DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY “TEKERRÜR”
Geçen gün sıkıntıdan kütüphaneyi karıştırıyordum. Artık baskısı kalmamış ve ancak zar zor sahaflarda bulunabileceğini tahmin ettiğim bazı kitaplara bakıyordum. II. Dünya Savaşı’nda gizlice Almanları tutan İnönü hükümeti döneminde çıkan birtakım kitaplara gözüm ilişti. O dönemde Almanların etkisiyle Türkiye’de milliyetçilik bir hayli revaçtaydı.
Önce Reha Oğuz Türkkan’a ait kitabı çektim ("Türkçülüğe Giriş", İstanbul, 1940). “Yeni Türkçülüğün Prensipleri” başlığı altında Urukçuluk (Irkçılık) maddesi vardı. Bu maddenin iki alt maddesinde yazanları oldukça ilginç buldum:
“c) Türklük sınırları içinde, mümkün olduğu kadar az yabancı kanlı unsur kalması için, bizim uruğumuzdan olmayanları millî sınırlar dışına atmak;
“e) Türk milletinin kanının temizliğini korumak. Bunun için başka urukların kanlarıyla karışmasının önüne geçmek, yabancı unsurlarla – bilhassa Türk geçinen Türk tâbiiyetindeki Müslümanlarla – gün geçtikçe artan evlenmelerin süratle önünü almak, asil ve üstün kanımızı bulandırmaktan, soysuzlaştırmaktan, imhâdan kurtarmak! Böyle yapmazsak, yarınki tek ümidimiz olan Türk kanının dehâ ve üstünlüğünden katiyen bir şey ummayalım, çünkü bozulmuş ve değişmiş olacaktır!
“Uruk hariç evlenmeleri ve bunlardan doğan çocukları katî surette Türk saymamak.” (s. 108-9)
Liberalizm hakkında şunlar yazıyordu:
“Bu ideolojinin rejimi yüzünden Balkan Harbinde rezil olduk. Bu rejim yüzünden Fransa ve eşleri – bilhassa Büyük Harp sonrası devirde – daimî bir hızla felakete doğru sürüklendi ve daima geriledi. Çökeceği gün muhakkak ki pek yakındır.
“Atatürk bunu anladığından, bu çeşit demokrasiyi kabul etmedi. O, milletin mukadderatının muktedir ellere bırakılması ve bunlara geniş salâhiyet verilmesi esasını kabul etti. Esas: Herkesi, alâkası olmadığı işlerde rey sahibi kılmak değil; her Türk’e müsavi fırsatlar vermek ve kabiliyetiyle temayüz edenlere salâhiyet vermektir. Hükümetin yapacağı inkılâplarda mânasız müdahaleleri kabul etmemek, kuvvetli bir devlet tesis etmek ve devletçiliği benimsemek.
“İşte, hakikî demokrasi – disiplinli demokrasi – budur.” (s. 38)
İşin matrak tarafı, yazdığı sonsözde Türkkan şunları söylüyordu:
“Türkçülüğümüze gene ‘Nasyonal Sosyalizm’ diyecek piçler ve soyu bozuklar muhakkak ki çıkacak.” (s. 229)
Daha sonra İsmail Hakkı Baltacıoğlu’na ("Türke Doğru", İkinci Kitap, Yeni Adam, İstanbul, 1943) bir bakayım dedim:
“Başaracaksın, nasıl? Sana aşağılık, gerilik, bitkinlik veren her şeyi yok ederek. Seni senden, onlardan ayırmak isteyen her şeye karşı giderek. Seni sana veren, seni sana inkâr ettiren her şeyi alçak görerek. Daima sen sen kalarak. Sen daima senden olanlara güvenerek. Sen daima vazifeni yaparak. Sen daima çoğalarak.” (s. 19)
