Thursday, August 16, 2007


ATATÜRK’Ü NEDEN SEVMEZLER?

Abdullah amcam gene cumhurbaşkanlığı için depreşiyor, dinciler seçim sonuçlarından cesaret alarak gulu gulu dansı yapıyor, bunlara yaranmaya çalışan sefil medya ise bir yandan kendi içindeki çatlak sesleri tasfiye ediyor, diğer yandan yalakalığını sürdürüyor. Anlayacağınız, memleket her zaman olduğu gibi “batıyor”.

Evvelki gün Emin Çölaşan Hürriyet’teki son yazısında rezil bir İslâmcı dergiden bahsetti. Bu dergi Cumhuriyet’in temellerine olan bütün kinini kapağında kusuyordu. Dertleri ne peki? İslâmcıların bu nefreti nereden kaynaklanıyor? Bu yazıda bu konudaki “nacizane” düşüncemi belirteyim dedim.

I

Önce bir tanım yapalım:

Fransız Devrimi’nin dorukta olduğu yıllarda Auguste Comte felsefî bir akım olan Pozitivizm’i kurar. Felsefesi deterministtir. Buna göre, bütün toplumlar sırasıyla teolojik, metafizik ve pozitif dönemlerden geçerek olgunlaşır. Her bir aşama kendisinden önceki aşamanın sonucu, kendisinden sonraki aşamanın hazırlayıcısıdır. Her gelişme sürekli olarak daha iyiye, daha doğruya yöneliktir.

İlk aşama olan “teolojik”, yani “dinsel” dönemde, insanlar yaşamlarını doğaüstü şeyler hakkında sahip oldukları inançlara göre düzenlerler. Çevreyi kavramakta düş gücü, duyu organlarından daha etkilidir; teknoloji yetersizdir. İnsanlar olup bitenlerin ardında tanrının iradesinin olduğunu düşünürler. Bu dinsel dönem fetişist, çoktanrıcı ve tektanrıcı olmak üzere üç alt devreye ayrılır.

İkinci aşama, düş gücü ile algılanan gerçeklerin bir ölçüde duyu organları ile algılanan gerçekler tarafından etkilendiği “metafizik” dönemdir. Endüstrileşmenin tohumları bu aşamada atılır. Doğal hukuk, derebeylik, kölelik, dinsel ve askerî otorite zayıflar. Comte’a göre metafizik dönem bir ara aşamadır.

Son aşama da, endüstrileşmeye tekabül eden, insanın çevresini duyu organları ve deneysel yöntemle algıladığı “pozitif” dönemdir. Dolayısıyla bu dönemin en belirgin nitelikleri pozitif bilim ve endüstridir. Bu dönem toplumsal evrimin sonudur.

II

Pozitivizmin Osmanlı’ya kadar gelmiş, imparatorluğu kurtarma görevini yüklenen sivil ve asker bürokratları etkilemiştir. Bunlar ilk olarak İslâm’ı pozitivist ilkeler ile birleştirmeye çalışmışlar, ancak sonradan İslâm’ı bir kenara bırakarak kurtarıcı olarak tamamıyla pozitivizme sarılmışlardır. Timur’dan aktaralım:

19. asırda Avrupa’da keskinleşen sınıf kavgalarının ideolojik ifadesi idealizm-materyalizm çatışması şeklinde ortaya çıkmıştı. Aslında, idealizm-materyalizm mücadelesinin tarihi eskidir ve eski Yunan’a kadar gider. Ancak burjuva devrimlerinden önce idealizm, dinci idealizmin tekelindeydi ve kilise tarafından temsil ediliyordu. Oysa 19. yüzyılda müsbet ilimlerin gelişmesi, bir yandan kilisenin itibarını sarsmış ve idealizmin laik biçimlerde savunulmasına yol açmış, diğer yandan da geleneksel mekanik materyalizm yerine diyalektik materyalizmin doğuşunu sağlamıştır. Burjuva çıkarları bu dönemde çeşitli ideolojiler tarafından savunulmuştur. Ancak bunlardan bir tanesi vardır ki, Batı’dakinden farklı nedenlerle Jön-Türklerden itibaren Osmanlı aydınlarını etkilemiş ve Türk Devrimi’ne temel teşkil etmiştir. Bu ideoloji pozitivizmdir. (Taner Timur, “Türk Devrimi ve Sonrası 1919-1946”, Ankara: Doğan Yayınları, 1971, s. 128-9)

