YİRMİ YIL SONRA
Facebook modası çıktıktan bir süre sonra modaya ben de ayak uydurayım dedim. Sitede kendime bir hesap açtım ve dolaşmaya başladım. Bu sayede ilkokul ve lise arkadaşlarımın bir kısmını bulabildim. Milletin arada geçen zamanda ne haltlar yediğini öğrenme imkânım da oldu. Hatta bazı arkadaşlar bende olmayan eski resimleri koymuşlar, eski hâlimi gördükçe şimdilerde tipim ne kadar kaymış diye şaşırdım.
Yaklaşık iki ay önce, sitede bulabildiğim ilkokul arkadaşlarım ile mailleşmeye başladım. Mezun olalı yirmi yıl olmuş, ama insanlar yine de birbirlerini hatırlıyor. Hemen hemen herkes buluşmak, konuşmak istiyordu. Bunun üzerine bu işi organize etmeye karar verdim. Herkese mesaj gönderdim. İlginçtir, bazıları – mesajlarımı gördüklerine emin olmama rağmen – bana hiçbir cevap yazmadı. Sonunda uğraşıp, en fazla sayıda kişinin gelebileceği bir günü buluşma günü olarak ayarladım. Başka isteyenler de olmasına rağmen, herkes o gün için müsait olamadı.
Nihayet geçtiğimiz pazar günü buluştuk. Beklemek için kararlaştırdığımız yerin önünde bir grup insan hafifçe gülümseyerek birbirine bakıyor, “aa, sen o musun?” tarzı laflar ediyordu. Diğer kişilerin gelmesini beklerken arada neler yaptığımızı, ilkokulda ne işler çevirdiğimizi anlatıyorduk. Ardından okuduğumuz okula gittik. Kapalı olmasına rağmen bahçesine girebildik, etrafı dolandık, sıra olup beklediğimiz yerde toplu hâlde resim çektirdik. İlkokul öğretmenimize de gidecektik, ancak bazı arkadaşların hoca ile ilgili pek hoş olmayan anıları olduğu için vazgeçtik.
Okuldan çıkıp pub tarzı bir yere oturmaya gittik. Bir yandan içip konuşuyor, diğer yandan da yanımızda getirdiğimiz resim ve yıllıklara bakıyorduk. Unutulmuş yüzler, isimler ve anılar yeniden hatırlanıyordu. Arkadaşlardan biri garsonlara rica edip 80’li yılların şarkılarını çaldırmaya başladı. Vakit geçtikçe ve aramızdaki muhabbet yavaş yavaş ilerledikçe, “insan 7’sinde ne ise 70’inde de odur” sözünün doğru çıkmaya başladığını gördüm. Kimi arkadaşlar o kadar zaman geçmiş olmasına rağmen benim tahmin ettiğim kadar değişmemişlerdi. İnsanların dünya görüşü zamanla değişebilir, ama kişiliği mutlaka değişecek diye bir kanun yok. Bazı şeylerin aynı kalmış olmasına şaşırmadan edemedim. Ben dahil sadece iki kişi yemek yiyor, diğerleri ise sadece içki içiyordu. Bira ve viskiler masaya ardı ardına gidip geliyordu. İnsanlar içip kafaları “güzelleştikçe”, yıllar geçmesine rağmen o çocukluk günlerindeki kişilikleri derinlerden tekrar su yüzüne çıkmaya başlıyordu. Sesler kimi zaman yükseliyor, biri “izin ver de konuşayım, yoksa seni döverim,” derken, diğeri de “istersen dene, yirmi yıl sonra dayak yemeyesin,” diye yanıtlıyordu.
İçki ile pek aram yoktur. Ona rağmen millete ayak uydurmak için ben de biraz içeyim dedim ve en az içen ben oldum. Ama nasıl: Arkadaşlardan biri buluşmayı ayarladığım için bana pahalı bir viski ısmarladı. Ardından bir şişe Jack Daniels ısmarlayıp “shot” yapmaya başladık – ne demekse? Sonra bir şişe daha geldi. Ben sanırım 6-7 "shot" yaptım. Sonra da yarım şişe kadar bira içtim. En az ben içtiğime göre diğerlerinin ne kadar içtiğini tahmin edersiniz. O kadar içki sonrasında gelen hesap 600 milyonu geçmişti. Ancak buluşmayı ben ayarladığım için bana herhangi bir şey ödettirmediler – organizatör olmanın faydası işte.