Ancak kambersiz düğün olmaz. Bunların arasında en fazla başı çeken kişi ise 40’lı yılların en ünlü Türkçüsü ve ırkçısı Hüseyin Nihal Atsız’dır. Tek tek Atsız’ın eserlerinden alıntı yapmama imkân yok. Dolayısıyla Atsız’ın düşünceleri üzerine açıklayıcı bir makaleden “aydınlatıcı” bazı yerleri aktarmakla yetineceğim. Bu kadarı dahi Atsız’ı anlamaya yeter sanırım. (Güven Bakırezer, “Nihal Atsız’ın Düşüncesi”, Toplumsal Tarih Dergisi, Mayıs 1996, Sayı: 29, s. 25-30)
“ […] Atsız’a göre ‘bütün milletin aynı bir millî-askerî terbiye ile yetişebilmesi için’, orta öğretim, Eğitim Bakanlığı’nın elinden alınarak Erkân-ı Harbiye’ye verilmelidir. Atsız’a göre kadının esas fonksiyonu analık olduğu için ahlâklı yetişmesine önem verilmesi gerekiyor. Özellikle kızların zehirlenmesine engel olmak için sinemaların kapatılmasını, kadın ve erkek plajlarının ayrılmasını öneriyor. Feminizm ‘teranesini’ ise, ‘kadına hakkı olmadan verilen fazla ve büyük değerin neticesi’ olarak koketliğe götürecek bir yol olarak algılıyor. Mini etek giyme hürriyetine karşı çıkıyor. Atsız için hippiler, Beatles fikir buhranının ürünleri, Orhan Veli ise bir zavallı. Serbest cinsel ilişki, homoseksüellik, önlenmesi gereken ahlâksızlıklar.
“Atsız kültürel sorunlara yaklaşırken hümanist ve evrenselci tutumları tümüyle dışlayan bir millî çizgiyi savunuyor. 19. yüzyıl Rus klâsikleri Türkçeye çevrilirse, bunun önce yazara, sonra milletine, en sonra da komünizme karşı bir sevgi yaratacağını, yani sonuçta zararlı bir propaganda olacağını iddia ediyor. Tiyatronun fonksiyonunu millî duygu ve kültürün geliştirilmesi olarak gördüğü için, ‘Schiller, Goethe veya Shakespeare gibi büyük sahne eseri müelliflerinin piyeslerinden Türk milletinin faydası ne olacaktır’ diye soruyor. Cirit, okçuluk, binicilik, kılıç dururken ‘kız oyunu’ olan baleye yönelmeyi tasvip etmiyor. Selçuk ve Osmanlı dururken, Roma’nın, Bizans’ın, Hitit’in eserlerini onarmaya çalışmayı millî şuursuzluk belirtisi olarak, Tarsus’un Hıristiyanlığın kutsal şehri diye onarımını ‘millî bir cinayet ve Anadolu’da Bizans’ı diriltmek’ olarak görüyor. Şehir isimlerinin Türkçeleştirilerek ‘yabanın izini bırakmamak’ gerektiğini ileri sürüyor. Türk çocuklarına Yunan, Roma, Bizans tarihleri yerine Türk tarihinin öğretilmesini istiyor.” (s. 27)
Atsız’ın bir-iki düşüncesi dışında, bütün alıntıladıklarım 40’lı yıllara ait. Acaba yukarıda yazılan fikirlerin bugün hâlâ geçerli olduklarını söyleyebilir miyiz? Zannetmiyorum ki, kimse “hayır” diyebilsin. Üzerlerinden 60 yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen yine aynı şeyler ile uğraşıyoruz. Türkiye’de tarih tekerrür ediyor.
Bir toplum maddî açıdan geliştikçe, toplumu oluşturan insanların düşünce kalıpları değişir. Yaşam tarzları değişen insanlar, yeni maddî koşullara uygun düşünce biçimleri geliştirirler. Maddî açıdan Türkiye 40’lı yıllara nazaran çok ilerledi. Ama hâlâ o dönemin izlerini görüyoruz. Teknik açıdan ilerlemeye rağmen insanlar neden aynı şekilde düşünmeye devam ediyorlar? Gerçi, düşünce biçiminin bu kadar bir süre içerisinde tamamıyla değişmesi elbette ki mümkün değildir. Ancak bu “değişmeme” derecesi gayet yüksek seviyede.