Bu etkilenenlerin arasında Atatürk de vardır; eylemlerinin hemen hemen hepsi bu düşünce içine oturtulmuştur. Bu nedenle, Türk devrimi de düşünsel açıdan pozitivizme oturmuştur. Timur şöyle diyor:

Osmanlı bürokratları ve aydınları Batı’nın “üstünlüğü”nü açıklayacak ve bize aktarılacak “sihirli değnek” aramakla meşguldürler. (…) Pozitivizm ve dayandığı ilim anlayışı, hem Batı’nın üstünlüğünü açıklamak hem de Hıristiyanlığa bulaşmamış olmak erdemlerine sahipti. Toplumsal ahenk fikri ile de, sınıfsal açıdan her türlü uzlaşmaya elverişli olan küçük burjuva özlemlerine cevap veriyordu. (…) Durkheim’ın da Türkiye’de çok tanınmış olması anlamlıdır. İttihat ve Terakki’nin fikir babası Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları’nda Durkheim’ın “kolektif bilinç” kavramını tarihi maddeciliğin sınıf çelişkisine karşı kullanmıştır. (s. 132-3)

Nitekim, Cumhuriyet’in “imtiyazsız sınıf, kaynaşmış bir kitleyiz” sloganındaki dayanışmacı ruh, kaynağını pozitivist düşünceden almaktadır. Gerek Türk aydını gerek Atatürk, pozitivizmi bilimin egemenliği biçiminde anlamışlar, onu dine ve geleneğe karşı kullanmışlardır. Nitekim pozitivizmin önemli özelliklerinden biri de – yukarıdaki “pozitif” aşamayı hatırlarsak – “deneysel yönteme” dayalı olmasıdır. Böylece Türk devrimi bu düşünceyi neredeyse tamamıyla uygulamaya aktarmıştır. Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir,” sözü devrimin ruhunun ne denli pozitivizme dayalı olduğunu gösterir. Burada, Türk devriminin bilime ve kolektif bilinçten hareketle toplumsal olana, yani “millet” anlayışına vurgu yaptığına dikkatinizi çekerim.

III

Gel gelelim İslâmcılığa. Önce İslâm’ın siyasî niteliği hakkında bir-iki laf edelim:

Antik Yunan’ın siyaset öğretisi Müslümanların yaşadığı topraklarda Kuran’ın nasları içinde donup kalmıştır. Halbuki bu öğreti, önce pagan, sonra Hıristiyan olan Batı dünyasında toplumu düşünmenin motoru hâline gelmiştir. Bunun nedeni, İslâm’ın, bir toplum düzeni yaratmak için “din olma” vasfını edinip bundan faydalanması iken, Hıristiyanlığın varolan bir toplum düzenine kendisini dayatmasında yatmaktadır. İslâm Eski Ahit’in ruhuna sıkı sıkıya bağlı kalmış, Hıristiyanlık ise ilâhi öğretisini yaymak için varolan siyasî düzene eklemlenmiştir. Dikkat ederseniz, aradaki farklılık dinin “siyasallaşma biçiminde” yatmaktadır.

Antik Yunan düşüncesinde toplum – onların deyişiyle, “kamu” anlamında “res publica” – Platon’un Devlet’inde temellenir. Platon’a göre “site”, insanın yarattığı bir bütündür ve insan bu sitenin kuruluşu vasıtasıyla kendisini şekillendirir. “Cumhuriyet” de sitenin “ide”si ya da düşüncede tasarlanan şeklidir. İşte Platon’un bu cumhuriyeti, İslâm anlayışında ortak bir imanın ayakta tuttuğu ve bunun da bilge bir hükümdarda cisimleştiği ideal bir topluma dönüşmüştür. Bu toplumda bireyleşmeye ve sorgulamaya ihtiyaç yoktur, çünkü “ümmet” her türlü sorunun mutlak ve değişmez yanıtıdır. Böylece bireyin Kuran’ın hükümleri ve peygamberin hadisleriyle ümmetin içinde eridiği düzen, sonsuza değin “ideal site” olmaya yazgılıdır.

