Monday, June 04, 2007


HANGİ KAFA İLE İLERLENİR?

Son günlerde gazetelerde bizim dincilerin yaptıklarıyla ilgili haberler okuyunca, bu adamlarla bir memleketin ne kadar ileri gidebileceğini düşündüm. “Bu kişilerin hâkim olduğu bir ülkede bilimin durumu ne olur acaba?” diye merak ettim. Böylelerinin olduğu İran’ı zaten biliyoruz, gazeteler arada yazıp duruyor. Bu defa da Osmanlı’ya bakayım dedim. Biliyorsunuz, bunlar aynı zamanda katıksız birer Osmanlı hayranıdırlar. Ne de olsa Osmanlı’da Cumhuriyet’te olduğundan daha rahattılar. Peki bu gibiler o zamanlar ne işler çevirirmiş? Bilim ve Teknik dergisinden iki makale buldum. İlkinde Osmanlı’nın ilk rasathanesini kuran Takiyüddin’den bahsediliyor (Urungu Akgül, “Osmanlı’nın Uzaya Bakan Gözü: Takiyüddin ve İstanbul Rasathanesi”, Bilim ve Teknik, Sayı: 351, Şubat 1997, s. 34-40).

Takiyüddin 1521 yılında Şam’da doğuyor. O dönemin tanınmış hocalarından fıkıh, hadis ve tefsir dersleri alıyor. Sonrasında ders vermek üzere Mısır’a atanıyor. İki kez İstanbul’a gidiyor. İlk gidişinde Ali Kuşçu’nun torunu ile dostluk kurarak bilgisini arttırıyor. Üçüncü gidişi 1570 yılında oluyor. Metinden devam edelim:

“Takiyüddin’in İstanbul’a yerleştiği 1570 yılına kadar, gökbilimle ilgilenmek amacıyla rasathane kurulmamış olduğundan, gökbilimle ilgili bilgiler eskiden kalma Arapça ve Farsça kitaplardan öğrenilmekteydi. Gözlemle ilgili hesaplar da eskiden hazırlanmış olan gözlem kataloglarından yararlanılarak yapılıyordu. Bu gözlem kataloglarına dayanılarak yapılan hesaplar doğru sonuçlar vermekten uzaktı. Yeni bir gözlem kataloğu düzenlenmesi için bir rasathane kurulması gerekiyordu. Takiyüddin, matematik ve gökbilim konusundaki yeteneğine büyük önem veren Hoca Saadettin Efendi’nin yardımlarıyla padişah III. Murat’tan rasathanenin kurulması için izin, yer ve ödenek aldı. Kendisini de rasathane müdürlüğüne atanarak, inşasına nezaret etmekle görevlendirildi. Bugün, Cihangir Tophane sırtlarına kurulmuş olan İstanbul Rasathanesi’nin yapımına kesin olarak ne zaman başlandığına dair bir belge bulunmamasına karşın, rasathanenin aletleri ve yapımı tamamlanmamış da olsa 1575-1580 yılları arasında gözleme açık olduğu kesindir.” (s. 36-7)

Takiyüddin rasathanede ölçüm yapmak için belli başlı dokuz alet inşa ettiriyor:

Gökcisimlerinin ekliptiğe göre enlem ve boylamlarının bulunması için kullanılan Zât-ül-Halâk, gökcisimlerinin meridyen doğrultusundaki yüksekliklerini ölçmek için Libne, gökcisimlerinin konumu için Zâtü’s-Semt ve’l-İrtifâ, bir diğeri üç cetvelden oluşan Zat-ü’s-şu’beteyn, gökcisimlerinin yükseklik açıları için Rub-ı mıstar, yıldızın yüksekliğinin sinüsü için Zatü’l-ceyb, güneşin ekinoks noktasına geldiği anı saptamak için Zatü’l-evtar, Takiyüddin’in kendi buluşu olan ve iki yıldızın açısal uzaklığını ölçmek için kullanılan Müşebbehetü bi’l-monatık, son olarak astronomik bir saat olan Bengam.