Sanırım bunun nedenlerinden biri Türkiye’deki sanayileşmenin niteliğinden kaynaklanıyor. Bu sanayileşme biçimi Batı’daki gibi bir özellik göstermediğinden ve yapay olduğundan, toplumsal yapının kendisi de gelişmiş bir toplumun özelliklerini göstermekten uzak kaldı. Belirli bir sanayileşme meydana gelmesine rağmen, Türkiye’deki kırsal yapı ortadan kaldırılamadı. Sanayileşmenin kendisi çarpık olduğundan, bunun yarattığı toplum biçimi de çarpık oldu. Ortaya çıkan şey, yarı-kalkınmış, kapitalizm öncesi bir köylü toplumuydu. Gerçi bu yapı hem sanayi toplumunun niteliklerini hem de sanayi öncesi köylü toplumunun niteliklerini barındırıyor. Ancak yapının temelini oluşturan ve onun seyrini belirleyen şey, köylülüğün ya da kırsallığın ta kendisi. Sanayi toplumunun normları dahi kapitalizm öncesi yapının pratiklerinden hareketle yeniden tanımlanıyor.
Türkiye’deki kentleşme ve buna bağlı olarak gecekondulaşma süreci, Batı’da olduğu gibi sanayileşmenin bir sonucu değildir. Bu yüzden, köyden kente göç eden kitleler kentli olamadılar. Kentlerin civarına yerleşen bu insanlar, ne sanayi toplumunun değerlerini tam olarak benimseyebildiler ne de bu türden bir değerler sisteminin yaratılmasına katkıda bulundular. Yapabildikleri tek şey, kırsal alandan getirdikleri değerleri kentli değerler ile birleştirerek yeniden üretmek oldu. Esasında bu yeniden üretilen şey köylülüğün ta kendisiydi. Sonuçta bunlar, ne tam manası ile köylülükten kurtulabildiler ne de kentlileşebildiler. Hem sanayi toplumunun hem de kırsal olanın değerlerini içinde barındıran, fakat sadece kırsal olanın belirleyici olduğu çarpık bir kültür yarattılar. Ben bu kültüre “lümpen kültür”, bu insanlara da “lümpen” adını veriyorum. Türkiye son 50 yılın sonunda bu hâle dönüşmüş bulunuyor. Niye bir türlü modernliğin ya da modern toplumun normlarının bu ülkede yerleşemediğini burada aramak gerekir.
Atsız’ın oğluna olan ibretlik vasiyetnamesi ile bitireyim (Bozkurt Güvenç, “Türk Kimliği”, Ankara: 1994, s. 363):
“4 Mayıs 1941
“Yağmur Oğlum!
“Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigâr olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.
“Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihî düşmanlarımızdır.
“Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.
“Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır.
“Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerdeki düşmanlarımızdır.
“Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.
“Tanrı yardımcın olsun.
“Nihal Atsız”
Geçen gün sıkıntıdan kütüphaneyi karıştırıyordum. Artık baskısı kalmamış ve ancak zar zor sahaflarda bulunabileceğini tahmin ettiğim bazı kitaplara bakıyordum. II. Dünya Savaşı’nda gizlice Almanları tutan İnönü hükümeti döneminde çıkan birtakım kitaplara gözüm ilişti. O dönemde Almanların etkisiyle Türkiye’de milliyetçilik bir hayli revaçtaydı.
Önce Reha Oğuz Türkkan’a ait kitabı çektim ("Türkçülüğe Giriş", İstanbul, 1940). “Yeni Türkçülüğün Prensipleri” başlığı altında Urukçuluk (Irkçılık) maddesi vardı. Bu maddenin iki alt maddesinde yazanları oldukça ilginç buldum:
“c) Türklük sınırları içinde, mümkün olduğu kadar az yabancı kanlı unsur kalması için, bizim uruğumuzdan olmayanları millî sınırlar dışına atmak;
“e) Türk milletinin kanının temizliğini korumak. Bunun için başka urukların kanlarıyla karışmasının önüne geçmek, yabancı unsurlarla – bilhassa Türk geçinen Türk tâbiiyetindeki Müslümanlarla – gün geçtikçe artan evlenmelerin süratle önünü almak, asil ve üstün kanımızı bulandırmaktan, soysuzlaştırmaktan, imhâdan kurtarmak! Böyle yapmazsak, yarınki tek ümidimiz olan Türk kanının dehâ ve üstünlüğünden katiyen bir şey ummayalım, çünkü bozulmuş ve değişmiş olacaktır!