Gerisini Berkes’ten aktaralım:

Bu alafranga İslâmcıların anladığı İslâmlık Osmanlı, Türk, hatta ortaçağ Müslümanlığı gibi tarihsel Müslümanlık değil, Hz. Ömer, hatta Hz. Peygamber zamanına kadar götürdükleri hayalî bir Müslümanlıktır. Onların sanısı zıddına, tarihte olan Müslümanlık, yaşamın her yanını kaplayan bir din olma eğilimi yüzünden daima bilime, fenne, hatta devlete aykırı olmuştur. Türk geleneklerinde [ise, İslâm] sivil ve siyasal yaşamın her yanını kapsamaktan çıkarılarak, sadece bir hukuk, halkın ibadet ve örfü alanlarına daraltılmıştır. İslâmcıların tarihe baştanbaşa aykırı olan görüşleri, onların da, yalnız İslâmlık adına bireyci bir ideolojiye yönelmelerinden ileri gelir. Onların da toplum görüşü yoktur. Onların toplum olarak anladığı “ümmet” organik bir toplum değil, inanan bireylerin toplamıdır.

(…) İslâm anlayışında örgütlü toplum görüşü yoktur. O, bireylerin toplamıyla ilgilidir. Hangi aileden, kavimden, dilden, devletten olursa olsun, kişilerin, bireylerin inançta birliğidir. Onun için tarihte çok Müslüman hükümetleri olduğu hâlde, hiçbir zaman İslâm devleti olmamıştır. Devlet türleri İslâmlıktan çıkmamış, ondan önce gelmiş ve aldığı İslâmlığa da ona göre biçim vermiş, din ile toplum arasında ancak bu yoldan bir örgütlenme meydana gelebilmiştir. Halbuki şimdi bu İslâmcılara göre, İslâm uygarlığı, inanan kişiler ümmetinin İslâmlıktan gelen uygarlık araçları yığınıdır. (“Türk Düşününde Batı Sorunu", Ankara: Bilgi Yayınevi, 1975, s. 217-8)

Berkes bu İslâmî uygarlık görüşünü hayalî, yapma ve bireyci şeklinde nitelendirerek, hem Osmanlı hem de dünyanın diğer yerlerindeki Müslümanlar için yıkıcı, anti-sosyal ve nihilist bir rol oynama tehlikesi taşıdığını söylüyor. Bu uygarlık görüşü herhangi bir toplum örgütü ve özellikle toplumsal değişme anlayışından tamamıyla yoksundur. Bundan dolayı, mesele toplumsal kalkınmaya geldiğinde Namık Kemal’den de geridir.

İşte, İslâm uygarlığının Batı uygarlığı karşısındaki gerçek durumu! Bu uygarlığın sanımca en münasip adı “teneke uygarlığı”dır. Esası, içindeki petrolü boşaltılmış gaz tenekesidir. Halk onu alır, evinin damını ya da duvarını yamar; onun içinde su taşır; onun içinde su içer; onun içinde yıkanır. “Tenekecilik” adında bir de meslek meydana getirerek bu maddenin ekonomik gelişmeye de bir faydası olmuş!

