LUPANAR
Yukarıdaki resimler sizce nerede ve ne zaman çekilmiştir? Ben ilk resmi gördüğümde, kızların saçlarından ve giyimlerinden hareketle 50’li yıllarda Amerika’da üniversiteye giden gençlere ait olduğunu düşünmüştüm. Resmin altındaki yazıyı okuyunca şaşırdım, çünkü İstanbul’daki Amerikan Koleji’ne (Boğaziçi Üniversitesi) ait 1957 tarihli bir resimmiş. İkinci resmi tahmin etmek ise Türkçe yazılar sayesinde daha kolaydı. O da 1958 yılında Beyoğlu’nda çekilmiş. İlk resimdeki kızların şıklığına dikkat ettiniz mi? Belki Türkçe yazılar olmasaydı ikinci resmi Amerika’da 40’ların sonunda çekilmiş zannedebilirdim.
Peki, resimlerin yer ve tarihlerine ilişkin bu şaşkınlığım nereden kaynaklanıyor? Şüphesiz, bugün bin defa tartışıp da bir yere varamadığımız şu kılık-kıyafet ve başörtüsü meselelerinden. İyi de, 50’lerde Türkiye’de bugünkü gibi başörtülü kızlar yok muydu? Varsa neredeydiler? Ya Beyoğlu’na ait resim? Bugün Taksim’in hâline bakın bir. O bezdirici karmaşa ve insan topluluğu dışında ne var? Hele hafta sonları? Sırf dışarı çıkmış olmak için oraya gelen bir sürü insan Meydan ve Tünel arasında bir aşağı bir yukarı amaçsızca yürüyüp duruyor. Hoş, arada ben de Taksim’e gidiyorum, arkadaşlarla oturuyorum, ama kimi zaman kalabalığın bezdirdiği de olmuyor değil.
I
Kızların olduğu ilk resim, geçen gün Radikal gazetesinde Türker Alkan’ın “First Lady’nin Adı Yok” adlı yazısını okurken aklıma geldi. Alkan yazısında İran Cumhurbaşkanı Ahmedicenad’ın karısından bahsediyor ve şöyle diyor:
Ahmedinecad’ın eşi kara çarşafa bürünmüş, gözlük takmış, bir burnu, bir de ağzı gözüküyor. Karanlık içinde yitip gitmiş gibi bir hali var. Ve bayan Ahmedinecad’ın ne kızlık soyadı biliniyor, ne ilk adı, ne de yaşı! Sanki böyle bir insan yaşamamış ve yaşamıyormuş gibi!
Gerçi bizim memleketimizin cumhurbaşkanının ve başbakanının “First” ve “Second” Lady’leri o hâlde değiller, ama onlara oy veren çoğu kişinin karısının o hâlde olduğuna eminim. Zaten öyle olmasaydı büyük ihtimalle bunlara oy da vermezlerdi. Ben eskiden bu kadar çok kara çarşaflı kadın gördüğümü hatırlamıyorum. Bunu söylemenin ayrımcılık yapmakla bir ilgisi var mı? Hayır. Ancak o çarşaflı kadınların bizlerinkinden çok farklı bir yaşam tarzını temsil ettikleri de bir gerçek. Bakın, çok önceleri başka bir yazımda kullandığım bir kitapta, “Türkiye’deki Kadın Hakları” başlığı altında ne yazılmış (Richard Lewinshon, “Cinsi Âdetler Tarihi”, Varlık Yayınları, 1966 – Amazon’da İngilizce baskısını bulamadım maalesef):
Bin yıllık dinî evlilik hukukunun kalkmasıyla eski rejimin dış belirtileri de değişmiştir. Erkekler fes giymeyecekler, kadınlar peçe takmayacaklardı. Yüksek sınıf Türk hanımlarının kullandığı yaşmak, doğrusu erkeğin şehvetine karşı pek cılız bir zırhtı. Venedik maskesinin gizlediği yerleri, gözlerle burnun üst yarısını açık bırakıyordu. Üstelik öyle ince kumaştandı ki, kadının her bir çizgisi meydandaydı. Bununla birlikte, yirmi yıl süreyle Abdülhamit devrinde kadının sokakta yabancı erkeklere ağzını göstermesi iyi karşılanmamıştır. Kadınların peçe takmaması kanunu da kolay ve çabuk olmuştur. Bu bir izin değildi, boyun eğilmesi gereken bir kanundu; yoksa cezaya uğranırdı. 1926 yazında artık hiçbir Türk şehrinde peçeli kadın görülmez olmuştu. Ancak taşra bölgelerinde kadınlar, alışkanlık yüzünden, erkeğin yaklaştığını görünce yüzlerini mendille örterlerdi.