Sonunda gruptaki arkadaşlardan biri, aramızdaki tek kızı ne yapıp ettiyse alıp yanına oturttu. Bir süre sonra baktığımızda ikisi sarmaş dolaş olmuş, öpüşüp duruyorlardı. Neyse ki ikisi de bekârdı. Biz diğerleri de bir şey demeden birbirimizin yüzüne bakıyor, bunun uygunsuz olduğunu belli ederek gülümsüyorduk. Etraftakiler, özellikle garsonlar bize bakıyordu. Ancak iş çığırından çıktı ve kız kusmaya başladı; bütün yerler kusmuk oldu. Bir arkadaş ile birlikte kızı alıp tuvalete götürdük. Oğlan ise o esnada uyukluyordu. Arkadaş limonlu ve tuzlu bir soda hazırlatıp biraz kendine gelsin diye kıza içirtti. Bu arada ben de garsonlardan özür dileyerek çöp torbası istiyordum. Biz konuşmaya daldığımız sırada baktık ikisi tekrar bir araya gelip sarmaş dolaş olmuşlar. Kız yine kusmaya başlayınca ikisini birden alıp tuvalete götürdük, ama bu defa da tuvalette öpüşmeye başladılar. Yanımdaki arkadaş dayanamayıp tuvalete girdi ve oğlana “sen ne yapıyorsun” diye çıkıştı. Gelip yerlerine oturttuk. O kadar içmişlerdi ki, birlikte uyuklamaya başladılar. Biz de belki biraz kendilerine gelirler diye kendi hâllerine bıraktık ve ikisini bu hâlde eve göndermenin doğru olmadığını, bizim bırakmamızın daha uygun olacağını konuşmaya başladık.
Maalesef kaşla göz arası ikisi birlikte sıvıştılar. Ne yapmaya gittikleri aşikârdı. Oğlan işin bokunu çıkardı diye kızdım ve bizi punduraya getirdiklerini düşünüp arkalarından gittim, ama yetişemedim. Bunun üzerine ikisini bulmak için kalktık, kapıdan çıkarken garsonlardan yeniden özür dilemeden edemedim. Sonunda arabaları park ettikleri yerde yakaladık. Kız oğlanın arabasında onun yanında oturuyordu. Kapıyı açıp, “bak, istersen falanca ile birlikte seni evine bırakabiliriz, böyle gitmek zorunda değilsin,” dedim. Aynı soruyu iki defa sordum. Kız ise “ben iyiyim, gerek yok,” dedi ve öylece gidiverdiler. Buluşmayı ben ayarladığım için bunda sorumluluk hissettim. Ancak bunlar ilkokuldaki çocuklar değillerdi, otuzunu geçmiş, yaptıkları işin sorumluluğunu almaları gereken yetişkin insanlardı. Küçük çocuklarmış gibi onlara göz kulak olamazdım. Yine de oldukça canım sıkıldı, benim ve diğer arkadaş dışında kalanların olup bitenler karşısındaki kısmen pasif tavırlarına üzüldüm.