Bu teneke uygarlığı içinde yaşayan toplum karşısında devletin çok titizlikle üzerinde durduğu görev, tenekeyi Batı uygarlığının etkilerine karşı galvanize edecek bir totalitercilik kurmaktır. Liberalizm yalnız batılılara mahsustur. Onun için, bu liberalizm uygarlığının etkilerinin sızdığı uygarlık ideali, inadına, bir bireycilik ve liberalizm şeklinde bir kurt gibi sokulur; onu için için kemirmeye başlar; herhangi bir toplumcu görüşün yeşermesine hiç imkân bırakmaz. (s. 220)

Dikkat ederseniz, bu İslâmî düşünce biçiminden hareket ettiğinizde, dinin siyaseten istismarı diye bir şey söz konusu olamaz. Zira İslâm zaten bu dünyaya düzen vermenin, hem de en iyi düzeni vermenin aracısı hâline geliyor. Üstelik kendisi bunu hem iddia ediyor, hem de bir “hak” olarak talep ediyor. O yüzden, “Tanrı’nın sitesini” bu dünyada gerçekleştirdiğini iddia eden ve bunu dayatan İslâm, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken her zaman için bir sorun oluşturmuştur. Dolayısıyla İslâm’ı “siteden” çıkarılmadıkça ve insanların vicdanlarına bırakılmadıkça, bir sorun olmaya devam edecektir. Atatürk de bunun gayet iyi farkındaydı.

IV

Kemal Tahir bu durumu şu şekilde açıklıyor:

Mustafa Kemal’in Müslüman Osmanlılar tarafından baştan beri sevilmemesi, zaferden sonra düpedüz dinsiz sayılması; İttihatçıların başka amaçlarla yaptıkları propagandalardan çok, o zamanlar meydana çıkan ve çok güçlü görünerek birçok gerçek devlet adamını aldatan Pan-İslâmizm politikasını her yiğidin göze alamayacağı bir cesaretle, hemen hemen hiçbir devlet adamının varamayacağı bir doğru hesapla, bir şeye yaramayacağını kestirerek (bu kestirme de mizacındaki ve inançlarındaki laik temelden gelmiştir) hiç duraksamadan terk edebilmesindendir. (“Çöküntü", İstanbul: Bağlam yayınları, 1992, s. 164-5)

Nitekim Atatürk İzmir’de halka yaptığı bir konuşmada şunları söylüyor:

Tam cesaretle söylüyorum ki, dünyanın bugünkü umumî koşullarına ve yüzyılın insanların kafasında yapmış olduğu bugünkü değişikliklere göre, bütün İslâm âleminin şimdiye kadar vehim edildiği bir noktadan sevk ve idaresine maddî olanak yoktur ve olamaz (alkışlar). Bunu bu kadar kuvvetle söyleyebilmek için çok şey bilmeye, çok şey düşünmeye, çok şey hatırlamaya hacet yoktur. “Çünkü bu olmamıştır ve olamayacaktı,” dediğim zaman, bu benim ifadem değildir. Tarihin ifadesidir. Arkadaşlar! Bin üç yüz şu kadar yıldan beri bu nazariye nerede ve ne vakit uygulama kabiliyeti bulabilmiştir?

Efendiler! Dünya yüzünde mevcut bütün İslâm âlemini bir an için gözden geçirelim. Hepsinin ne hâlde olduğunu, zannederim ki, içinizde bilmeyen bir fert yoktur. Hepsi esirdir, sefildir ve hakikî zenginlik ve mutluluktan yoksundur. Bugün dünyada “bağımsızım” diyen İran devleti uyuyor. Afgan devleti dahi hakikî mutluluktan çok uzaktır. (Sadi Borak, “Atatürk’ün Resmî Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri”, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2. basım, 1997, s. 162-4) [Demek İran o zaman da uyuyormuş! Yahu bu adamlar hiç mi ilerlememişler be!]

Burada vurgulamak istediğim, İslâm’ın “ümmet” anlayışı karşısına Atatürk’ün “millet” anlayışını geçirmesidir. Bütün sorun bu iki farklı anlayışın sonuçlarının çatışmasından kaynaklanıyor. Atatürk en baştan beri bir ulus devletin yönetiminde ve temellerinde “ümmet” anlayışının ve onun siyasî çıkarımlarının yer alamayacağını çok iyi biliyordu. Bu durum, onun pozitivizm anlayışının bir sonucudur.