(…) Yeni Türkiye’ye bırakılmış olan alanda aşağı yukarı 14 milyon kişi yaşıyordu; dışta ise eski âdetlere ve eski evlilik hukukuna iyiden iyiye bağlı 250 milyon müslüman vardı. Suriye’de, Irak’ta ve Mısır’da hiçbir müslüman kadın kendini peçesiz teşhir edemezdi. İran’da kadınlar kalın siyah örtülere bürünürlerdi – tıpkı alt dünyanın gölgeleri gibi. Bununla birlikte, Türkiye’nin verdiği örnek bu memleketlere de geçti. Birbiri ardına bu memleketler, kadınların örtünmesini zorunlu kılan ortaçağ geleneğinden kurtuldular. Öteki rejimlerde bu, Mustafa Kemal’in rejimi gibi kökten olmadı. Yönetici sınıfların ve yargıçların hanımları peçeyi attılar; dekolte elbiseler içinde halkın içine çıkmaya ve eğlenmek üzere Avrupa’ya gitmeye başladılar. Halktan olan kadınlar ilkin bu davranış karşısında hayret içinde kaldılar; fakat zamanla onlar da gelirleri müsaade ettiği nispette kendilerini onlara uydurmaya, elbiselerini batılılaştırmaya başladılar.
Özellikle Mısır’da, spor hareketleri ve kadınların askere alınması gelenekten kopmayı keskinleştirdi. Genç müslüman kızlar caddelerde şortlar içinde resmî geçit yapıyorlardı. Erkekler alışmıştı buna, artık kadının çıplak baldırını görmek cinsel bir kışkırtma konusu olmuyordu. Doğu’nun cinsî bakımdan aşırı derecede kışkırtılmaya hazır olmasının, değişen zamana karşı koyamayan, sırf bir alışkanlık işi olduğu meydana çıktı. Elli yıl içinde erkekleri batılılaştı.
Eskiden kalma birtakım kalıntılar ister istemez yaşadı. Bugün dahi müslüman kadınların çoğu iktisadî bakımdan erkeklere bağlıdır. Sırf bu, erkeklerin kadına karşı zayıflıklarıyla biraz yumuşayan, cinsî bir mertebenin kurulmasına yetmektedir. Çok karılı evlilikler hâlâ Kuzey Afrika’da ve Arabistan’da yaşamaktadır, ama Ortadoğu memleketlerinden kalkmaktadır. Bu bakımdan da, Mustafa Kemal’in başardığı sadece ulusal değil, aynı zamanda uluslararası bir devrim de olmuştur. (s. 229-330).
Yazının bazı yerlerindeki ifadeler ne kadar iyimser, değil mi? Hele son cümledeki “devrim” ifadesi. Oysa o devrimin kazanımlarını daha ileri götürecek yerde, mevcut durumunu muhafaza etmeye, daha doğrusu eldekini yitirmemeye çalışıyoruz. Ne yazık ki, bugün olup bitenler sadece bir gerilemeye tekabül ediyor.
