OSMANLI’DA “ÇARŞAF” YASAĞI
Sınavı geçtikten sonra odada gecikmiş bir bahar temizliği yapmaya karar verdim. Gerekli olmayan kitapları ayıklarken, elime çok uzun bir süre önce almış olduğum bir kitap geçti: Turhan Ilgaz, “Tencere Kapak”, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001. İçini şöyle bir karıştırırken, “Ya Totalitarizm ya Otoritarizm” başlıklı bir yazı gördüm. Yazıda denildiğine göre, bizim dincilerin “Ulu Hakan” diyerek pek bir sevdikleri II. Abdülhamit meğersem “kara çarşafa” müthiş derecede alerjisi olan biriymiş. Üstelik, bütün saltanatı boyunca bizim dincilerin ölesiye sevdikleri bu “İslâmcı örtüyü” sürekli olarak yasaklayıp durmuş. Bunları okuyunca, “Allah Allah, laik mi ne bu herif?” dedim içimden. İşte buyurun:
“Günümüzde, ‘türban’da simgeleştirilen ‘tesettür’ün o temel aracının, sokaklarımızda artık göze batmayacak kadar sıradanlaşan çarşafın, düpedüz bir kadın modası olmasına İslâmcılarımız ne buyururlar acaba? Ataerkil toplum, psikolojinin, hatta psikiyatrinin alanına girmeyi hak eden nedenlerle kadını cendereye almaya uğraşadursun; kadınlarımız dinin buyruğunu, modanın dayatmaları karşısında genellikle ihmal etmişler! Evet, kara çarşaf da bir modaydı başlangıçta. 1850’lerde, Suriye valiliğinden dönen Suphi Paşa’nın muhterem zevceleri tarafından İstanbul’a getirilen, İstanbullu hanımların önceleri dudak bükerek karşıladıkları, ama sonradan pek benimsedikleri bir moda …
“Moda dendi mi, ister istemez ‘sanayi’ diyeceğiz. Sanayi deyinde de ‘ekonomi’! Onun içindir ki, 1883 yılında getirilen çarşaf yasağı üzerine, İstanbullu tüccar tayfasının, Cuma Selâmlığı çıkışında, Sultan’a, bu yasağın iktisad-ı Şahane üzerindeki olumsuz etkilerini anlatan bir dilekçeyi verdiklerini okuyoruz, 27 Ekim 1883 tarihli Le Courier d’Orient gazetesinde. Tüccar, bu dilekçesinde, çarşaf yasağının yerli sanayi için öldürücü bir darbe niteliğini taşıdığını; çarşaf yapılan kumaşların Bağdat, Beyrut, Halep ve hatta Mekke ve Medine gibi İslâm kentlerinde üretildiğini; ferace imâlinde kullanılan çaputların ise diyar-ı küffar’dan ithal edildiğini anlatıp; ayrıca bu yasak sonucu, ellerinde nereye sokacaklarını bilemedikleri büyük miktarda stok kalacağından ve de Bursa, Halep, Şam, Bağdat vb. nice İslâm vilayetinde, maazallah 50.000 kişinin işsiz ve perperişan duruma düşeceğinden bahisle, Zat-ı Şahane’yi uyarıyordu.” (s. 68-9)
Maalesef, Ulu Hakan’ımız çarşaf tüccarlarının bu isteğini geri çevirmiş. 2 Nisan 1892 tarihli buyruğu, padişahın hem çarşaf alerjisinin kaynağını, hem de çarşafı yasaklamasını haklı göstermek için nasıl da İslâm’a sarıldığını gösteriyor. Ilgaz buyruğu özet olarak ve Türkçe mealli vermiş:
“Padişah Hazretleri, bugün, Cuma Selâmlığı töreninden sonra, Teşvikiye’deki Silahhane’yi teşrif ile oradan saraylarına dönerlerken, yolda, tuhaf bir şekilde bellerine bağlı siyah çarşaflara bürünmüş bazı kadınlar görmüşler, bunların örtünmemiş denecek kadar açık saçık bulunmalarına ve âdeta matem elbisesi giymiş Hıristiyan kadınlara benzemelerine bakarak, birdenbire İslâm olduklarından tereddüt buyurmuşlardır …
