Tuesday, January 29, 2008


BAŞÖRTÜSÜ ÇILGINLIĞI

Bu pazar günü Cumhuriyet gazetesinde Selçuk Üniversitesi hocalarından İslâm felsefecisi Doç. Dr. Şahin Filiz ile yapılan bir röportaj yayınlandı. Filiz röportajda özellikle başörtüsünün ortaya çıkışı ve bunu takanların düşünceleri hakkında önemli şeyler söylüyor. Hele Yeni Şafak gazetesi yazarı Hayrettin Karaman’dan yaptığı bir alıntı var ki, tam manasıyla evlere şenlik. Karaman kendisi gibilerin aslında ne istediğini açık açık söylemiş. Anayasa vasıtasıyla başörtüsünün serbest bırakılmaya çalışıldığı bir ortamda, Filiz’in başörtüsü takan kızların bunu takış nedeni hakkında söyledikleri ise oldukça ibretlik. O yüzden röportajdan önemli gördüğüm kısımları aşağıda alıntıladım.

I

Siyasal ideoloji olarak İslâm’ın siyasî yelpazede yeri neresidir?

İslâm dini gerçekten siyasallaştıysa yeri dinsel oligarşidir. Bu oligarşi de tarikattan tarikata, cemaatten cemaate devredilen bir otorite olarak karşımıza çıkar. Bir yerde cemaatlerin ve tarikatların oligarşisi hâline gelir.

Türkiye’de olduğu gibi mi?

Tabii. Zamanla bu oligarşiler o kadar çoğalır ki, bunlar kendi içlerinde bir iktidar ve nüfuz savaşına girerler. Kendilerinin dışında addettikleri, ötekileştirdikleri kişiler, gruplar ve içinde bulundukları topluma karşı mücadeleye girişirler. Bu mücadelede hem birbirlerine hem de bulundukları devlete, cumhuriyete karşıdır. Her iki durumda da siyasal İslâm tahakkümcü, baskıcı, belirleyici, biçimleyici ve geriye dönüşü temsil eden bir siyasal erk hâline gelir. Siyasal İslâm’ın taşıyıcıları cemaatler ve tarikatlardır. Cemaatler ve tarikatlar bunu birdenbire yapmazlar.

Yavaş yavaş gündeme getirdikleri türban konusu gibi mi?

Evet. Türban 1970’lerde farz kılınmıştır. Çünkü Türkiye’deki ithal dinsel telakkiler, anlayışlar, 1970’ten itibaren Ortadoğu’daki İslâmcı ve Arapçı milliyetçi hareketlerin kitaplarının Arapçadan tercüme edilmesiyle Türkiye’ye girmiştir. Bazı semboller dinle özdeşleşerek Türkiye’ye geldi. Dolayısıyla biz dini de Araplardan öğrendik. Eğitimi ve öğretimi de onlardan aldık.

Bu mesele neden 1970’ten başlayarak Türkiye’ye girdi? 1970 tarihinin belirleyiciliği nedir?

Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, 1970’li yıllarda Güney Lübnan’daki Şiilerle oraya yerleşen Filistinliler arasında huzursuzluklar çıktı. Filistinlilerin kadınlarını rahatsız ettikleri gerekçesiyle Şii lider Musa Sadr bir başörtüsü modeli yarattı. Bu bir üniforma biçimiydi. Daha sonra bu Türkiye’ye türban olarak geldi. (…) Arap dilinin dini öğrenme ve yaşamanın bir yolu olduğuna ilişkin propagandanın yoğunlaşmasıyla Türkiye’de Araplara göre bir din, dünya ve devlet anlayışı hâkim olmaya başladı. O tarihten bu yana da yoğunlaşarak devam eden mikro Arap milliyetçi düşüncesine odaklanan bir din anlayışı doğdu. Zaten çarpışma da bundan kaynaklanıyor.

(…)

Türbana geri dönersek, Kuran’da Nur Suresi’nin 30. ve 31 ayetlerinde kadınların başlarını örtmelerinin kesinlikle farz olmadığı ortaya çıktı. Ayetlerde sadece kadınların cinsel organlarını ve göğüslerini örtmeleri gerektiği tavsiye ediliyor. O zaman “Kuran’da farz” diye kadınlara bu dayatma nasıl yapılabiliyor?

Baş örtmeye Nur Suresi’nin 30. ve 31. ayetleriyle, Ahzab Suresi’nin 59. ayeti sürekli kanıt olarak gösteriliyor. Ancak bunlar kesinlikle başörtüsüyle ilgili değildir. Çünkü bu ayetlerde baş ve saç sözcükleri geçmez.

Bu kadar önemli, bu kadar vurgulanan bir emir olsaydı, saç ve baş sözcüklerinin geçmesi gerekirdi. Oysa böyle bir şey yok. Sizin de söylediğiniz gibi, Kuran’a göre asıl örtülmesi gereken göğüs kısmı ve cinsel organlardır. O dönem giyim kuşam kültürü yeni yeni yerleşen Araplara bu da normal bir tavsiyedir. Öbür yanda Araf Suresi 20. ve 22. ayetlerde Âdem ve Havva’dan söz eder. “Yasak ağaca yaklaştıklarında utandılar ve hemen ayıp yerlerini örtmeye başladılar,” diyor. Bu Tevrat ve İncil’de de vardır. Ama o surelerde, “Bu arada Havva da başını örttü,” diye bir ifade yok. Demek ki, kadının başını örtmesi konusu kesinlikle kullanılan ve siyasallaştırılan bir simgedir. Bir dinin Türkiye’de nasıl siyasete alet edildiğini görüyoruz. Arkasından, dini alet eden siyasetin bugünkü aşamada nasıl din hâline geldiğini görüyoruz. Bugün ortada İslâm dini yoktur, siyaset dini vardır. O siyaset ne söylerse, halk onu İslâm dininin bir emri gibi görmeye başladı. Asıl tehlike buradadır. Bu siyaset iktidarları yaratıyor, iktidardan düşürüyor, ülkenin kaderiyle oynayabiliyor, Atatürk Cumhuriyeti’ni tartışılabilir hâle getiriyor.