II
Yukarıdaki alıntıda İslâm ülkelerinden de bahsediliyor. Öyle olunca aklıma Kahire geldi. 30 sene kadar önce Batı tarzı bir şehir iken ve “Ortadoğu’nun Paris’i” olarak adlandırılırken, şimdi tam manasıyla “İslâmi” olmuş – ya da tipik bir Ortadoğu şehri hâline gelmiş. Yazık.
Burada ara sıra kitaplarından alıntı yaptığım sosyolog Niyazi Berkes 1965 sonlarında bazı Arap ülkelerine üç aylık bir gezi yapmış ve gördüklerini “İslâmlık, Ulusçuluk, Sosyalizm” (Bilgi Yayınevi, 2. basım, 1975 – baskısı yok maalesef) adlı bir kitapta anlatmış. 1965 Ekim’inde Kahire’ye gittiğinde kendisini bir tiyatroda piyes izlemeye götürmüşler. Berkes “Avant-Garde Tiyatro” başlığı altında şunları yazmış:
Tiyatro salonuna girdiğimizde perdesiz çok geniş bir sahne ile karşılaştık. Karşıda kalabalık bir koro. Sağ yanda aklar, sol yanda karalar giyinmiş iki oyuncu grubu. Korodakiler oyunun gerekli yerlerinde bir ağızdan konuşuyor ya da halk türkülerinden parçalar söylüyorlar. Bazı yerlerde de halk müziği araçları ile oyunlar oynuyorlar. Aklar ilerici güçleri, karalar gerici kuvvetleri temsil ediyor. Konu krallık, feodalizm ve emperyalizm döneminde bir Mısır köyündeki sınıf çatışmaları üzerine: köylüler, muhtar, hoca, toprak ağası ve arkasındaki jandarmaları. Asıl oyun üç kişi üzerine: Köyün genç ve güzel oynak kızı, köy abdalı, değirmen işçisi; savaş, toprak, su, değirmen ve kadın üzerine. Dikkatimi çeken şey, sarıklı hocanın karalar grubuna konması. Toprak ağası şık, bastonlu, fesli bir Osmanlı efendisine benzeyen bir genç. Siyah üniforma, siyah fes ve pala bıyıklarıyla jandarmalar fevkalâde. Köy abdalı halk hikmetini temsil ediyor. Fakat köy kızını oynayan genç oyuncu harika bir güzellikte. Profesyonel Mısır dansözlerini gölgede bırakacak şehvanî bir kıvraklıkla oynuyor. Çok alkış topladı. Oyundan sonra da bana bir fotoğrafı hediye edildi. Değirmen işçisi nihayet halkın önderi oluyor; direnmesi ile zafere ulaşıyor. Yazar belli ki tarih yapmıyor, temsilî bir şey yapıyor.
Bu kadar kör kör parmağım bir ideolojik propaganda oyunu göreceğimi anlayınca umutsuzluğa kapıldım. Mutlaka berbat, gülünç bir şey olacaktı. Bugüne değin Arapça bir piyes de görmemiştim. Kim bilir ne kadar sıkıcı olacak diye düşünüyordum. Âdeta geldiğime pişman oldum.
Oyun bittiğinde ise hayatımda az duyduğum bir sanat zevki içindeydim. (…) Oyuncular mükemmel oynuyorlardı ve Arapça sahnede çok güçlü bir dildi. Hiç yadırgamadım. Gülünç ve zayıf bir yan bulamadım. Oyunun bir kusuru uzun ve ayrıntılı olmasıydı. Bunu da dışarıda tanıştırıldığımız zaman yazara söyledim. Haklı buldu ve kısaltmalar yapacağını söyledi.