“Uruk hariç evlenmeleri ve bunlardan doğan çocukları katî surette Türk saymamak.” (s. 108-9)
Liberalizm hakkında şunlar yazıyordu:
“Bu ideolojinin rejimi yüzünden Balkan Harbinde rezil olduk. Bu rejim yüzünden Fransa ve eşleri – bilhassa Büyük Harp sonrası devirde – daimî bir hızla felakete doğru sürüklendi ve daima geriledi. Çökeceği gün muhakkak ki pek yakındır.
“Atatürk bunu anladığından, bu çeşit demokrasiyi kabul etmedi. O, milletin mukadderatının muktedir ellere bırakılması ve bunlara geniş salâhiyet verilmesi esasını kabul etti. Esas: Herkesi, alâkası olmadığı işlerde rey sahibi kılmak değil; her Türk’e müsavi fırsatlar vermek ve kabiliyetiyle temayüz edenlere salâhiyet vermektir. Hükümetin yapacağı inkılâplarda mânasız müdahaleleri kabul etmemek, kuvvetli bir devlet tesis etmek ve devletçiliği benimsemek.
“İşte, hakikî demokrasi – disiplinli demokrasi – budur.” (s. 38)
İşin matrak tarafı, yazdığı sonsözde Türkkan şunları söylüyordu:
“Türkçülüğümüze gene ‘Nasyonal Sosyalizm’ diyecek piçler ve soyu bozuklar muhakkak ki çıkacak.” (s. 229)
Daha sonra İsmail Hakkı Baltacıoğlu’na ("Türke Doğru", İkinci Kitap, Yeni Adam, İstanbul, 1943) bir bakayım dedim:
“Başaracaksın, nasıl? Sana aşağılık, gerilik, bitkinlik veren her şeyi yok ederek. Seni senden, onlardan ayırmak isteyen her şeye karşı giderek. Seni sana veren, seni sana inkâr ettiren her şeyi alçak görerek. Daima sen sen kalarak. Sen daima senden olanlara güvenerek. Sen daima vazifeni yaparak. Sen daima çoğalarak.” (s. 19)
Ancak kambersiz düğün olmaz. Bunların arasında en fazla başı çeken kişi ise 40’lı yılların en ünlü Türkçüsü ve ırkçısı Hüseyin Nihal Atsız’dır. Tek tek Atsız’ın eserlerinden alıntı yapmama imkân yok. Dolayısıyla Atsız’ın düşünceleri üzerine açıklayıcı bir makaleden “aydınlatıcı” bazı yerleri aktarmakla yetineceğim. Bu kadarı dahi Atsız’ı anlamaya yeter sanırım. (Güven Bakırezer, “Nihal Atsız’ın Düşüncesi”, Toplumsal Tarih Dergisi, Mayıs 1996, Sayı: 29, s. 25-30)
“ […] Atsız’a göre ‘bütün milletin aynı bir millî-askerî terbiye ile yetişebilmesi için’, orta öğretim, Eğitim Bakanlığı’nın elinden alınarak Erkân-ı Harbiye’ye verilmelidir. Atsız’a göre kadının esas fonksiyonu analık olduğu için ahlâklı yetişmesine önem verilmesi gerekiyor. Özellikle kızların zehirlenmesine engel olmak için sinemaların kapatılmasını, kadın ve erkek plajlarının ayrılmasını öneriyor. Feminizm ‘teranesini’ ise, ‘kadına hakkı olmadan verilen fazla ve büyük değerin neticesi’ olarak koketliğe götürecek bir yol olarak algılıyor. Mini etek giyme hürriyetine karşı çıkıyor. Atsız için hippiler, Beatles fikir buhranının ürünleri, Orhan Veli ise bir zavallı. Serbest cinsel ilişki, homoseksüellik, önlenmesi gereken ahlâksızlıklar.