V

Bugünkü toplumsal yapılara yukarıda bahsettiğim Comte’un sınıflandırmasından baktığımızda şunu söyleyebiliriz:

Bütün İslâm medeniyeti teolojik aşamanın tektanrıcı devresine, Batı uygarlığı pozitif döneme ve Türkiye de metafizik döneme denk gelmektedir. Dünya düzleminde tektanrıcı devrenin temsilcileri ile pozitif aşamanın temsilcileri savaşıyor. Türkiye ise bir aşamadan diğerine geçişin sıkıntılı metafizik dönemine ait sorunlar ile uğraşıyor. Bir yandan hem tektanrıcılar hem de pozitifçiler ile boğuşuyor, diğer yandan da kendi içinde ümmetçiler ile milletçiler çatışıyor. Anlayacağınız, Türkiye yine her zamanki gibi hem içerde hem de dışarıda iki arada bir derede kalıyor.

Peki ümmetçiler kendileri gibi düşünmeyenlere karşı rahat durabilirler mi? Kendi hâllerinde yaşayabilirler mi? Normalde, kendileri gibi düşünmeyenleri rahatsız etmedikçe istediklerini yapmakta özgürdürler; buna kimsenin itirazı olmaz. Ancak, şimdiye değin yaptıklarına baktığınızda bunun asla mümkün olmayacağını görüyoruz. Madımak Oteli’nin kararmış enkazından yükselen yanık insan eti kokusu hâlâ burunlarımızdan gitmedi. Hizbullah’ın Gonca Kuriş gibilere yaptığı vahşetin kaldırdığı midemiz hâlâ düzelmedi.

Hayır, bunlar rahat duramazlar, çünkü amaçladıkları rejim demokratik bir cumhuriyet değildir. Toplumu, bireylerin en gündelik ve en özel yaşamlarına kadar, 1600 yıllık en geri bir arkaizmden çıkarılan ilkelere göre yönlendirecek, çekip çevirecek bir düzendir amaçladıkları. Tıpkı İran, Suudi Arabistan, Afganistan ve Cezayir gibi ülkelerde yapmak istedikleri ve çoğu kez de başardıkları bir düzendir bu. Onların inandıkları “doğrunun” gereği budur. Aksini düşünmeleri ve uygulamaları kendilerini inkâr etmek demektir.

O nedenle, devletin vatandaşlarına verdiği kimlik cüzdanında otomatik olarak “Dini: İslâm” yazan bir ülkede, kendileri gibi düşünmeyenleri, kendileri gibi inanmayanları “kendi doğru yollarına” getirmek için, her fırsatını bulduklarında elbette ellerinden geleni artlarına koymayacaktırlar. Allah sonumuzu hayır etsin – amin!

10 comments:

bliyaal said...

Maşallah valla Özge’cim.

O kadar kitabı almışsın ya … :))

Benim ilgimi daha çok ikinci listedekiler çekti. Şu okuduğun “Einstein In His Own Words” örneğin. Nasıl bir şey?

Bu kadar kitabı gerçekten nereye koyacaksın? 15 kitap yahu, az buz değil!

Bak o kadar “Tiffany’de Kahvaltı” almışsın da, insan bir Audrey Hepburn biyografisi almaz mı yanına? :))

Bijou said...

Kitap listesi yayinlama iyi fikir. Kitap tavsiyelerine her zaman acigimdir ve okuma listesi scalamızıı genısletmek adına faydalı bır aktivite. Nacızane siparıs verecegim kitaplar asagidaki gibi. yogun istek uzerine NLP kitaplarında baslayabılırım ama tereddutteyım, hicbir zaman cekmemistir bu tur kitaplar beni. lakin bir arkadasi kirmamak adina bir tane okuyacagim.