İsimlerini okuyup söylemek zor olmasına rağmen, o dönem için oldukça ilerici aletler, değil mi? O dönem yazılan eserlerin kopyaları ancak elle çıkarılmaktaymış. Hâliyle kopyalama esnasında bazı hatalar oluşmaktaymış. Bu açıdan olumlu taraf, Taküyiddin’in eserlerinden bazılarının orijinallerinin bugüne kadar ulaşmış olması. El yazmalarının bir bölümü Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü’nde bulunuyor. Enstitünün UNESCO ile birlikte yürüttüğü “Memory of the World” projesi çerçevesinde, el yazmalarının da içinde bulunduğu 821 Türkçe, 414 Arapça ve 102 Farsça, toplam 1337 eserin mikrofilmleri çekilerek cd-rom üzerinde kataloglanmış.

Peki rasathaneye ne olmuş? Osmanlı’dan bahsettiğimize göre tahmin etmek zor olmasa gerek: Yıktırılmış! Yıkımın nedeni için fazla veri elde etmek mümkün değil. Ancak 1577 yılında gözlenen kuyrukluyıldızın, 1578’deki veba salgınının ve – hepsinden daha güzeli – Takiyüddin ve rasathane personelinin meleklerin bacaklarını gözlediği söylentilerinin şüpheleri arttırdığı söyleniyor. Şeyhülislam Kadızade Ahmet Şemsettin Efendi de bu görüşleri destekleyince, padişahın verdiği emirle, 1580 yılında Kılıç Ali Paşa rasathaneyi yıkıyor. Allah selamet versin! Bunca söylentinin arasında, rasathanenin kurulmasına önayak olan Hoca Sadettin Efendi ile şeyhülislamın yer aldıkları farklı siyasi grupların çekişmesi de bir neden olarak sayılıyor.

Sonrasında Osmanlı’da bilim işleri nasıl gelişiyor? Onu da başka diğer makaleden alıntı yaparak aktaralım (Füsun Oralalp, “Atatürk ve Bilim”, Bilim ve Teknik, Sayı: 318, Mayıs 1994, 68-80):

“Osmanlı’nın son döneminde tıp, fizik, hatta matematik din çerçevesinde okutulur. Bu anlayış sonucu, bir üçgenin iç açılarının toplamının ne olduğu sorusuna 1773’te İstanbul’da şu cevap verilir: ‘Üçgenine göre değişir!’ Soruyu soran Baron de Todd, ileride kurulması düşünülen mühendishaneye temel oluşturmak üzere Hendeshane açmıştır. Soruyu cevaplayan ise, buna karşı çıkan devrin hendesecilerinden (geometri öğretmeni) biridir. Bilmediğini öğrenmemekte direnmek taassuptur!

“Piri Reis’in 1513’te çizdiği ünlü harita bugün de büyük bir başarı olarak değerlendirilmektedir. Oysa 1770’de, Rus donanmasının Baltık Denizi’nden Akdeniz’e ancak Venedik’teki kanallardan geçerek ulaşabileceğini düşünen Osmanlı devlet adamları, Venedik elçisini bu sebepler kınarlar. Aradan geçen 250 yılda ileri gidileceğine geri gidilmiştir. Okullarda harita çizmenin ve göstermenin yasaklanması, Piri Reis’in torunlarına Akdeniz’e nasıl gidileceğini unutturmuştur!

“Modern bilim Avrupa’da ilerlerken, veba salgını gerekçesiyle 1580’de bir fetvâ ile İstanbul rasathanesi yıktırılır. Medreselerde ise 1400 yıl öncesine ait Claudius Ptolemy (Batlamyus) astronomisi üzerine çalışılmaktadır. Oysa güneşi merkez değil de, bir gezegen olarak kabul eden bu sistemi Nicolaus Copernicus ‘Göksel Gezegenlerin Devrimi’ adlı eseriyle çürütmüştür. Copernicus bilimsel astronomi çağını başlatan eserinde, güneşin uzayın merkezi olduğunu belirliyordu.