“Atsız kültürel sorunlara yaklaşırken hümanist ve evrenselci tutumları tümüyle dışlayan bir millî çizgiyi savunuyor. 19. yüzyıl Rus klâsikleri Türkçeye çevrilirse, bunun önce yazara, sonra milletine, en sonra da komünizme karşı bir sevgi yaratacağını, yani sonuçta zararlı bir propaganda olacağını iddia ediyor. Tiyatronun fonksiyonunu millî duygu ve kültürün geliştirilmesi olarak gördüğü için, ‘Schiller, Goethe veya Shakespeare gibi büyük sahne eseri müelliflerinin piyeslerinden Türk milletinin faydası ne olacaktır’ diye soruyor. Cirit, okçuluk, binicilik, kılıç dururken ‘kız oyunu’ olan baleye yönelmeyi tasvip etmiyor. Selçuk ve Osmanlı dururken, Roma’nın, Bizans’ın, Hitit’in eserlerini onarmaya çalışmayı millî şuursuzluk belirtisi olarak, Tarsus’un Hıristiyanlığın kutsal şehri diye onarımını ‘millî bir cinayet ve Anadolu’da Bizans’ı diriltmek’ olarak görüyor. Şehir isimlerinin Türkçeleştirilerek ‘yabanın izini bırakmamak’ gerektiğini ileri sürüyor. Türk çocuklarına Yunan, Roma, Bizans tarihleri yerine Türk tarihinin öğretilmesini istiyor.” (s. 27)
Atsız’ın bir-iki düşüncesi dışında, bütün alıntıladıklarım 40’lı yıllara ait. Acaba yukarıda yazılan fikirlerin bugün hâlâ geçerli olduklarını söyleyebilir miyiz? Zannetmiyorum ki, kimse “hayır” diyebilsin. Üzerlerinden 60 yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen yine aynı şeyler ile uğraşıyoruz. Türkiye’de tarih tekerrür ediyor.
Bir toplum maddî açıdan geliştikçe, toplumu oluşturan insanların düşünce kalıpları değişir. Yaşam tarzları değişen insanlar, yeni maddî koşullara uygun düşünce biçimleri geliştirirler. Maddî açıdan Türkiye 40’lı yıllara nazaran çok ilerledi. Ama hâlâ o dönemin izlerini görüyoruz. Teknik açıdan ilerlemeye rağmen insanlar neden aynı şekilde düşünmeye devam ediyorlar? Gerçi, düşünce biçiminin bu kadar bir süre içerisinde tamamıyla değişmesi elbette ki mümkün değildir. Ancak bu “değişmeme” derecesi gayet yüksek seviyede.
Sanırım bunun nedenlerinden biri Türkiye’deki sanayileşmenin niteliğinden kaynaklanıyor. Bu sanayileşme biçimi Batı’daki gibi bir özellik göstermediğinden ve yapay olduğundan, toplumsal yapının kendisi de gelişmiş bir toplumun özelliklerini göstermekten uzak kaldı. Belirli bir sanayileşme meydana gelmesine rağmen, Türkiye’deki kırsal yapı ortadan kaldırılamadı. Sanayileşmenin kendisi çarpık olduğundan, bunun yarattığı toplum biçimi de çarpık oldu. Ortaya çıkan şey, yarı-kalkınmış, kapitalizm öncesi bir köylü toplumuydu. Gerçi bu yapı hem sanayi toplumunun niteliklerini hem de sanayi öncesi köylü toplumunun niteliklerini barındırıyor. Ancak yapının temelini oluşturan ve onun seyrini belirleyen şey, köylülüğün ya da kırsallığın ta kendisi. Sanayi toplumunun normları dahi kapitalizm öncesi yapının pratiklerinden hareketle yeniden tanımlanıyor.