(…)

“Türban yasağının kalkmasıyla özgürleşeceğiz,” deniliyor. Hâlâ akademisyen, solcu, entelektüel geçinen birtakım insanlar, İkinci Cumhuriyetçiler ile el ele veren ve “AB küfürdür, Hıristiyan kulübüdür,” diyen dünün Refah Parti’li bakanı, bugünkü cumhurbaşkanı, bugün nedense yön değiştirdi. İslâm mı değişti, yoksa onlar mı? Bir kere İslâm dininde konjonktürün yaratmış olduğu ayırımla ilgili değerlendirmeler vardır. Örneğin “hür-cariye”. Kuran da bu ayırımı ortadan kaldırmak istiyor ve her insanın özgür olduğunu söylüyor. Yeni Şafak gazetesi yazarı Hayrettin Karaman “İslâm’da Kılık Kıyafet” adlı sempozyumun basılı kitabında diyor ki:

Hür-cariye diye bir ayırım vardı. Eskiden cariyeler ihtiyacımızı görürlerdi. Şimdi o müessese kalktı. Ben buradaki bilim adamlarına soruyorum. Eskiden cariyelerimize gördürdüğümüz işleri bugün hür kadınlarımıza gördürüyoruz. Bu boşluğu dolduracak bir müessese olsa. Bir kadınla yetinmeyip ikinci kez evlenmek isteyen gençler var. Bu müessesenin boşluğunu dolduracak başka bir müessese olamaz mı?

Peki, bu sözler topluma hakaret değil mi?

Burada şunu söylemek istiyorum. Bu insanlar kadının başını örterek özgürleştiğini söylerken, Hayrettin Karaman ve benzerleri şunu dile getiriyorlar: “Cariyelerin başlarını örtmesi doğru değildir. Çünkü örtünmek hür kadınların hakkıdır.” Ben başımı örterek özgürleşmek istiyorum diyen bir kızımız, kadınımız, böyle bir psikolojiye odaklandı. Başını örtmediği için cariye sınıfından hür sınıfa atlayamayacağı korkusu ve psikozu içine giriyor. Bir kız, “Başımı örterek özgürleşmek istiyorum,” diyorsa, onun aklında cariye sınıfından hür sınıfa atlamak vardır.

Yani o sapık psikolojiye göre başı açık kadın fahişedir, öyle mi?

Zaten, “başı açıklarla oturulmaz” deniyor. Hatta, “başını örtmekle örtmemek imanla küfür arasındaki çizgi kadardır,” deniliyor. “Bir kadının başını örtmesi Müslüman kimliğine, namusuna, iffetine, imanına sahip olması anlamına geliyor,” deniyor. Örtmemeyi ise artık siz düşünün.

Başbakan, “inancı gereği başını örten insanlar,” dedi. Herhangi bir giyim tarzı ya da davranış biçimi inancın gereği olarak ortaya atılıyorsa, onu yapan inançlıdır, yapmayan inançsızdır, demektir. Ayırım burada başlıyor.

II

Türkiye’de değiştirilmesi gereken çevreler ile, değişmeye direnen çevreler var. Yüzyıllarca ihmal edilmiş, geri kalmış cahil kitlelerinin aynı durumda kalmaya devam etmesinde çıkarları olan ve bu sayede siyasî çıkarlar elde etmek amacında olan insanlar bugün gücü ellerine geçirmiş bulunuyorlar. Ne yazık ki, bu olanlar Türkiye’deki azgelişmiş yapının ürünleridir. Toplumdaki ilerici-gerici ayrımı da bundan kaynaklanıyor. Bizdeki siyasî partiler sistemi sadece bu ayırımı temsil ediyor, o yüzden de gelişmiş ülkelerdeki sistemlere benzemiyor. Partiler arasındaki çatışmalar da iki ayrı dünya görüşünün çatışmasından ibaret kalıyor.

Bağımsızlığını kazanan ve eski düzenden kopmak amacıyla toplumsal devrim yapan bir ülke kendi içinde yeni bir iç savaş verir. Bir yanda kendi içindeki gerici – azgelişmişliğin sürdürülmesinde çıkarı olan – çevrelere karşı, diğer yanda da bu çevreleri besleyen dış güçlere karşı bir savaştır bu. Zira karşı-devrimci çevreler demokratik siyasal hayatın özgürlüklerinden faydalanarak mevcut düzeni yıkmaya çalışırlar. Din perdesi ardında ve büyük sermayelerin koruyuculuğunda geri ve muhafazakâr kitleleri örgütlerler. Demokrasinin nimetlerinden yararlanarak devrimin halka karşı olduğu izlenimini yaratırlar ve devrimi baltalarlar, ülkeyi aşırı kamplara bölerler. Halbuki azgelişmiş ülkelerde devrimciler halka karşı değil, karşı-devrimcilere karşı savaşırlar.

III

Bizim memlekette eskiden gelen bir anayasa geleneği vardır. Toplum anayasadan pek çok şey bekler. Hatta bazı saflar farkında bile olmadan mucizeler beklerler. Oysa bunlar en iyi anayasanın bile kötü siyasal iktidarların elinde en kötü anayasalar hâline gelebileceği gerçeğini göremezler. Anayasanın doğru bir şekilde yapılırsa ülkeyi cennete çevireceğine inanırlar. Ancak Türkiye’nin toplumsal yapısında bir türdeşlik yok, onun yerine sadece farklı kesimlerin tutarsız bir kaynaşması var. Bir toplumsal yapı ancak onu oluşturan unsurları arasında uyum ve işbirliği olursa tutarlı ve türdeş olur. Türkiye’de böyle bir ortam var mı? Toplumun neredeyse her parçası öteki parçalarına zıt işliyor. Bunların hiçbiri yokmuş gibi, sadece uyduruktan kanunlar çıkarmakla çözülür mü bu iş?