“Gutenberg matbaası Türkiye’ye 300 yıla yakın bir gecikme ile girebilmiştir. 1727’de kurulan ilk Türk matbaasında kitap basılabilmesi için ise iki yıl daha beklemek gerekmiştir. Bu gecikmenin nedeni de, devrin şeyhülislamı Abdullah Efendi’nin dinî kitapları ‘gâvur icadı’ndan basılmasını yasaklayan fetvâsıdır. Bilimsel gelişmeleri unutturmaya çalışmak ve yenilikleri engellemek taassuptur!

“Teleskop Avrupa’da 1608’den beri kullanılmaktadır, oysa aynı yüzyılın sonlarında teleskoptan haberi bile olmayan Osmanlı astronomları vardı. Yıldızları göremeyenlerin yıldızlara olmayacak güçler yüklemesinden, kehânetlerde bulunmasından daha doğal ne olabilir? Nitekim 1716’daki Petervaradin Savaşı’nda vezir-i âzam Damat Paşa’nın danıştığı müneccimlerin yıldız hesapları yanlış çıkınca, Osmanlı ordusu Avusturya karşısında yenilir. Ancak devrin şeyhülislamı İsmail efendi, vezir-i âzamdan bile daha geri düşüncelidir. Damat Ali Paşa’nın malları müsadere edilirken felsefe, eskiçağ tarihi ve astronomiye ilişkin kitapların genel kitaplıklara konulması şeyhülislam fetvâsıyla yasaklanır. Kitap yasaklama taassuptur!” (s. 71-3)

Ne güzel, değil mi? Bizim dincilerin Atatürk’e ifrit olmalarının bir nedeni de budur; yani din yerine bilimi koyması nedeniyledir. Atatürk 1937’de son defa Sivas’a gider ve Sivas Kongresi’ni topladığı binada eğitin veren Sivas Lisesi’nde geometri dersine girer. Derste tahtaya iki paralel çizgi çizer ve bunları diğer iki paralel çizgi ile çakıştırır. Bir kız öğrenciye de buradan çıkan açıların isimlerini sorar. Kız bunları söylemekte zorlanınca, Atatürk “Bu anlaşılmaz Arapça terimlerle öğrencilere bilgi verilemez. Dersler Türkçe terimlerle anlatılmalıdır,” der. “Zaviye” karşılığında “açı”, “dılı” karşılığında “kenar”, “müselles” karşılığında “üçgen” gibi kelimeler kullanarak konuyu açıklar. Zaten daha öncesinde, matematik dilini sadeleştirmek ve Türkçeleştirmek için 1936-1937 yılları arasında bir geometri kitabı yazmıştır. Zira Akşehir’e yaptığı gezide söylediği gibi, “Çünkü Arapça artık ilim ve fen dili değildir.” Bunlara bakıp ardından günümüzde Arapçayı okullarda seçimlik ders olarak veren, hatta eğitiminin bir kısmını Arapça veren İmam Hatip gibi okulları düşündüğünüzde, bütün bunlar insana akıl almaz geliyor.

Atatürk şunları demiş:

“Mevcut tarikatların gayesi, kendilerine tâbi olan kimseleri dünyada ve manevî hayatta mutluluğa ulaştırmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin nuru karşısında, filan veya falan şeyhin uyarısıyla maddî veya manevî mutluluk arayacak kadar iptidaî insanların Türkiye medenî camiası içinde varlığını asla kabul etmiyorum.

“Efendiler, ey millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müridler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat medeniyet tarikatıdır. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için kâfidir.” (s. 79)

Cumhuriyetin ilk yıllarında bunları söyleyen bir Atatürk’ten, bir şeyhin dizlerinin dibine oturan ve “Ananı al da git! Elhamdülillah şeriatçıyız!” diyen Tayyip adlı bir başbakana gelmişiz. Bu müthiş bir gerilemeden başka bir şey değildir! Ve “bu adama” hâlâ oy verecek kadar cahil ve bağnaz insanlar var bu memlekette.

Bütün bunları yazmama neden olan, geçtiğimiz günlerde Bağcılar’daki bir lisenin bodrumundaki bir odanın ders saatlerinde namaz kılmak için kullanıldığının ortaya çıkmasıydı. Olayla ilgili yazılanları merak ettiğimden internette siteleri dolaştım. Dinciler sitelerinde her zamanki gibi mız mız edip duruyordu. Bazı siteler ise namaz kılındığının ortaya çıkması yüzünden bu haberi yapanlara kızıyordu. Kimileri de ciddi ciddi uygulamayı savunup geliştirilmesini istiyorlardı.