Beni o günü şaşırtan bir diğer olay da, sınıftaki arkadaşlardan biri hakkında aldığım bir haberdi. Sınıfımızda her zaman için narin yapılı, ince, nazik, kırılgan iyi bir erkek arkadaşımız vardı. Oğlanlar ile pek oynamaz, daha çok kızlar ile arkadaşlık ederdi. Biz oğlanlardan farklı olduğunu hisseder, ama küçük olduğumuzdan bunun ne anlama geldiğini çıkaramazdık. Hatta yıllar sonra, üniversitede iken bir vesile ile aynı arkadaş ile buluşmuş, bir yemeğe gitmiştim. Yine aynı kişiydi, ama artık nasıl biri olduğunu anlayabiliyordum. Sonra aramızdaki bağlantı kopmuştu. Pazar günü gelen arkadaşlardan biri bu arkadaş ile aynı yerde oturuyormuş. Şimdilerde nasıl, neler yapıyor diye sorduğumuzda bize şöyle yanıt verdi: “Üç sene kadar önce ameliyat oldu. Artık bir kadın; üstelik de güzel bir kadın. Onu hâlâ görüyorum, ama konuşmuyoruz.” Hepimiz çok şaşırdık – onaylamadığımızdan değil, eskiden tanıdığımız birinin ileride bu derece değişmiş olduğunu öğrendiğimizden. Akşam eve dönünce onu tanıyan bir başka kişiye telefon ettim, o da aynı şeyi söyledi. “Zor bir ameliyattı, ama onun için iyi oldu,” dedi.
Bir yanda evlenmesine, çocuk sahibi olmasına ve yaşı otuzu geçmiş olmasına rağmen içinde hâlâ aynı kişiliği taşıyan insanlar, diğer yanda da hayatının belki de en önemli ve zor kararını alarak bu kadar büyük bir değişim geçirme cesaretini göstermiş bir başka insan. Bazı şeyler hem değişiyor, hem değişmiyor. Hayatın olağan bir parçası bu. Hepimiz bunları biliyoruz ve yaşıyoruz. Ama ona rağmen her zaman için alışamıyoruz, aynı şekilde karşılayamıyoruz.
Not: Gaykedi ile Bijou’ya Fazıl Say ile ilgili bir yazı yazacağımı söylemiştim, ama gene bir türlü fırsat bulamadım – affoluna. Nostalji olsun diye aşağıya da Sandra'nın tek büyük hiti, 1985 tarihli "Maria Magdalena" parçasını ekledim. Hey gidi günler hey ...
Facebook modası çıktıktan bir süre sonra modaya ben de ayak uydurayım dedim. Sitede kendime bir hesap açtım ve dolaşmaya başladım. Bu sayede ilkokul ve lise arkadaşlarımın bir kısmını bulabildim. Milletin arada geçen zamanda ne haltlar yediğini öğrenme imkânım da oldu. Hatta bazı arkadaşlar bende olmayan eski resimleri koymuşlar, eski hâlimi gördükçe şimdilerde tipim ne kadar kaymış diye şaşırdım.
Yaklaşık iki ay önce, sitede bulabildiğim ilkokul arkadaşlarım ile mailleşmeye başladım. Mezun olalı yirmi yıl olmuş, ama insanlar yine de birbirlerini hatırlıyor. Hemen hemen herkes buluşmak, konuşmak istiyordu. Bunun üzerine bu işi organize etmeye karar verdim. Herkese mesaj gönderdim. İlginçtir, bazıları – mesajlarımı gördüklerine emin olmama rağmen – bana hiçbir cevap yazmadı. Sonunda uğraşıp, en fazla sayıda kişinin gelebileceği bir günü buluşma günü olarak ayarladım. Başka isteyenler de olmasına rağmen, herkes o gün için müsait olamadı.
Nihayet geçtiğimiz pazar günü buluştuk. Beklemek için kararlaştırdığımız yerin önünde bir grup insan hafifçe gülümseyerek birbirine bakıyor, “aa, sen o musun?” tarzı laflar ediyordu. Diğer kişilerin gelmesini beklerken arada neler yaptığımızı, ilkokulda ne işler çevirdiğimizi anlatıyorduk. Ardından okuduğumuz okula gittik. Kapalı olmasına rağmen bahçesine girebildik, etrafı dolandık, sıra olup beklediğimiz yerde toplu hâlde resim çektirdik. İlkokul öğretmenimize de gidecektik, ancak bazı arkadaşların hoca ile ilgili pek hoş olmayan anıları olduğu için vazgeçtik.