Yazara, eserinin bana, kısa bir süre önce İstanbul’da gördüğüm “Ayak Bacak Fabrikası”nı hatırlattığını söyledim. Sermet Çağan’ın eserinin bir kopyasını yollayacağımı vaat ettim, çok ilgilendi. Holde, çevremde halka olan Mustafa Behçet Bedevî, Mahmut Emin, eserin yazarı, Ahmed Salih Abbas ve Mısır’ın daha birçok ilerici aydın ve yazarı, Türkiye’de de bu ayarda ve janrda oyunlar yazıldığını ve oynandığını söylediğimde, hem ilgilendiler hem de memnun oldular; tabiî oldukça da hayret ettiler. Mısır’da Türkiye’nin hâlâ Menderes Türkiye’si olduğu kanısı egemen. Bu çevrelerin tanıdığı ve sevdiği Türkiye, Atatürk Türkiye’sidir. (s. 129-130)
Bugün Türkiye’de belirli bir kesim sürekli olarak Menderes’i ve onun dönemindeki Türkiye’yi övüyor, o dönemde Türkiye’ye demokrasi geldiğini söylüyor, Atatürk dönemine ise sövüyor. Oysa Berkes’in anlattıklarına göre, 43 sene önce Mısır’daki aydınların kafasında Menderes Türkiye’si hiç de hoş bir yere sahip değilmiş. Nereden nereye!
III
Zamanında eski Roma’da büyük genelev mahalleleri varmış. Bunların en ünlüsü Pompei’deki "Subura" adlı bir kenar mahallesi imiş. Bu mahalledeki çoğu basit, görünüşleri hiç de çekici olmayan genelevlere “lupanar” deniliyormuş. Latince’de “lupa” kelimesi “dişi kurt” ve “lupanar” da “dişi kurdun ini” anlamına geliyor. Geneleve “lupanar” denmesinin nedeni, kadınların müşteri çağırmak için geceleri kurt gibi ulumalarından kaynaklanıyor. Aslında bizde de böyle yerler var: uluyan kadınların yerine laikliğe ve Atatürk’e söven hacı-hocalar, malum inlerin yerine de ışık evleri, yurtlar gibi yerler var. Ha, bunların müşterileri derseniz, o da bizim fakir ve cahil Türk halkı oluyor.
Yukarıdaki resimler sizce nerede ve ne zaman çekilmiştir? Ben ilk resmi gördüğümde, kızların saçlarından ve giyimlerinden hareketle 50’li yıllarda Amerika’da üniversiteye giden gençlere ait olduğunu düşünmüştüm. Resmin altındaki yazıyı okuyunca şaşırdım, çünkü İstanbul’daki Amerikan Koleji’ne (Boğaziçi Üniversitesi) ait 1957 tarihli bir resimmiş. İkinci resmi tahmin etmek ise Türkçe yazılar sayesinde daha kolaydı. O da 1958 yılında Beyoğlu’nda çekilmiş. İlk resimdeki kızların şıklığına dikkat ettiniz mi? Belki Türkçe yazılar olmasaydı ikinci resmi Amerika’da 40’ların sonunda çekilmiş zannedebilirdim.
Peki, resimlerin yer ve tarihlerine ilişkin bu şaşkınlığım nereden kaynaklanıyor? Şüphesiz, bugün bin defa tartışıp da bir yere varamadığımız şu kılık-kıyafet ve başörtüsü meselelerinden. İyi de, 50’lerde Türkiye’de bugünkü gibi başörtülü kızlar yok muydu? Varsa neredeydiler? Ya Beyoğlu’na ait resim? Bugün Taksim’in hâline bakın bir. O bezdirici karmaşa ve insan topluluğu dışında ne var? Hele hafta sonları? Sırf dışarı çıkmış olmak için oraya gelen bir sürü insan Meydan ve Tünel arasında bir aşağı bir yukarı amaçsızca yürüyüp duruyor. Hoş, arada ben de Taksim’e gidiyorum, arkadaşlarla oturuyorum, ama kimi zaman kalabalığın bezdirdiği de olmuyor değil.