“İzaha muhtaç olmayacağı üzere, büyük İslâm devletinin ayakta durması, devamı ve yükselmesi, kadın ve erkek bütün Müslümanların her türlü hâl ve hareketlerinin Şeriat’ın yüksek hükümlerine son derece dikkatle uymalarına bağlı olup, aksi hâlde, Allah esirgesin, gerek fertler, gerek devlet için maddî ve manevî sonsuz zararlara sebep olacağından, İslâm kadınlarının Allah’ın emirlerinden bulunan örtünme usul ve kaidelerine fevkalâde dikkat ve itina etmeleri lüzumunu beyana hacet olmadığı; bu çarşaflarınsa, İslâm kadınlarınca örtünmeye asla uygun ve müsait olmadığı gibi, bir maksatla şuraya buraya girmek için bazı münasebetsiz erkekler tarafından da bir fesat ve melânet perdesi olarak kullanılmakta olup … ” (s. 69)
Sınavı geçtikten sonra odada gecikmiş bir bahar temizliği yapmaya karar verdim. Gerekli olmayan kitapları ayıklarken, elime çok uzun bir süre önce almış olduğum bir kitap geçti: Turhan Ilgaz, “Tencere Kapak”, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001. İçini şöyle bir karıştırırken, “Ya Totalitarizm ya Otoritarizm” başlıklı bir yazı gördüm. Yazıda denildiğine göre, bizim dincilerin “Ulu Hakan” diyerek pek bir sevdikleri II. Abdülhamit meğersem “kara çarşafa” müthiş derecede alerjisi olan biriymiş. Üstelik, bütün saltanatı boyunca bizim dincilerin ölesiye sevdikleri bu “İslâmcı örtüyü” sürekli olarak yasaklayıp durmuş. Bunları okuyunca, “Allah Allah, laik mi ne bu herif?” dedim içimden. İşte buyurun:
“Günümüzde, ‘türban’da simgeleştirilen ‘tesettür’ün o temel aracının, sokaklarımızda artık göze batmayacak kadar sıradanlaşan çarşafın, düpedüz bir kadın modası olmasına İslâmcılarımız ne buyururlar acaba? Ataerkil toplum, psikolojinin, hatta psikiyatrinin alanına girmeyi hak eden nedenlerle kadını cendereye almaya uğraşadursun; kadınlarımız dinin buyruğunu, modanın dayatmaları karşısında genellikle ihmal etmişler! Evet, kara çarşaf da bir modaydı başlangıçta. 1850’lerde, Suriye valiliğinden dönen Suphi Paşa’nın muhterem zevceleri tarafından İstanbul’a getirilen, İstanbullu hanımların önceleri dudak bükerek karşıladıkları, ama sonradan pek benimsedikleri bir moda …
“Moda dendi mi, ister istemez ‘sanayi’ diyeceğiz. Sanayi deyinde de ‘ekonomi’! Onun içindir ki, 1883 yılında getirilen çarşaf yasağı üzerine, İstanbullu tüccar tayfasının, Cuma Selâmlığı çıkışında, Sultan’a, bu yasağın iktisad-ı Şahane üzerindeki olumsuz etkilerini anlatan bir dilekçeyi verdiklerini okuyoruz, 27 Ekim 1883 tarihli Le Courier d’Orient gazetesinde. Tüccar, bu dilekçesinde, çarşaf yasağının yerli sanayi için öldürücü bir darbe niteliğini taşıdığını; çarşaf yapılan kumaşların Bağdat, Beyrut, Halep ve hatta Mekke ve Medine gibi İslâm kentlerinde üretildiğini; ferace imâlinde kullanılan çaputların ise diyar-ı küffar’dan ithal edildiğini anlatıp; ayrıca bu yasak sonucu, ellerinde nereye sokacaklarını bilemedikleri büyük miktarda stok kalacağından ve de Bursa, Halep, Şam, Bağdat vb. nice İslâm vilayetinde, maazallah 50.000 kişinin işsiz ve perperişan duruma düşeceğinden bahisle, Zat-ı Şahane’yi uyarıyordu.” (s. 68-9)
Maalesef, Ulu Hakan’ımız çarşaf tüccarlarının bu isteğini geri çevirmiş. 2 Nisan 1892 tarihli buyruğu, padişahın hem çarşaf alerjisinin kaynağını, hem de çarşafı yasaklamasını haklı göstermek için nasıl da İslâm’a sarıldığını gösteriyor. Ilgaz buyruğu özet olarak ve Türkçe mealli vermiş:
“Padişah Hazretleri, bugün, Cuma Selâmlığı töreninden sonra, Teşvikiye’deki Silahhane’yi teşrif ile oradan saraylarına dönerlerken, yolda, tuhaf bir şekilde bellerine bağlı siyah çarşaflara bürünmüş bazı kadınlar görmüşler, bunların örtünmemiş denecek kadar açık saçık bulunmalarına ve âdeta matem elbisesi giymiş Hıristiyan kadınlara benzemelerine bakarak, birdenbire İslâm olduklarından tereddüt buyurmuşlardır …
“İzaha muhtaç olmayacağı üzere, büyük İslâm devletinin ayakta durması, devamı ve yükselmesi, kadın ve erkek bütün Müslümanların her türlü hâl ve hareketlerinin Şeriat’ın yüksek hükümlerine son derece dikkatle uymalarına bağlı olup, aksi hâlde, Allah esirgesin, gerek fertler, gerek devlet için maddî ve manevî sonsuz zararlara sebep olacağından, İslâm kadınlarının Allah’ın emirlerinden bulunan örtünme usul ve kaidelerine fevkalâde dikkat ve itina etmeleri lüzumunu beyana hacet olmadığı; bu çarşaflarınsa, İslâm kadınlarınca örtünmeye asla uygun ve müsait olmadığı gibi, bir maksatla şuraya buraya girmek için bazı münasebetsiz erkekler tarafından da bir fesat ve melânet perdesi olarak kullanılmakta olup … ” (s. 69)
İşte böyle: Abdülhamit amcam “Allah esirgesin, gerek fertler, gerek devlet için maddî ve manevî sonsuz zararlara sebep olacağı” gerekçesiyle çarşafı yasaklıyor. Zavallı çarşaf tüccarları ise bu yasağın millete ve devlete getireceği zararları boş yere anlatmaya çalışıyor ve sonuçta okkanın altına giriyorlar.
Şimdi duruma bizim dincilerin açısından bakalım. Bu olup bitenler sonucunda gördüğümüz nedir? II. Abdülhamit laik ve Kemalist bir heriftir. Çarşafı yasaklayarak inanç özgürlüğüne darbe vurmaktadır ve bu yüzden de apaçık bir demokrasi ve din düşmanıdır. Dahası, bu davranışları ile Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği uyum sürecini zora sokmaktadır. Padişah derhal AİHM’ne şikayet edilmeli ve Osmanlı Devleti yasak mağdurlarına tazminat ödemelidir.
Düşünün bir, bizim başörtüsü serbestisi isteyen ahmak dinciler Abdülhamit döneminde yaşasalardı ne yaparlardı? Yasağa kalkıp karşı çıkabilirler miydi? Koca padişah yasaklamışken, tebaaya laf söylemek düşer mi? Padişahın iradesine karşı çıkmak ne demek hem? Tez kelleleri vurula!
Şimdi duruma bizim dincilerin açısından bakalım. Bu olup bitenler sonucunda gördüğümüz nedir? II. Abdülhamit laik ve Kemalist bir heriftir. Çarşafı yasaklayarak inanç özgürlüğüne darbe vurmaktadır ve bu yüzden de apaçık bir demokrasi ve din düşmanıdır. Dahası, bu davranışları ile Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği uyum sürecini zora sokmaktadır. Padişah derhal AİHM’ne şikayet edilmeli ve Osmanlı Devleti yasak mağdurlarına tazminat ödemelidir.
Düşünün bir, bizim başörtüsü serbestisi isteyen ahmak dinciler Abdülhamit döneminde yaşasalardı ne yaparlardı? Yasağa kalkıp karşı çıkabilirler miydi? Koca padişah yasaklamışken, tebaaya laf söylemek düşer mi? Padişahın iradesine karşı çıkmak ne demek hem? Tez kelleleri vurula!
1 comment:
Bliyaal, ayol sen anlamiyorsun! O, padisahlikti. Diktator gibi bisi! Simdi demokrasi var. Boylece ileriye giderek gerileyebiliriz hep beraber ve ozgurce! :o)
Cok guzel olmus bu yazi. Her zamanki gibi.
www.elifsavas.com/blog
Post a Comment