

Bijou said...

Ankara bana diyalektık dusunceyi animsatti simdi. tez sentez ve antitez. ayni zamanda diyalektik dusunce her seyin bir sonu vardir der. yukselisin sonu gerileme mısali ankara orneginde. hoş gerilemenin de bir sonu olmalı...

yakup kadri en sevdigim yazarladandir. hukum gecesini israrla tavsiye ederim.

bliyaal said...

Özge, bak, Gaykedi Cumhuriyet gazetesinin reklamlarını göndermiş. Kanallar yayınlamıyormuş bunları:

http://www.internethaber.com/news_detail.php?id=92964&uniq_id=1184369017

bliyaal said...

Elif; Valla teklifine olur derim. Bana ulaşmak için mail adresimi kullanabilirsin:

bliyaal@googlemail.com

Bijou; Aslında önce aklıma Yaban geldi, ama hem Ankara’nın durumunu hem de Yakup Kadri’nin hayallerini düşününce Ankara romanını yazayım dedim.