I
Kızların olduğu ilk resim, geçen gün Radikal gazetesinde Türker Alkan’ın “First Lady’nin Adı Yok” adlı yazısını okurken aklıma geldi. Alkan yazısında İran Cumhurbaşkanı Ahmedicenad’ın karısından bahsediyor ve şöyle diyor:
Ahmedinecad’ın eşi kara çarşafa bürünmüş, gözlük takmış, bir burnu, bir de ağzı gözüküyor. Karanlık içinde yitip gitmiş gibi bir hali var. Ve bayan Ahmedinecad’ın ne kızlık soyadı biliniyor, ne ilk adı, ne de yaşı! Sanki böyle bir insan yaşamamış ve yaşamıyormuş gibi!
Gerçi bizim memleketimizin cumhurbaşkanının ve başbakanının “First” ve “Second” Lady’leri o hâlde değiller, ama onlara oy veren çoğu kişinin karısının o hâlde olduğuna eminim. Zaten öyle olmasaydı büyük ihtimalle bunlara oy da vermezlerdi. Ben eskiden bu kadar çok kara çarşaflı kadın gördüğümü hatırlamıyorum. Bunu söylemenin ayrımcılık yapmakla bir ilgisi var mı? Hayır. Ancak o çarşaflı kadınların bizlerinkinden çok farklı bir yaşam tarzını temsil ettikleri de bir gerçek. Bakın, çok önceleri başka bir yazımda kullandığım bir kitapta, “Türkiye’deki Kadın Hakları” başlığı altında ne yazılmış (Richard Lewinshon, “Cinsi Âdetler Tarihi”, Varlık Yayınları, 1966 – Amazon’da İngilizce baskısını bulamadım maalesef):
Bin yıllık dinî evlilik hukukunun kalkmasıyla eski rejimin dış belirtileri de değişmiştir. Erkekler fes giymeyecekler, kadınlar peçe takmayacaklardı. Yüksek sınıf Türk hanımlarının kullandığı yaşmak, doğrusu erkeğin şehvetine karşı pek cılız bir zırhtı. Venedik maskesinin gizlediği yerleri, gözlerle burnun üst yarısını açık bırakıyordu. Üstelik öyle ince kumaştandı ki, kadının her bir çizgisi meydandaydı. Bununla birlikte, yirmi yıl süreyle Abdülhamit devrinde kadının sokakta yabancı erkeklere ağzını göstermesi iyi karşılanmamıştır. Kadınların peçe takmaması kanunu da kolay ve çabuk olmuştur. Bu bir izin değildi, boyun eğilmesi gereken bir kanundu; yoksa cezaya uğranırdı. 1926 yazında artık hiçbir Türk şehrinde peçeli kadın görülmez olmuştu. Ancak taşra bölgelerinde kadınlar, alışkanlık yüzünden, erkeğin yaklaştığını görünce yüzlerini mendille örterlerdi.
(…) Yeni Türkiye’ye bırakılmış olan alanda aşağı yukarı 14 milyon kişi yaşıyordu; dışta ise eski âdetlere ve eski evlilik hukukuna iyiden iyiye bağlı 250 milyon müslüman vardı. Suriye’de, Irak’ta ve Mısır’da hiçbir müslüman kadın kendini peçesiz teşhir edemezdi. İran’da kadınlar kalın siyah örtülere bürünürlerdi – tıpkı alt dünyanın gölgeleri gibi. Bununla birlikte, Türkiye’nin verdiği örnek bu memleketlere de geçti. Birbiri ardına bu memleketler, kadınların örtünmesini zorunlu kılan ortaçağ geleneğinden kurtuldular. Öteki rejimlerde bu, Mustafa Kemal’in rejimi gibi kökten olmadı. Yönetici sınıfların ve yargıçların hanımları peçeyi attılar; dekolte elbiseler içinde halkın içine çıkmaya ve eğlenmek üzere Avrupa’ya gitmeye başladılar. Halktan olan kadınlar ilkin bu davranış karşısında hayret içinde kaldılar; fakat zamanla onlar da gelirleri müsaade ettiği nispette kendilerini onlara uydurmaya, elbiselerini batılılaştırmaya başladılar.