Aynı haltı tam 100 sene önce Osmanlı da yemişti. 23 Temmuz 1908’de Hürriyet ilan edildiğinde Rumeli şehirlerinde bir bayram havası esiyordu. Manastır Harbiye Mektebi Kumandanı Vehib Bey bir top arabası üzerine çıkmış, şunları diyordu: “Vatanımızı Tanrı yolundan saptırmayı önleyecek, yetimlerimizin gözyaşlarını dindirecek ve kimsenin hakkını kimseye kaptırmayacak, bizi insan gibi yaşatacak meşru meşveret usulüdür ki, bu isteklerimizin tümünü sağlayan Kanun-u Esasî’dir. Ey vatandaşlar, ya Kanun-u Esasî ya ölüm!” Fransızların yer yer çalınan millî marşı Marseyyez'in nağmeleri arasında, Manastır valisine çektiği telgrafta Enver Paşa da şöyle diyordu: “Hastayı tedavi ettik.” Oysa on yıl sonra İttihatçıların kimisi memleketten kaçacak, kimisi sürgün edilecekti. O dönemin gazetelerinden Hâdisat’ta bunları kaçışını anlatan bir karikatür vardır: İmparatorluk yerde yığılmış yatıyor, İttihatçılar kaçıyor. Altta da şu yazı: “Zaten hastaydı.”

1908’deki Kanun-u Esasî’den önce bir tane de 1876’da bir Kanun-u Esasî vardı. 1908’in ardından 1921’de Teşkilât-ı Esasiye Kanunu geldi. Sonra 1924’de bir Teşkilat-ı Esasiye Kanunu daha, 37 sene sonra 1961 Anayasası, en son da 1982 Anayasası. Gerçi bu anayasalar (82 Anayasası'nı saymazsak) demokrasi çabalarını temsil ediyordu, ancak demokrasi bir uzlaşma ve denge rejimidir. Halbuki bizde siyasî hayatın dengesi bozuktur. Bizdeki palavradan demokrasi uygulaması şöyledir: Bir yanda devrim, öte yanda karşı-devrim. Bir yanda devrimin yapıcı sistemi, diğer yanda bu sistemi yıkma özgürlüğü. Bir yanda laik, sosyal ve demokratik bir devlet kurma arzusu, diğer yanda bu Cumhuriyet'i yıkma arzusu. Türkiye’de olan şey, devrimciye istediği düzeni gerçekleştirmek için tanınan hakların, bu sistemi yıkmak isteyenlere de tanınmış olması ve bunun da demokrasi ve özgürlük adına yapılmış olmasıdır.

IV

Bugün içinde bulunduğumuz rejim Atatürkçülüğün doğal gelişmesi sonucunda ulaşılan bir aşama değildir. Oysa cumhuriyetin düşmanlarının bize yutturmaya çalıştıkları şey tam da budur. Bunlar, toplumdaki her türlü olumsuzluğun ve istikrarsızlığın bu gelişmenin kendisinden kaynaklandığını, üstelik bunun kaçınılmaz bir sonucu olduğunu iddia ederek Atatürkçülüğü kötülüyorlar. Ancak, azgelişmişlik sancıları içinde, dışarıdan pompalanan bir ekonomi politikası ile yaşamaya çalışmanın Atatürkçülük ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu üçkağıtçıların yapmaya çalıştıkları şey, sadece, bir partinin meclis içindeki çoğunluğunu “millî irade” saymak ve anayasal rejime nefes aldırma bahanesi ardına sığınarak mevcut mekanizmaları soysuzlaştırmaktır.

Bu üçkağıtçılar da oylarını alıklık uykusundan bir türlü uyanamamış, sorunları bakımından aydınlanmamış bir kitleden alıyorlar. Olup biten şey sadece bir oy genişlemesidir. Bunu yapmak da oldukça kolaydır: Köydeki yıkık dökük camiyi, bozuk yolu, kıytırık tahta köprüyü yaptırır, sakallı Mahmut Efendi’nin eciş bücüş köy evlerinin ortasındaki türbesini beyaza boyatırsınız, böylece oyları toplarsınız. Ama alınan o oyun içinde insanlara anlatılmayan, anlatılsa bile kafalarının almayacağı sorunlarla ilgili “evet”ler de vardır. Bu sayede, verilen oylar onarılan türbenin sınırlarını kat be kat aşar, ama o oyları veren insanların yaşam düzeyinde hiçbir değişiklik olmaz. Seçmenler oyları ile kendi geleceklerini ve mutluluklarını değil, onları kandıran ve sırtlarından geçinen sahtekârların hareket serbestliğini ve mutluluğunu sağlarlar. Bunların başa getirdiği adamın oğlu milyon dolarlık ev ve gemi alır, ama onlar kendi oğullarına bir ayakkabıyı bile zor alırlar. Oy verdikleri bir diğer adamın oğlu 16 yaşında tüccar olur, ama onların oğulları fakirlikten ayakkabı boyacılığı yapar. Oy verdikleri adamlar kızlarına milyarlarca liralık düğünler yaptırır, onların kızları ise üç kuruş para kazanmak için evlere temizliğe gider.

V

Gelişmiş ülkelerde halkın en temel ihtiyaçlarını karşıladınız diye insanlardan tek bir oy alamazsınız. Zira oralarda siyaset halkın kontrolü altındadır. Bizde ise halk siyasetin kontrolü altındadır. Kendisini ilâhî birtakım güçlerin vazettiği düzenin temsilcisi diye yutturan dolandırıcılar yüzünden kafası bulanmıştır. Halka dünya görüşünü de, kendi işlerine yarayacak türlü yalanlar ve palavralar ile bu dolandırıcılar şekillendirir. Bunu yaparken de tanrı adında hareket ettiklerini iddia ederler. Bu yapılan aslında tam bir sömürüdür. Cahil kitlelere musallat olan bu siyaset sülükleri ve hoca efendi takımı azgelişmişlik ortamında yetişirler. Bu şartları sürdürerek, koruyarak oy toplamaya ve güç kazanmaya çalışırlar, toplumun kanını emerler. Bu esnada başları sıkışırsa ya da iliği sömürülecek adam kalmazsa, yurt dışına gider ve orada yaşarlar.

Şimdilerde anayasa değişikliği ile başörtüsünü serbest bırakmaya çalışıyorlar. Aslında başörtüsü toplumsal bir mesaj vermek isteyenlerin kullandığı siyasal bir silah, dikkat çekmek için kullandıkları bir propaganda aracıdır. Zira siyasal rejim değişikliğini amaçlayan toplumsal akımlar, ilk hedef olarak sayılarının giderek artmakta olduğunu kanıtlamaya çalışırlar, bu izlenimi uyandırmayı arzularlar. Bu nedenle de görünebilirliğin en fazla olduğu sokağa kendi damgalarını vurmaya çalışırlar.