Amerigo/ Tarihi bir yanlıslıgın hikayesi- Stefan Zweig

Charles Darwin- Cyril Aydon

Muslumanlar ve azinliklar- Justin McCarthy

The sound of fishsteps- Buket Uzuner

baska listeler plsss??

audrey hepburn un son biyografisi icin guzel denmisti ama kitabin ismini animsayamiyorum. bliyaal sen biliyorsun?

gaykedi said...

yazını daha iyi hazım etmek için radyomu swiss poptan swiss classic'e aldım :)

özellikle şu kısımın olduğu paragraf çok ilginç ve yazının bence can alıcı noktası;

..."Bütün İslâm medeniyeti teolojik aşamanın tektanrıcı devresine, Batı uygarlığı pozitif döneme ve Türkiye de metafizik döneme denk gelmektedir"...

Anonymous said...

Yazıya katılamıyorum da benim asıl anlamadığım pozitivizmi neden bu kadar olumladığındır.

Senin pozitivizm dediğin çizgisel tarihe ve tekdoğruculuğa dayanır. Jakoben gelenekten de beslenir. Özellikle şu "deneycilik" dalgası da pozitivizmin ayrı bir teranesidir. Olay pek değişmedi anlaşılan, din gitti, yaşasın yeni din=bilim olayı. Bir nevi bilimi dinleştirmedir.

Yazılarının çoğunda zaten bu pozitivizmi görüyordum, bu son yazıyla onaylamış oldun sanki. Bu arada tam okumadım, çapraz okuma tekniği kullandım :)

Hocam bu arada msn'de hiç görünmüosun nerelerdesin yahu? Bir ara İstanbul yapacam, görüşelim.

Anonymous said...

"Hayır, bunlar rahat duramazlar, çünkü amaçladıkları rejim demokratik bir cumhuriyet değildir. Toplumu, bireylerin en gündelik ve en özel yaşamlarına kadar, 1600 yıllık en geri bir arkaizmden çıkarılan ilkelere göre yönlendirecek, çekip çevirecek bir düzendir amaçladıkları. Tıpkı İran, Suudi Arabistan, Afganistan ve Cezayir gibi ülkelerde yapmak istedikleri ve çoğu kez de başardıkları bir düzendir bu. Onların inandıkları “doğrunun” gereği budur. Aksini düşünmeleri ve uygulamaları kendilerini inkâr etmek demektir."

En cok da bu kismina katiliyorum. Hocaefendi kuresel isinma falan fasa fiso demis, "kurakligin sebebi olarak gunahlarimiza isaret etmis"! Simdi bu dusuncede bir adama biat eden nesiller geliyorlar. Bunlarin bir kismi devlette yuksek yerlerde olacaklar. Isimiz allahlik diyorum ama korkunun da ecele faydasi yok tabi.

Anonymous said...

"Hayır, bunlar rahat duramazlar, çünkü amaçladıkları rejim demokratik bir cumhuriyet değildir. Toplumu, bireylerin en gündelik ve en özel yaşamlarına kadar, 1600 yıllık en geri bir arkaizmden çıkarılan ilkelere göre yönlendirecek, çekip çevirecek bir düzendir amaçladıkları. Tıpkı İran, Suudi Arabistan, Afganistan ve Cezayir gibi ülkelerde yapmak istedikleri ve çoğu kez de başardıkları bir düzendir bu. Onların inandıkları “doğrunun” gereği budur. Aksini düşünmeleri ve uygulamaları kendilerini inkâr etmek demektir."

En cok da bu kismina katiliyorum.

Hocaefendi-Fethullah Gulen-kuresel isinma falan fasa fiso demis, "kurakligin sebebi olarak gunahlarimiza isaret etmis"! (http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=577028) Simdi bu dusuncede bir adama biat eden nesiller geliyorlar. Bunlarin bir kismi devlette yuksek yerlerde olacaklar. Isimiz allahlik diyorum ama korkunun da ecele faydasi yok tabi.

bliyaal said...

Selam Bijou,

Bayağıdır yoktun, tatile mi gittin?

Valla Hepburn’ün yeni biyografisini bilmiyorum. Amazon’dan bir bak istersen …

Senin kitap listesi için dediklerinden sonra bir liste yazdım ve bloga koydum.