Okuldan çıkıp pub tarzı bir yere oturmaya gittik. Bir yandan içip konuşuyor, diğer yandan da yanımızda getirdiğimiz resim ve yıllıklara bakıyorduk. Unutulmuş yüzler, isimler ve anılar yeniden hatırlanıyordu. Arkadaşlardan biri garsonlara rica edip 80’li yılların şarkılarını çaldırmaya başladı. Vakit geçtikçe ve aramızdaki muhabbet yavaş yavaş ilerledikçe, “insan 7’sinde ne ise 70’inde de odur” sözünün doğru çıkmaya başladığını gördüm. Kimi arkadaşlar o kadar zaman geçmiş olmasına rağmen benim tahmin ettiğim kadar değişmemişlerdi. İnsanların dünya görüşü zamanla değişebilir, ama kişiliği mutlaka değişecek diye bir kanun yok. Bazı şeylerin aynı kalmış olmasına şaşırmadan edemedim. Ben dahil sadece iki kişi yemek yiyor, diğerleri ise sadece içki içiyordu. Bira ve viskiler masaya ardı ardına gidip geliyordu. İnsanlar içip kafaları “güzelleştikçe”, yıllar geçmesine rağmen o çocukluk günlerindeki kişilikleri derinlerden tekrar su yüzüne çıkmaya başlıyordu. Sesler kimi zaman yükseliyor, biri “izin ver de konuşayım, yoksa seni döverim,” derken, diğeri de “istersen dene, yirmi yıl sonra dayak yemeyesin,” diye yanıtlıyordu.
İçki ile pek aram yoktur. Ona rağmen millete ayak uydurmak için ben de biraz içeyim dedim ve en az içen ben oldum. Ama nasıl: Arkadaşlardan biri buluşmayı ayarladığım için bana pahalı bir viski ısmarladı. Ardından bir şişe Jack Daniels ısmarlayıp “shot” yapmaya başladık – ne demekse? Sonra bir şişe daha geldi. Ben sanırım 6-7 "shot" yaptım. Sonra da yarım şişe kadar bira içtim. En az ben içtiğime göre diğerlerinin ne kadar içtiğini tahmin edersiniz. O kadar içki sonrasında gelen hesap 600 milyonu geçmişti. Ancak buluşmayı ben ayarladığım için bana herhangi bir şey ödettirmediler – organizatör olmanın faydası işte.
Sonunda gruptaki arkadaşlardan biri, aramızdaki tek kızı ne yapıp ettiyse alıp yanına oturttu. Bir süre sonra baktığımızda ikisi sarmaş dolaş olmuş, öpüşüp duruyorlardı. Neyse ki ikisi de bekârdı. Biz diğerleri de bir şey demeden birbirimizin yüzüne bakıyor, bunun uygunsuz olduğunu belli ederek gülümsüyorduk. Etraftakiler, özellikle garsonlar bize bakıyordu. Ancak iş çığırından çıktı ve kız kusmaya başladı; bütün yerler kusmuk oldu. Bir arkadaş ile birlikte kızı alıp tuvalete götürdük. Oğlan ise o esnada uyukluyordu. Arkadaş limonlu ve tuzlu bir soda hazırlatıp biraz kendine gelsin diye kıza içirtti. Bu arada ben de garsonlardan özür dileyerek çöp torbası istiyordum. Biz konuşmaya daldığımız sırada baktık ikisi tekrar bir araya gelip sarmaş dolaş olmuşlar. Kız yine kusmaya başlayınca ikisini birden alıp tuvalete götürdük, ama bu defa da tuvalette öpüşmeye başladılar. Yanımdaki arkadaş dayanamayıp tuvalete girdi ve oğlana “sen ne yapıyorsun” diye çıkıştı. Gelip yerlerine oturttuk. O kadar içmişlerdi ki, birlikte uyuklamaya başladılar. Biz de belki biraz kendilerine gelirler diye kendi hâllerine bıraktık ve ikisini bu hâlde eve göndermenin doğru olmadığını, bizim bırakmamızın daha uygun olacağını konuşmaya başladık.