Sorarım size, bu tertiplere dayanan siyasî bir sisteme meşru denilebilir mi? Bu yoldan elde edilen oyların millî iradeyi ya da halkın iradesini yansıttığı ileri sürülebilir mi? Benim en çok kızdığım, bunların emellerine alet olan kadınlar ve birtakım sözde entelektüeller. Bu insanlar aptal mı diye sormadan edemiyorum. İnsan hiç kendi eliyle kendini zincirlere vurmaya çalışır mı?


“BİR” DÜŞÜN “ON BEŞ” AL

Birkaç gün önce, takip ettiğim yabancı bir yazarı okumak için The New York Times gazetesinin sitesine girdim. O esnada Türkiye’deki ifade özgürlüğü hakkında bir yazı gözüme çarptı. Yazıda Atilla Yayla’dan da bahsediliyor ve İngiltere’de gönüllü sürgünde olduğu yazıyordu. Hatırlarsınız, 2006 yılının Kasım ayında İzmir’de AKP’nin gençlik kollarının düzenlediği bir panelde yaptığı konuşmada Yayla’nın Atatürk hakkında “bu adam” dediği iddia edilmiş ve başına gelmedik iş kalmamıştı. Üstelik Atatürk’e hakaret ettiği için hakkında dava da açılmıştı.

O dönem Londra’da olduğum için Hocaya ancak telefonla ulaşabilmiştim. Kısa bir konuşmamız olmuştu, sesi kötü geliyordu. Sonradan sağlığı da bozuldu. O sırada konu hakkında bir şeyler de karalamıştım burada. Özellikle Gazi Üniversitesi hocalarının yaptığı bir zırvalık beni kızdırmıştı. Sonunda hakaret davası dün sonuçlanmış ve Yayla 1 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılmış – hem de Atatürk’e “bu adam” demediği ortaya çıkmasına rağmen.

Atilla hoca İstanbul’a geldiği zamanlarda buradaki liberal gençler ile buluşup konuşurdu. Konuştuğumuz ortamlar her zaman için rahat, herkesin fikrini rahatça ifade edebildiği şekilde olurdu. Kimse kimseye herhangi bir şey dayatmaz, kızmazdı; isteyen kişi dilediğini eleştirirdi. Şimdi öğreniyorum ki, aynı toplantılardaki görüşlerini, üstelik bizim de hakkında konuştuğumuz şeyleri bir başka yerde dile getirdiği için Hoca’ya hapis cezası verilmiş.

Şimdi düşünüyorum da, acaba o buluşmalardaki görüşlerimizi Hoca ile aynı panelde söyleseydik biz ne kadar ceza alırdık? Bir pastanede ya da restoranda, arkadaşlarınızla birlikte samimî bir ortamda dile getirdiğiniz düşünceleriniz için hapis cezasına çarptırıldığınızı düşünün bir. Böyle bir kepazeliğin olabileceğini tahmin eder misiniz? Ama oluyor işte, sadece “uygun” ortamda bulunmanız yeterli.

Aklıma bir duvar yazısı geldi. Soğuk Savaş döneminde Rusya’da yazılmış, fakat bize de gayet güzel oturuyor:

SSCB’de yaşama kuralları:
1. Düşünme
2. Düşünsen de konuşma
3. Konuşsan da yazma
4. Yazsan da yayınlama
5. Yayınlasan da adını verme
6. Adını verirsen de hemen inkâr et

Hürriyet gazetesinin ceza ile ilgili haberi burada.

Türkiye’deki ifade özgürlüğü hakkında The New York Times’daki haber burada. Aynı gazetede Atilla Yayla’nın mahkûmiyeti hakkındaki haber de burada.

BBC'nin haberi de burada.

Aşağıya Atilla Hoca’nın katıldığı bir televizyon programının videosunu ekledim. Bir bakın, görüşlerini nasıl savunuyor.

Wednesday, January 23, 2008


NURCULUK ÜZERİNE

Geçen gün kütüphaneyi karıştırırken bayağı vakit önce aldığım bir kitap elime geçti (Muzaffer Sencer, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri,” 3. baskı, İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1999). Kitabı okumaya bir türlü fırsatım olmamıştı. Ara ara okuyabilir miyim diye içine bakarken Nurculuk ile ilgili bir bölüme denk geldim. İlgimi çekince okumaya devam ettim ve bölümü bitirdim. Son yıllarda Nur cemaatinin iyice güçlenmesi ile birlikte Sencer’in Nurcular hakkında yazdıkları bugün daha fazla bilinir hâle geldi. Ancak dikkate değer olan şey, kitabın ilk baskısının 1971 yılında yapılmış olması. O yüzden Sencer’in o dönem yazdıkları bugün okunduğunda, Nurculuğun çok uzun bir zamandan beri istikrarlı bir şekilde ilerlemekte olduğu anlaşılıyor. Kitaptan ilginç gelebilecek yerlerin bir kısmını aşağıda alıntıladım:

I

Türk devrimine ve özellikle laik devlete saldırganlıkta Nakşibendiler ve Ticaniler yanında, günümüzde daha yaygın ve etkili olduğu görülen Nurcular önemli bir yer tutmaktadır. Demokrat Parti’nin politik çıkarları uğruna gelişmesine göz yumduğu Nurculuğun önemli bir sorun olarak ele alınmasına ihtiyaç vardır.

Gerçekten Cumhuriyet tarihinde, devrimlere karşı çıkan en büyük ve organize birlik Nurculuk olmuştur. Özellikle 1952’den sonra ortaya çıkan bu akım, devrim düşmanlarının bir sembolü hâline gelmiştir.

Sistemli bir doktrini olmamakla birlikte, bir bütün olarak devrim düşmanlığı ilkesinden hareket eden Nurculuk, laik devlet düzenine bütünüyle karşı çıkarak teokratik bir devlet düzenine dönmek amacındadır. Belli bir din görüşünü temel almadığı için çeşitli mezhep ve tarikatları kuşatıcı bir akım olan Nurculuk, İslâmî akımların en tehlikelisidir.