Türkiye’deki kentleşme ve buna bağlı olarak gecekondulaşma süreci, Batı’da olduğu gibi sanayileşmenin bir sonucu değildir. Bu yüzden, köyden kente göç eden kitleler kentli olamadılar. Kentlerin civarına yerleşen bu insanlar, ne sanayi toplumunun değerlerini tam olarak benimseyebildiler ne de bu türden bir değerler sisteminin yaratılmasına katkıda bulundular. Yapabildikleri tek şey, kırsal alandan getirdikleri değerleri kentli değerler ile birleştirerek yeniden üretmek oldu. Esasında bu yeniden üretilen şey köylülüğün ta kendisiydi. Sonuçta bunlar, ne tam manası ile köylülükten kurtulabildiler ne de kentlileşebildiler. Hem sanayi toplumunun hem de kırsal olanın değerlerini içinde barındıran, fakat sadece kırsal olanın belirleyici olduğu çarpık bir kültür yarattılar. Ben bu kültüre “lümpen kültür”, bu insanlara da “lümpen” adını veriyorum. Türkiye son 50 yılın sonunda bu hâle dönüşmüş bulunuyor. Niye bir türlü modernliğin ya da modern toplumun normlarının bu ülkede yerleşemediğini burada aramak gerekir.
Atsız’ın oğluna olan ibretlik vasiyetnamesi ile bitireyim (Bozkurt Güvenç, “Türk Kimliği”, Ankara: 1994, s. 363):
“4 Mayıs 1941
“Yağmur Oğlum!
“Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigâr olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.
“Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihî düşmanlarımızdır.
“Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.
“Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır.
“Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerdeki düşmanlarımızdır.
“Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.
“Tanrı yardımcın olsun.
“Nihal Atsız”
7 comments:
ruh hastalığı gibi birşey bu faşizm, dönem gereği bunlar kadar cüretkar olamasalar da ırkçılığın çeştli light versiyonları halen capcanlı yaşıyor :)
Aklıma Hitler denyosunun yaptıkları geldi, Dünyada Yahudi soykırımı kadar bilinmez ama, Hitler Yahudilerle beraber on binlerce çingeneyi, komunisti, özürlü insanı, gayi ve lezbiyeni de gaz odalarinda öldürdü, hatta gaylerin bütün dünyada sembolü pembe üçgen kamplarda gaylerin ayrilmasi icin nazilerin onlarin elbiselerine taktigi isaretten gelir, Hitlerin bunu yapmaktaki amaci gaylerin uzayli gibi baska bir ırk oldugu ve dünyayı ele gecirmek istedikleri paronayasıymıs :)
Yani faşizm bu kadar bile şizofrenleşebiliyor ! evet uzaylıyız gizli antenlerimiz sayesinde iki gay heryerde hemen birbirini tanır :)
Bu yazi icin cok tesekkur ederim.
www.elifsavas.com/blog
Gaykedi; William Shirer’ın kitabında, Hitler’in sinir krizi geçirirken kendisini yere atıp halı kenarlarını kemirdiğini okumuştum ben. Tavsiye ederim. Künyesini de vereyim: William L. Shirer, “Nazi İmparatorluğu”, İstanbul: İnkılâp Kitabevi, Çeviren: Rasih Güran, 1992. Kitabın yeni baskısı var. Yalnız, o dönem S.A. şefi Ernst Röhm eşcinseldi ve Hitler bunu biliyordu.
Elif; Sağolasın, uğradığın ne iyi olmuş. Zamanında bu türden milliyetçilerin ne dediklerini merak edip kitaplarını almıştım. İnternette gezinirken Nihâl Atsız adına açılmış site bile gördüm. Bazı şeyler hiç değişmiyor bu memlekette.
Dünkü yazıyı yazdıktan sonra dayanamayıp Nihâl Atsız’ın birkaç kitabını karıştırdım. Atsız’ın yazılarından derlenen İki kitap oldukça dikkatimi çekti. Gerçekten de güzel (!) birtakım ifadeler buldum ve not aldım.
Bunların ilki “Türk Ülküsü” adlı kitap (İrfan Yayınevi, 4. baskı, İstanbul, 1997). İşin güzel tarafı, kitabın en başında yer alan şu yazıydı: “Milli Eğitim Bakanlığı Eğitim Dairesi Başkanlığı’nın 13.8.1991 tarih ve 660. Yar. Ders Kit. Şb. Md. Sayılı yazılarıyla öğretmenler için tavsiyeleri uygun görülmüştür.”
İlkin “Ülküler Saldırıcıdır” başlıklı yazıdan bir alıntı (parantez içinde yazı tarihlerini de verdim):
“Bir millet için en büyük tehlikelerden biri barış ve dostluk afyonu yutarak uyumaktır. Büyümek istemeyen millet küçülmeye mahkumdur. Saldırmayan millete saldırılır.”