Maalesef kaşla göz arası ikisi birlikte sıvıştılar. Ne yapmaya gittikleri aşikârdı. Oğlan işin bokunu çıkardı diye kızdım ve bizi punduraya getirdiklerini düşünüp arkalarından gittim, ama yetişemedim. Bunun üzerine ikisini bulmak için kalktık, kapıdan çıkarken garsonlardan yeniden özür dilemeden edemedim. Sonunda arabaları park ettikleri yerde yakaladık. Kız oğlanın arabasında onun yanında oturuyordu. Kapıyı açıp, “bak, istersen falanca ile birlikte seni evine bırakabiliriz, böyle gitmek zorunda değilsin,” dedim. Aynı soruyu iki defa sordum. Kız ise “ben iyiyim, gerek yok,” dedi ve öylece gidiverdiler. Buluşmayı ben ayarladığım için bunda sorumluluk hissettim. Ancak bunlar ilkokuldaki çocuklar değillerdi, otuzunu geçmiş, yaptıkları işin sorumluluğunu almaları gereken yetişkin insanlardı. Küçük çocuklarmış gibi onlara göz kulak olamazdım. Yine de oldukça canım sıkıldı, benim ve diğer arkadaş dışında kalanların olup bitenler karşısındaki kısmen pasif tavırlarına üzüldüm.
Beni o günü şaşırtan bir diğer olay da, sınıftaki arkadaşlardan biri hakkında aldığım bir haberdi. Sınıfımızda her zaman için narin yapılı, ince, nazik, kırılgan iyi bir erkek arkadaşımız vardı. Oğlanlar ile pek oynamaz, daha çok kızlar ile arkadaşlık ederdi. Biz oğlanlardan farklı olduğunu hisseder, ama küçük olduğumuzdan bunun ne anlama geldiğini çıkaramazdık. Hatta yıllar sonra, üniversitede iken bir vesile ile aynı arkadaş ile buluşmuş, bir yemeğe gitmiştim. Yine aynı kişiydi, ama artık nasıl biri olduğunu anlayabiliyordum. Sonra aramızdaki bağlantı kopmuştu. Pazar günü gelen arkadaşlardan biri bu arkadaş ile aynı yerde oturuyormuş. Şimdilerde nasıl, neler yapıyor diye sorduğumuzda bize şöyle yanıt verdi: “Üç sene kadar önce ameliyat oldu. Artık bir kadın; üstelik de güzel bir kadın. Onu hâlâ görüyorum, ama konuşmuyoruz.” Hepimiz çok şaşırdık – onaylamadığımızdan değil, eskiden tanıdığımız birinin ileride bu derece değişmiş olduğunu öğrendiğimizden. Akşam eve dönünce onu tanıyan bir başka kişiye telefon ettim, o da aynı şeyi söyledi. “Zor bir ameliyattı, ama onun için iyi oldu,” dedi.
Bir yanda evlenmesine, çocuk sahibi olmasına ve yaşı otuzu geçmiş olmasına rağmen içinde hâlâ aynı kişiliği taşıyan insanlar, diğer yanda da hayatının belki de en önemli ve zor kararını alarak bu kadar büyük bir değişim geçirme cesaretini göstermiş bir başka insan. Bazı şeyler hem değişiyor, hem değişmiyor. Hayatın olağan bir parçası bu. Hepimiz bunları biliyoruz ve yaşıyoruz. Ama ona rağmen her zaman için alışamıyoruz, aynı şekilde karşılayamıyoruz.
Not: Gaykedi ile Bijou’ya Fazıl Say ile ilgili bir yazı yazacağımı söylemiştim, ama gene bir türlü fırsat bulamadım – affoluna. Nostalji olsun diye aşağıya da Sandra'nın tek büyük hiti, 1985 tarihli "Maria Magdalena" parçasını ekledim. Hey gidi günler hey ...
10 comments:
Sayfayi tikllarken ,okazyon yazisini gorursem ya mail atacagim ya yorum diye dusunuyordum,hismimdan kurtuldun:)
Ilginc bir gece olmus,bakalim bizimki nasil olacak,beni bekliyorlar. Eskiden de organizasyonu ben yapardim cunku,su saatte su kisinin bahcesinde toplanilacak ...:)
Fulya,
İyi olmuş o zaman yazdığım :)) Biz de işi Facebook sayesinde hallettik. Buluşmak bir açıdan iyi oldu, ama yine de insan içki içerken kendini kontrol altında tutmasını bilir. Bu açıdan hayal kırıklığına uğradım.