Nurculuğun lideri, 31 Mart olayının ileri gelenlerinden, Volkan [gazetesi] yazarı ve İttihad-ı Muhammedî Fırkası kurucularından Bedîüzzaman Said-i Kürdî’dir.
(s. 212)

Dini politik çıkar uğruna geniş çapta kullanan DP, Nurculuğun büyük bir hoşgörü ortamında rahatça gelişmesini sağlamış ve hükümet üyeleri Emirdağ ilçesinde “Üstat” ile buluşmuşlardır. Başbakan Menderes 19 Ekim 1958’de adı geçen ilçeyi ziyaretinde, Nurcular tarafından minareye asılmış, hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı yeşil bir bayrakla karşılanmıştır.

Nurcularca “fevkalbeşer” sayılan ve İbni Sina’yı, İbni Rüşt’ü ve Farabi’yi geride bıraktığı ileri sürülen ve bizzat “muannit filozofları hayret içinde bırakıp birçoklarını imana getirmiş” bir kişi olarak görülen Said-i Nursî, örneğin elektrik, meteor gibi fizik ve astronomik olayların bilimsel açıklamasını dine aykırı bularak, “bunların hepsinin izahı Kuran’da mevcuttur ve fizik kanunlarına göre açıklama yapmak Kuran’ın kudretine, hikmetine aykırı düşmektedir,” görüşünü savunmuştur.

Nurculuğun kaynağı olan “Risale-i Nur”, sayıları 130’a varan, çoğunlukla yanlış ve anlaşılmaz, bozuk bir Osmanlıcanın kullanıldığı bir yazı serisidir.

Yenilikten, aydınlıktan uzak olan ve toplumu ve politik düzeni din temellerine dayandırmayı öngören Risale-i Nur, karışık ve anlamsız cümleler bütünü olarak nitelendirilebilir.
(s. 213-4)

Gerçekten Nurculuğa göre, devletin resmî dini bulunmalı, hükümet şeriatın koruyuculuğu yapmalı, anayasa Kuran olmalıdır. Devlet yönetimi de bir ulema heyetine bırakılmalıdır. Bu bakımdan Said-i Nursî’ye göre, laikliği ilk olarak koyan Türkiye Cumhuriyeti anayasası şeriat esaslarına aykırıdır.

Sosyal alanda yapılmış olan yenilikleri de bütünüyle şeriata aykırı sayan Nurcular, ceza hukuku alanında şer-î temellere dönmek isteğindedirler. “Milliyet”i bir din bağı olarak yorumlayan Nurcular, politik görüşlerini İslâm birliği amacında çerçevelemişlerdir.

Kılık, takvim, harf devrimlerine karşı olan ve “çok kadınla evlenmek de İslâmî olduğu için caiz ve şarttır” diyerek Medeni Kanun’un hükümlerine aykırı düşen Nurculuk, İslâmî bir toplum özlemindedir.

Nurcular sosyal ve politik ülkülerini gerçekleştirecek en yüksek organın, Kahire’deki Cami-ül Ezher’in kız kardeşi olarak düşünülen “Medresetüz Zehra” adlı bir öğretim kurumu olduğunu belirtmişlerdir. Öğretim dilinin dayanacağı formül, “Lisanı Arap vacip, Kürt caiz, Türk lazımdır.” Nurculuğa göre, İstanbul Üniversitesi’nde de bir Nur medresesi açılmalıdır.

Said-i Nursî özel bir konuşmasında, “Kamer güneşten ayrı bir parçadır. Güneş kamere peyk olamaz. İşte bunun gibi, din de mukaddestir, siyasete alet edilemez. Ancak siyaset dine ait olabilir” sözleriyle, Nurculuğun temelinde politikanın dinin ayrılmaz bir öğesi olduğu ilkesinin yer aldığını ortaya koymaktadır.

Nurculuk, Risale-i Nur’un “Kuran’ın bu asırda en yüksek ve en kudsî bir tefsiri”, “Kuran’ın meali” olduğunu öne sürmekle birlikte, “bu hücretler ve tabiratın, bu kelimat ve teşabihatın arşı Azam’dan indiği muhakkaktır” (Zülfikarın Hatimesi) sözleriyle “semavi” bir kitap olduğunu belirtmeye çalışmaktadır. Risalelerin tanrısal bir nitelik taşıdığını temellendirmek için, kendisinde peygamber özellikleri bulan Said-i Nursî, “bunları ben yazmıyorum, bana yazdırılıyor,” (Nur Meyveleri) demektedir.

Kuran gibi Nur Risalesi’nin de 23 yılda tamamlandığı yazılmış ve Said-i Nursî’ye peygamberce mucizeler yüklenmiştir. Örneğin hayvanlar bile Risale-i Nur’a hayran kalmış, Said-i Nursî Isparta’ya ve Barla’ya geldiğinde mevsimi olmadığı hâlde yağmurlar yağmıştır. Risale-i Nur’u yazmak üzere, dışarıdaki öğrencilerinin yanına gelmeleri yasaklandığında kuraklık başlamıştır.
(s. 215-6)

Eğitim ve öğretimden yoksun olan Said-i Nursî’nin bilgisizliği, Peygamber’in “ümmiliği” ile karşılaştırılarak, konuşmaları doğaüstü “ilhamlara” dayandırılmıştır. “Demek ki ihtiyaç vardı ki, öyle yazdırıldı,” (Ayet-ül Kübra) gibi sözler Said-i Nursî’nin tanrısal bir dünyayla ilişki kurduğu yolunda bir belirti olarak söylenmiştir.