Özellikle Mısır’da, spor hareketleri ve kadınların askere alınması gelenekten kopmayı keskinleştirdi. Genç müslüman kızlar caddelerde şortlar içinde resmî geçit yapıyorlardı. Erkekler alışmıştı buna, artık kadının çıplak baldırını görmek cinsel bir kışkırtma konusu olmuyordu. Doğu’nun cinsî bakımdan aşırı derecede kışkırtılmaya hazır olmasının, değişen zamana karşı koyamayan, sırf bir alışkanlık işi olduğu meydana çıktı. Elli yıl içinde erkekleri batılılaştı.
Eskiden kalma birtakım kalıntılar ister istemez yaşadı. Bugün dahi müslüman kadınların çoğu iktisadî bakımdan erkeklere bağlıdır. Sırf bu, erkeklerin kadına karşı zayıflıklarıyla biraz yumuşayan, cinsî bir mertebenin kurulmasına yetmektedir. Çok karılı evlilikler hâlâ Kuzey Afrika’da ve Arabistan’da yaşamaktadır, ama Ortadoğu memleketlerinden kalkmaktadır. Bu bakımdan da, Mustafa Kemal’in başardığı sadece ulusal değil, aynı zamanda uluslararası bir devrim de olmuştur. (s. 229-330).
Yazının bazı yerlerindeki ifadeler ne kadar iyimser, değil mi? Hele son cümledeki “devrim” ifadesi. Oysa o devrimin kazanımlarını daha ileri götürecek yerde, mevcut durumunu muhafaza etmeye, daha doğrusu eldekini yitirmemeye çalışıyoruz. Ne yazık ki, bugün olup bitenler sadece bir gerilemeye tekabül ediyor.
II
Yukarıdaki alıntıda İslâm ülkelerinden de bahsediliyor. Öyle olunca aklıma Kahire geldi. 30 sene kadar önce Batı tarzı bir şehir iken ve “Ortadoğu’nun Paris’i” olarak adlandırılırken, şimdi tam manasıyla “İslâmi” olmuş – ya da tipik bir Ortadoğu şehri hâline gelmiş. Yazık.
Burada ara sıra kitaplarından alıntı yaptığım sosyolog Niyazi Berkes 1965 sonlarında bazı Arap ülkelerine üç aylık bir gezi yapmış ve gördüklerini “İslâmlık, Ulusçuluk, Sosyalizm” (Bilgi Yayınevi, 2. basım, 1975 – baskısı yok maalesef) adlı bir kitapta anlatmış. 1965 Ekim’inde Kahire’ye gittiğinde kendisini bir tiyatroda piyes izlemeye götürmüşler. Berkes “Avant-Garde Tiyatro” başlığı altında şunları yazmış:
Tiyatro salonuna girdiğimizde perdesiz çok geniş bir sahne ile karşılaştık. Karşıda kalabalık bir koro. Sağ yanda aklar, sol yanda karalar giyinmiş iki oyuncu grubu. Korodakiler oyunun gerekli yerlerinde bir ağızdan konuşuyor ya da halk türkülerinden parçalar söylüyorlar. Bazı yerlerde de halk müziği araçları ile oyunlar oynuyorlar. Aklar ilerici güçleri, karalar gerici kuvvetleri temsil ediyor. Konu krallık, feodalizm ve emperyalizm döneminde bir Mısır köyündeki sınıf çatışmaları üzerine: köylüler, muhtar, hoca, toprak ağası ve arkasındaki jandarmaları. Asıl oyun üç kişi üzerine: Köyün genç ve güzel oynak kızı, köy abdalı, değirmen işçisi; savaş, toprak, su, değirmen ve kadın üzerine. Dikkatimi çeken şey, sarıklı hocanın karalar grubuna konması. Toprak ağası şık, bastonlu, fesli bir Osmanlı efendisine benzeyen bir genç. Siyah üniforma, siyah fes ve pala bıyıklarıyla jandarmalar fevkalâde. Köy abdalı halk hikmetini temsil ediyor. Fakat köy kızını oynayan genç oyuncu harika bir güzellikte. Profesyonel Mısır dansözlerini gölgede bırakacak şehvanî bir kıvraklıkla oynuyor. Çok alkış topladı. Oyundan sonra da bana bir fotoğrafı hediye edildi. Değirmen işçisi nihayet halkın önderi oluyor; direnmesi ile zafere ulaşıyor. Yazar belli ki tarih yapmıyor, temsilî bir şey yapıyor.