“Hayat bir savaşken ve onu kazanmak için mutlaka saldırmak gerekirken, millî ülkü yolunda yapılacak saldırının çirkinliğini haykırmak ya gaflet ya ihanettir. […] ” (s. 26) (1944)
Bir tane de “Tarihin Barışmaz Düşmanları” adlı yazıdan:
“Hayat varoldukça her şey zıttı ile anlaşılmaya devam edecektir. Ölümsüz hayat olmayacağı gibi, kin olmadan da sevgi olamayacaktır. Büyük insanlık hamleleri yapmak, millî ülküler ardında mı koşmak istiyorsunuz, sevginin yanına mutlaka nefreti de koyacaksınız. Türklerin millî ülküsünden mi bahsediyorsunuz, ‘Türk’e sevgi’nin yanına ‘Moskof’a kin’i de yerleştirmeye mecbursunuz. Türk’ü sevmek demenin Moskof’a düşmanlık demek olduğunu, Türklüğe tapmanın içinde Moskof’a kinin de yer alacağını bilmek için derin bilgiye ve düşünceye lüzum yoktur. Tarihe ve haritaya bakmak yeter. (s. 64)
“Moskofçulara müsamaha mı? Asla! Müsamaha şuurlu bir gaflettir ve şuurlu olduğu için de ihanete yakındır. […] Ah, bu tövbekâr fahişeleri ailenin ‘harîm-i ismeti’ne sokan büyük hoşgörü! Ah, bu safça inanış ve umursamayış! Tövbekâr olmuş vatan çocuğu (!) Sabahattin Ali’nin akıbetini gördüler. […] ” (s. 65) (1950)
Sabahattin Ali 40’lı yılların ünlü roman ve öykü yazarıdır. Sürekli izlenmekten duyduğu tedirginlik nedeniyle Kırklareli’den Bulgaristan’a geçmeye çalışırken, kendisine kılavuzluk eden Ali Ertekin adlı kaçakçı tarafından öldürülmüştür. Ertekin ise dört yıl hapis cezası almasına rağmen o yıl çıkan afla salıverilmiştir. Ali yaşasaydı belki Sait Faik’ten bile ünlü olabilirdi.
“Türk Ahlâkı” adlı yazıdakilere şimdiki ülkücülerden kaç tanesi katılır acaba?
“Eski Türklerin ahlâk ve âdetlerinin büyük bir kısmını aynen saklamış olan Türkistan Kazaklarının bazılarında şöyle bir âdet vardır: Bir genç erkek evlenmek istediği kızın çadırına üç gece gizlice girer. Kızla birlikte yatarlar, kızın babası ve anası bunu sezseler bile ses çıkarmazlar. Üç gecede erkek kendisiyle evlenmesi için kızı razı edebilirse, dördüncü günü babasına giderek kız ister. Kandıramazsa çekilir gider. Fakat bu üç gecede en ufak bir uygunsuzluk olmaz. Erkek ve kız birbirlerine karşı hiçbir kötü düşünce beslemez.
“Bu da gösteriyor ki, Türkler hem ahlâklı hem de iradeli bir millettir. Zaten bu ikisi çok kere birlikte bulunur. Yaşayıp yükselmek, ahlâklı ve iradesi sağlam milletlerin hakkıdır.” (s. 76) (1941)
İkinci kitap “Makaleler II” (İrfan Yayınevi, 2. baskı, İstanbul, 1997). Bakalım, bakanlık tarafından kitabı tavsiye edilen Nihâl Atsız’ın eğitim hakkındaki görüşleri nasıl? “Türk Gençliği Nasıl Yetişmeli” adlı makalesinden bir alıntı yapalım:
“Bence Türk gençliğini kahraman yetiştirmek için maarifte bazı değişiklikler yapmak lazımdır. Fikrimce bunların ana çizgileri şunlardır: [Toplamda 22 madde olduğu için hepsini alıntılamadım]
“7) Kadın öğretmenler erkek talebeye ders vermemelidir. Bütün öğretmenler sade kılıkları ile talebeye örnek olmalıdır. Boyalı veya bob-stil hocalar derhal meslekten uzaklaştırılmalıdır.