Kendinde insanüstü yetenekler sayan Said-i Nursî, kırk dakikada kitaplar yazmakta, günde yüz para veya bir kuruşla geçinmekte ve yiyip içmeden yaşayabilmektedir. “Bir yaşındaki bebeklerin dahi kendi manevî varlığını hissedip koşarak ellerini öptükleri” (Hanımlar Rehberi) Said-i Nursî, ruhsal bakımdan dengesiz bir tipin bütün belirtilerini taşımaktadır.
(s. 217)

II

Sencer’in yazdıklarını okuduktan sonra, aklıma 1940’ların ünlü ırkçı Turancısı Nihal Atsız’ın Nurcular hakkında yazdığı bir yazı geldi. Atsız yazıda Said-i Nursî’ye bayağı laf ediyordu. Birkaç sıra kitap indirdikten sonra Atsız’ın makalesinin olduğu kitabı da buldum (“Makaleler”, 3. cilt, 2. baskı, İstanbul: İrfan Yayınevi, 1997). İşin daha da ilginç olan tarafı, Atsız’ın bu yazısını 1964 yılında yazmış olması. Sözünü hiç sakınmamış olan Atsız’dan da biraz aktarma yapalım (yazının yayınlandığı dergini künyesi de şöyle: Ötüken, 7 Mart 1964, sayı 109):

Nurculuk nedir? Gazetelerde ikide birde görülen Nurcular, Nur Risalesi talebeleri kimdir? Aralarında avamdan aydına kadar; mühendis, avukat ve doktora kadar her türlü adamın bulunduğu Nurculuk, “Said-i Nursî” adında cahil bir Kürdün peşine takılmış gafil bir sürü, Nur Risalesi talebeleri de Said-i Nursî’nin o çetrefil ve cahil Kürt Türkçesiyle yazdığı risaleleri, atom fiziği ve Einstein nazariyesi okur gibi okuyan bir yığın zavallıdır.

Said-i Nursî denilen adam, eskiden Said-i Kürdî diye birtakım risaleler yayınlayan, Türkçe bilmez, daha nokta ile virgülün nerede kullanıldığını bilmekten âciz, Şafiî mezhebinden bir Kürttür. Mütareke yıllarında İstanbul sokaklarında millî Kürt kılığı ile dolaşarak caka yapmıştır. Bu cakacı Kürt kendisine “Bedîüzzaman” demekte, müritleri de bu adı bir övünçmüş gibi kullanarak şeyhlerini bu adla ululamaktadırlar. Bedîüzzaman, “zamanın hârikası” demektir. Kürt Said, cidden zamanın hârikasıdır. Yirminci yüzyıl gibi bir zamanda, bu bilgisizliği ve iptidaîliği ile ortaya atılmakta gösterdiği pişkinlikle zamanın hârikası, bundan daha fazla olarak da binlerce, belki yüz binlerce Türk’ü ardına takmakta gösterdiği başarıyla gerçekten zamanın hârikasıdır.

Zamanın bu hârikası, bu Kürt Said, aslında bir Kürt milliyetçisidir. Nasıl Moskofçular, Türk milletini yıkmak için ortaya sosyal adalet ilkesiyle atılıyor, yoksulların davasını benimsemiş görünüyorlarsa, Kürt Said de ortaya Müslümanlık ve kardeşlik çığırtkanlığı ile çıkıyor. Kürtçülük davasını açıkça güdemeyeceği için, Türklüğü yıkacak ağuları Müslümanlık ve Nurculuk diye ileri sürüyor. Müritlerine yahut kendi tabiriyle Risale-i Nur şakirtlerine evlenmeyi yasak ediyor. Çünkü evlenip çocuk sahibi olurlarsa, o çocukların kötü ve dinsiz olma ihtimali varmış. Tabii, dağdaki Kürdün bu büyük ve ilâhî(!) buyruktan haberi olamayacağı için, o evlenecek ve Kürtler çoğalacak. Herkesin sözüne inanan saf Türkler ise, büyük mürşidin buyruğu ile evlenmeyecek, böylelikle Türk soyu azalacak ve Kürt Şeyh Said’in 1924’te yapamadığını Kürt Molla Said (yani Bedîüzzaman) kırk yıl sonra yapmış olacak. (…)

Nur Risalesi (kendi tabirleriyle Risale-i Nur) denilen sayıklama kitapları pek çoktur. Beyni örümceklenmiş bu zavallılar, bu sayıklamaları elle yazarak yahut şapirografi ya da taş basmayla çoğaltarak on binlerce satarlar. Bunu satmak için kasaba kasaba, köy köy dolaşan Nurcular vardır. Bunları satarak sevaba girerler. Sözde Türkçe olan bu sayıklama kitapları Kürt hamalları seviyesinde yazıldığı için, kimse bir şey anlamaz. Anlamadığı için de onda gizli hikmetler, yüksek gerçekler olduğu kuruntusuna kapılır.

Bir zamanlar bu sayıklamalardan bana da birkaç tane yollamışlardı. Kendimi zorlayarak okuyabildiğim bir tanesinde Kürt Said radyodan bahsediyor, dünyanın bir ucundan söylenen bir sözün bir kutudan duyulmasını kutudaki meleklerle açıklıyordu.

İşte, aşağı tabaka ile birlikte doktor, mühendis ve avukatın da şeyhi, pîri olan, kendisinden “efendi hazretleri” diye söz ettikleri Kürt Said’in seviyesi budur.

Fizikten, titreşimden haberi olmayan, müspet bilimin kıyısından dahi geçmeyen bir yobaz, radyo hakkında ancak bu kadar düşünür. Fakat bilgisizliğini de anlamaktan âciz olan o kara cahil, bu katmerli bilgisizliğine bakmadan, Türkler aleyhine hüküm çıkartmaktan da geri kalmıyor. Nur Risaleleri’nin birinde, Yecüc Mecüc denen ve dünyayı yok edecek olan korkunç yaratıkların Özbek, Tatar ve Kırgız gibi “akvâm-ı vahşiyye” (yani vahşi kavimler) olduğunu yazmıştı. Sevsinler medenî Kürdü!
(s. 452-54)

Kürt Said’in 1327 (1909) yılında İstanbul’da Vezir Hanı’ndaki İkbal-i Millet Matbaası’nda basılmış bir eseri vardır. Adı: “İki Mekteb-i Musîbetin Şahâdetnâmesi Yahut Divan-ı Harb-i Kürdî”dir. Kendisinin Said-i Kürdî (yani Kürt Said) olduğunu tasdik ettiği bu eserde, eserin muharriri diye de kendisini “Bedîüzzaman” diye takdim etmektedir. Eserin tâbii, yani editörü de “Kürdîzade Ahmed Ramiz”dir. Yani dört başı mamur bir eser. Bu 48 sayfalık eserin “hâtime” kısmı (44-48 sayfalar) Kürt Said’in içyüzünü göstermesi bakımında çok ilgi çekicidir. Bunu aynen alıyor ve ağdalı bir dille yazılmış olduğu için açık Türkçeye çeviriyorum: Ebnâ-i cinsime burada birkaç söz söylemezsem, bence bahs nâtanam kalır (soydaşlarıma burada birkaç söz söylemezsem, bence bahis eksik kalır).