Bir de buluşmak istiyorsan kendin halledeceksin. Özellikle hesabı görünce bunun önemini bir kez daha kavradım :))
facebook'a iyi ki bulaşmadım diye bir kere daha şükür çekiyorum, artık düzenli yazarsın umarım bliyaal :)
bliyaal, sormam abes kacacak ama sormadan edemeyecegim; bu yazdiklarinin hepsi oldu mu? yani yazida biraz kurgu hic yok mu??? ben cok sasirdim acikcasi. traji-komedi turune iyi bir ornek bu yazi.
toplumumuz hangi arada derede bu derece dejenere oldu? 3. dunya ulkelerinde bazi burjuvalar gelismis toplumlara oykunerek sacma sapan, kisiliksiz hareketlerde bulunur, aynen oyleyiz. yakup kadri'nin sodom ve gomore hala nasil da guncel??
Gaykedi,
Facebook kişisel bilgilerini yazarsan bela olabilir. Ama ben bazı faydalarının olduğunu düşünüyorum. Zamanında samimi olup izini kaybettiğim kimi insanları yeniden bulabildim. Hele bazı resimlerimi gördüm ki, kirli çamaşır kapsamına girer :)) Tez yüzünden eskisi kadar sık yazmam biraz zor olacak, ama arayı da bu kadar uzun tutmak istemiyorum.
Bijou,
Yazıda hiçbir kurgu yok, tamamıyla gerçek. Hatta olup bitenlerin tamamını anlatmış değilim. Bunca sene sonra buluşmak kötü oldu demiyorum. Çoktan unuttuğum pek çok anıyı hatırlamış oldum. Üstelik arkadaşlar da memnun kaldılar. 80’lerin şarkıları eşliğinde konuşmak güzeldi. Hele bir ara Queen’den “Radio Ga Ga” çaldı ki … Ama bazı davranışlar beni hayal kırıklığına uğrattı. Çok daha güzel bitebilirdi diyorum.
Nihayet yazdin birseyler! Ozledim yahu!!!
Ben de bir arkadasimi buldum ki, sair olmus, meger paylasacak ne cok seyimiz varmis. Bir tane de konservatuvardan, onunla da yakin degildik, halbuki simdi yakin otursak cok cok yakin olurduk. (Ne demekse!)
www.elifsavas.com/blog
Elif,
Herhalde eskisi kadar sık yazamam, ama arayı uzatmak da istemiyorum.
Benim yıllar sonra gördüklerim arasında diğerleri arasından sıyrılmış kişiler yoktu. Çoğu sabit bir çizgide devam etmiş.
Bliyaal,
Güzel yazmışsın, bu üslupla ileride çok iş yaparsın.
Yalnız şimdi ben sana "içmeyin şu mereti" desem kızar, çağdaşlıktan dem vurursun. Gerçi sen de "iyi de herkes içip azıtmıyor ya" diyeceksin. Tabii azıtmak dedim diye de kızan çıkabilir, bunlar ilericilik, özgürlük diye.
Bu arada Facebook iyi birşey gibi, ben yararlanıyorum, haftada bir bakıyorum, ilginç şeyler çıkabiliyor.
Sağolunuz Fethi bey,
Ben zaten Türkiye’deki liberallerin Yaşar Nuri Öztürk’ü olmak istiyorum. Allah yürü ya kulum derse, belki ileride Özdemir İnce’nin yerine bile oynayabilirim.
İçme meselesine gelince, ben zaten birazcık içsem başım dönmeye başlıyor, ama o demir gibi irademiz ile kontrolümüzü yitirmiyoruz. Bir de, geçen sene şu İngilizlerin memleketinde aç karnına içtiğimde başım dönmüş, önümde dans eden dört Fransız kızı karşısında Türk erkeğini temsil etme fırsatını kaçırmıştım, ama o ayrı hikaye. Tedbirli olmak lazım.
Facebook bir açıdan iyi oldu gerçekten.
ooo abi bu ne ya. süpermiş yani. aksiyon işte daha ne :))
Post a Comment