Eğitim sisteminde adam gibi matematik, fizik, biyoloji vs. dersleri verilemezken, eğitimi iyileştirmek ve kalitesini yükseltmek, öğrencileri okul dışındaki hayata hazırlamak, okulların laboratuar, kütüphane, derslik vs. gibi eksiklerini gidermek gibi meseleler ile ilgilenmek gerekirken, bu zavallılar “okullara mescit yapılması, teneffüslerin namaz saatlerine göre ayarlanması” gibi akıl almaz şeyler ile uğraşıyorlardı. Bu tiplerin böyle şeyler ile uğraşması karşısında insan şaşakalıyor. “Bunların arasında hiç mi aklı olan insan yok?” diye düşünüyorsunuz.

Daha önceden böyle tipler ile bazı sitelerde tartışmıştım. Sürekli olarak “Türkiye’de Müslümanlara baskı var” diye yakınıyorlardı. Baskı dedikleri de şunlar: Cuma günü devlet dairelerinde namaza gitmeye izin verilmiyor; okullarda, devlet dairelerinde ve hastanelerde mescit yok; başörtüsü yasağı var. Demek, bunlar düzelince memleketteki Müslümanlar rahata erecekler. Tartışmalarda üç taktik izliyorlardı: Bir olayın sadece işlerine gelen kısmını cımbızla çekip almak; eleştirileri ya da yazılanları çarpıtmak; hiçbir şekilde cevap veremeyecekleri bir eleştiri ile karşılaştıklarında onu görmezden gelmek. Bu kafayla bunlar nereye gidecekler? İleriye olmayacağı kesin!

Bugün Hürriyet gazetesinde okudum. Antalya’da İmam Hatip Liseleri Mezunları Derneği’nin düzenlediği pilav gününde konuşan İHL Mezunları ve Mensupları Derneği eski başkanı şöyle demiş: “Diğer okullarda fuhuş var, uyuşturucu var, İHL’lerde yok. Bugün İHL’ye çocuğunu gönderen de, orada okuyan gençler de birer kahramandır." Bir tane daha: Amasya Kız Meslek Lisesi’nin Din Kültürü hocası hazırladığı 25 soruluk testte öğrencilere “Evlilik bağı olmayan kişiler arasındaki cinsel ilişkiye ne denir? Hangisi zinanın zararlarından değildir? Hangisi ruh sağlığı açısından zinanın zararlarından değildir?” şeklinde sorular sormuş. Bu hasta insanların olduğu okullardan, bunların yetiştirdiği öğrencilerin arasından özgür düşünceli, özgür irade sahibi kişilerin çıkması beklenebilir mi? Bu ülkenin İHL’ler gibi içi geçmiş okullara ihtiyacı var mı?

En son Atatürk’ten bir alıntıyla bitireyim:

“Gözlerimizi kapayıp tek başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile alakâsız yaşayamayız … Aksine, yükselmiş, ilerlemiş, medenî bir millet olarak medeniyet düzeyinin üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fenle olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.

“Hiçbir tutarlı kanıta dayanmayan birtakım geleneklerin, inanışların korunmasında ısrar eden milletlerin ilerlemesi güç olur; belki de hiç olmaz. İlerlemede geleneklerin kayıt ve şartlarını aşamayan milletler, hayatı akla ve gerçeklere uygun olarak göremez. [Bu milletler] Hayat felsefesini geniş açıdan gören milletlerin egemenliğine ve boyunduruğu altına girmeye mahkûmdur.” (s. 69)

6 comments:

Anonymous said...

Bagnaz dincilik Avrupa'da da vardi. Pekiyi onlar bilimi nasil once dinin Tanri'yi kanitlama aleti olarak kullanip bir suru seyler buldular ve sonra da ikisini birbirinden tamamen kopartmayi basardilar? Bu nasil oluyor ve nasil olmuyor?