“Ey Asurlular ve Ahemenidlerin cihangirlik zamanında onların öncüleri ve kahraman askerleri olan aslan Kürtler! Beş yüz yıl yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa vahşet ve gaflet sizi vahşet sahrasında yağma edecektir. İlâhî hikmet denilen âlem makinesinin nizamı ve telgraf hattı gibi bütün âleme dalbudak salan Tanrı’nın nurlu kanununun kurucusu olan ilâhî hikmet, ezel ufkundan kader parmağını kaldırmış, size emrediyor ki: Ayrılık gayrılıkla damla damla dağınık sular gibi boşa giden hamiyet ve kuvvetinizi, milliyet fikriyle birleştirip kaynaştırarak, zerrelerdeki küçük cazibelerden bir umumî ve millî cazibe teşkili ile Kürtler gibi büyük bir kütleyi dünya gibi döndürerek, İslâm ve Osmanlı şevket güneşinin mevkibinde parlak bir yıldız gibi cazibesine uymakla muvazeneyi ve umumiî ahengi muhafaza ediniz.”

Görülüyor ki Kürt Said, zavallı Kürtlere eski Asur ve İran ordularının hayalî öncülüğünü yaptıracak kadar koyu bir Kürt milliyetçisidir ve çapraşık acemi ifadesiyle Kürtleri Kürt milliyetçiliği fikri etrafında birleşmeye çağırmaktadır. Bunun hiçbir tevili, tefsiri yoktur. Beyninde ve gönlünde kötü düşüncesi olmayanlar, bu açıklıktan sonra onun bir İslâmcı değil, bir Kürtçü olduğunu kabule mecburdur.
(s. 456-58)

Kürt Said’in tam bir Kürt milliyetçisi olduğunun bu yazıdan daha kesin bir tanığı olamaz. Böyle olmayıp da, yalnız geri kalmış Kürtleri kalkındırmak amacı gütseydi, onlara “bilgi sahibi olun” demekle yetinir, medenî ve edebî Türkçe dururken, millî dil diye kaba ve iptidaî Kürtçeyi tavsiye etmezdi. Meşrutiyetin memlekette yaptığı sarsıntıdan ve otoritenin zarurî gevşemesinden faydalanarak, Türkiye’yi parçalamak ve kendi cemaat gayelerini gerçekleştirmek isteyen Hıristiyan tebaalar gibi, bu Müslüman kardeş de İmparatorluğun bütün çilesini ve yükünü çekmiş olan Türkleri vurmaya çalışıyor. Kendilerine tarih ve şeref uydurmak ihtiyacında olan bütün iptidaî cemaatler gibi, roman kahramanı olan Zâloğlu Rüstem’i ve ancak anası Kürt olan Selâhattin Eyyubî’yi Kürt kahramanı diye ileri sürüyor. Kürtlerin mevhum meziyetlerinden bahsediyor. Kısacası, onlara devlet kurdurmaya çalışıyor. Tabii, devletin buna müsaade etmeyeceğini anladıktan sonra, 180 derecelik bir çarkla Said-i Kürdî adını Said-i Nursî yaparak ve Nur Risaleleri diye cehlin ve taassubun örneği olan karalamalar düzerek, bir din mürşidi gibi ortaya çıkmayı başarıyor.

Bizim için şaşılacak olan nokta, onun şu veya bu davranışı değil; on binlerce, belki yüz binlerce gafil Türkün bu cahil Kürdün arkasından gitmesi, onun cahilâne ve hainâne öğütlerine körü körüne boyun eğmesidir.

Şimdi bu gafil Türklere hitap etmek istiyorum:

Siz, Türk ve Müslüman mısınız? Türk iseniz, hangi sebeple cahil bir Kürdün ardından gidiyor, onun telkinleriyle kendi ırkınızı, kendi dilinizi hor görüyorsunuz? Aranızda “Türkçe de dil mi?” diyen ahmaklar, resmî dilin Arapça olmasını isteyen hainler var. Siz ne biçim bir Müslümansınız ki, cahil bir Kürdün telkini ile evlenmeyi lanetliyor, dinsiz çocuklar yetişir de günaha gireriz diye bekâr kalmaya azmediyorsunuz? Putperest olduğunuzun farkında değil misiniz? Bir cahil Kürdün sakalını, tırnaklarını, abdest aldığı suyu kutsal emanetler gibi saklamak hangi Müslümanlığın, hangi insanlığın, hangi temizlik kaidesinin, hangi şuurun işidir? Uyanın! Radyoyu melekle açıklamaya kalkan bir budalanın müridi olarak eşe dosta, dosta düşmana karşı gülünç olmayın. Müslümanlık, temeli atılmış, büyük bilginlerini yetiştirmiş, tedvin olunmuş bir dindir. Onun yeni baştan açıklanması için Kürt Said gibi maskaralara ihtiyaç yoktur.
(s. 460-62)

III

Peki Nurcuların günümüzdeki önderi Fethullah Gülen ne diyor acaba? Dili saymazsak, o da Said-i Nursî kadar doğrudan mı ifade ediyor düşüncelerini, yoksa daha kapalı bir yol mu tercih ediyor? Gülen’in düşünceleri ile ilk tanışmam, yıllar önce FEM dershanesine gittiğim döneme denk gelir. Zaman zaman yurtlara, özellikle Ramazan ayında arkadaşların evlerine giderdik. Burada bazı “abiler” bize Gülen’in kitaplarından parçalar okurdu. O zamanlar Gülen’in dediklerinin ne anlama geldiğini, sözleri ile tam manasıyla kimi kastettiğini anlamazdım. Hatta ender de olsa Said-i Nursî de okunurdu, ama onu hiç anlamazdım. Kafam sadece üniversite sınavına hazırlık testleri ile meşguldü. “Abilerin” yaptığı açıklamalar da Gülen’in sözlerinden daha açık olmazdı her nedense. Belki de bizim neyin kastedildiğini zaten bildiğimizi düşünüyorlardı. Ama şimdi kitapları yeniden okuduğumda, hoca efendinin dedikleri biraz “aydınlamış” gibi geliyor. Anlamakta eskisi kadar zorlanmıyorum. Biraz da Fethullah hocadan aktarayım. Bakalım siz anlayabilecek misiniz ne demek istediğini?