“8) Ortaokullarda askerlik dersi nazarî ve amelî olarak çoğaltılmalı ve ciddî tutulmalıdır. Talebe askerî kanunlara ve cezalara tâbi olmalı ve mektep üniformasını giymeye mecbur edilmelidir. Ortaokula girerken kendisinden ortaokul usullerine tâbi olacağına dair imza alınarak, söz ve mesuliyetin ne demek olduğu kendisine anlatılmalı ve nizamata aykırı gidenler tahsilden men edilmelidir.
“10) Ortaokullarda millî sporlar başlamalı, kılıç, güreş, cirit gibi ananevî sporlarla, yüzücülük, kürekçilik ve saire gibi savaşa yardımcı sporlar birinci mevkii tutmalıdır. (s. 189)
“15) Askerlik ve spor liselerde daha sıkı olarak devam etmeli ve talebeler silâhla toplu bir hâlde talime, hakikî süngü ve kılıçlarla hakikî mübarezeler yapmaya alışmalıdır. Zararı yok, aralarında tehlikeli yarası olanlar bulunsun. Bu yaralar sinemaların, baloların yaptığı tahribat kadar zararlı değildir; talebeyi tehlikeleri azımsamaya alıştırmak bakımından faydalıdır. (s. 190)
“18) Okullar birer kışla hâline gelmeli, hatta liselerin müdürleri yüksek rütbeli subaylardan olmalıdır.
“19) Okullar birbirleriyle futbol gibi mânasız ve voleybol gibi kadınca müsabakalar değil, askerî ve millî müsabakalar yapmalıdır. Türk kılıcı, okçuluk gibi sporlarımız ihya olunarak liselere sokulmalıdır. Bir stadyumda iki okulu temsil eden 22 gencin lastik top ardında koşması ile, iki okulu temsil eden 200 gencin başlarında tulgalar, göğüslerinde zırhlar olduğu hâlde, hakikî kılıçlar veya süngülerle çarpışmaları arasındaki farkı düşünün.” (s. 191) (1942)
“Veda” adlı makalede ise değişmez tema olan ırkçılık var:
“ […] Karışmak daima üstün olan tarafın aleyhine olduğundan, üstün bir ırk olan Türk ırkı aşağı ırklarla karıştığı zaman ortaya çıkan melezlerde Türk’ün bazı üstün vasıfları kaybolmakta, aşağı ırkın iptidaî vasıflarından bazıları onun yerini tutmaktadır. Birer müspet ilim olan antropoloji ve rasyolojinin ortaya koyduğu bu hakikatlerden siyasî düşüncelerle vazgeçemeyiz. İlim ve hakikat, siyasetin oyuncağı olamaz. (s. 97)
“ […] Irkçılık tehlikelidir diye bağıranlar dünyadan haberi olmayan birtakım zavallılardır. […] ” (s. 98) (1952)
Bu kadar Atsız alıntısından sonra bir Ali alıntısı ile bitirelim. Ali Baba dergisinde yayımladığı "Ne Zor Şeymiş" başlıklı yazıdan:
"Çalmadan çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi."
aman yarabbim, tam bir kara mizah, bu insanlar çıldırmış olmalı, ya da şaka yapıyorlar diyeceğim ama ne yazık ki gerçekler :(
sevgili bliyaal...
yazdıklarını okuyorum ve çok etkili konulara değindiğin için de daha bir enteresan ve zevkli geliyor bana..aslında sana uzuuun uzuun yorumlar yazmak istiyorum ama evde hala net bağlantısı yok...o yüzden özgiş de gelsin-şuan yine yurt dışında- buluşup karşılıklı konuşalım istiyorum....
kendine iyi bak..
görüşme üzere...
sevgiler,
Sevgili Özge ve Nurdan,
Ben de şu aralar sık sık okula gidip hocalar ile görüşüyorum. Yeterlilik sınavının jürisi belliymiş bile. Bir an evvel sınav başvurusunu yapıp kurtulayım diyorum. Özge ne zaman döneceğini yazmış zaten. Ona göre bir gün belirleriz.
Greatt read thank you
Post a Comment