Gaykedi,

Yaw, yazı o kadar ağır mı?

Bak, ben bazen yazarken heavy metal dinliyorum, insanın ruhu aydınlanıyor. :))

Tansel,

Yazı aslında pozitivizmi onaylamıyor, sadece Türkiye’nin kuruluşundaki temel felsefi ideolojinin pozitivizm olduğunu söylüyor. Diğer yandan, bence pozitivizm o dönem kurulmakta olan yeni – hele de geri - bir ülke için doğru bir seçim idi.

Valla ben jakobenlik seçimini de doğru buluyorum. Bu tür işler geri kalmış toplumlar için tepeden inme yapılmadıkça asla olmaz.

Şimdi şöyle mis gibi, Fransız Devrimi’nde Robespierre’in terör uygulamalarından esinlenen jakoben bir teknokratlar hükümeti olacaktı ki, bak memleket nasıl da adama benziyordu … :))

Sana şu bizim liberallerin gelecek kongresi ile ilgili bir mail gönderim. İstanbul’a gelmeden önce bir haber ver, ona göre bir şeyler ayarlayalım.

Selam Ulaş,

Bahsettiğin haberi ben de görmüştüm.

17 Ağustos depreminin sabahı televizyonda kanallar arasında geziniyordum. Millet daha yeni yeni neler olup bittiğini anlıyordu. O esnada STV’ye denk geldim. Bir adam çıkarmışlar, önünde birtakım kitaplar duruyor. Dua kitapları, hadisler falan. Amcam ara ara bu kitapları açıyor ve “peygamber efendimiz afet hâlinde şu duanın okunmasını buyurmuşlardı. Beladan kaçınmak için şu dua vardır. Musibetlerden korunmak için Kuran’dan şu ayet okunmalıdır,” deyip duruyordu. “Yuh!” dedim. Deprem olmuş, o kadar insan ölmüş, yardıma ihtiyacı olanlar var ve bunlar ne yapıyor!

Benim merak ettiğim, bu Nur cemaatinin gençlerinin ne kadarının üniversitede doğa bilimleri okuduğu. Okuduklarının ne kadarını hazmettikleri?

İşte bu kafadaki insanların olduğu bu memlekette hâlâ depreme karşı adam gibi önlemler alınmadı. Gelecek depremde İstanbul tam “niyazi” olacak.

isimsiz said...

Ritüelde ‘paganizm’e dayanip kafa yapisinda ve pratikte tabiata tecavüz etmek. Bir Hitit krallari gibi törenler yapip kapitalist olarak ‘tüketmek’.
Zaman'a “Kurakligin sebebi gunahlarimizdir, haydi dizimize vura vura aglaya sizlaya dua edelim” havasindaki yazi hakkinda yorum/yazi yazmak lazim o yaziyi elestiren, acaba yayinlanir mi bu eeeyn demokrat gazetede:)

Size sunlari hatirlatti mi?
“7.4 yetmedi mi?”, “Şeytan taşlarken ölenlerin o gün ölmek kaderlerinde yazılıymış.”, “Devir teslim töreninde askerler tir dolusu içki içtiler. Allah onları depremle cezalandırdı”

bliyaal said...

Geographica,

Hani bir de depremde ölenlerin günahları yüzünden öldüğünü söyleyen Yeni Asya gazetesinin sahibi adam vardı. İsmini hatırlamıyorum. Onun kızı da uyuşturucudan ölmüştü.

O yorumu yazsan yayınlamazlar bence. Zira büyük yeri eleştiriyorsun – Fethullah Hoca'yı yani. Haşa! Hoca söz konusu oldu mu akan sular durur. Bunlar için hoca, Katolikler için Papa ne ise odur.

“Zaman”ı da tersten okuyunca “Namaz” çıkıyor. Gazetenin esas ismi o zaten.

Anonymous said...

Ata zamani icin ileriydi. Ama artik geridir. Buharli makinanin olusturacagi ideolojiyle bilgisayar caginin ideolojisi bir olmaz. Bunlara calisin.