Benim milletimin gonlu neden dusuk? Neden kendi haline birakilinca bagnazligin, bos inanclarin, taassubun, tahammulsuzlugun en dibine iniveriyor?

Toplumun deformasyonu neden demokrasi sayiliyor? Bu yalan nasil boyle yayginlastirilabiliyor?

Sorular, sorular... Ben uzuluyorum yaaaa..... :o(

Anonymous said...

merhabalar bliyaal...
sana yorum yapamadım ve bugün toptan okuyamadığım 4 yazını okudum...ellerine sağlık...belirtmeliyim ki senin araştırmacı yanın süper..değindiğin..sinirlendiğin...kısacası hissetiğin herşeyi anlıyorum...dün özgişle de konuştuk...özet olarak okuyamadığım yazını anlatt bana...
bu arada...
sana özel bir mail attım..mutlaka bekliyorum ok...
sevgiyle kal...
yazılarınla ilgili yorumlarımı yüzyüze iletsem olur di mi??..:))
nurdan

Anonymous said...

Simdi, bir dakika, okullarda mecburi din dersi var mi yok mu? Var. Dinin 'zina' denen sey icin bir dedigi var mi? Var. Eh peki bunun imtihani nasil olacak diye bekliyordunuz? Ne sorulacakti yani? "Zina iyi seydir herkes bol bol yapmali cunku ..." diye baslayip sIklar mi sayilacakti? Mesela soyle mi: (a) abazanlik zinadan fenadir (b) zaten duramiyoruz niye yalan soyleyelim (c) bu kadar hos birsey nikah filan kaygisiyla kacmaz (d) hepsi.

O imam hatipcinin konusmasi tipik biz/onlar, biz iyiyiz/onlar kotu halinin ornegi, o bakimdan farkli biraz. Bunu biliyoruz zaten, goruyoruz nette de 'taraf' olan basinda da zaman zaman sokakta da. O toplantida 'sen ne diyorsun, bizim ahlakimiz boyle iftira atmaya musade etmez' diyecek insan cikmamasi da biraz manidar tabii -- husumetin ne dereceye vardigini gosteriyor. Yalniz bu islerde gazetelerin haberleri dogru yazmak kaygisi da olmayabiliyor, ne olup bitmis bilemeyebiliriz.

gaykedi said...

rasathane de meleklerin bacaklarını dikizliyorlar haa!!! yuhh yaa :)

Fulya said...

Ben yine zevkle okudum yazini.
"Ve “bu adama” hâlâ oy verecek kadar cahil ve bağnaz insanlar var bu memlekette."
Ve sayilarida oldukca fazla degil mi?
Akil almaz!
Her sozune katiliyorum.
Sevgilerle

isimsiz said...

Bize ezberletip durulur 'hayatta en hakiki mursit ilimdir' diye. Simdi bize gayet dogal geliyor bu soz. Hep merak ederim, Ataturk'u agzindan dusurmeyenler neden onun bilimle ilgili su sozunu acik acik gunumuz Turkcesiyle agizlarina almazlar:

‘Dünyada her şey için, uygarlık için, hayat için, basarı için en hakiki rehber bılımdır, pozıtıf bilimdir. Bılımın ve pozıtıf bılımın dısında haricinde rehber aramak aymazlıktır, bilgisizliktir, sapkınlıktır.’

Ilim derler, falan derler filan derler, Ataturk burada 'fen' derken acikca pozitif bilimden, bayagi fizik, kimya, biyolojiden dem vurur. Bu anlamda Benjamin Franklin gibi bir ronesans adamidir ataturk.

Ataturkcu diyemem kendime ama rasyonel dusunceyi, aydinlanma doneminin degerlerini, terminolojisini cumhuriyetin bir niteligi haline getirmeye calisan, musluman dunyasinda ilk kez devlet adami olarak bunlari agzina alan Ataturktur. Bu sekulerlesmenin ta kendisidir, dunyada olan biteni inancla aciklamama, inanci gundelik hayattan, kanunlardan cikartarak ozgur birakmaktir.
Batililasma tanzimatla baslamistir dogrudur ama ataturk'den once de hicbir devlet adami boyle bir laf etmemistir.