Bu kadar kör kör parmağım bir ideolojik propaganda oyunu göreceğimi anlayınca umutsuzluğa kapıldım. Mutlaka berbat, gülünç bir şey olacaktı. Bugüne değin Arapça bir piyes de görmemiştim. Kim bilir ne kadar sıkıcı olacak diye düşünüyordum. Âdeta geldiğime pişman oldum.
Oyun bittiğinde ise hayatımda az duyduğum bir sanat zevki içindeydim. (…) Oyuncular mükemmel oynuyorlardı ve Arapça sahnede çok güçlü bir dildi. Hiç yadırgamadım. Gülünç ve zayıf bir yan bulamadım. Oyunun bir kusuru uzun ve ayrıntılı olmasıydı. Bunu da dışarıda tanıştırıldığımız zaman yazara söyledim. Haklı buldu ve kısaltmalar yapacağını söyledi.
Yazara, eserinin bana, kısa bir süre önce İstanbul’da gördüğüm “Ayak Bacak Fabrikası”nı hatırlattığını söyledim. Sermet Çağan’ın eserinin bir kopyasını yollayacağımı vaat ettim, çok ilgilendi. Holde, çevremde halka olan Mustafa Behçet Bedevî, Mahmut Emin, eserin yazarı, Ahmed Salih Abbas ve Mısır’ın daha birçok ilerici aydın ve yazarı, Türkiye’de de bu ayarda ve janrda oyunlar yazıldığını ve oynandığını söylediğimde, hem ilgilendiler hem de memnun oldular; tabiî oldukça da hayret ettiler. Mısır’da Türkiye’nin hâlâ Menderes Türkiye’si olduğu kanısı egemen. Bu çevrelerin tanıdığı ve sevdiği Türkiye, Atatürk Türkiye’sidir. (s. 129-130)
Bugün Türkiye’de belirli bir kesim sürekli olarak Menderes’i ve onun dönemindeki Türkiye’yi övüyor, o dönemde Türkiye’ye demokrasi geldiğini söylüyor, Atatürk dönemine ise sövüyor. Oysa Berkes’in anlattıklarına göre, 43 sene önce Mısır’daki aydınların kafasında Menderes Türkiye’si hiç de hoş bir yere sahip değilmiş. Nereden nereye!
III
Zamanında eski Roma’da büyük genelev mahalleleri varmış. Bunların en ünlüsü Pompei’deki "Subura" adlı bir kenar mahallesi imiş. Bu mahalledeki çoğu basit, görünüşleri hiç de çekici olmayan genelevlere “lupanar” deniliyormuş. Latince’de “lupa” kelimesi “dişi kurt” ve “lupanar” da “dişi kurdun ini” anlamına geliyor. Geneleve “lupanar” denmesinin nedeni, kadınların müşteri çağırmak için geceleri kurt gibi ulumalarından kaynaklanıyor. Aslında bizde de böyle yerler var: uluyan kadınların yerine laikliğe ve Atatürk’e söven hacı-hocalar, malum inlerin yerine de ışık evleri, yurtlar gibi yerler var. Ha, bunların müşterileri derseniz, o da bizim fakir ve cahil Türk halkı oluyor.