İlk olarak “Buhranlar Anaforunda İnsan” (İzmir: T.Ö.V. Yayınları, 1994) adlı kitabından birkaç yer vereyim:

[Onlar] Avlarını beklemede örümcek gibi sabırlı ve mehâretli, aslan gibi metin ve kararlıdırlar. Her yere ibrişimden tahtlar kurarak, sessiz, fakat uyanık olarak semtlerine uğrayacak misafirleri beklemeye koyulurlar. (s. 15)

Beklenmedik bir dev önümüzü kesti ve bozduk ettiğimiz o bütün yeminleri. Ve sonra, yeniden, her taraf çölleşmeye başladı. Bütün civanmertlikler eriyip yağ gibi bitti. Güllerin yerini dikenler aldı. Aylar, güneşler peşi peşine batarken, ortalığı kasvet dolu bulutlar bastı. Bağ çöktü, bağban öldü; “petekler söndü, ballar kalmadı.” Ve artık, insan nedretine maruz kalan bu devrin talihsizleri, kalbinde zerre kadar emanet ve vefa hissi bulunmayan ölü ruhlara, destan tutup yahşi çekmeye başladı. (s. 41)

Nereden çıktı bu kadar “cinsi bozuk, ahlâkı fena!” Hangi hain bunlara bağrını açıp dâyelik yaptı!... Hangi talihsiz bunları sinesinde büyüttü ve hangi uğursuz ağızlar bunlara buyurun çekti!... (s. 42)

Aslında, yolunu yitirmiş ve ne yanda bulunduğu belli olmayan bu ölü ve sersem ruhların, şimdiye kadar yenilenme adında vaat ettikleri hemen her şey, bir aldatmaca ve yığınları saptırmadan ibaret kalmıştır.
(s. 55)

[Onlar] Ancak, kuvvetin de bir yeri olduğunu ve bir hikmet-i vücudu bulunduğunu katiyen hatırdan çıkarmaz ve kuvvetler muvazenesinde, hasımlarının gücüne denk iktidara sahip değillerse, teknik olmayı da ihmal etmezler. Zeki, idrakli, fakat sığ görünümlüdürler!...

Kendi çizgilerinde olan herkesle fevkalade içli dışlı ve gönülden; düşmanlarına karşı da bir hayli insanca ve onları idare edecek kadar basiretlidirler.
(s. 57)

Bir tarafta, her türlü “ibâhîliği” [her şeyi mübah saymak] hoşgören ve bir çırpıda bütün mukaddeslerini silip geçen, bütün millî değerlerini tezyif eden uğursuz ve serâzât bir güruh ki, bunların eline düşen fert hiçbir kayıt altına girmeyen bir serseri; yuva, “Hollywood” artistlerinin barındığı bir pavyon; toplum da bin bir maskaralığın kol gezdiği bir karnaval vaziyeti alıyordu. Böylece de zaten asırlardan beri içtimaî erozyonlarla aşındırılmış millî ruh, bu uğursuz ellerde tamamen felce uğratılarak yatağa düşürülmüş oldu. Keşke, bu menfî hareketler karşısında, kendi ruhuna sahip çıkmak isteyenlerin davranışları, yürekten, yiğitçe, merhametli ve müspet olsaydı!... Heyhât!... (s. 71)

İkinci olarak da Peygamberin anlatıldığı “İnsanlığın İftihar Tablosu: Sonsuz Nur” (Cilt: 2, İzmir: Nil Yayınları, 1994) adlı kitabından alıntı yapayım. Belki burada ne demek istediği biraz daha açıktır:

Bir küçük devlete karşı, çok büyük bir problemi hâlledemeyince, bizi yakından alâkadar eden bunca dünya meselesinin altından nasıl kalkacağız? Öyle ise, dünyada öyle bir İslâm devleti olmalı ki, kaşını çattığı veya öfkelendiği zaman başkaları hizaya gelmeli ve hadlerini bilmelidirler. İşte böyle büyük bir caydırıcı gücü sürekli elde tutmak, mazlumun, mağdurun imdadına koşmak ve ihkak-ı hak etmek için mutlak lazımdır. Bu da, o büyük güç ve aktivitenin yer yer bizzat gösterilmesiyle kolaylaşacak ve mümkün olacaktır. (s. 177)

Keşke süper güçlerin birinin yerine biz olabilseydik! Herhalde o zaman, bunca zulüm ve işkence olmazdı… Şimdi size soruyorum: Sadece bu netice için dahi olsa, cihat yapmak gerekmez mi? (s. 179)

Evet, müminler, yeryüzünde Allah’ın şahitleri, milletlerarası muvazenenin denge unsuru ve umumî ahengin de garantisidirler. Bu itibarla da, hak ve adalet istikametinde her şeye ve herkese müdahale edebilme mevkiindedirler. Kendi ülkelerinde veya başka bir devlette, işler, bütün bütün şirazeden çıkmışsa; yani müdahale edilecek kerteye gelmişse, müdahaleye de gücümüz yetiyorsa, orada yeniden ahengi temin edip huzuru sağlamak bizim vazifemizdir. Bir kere de müdahale ve muharebeye karar verdi mi, artık hedef netleşip istikamet de belirlenmiştir. Allah’a tevekkül edip doğru bildiğin yolda yürüyeceksin. (s. 187)

IV

Gittiğim dershane yarıyıl tatili dolayısıyla yurtlarda yapılacak yatılı bir çalışma programı düzenlemişti. Yurtta kalacak, derslerin bir kısmına orada devam edecek, ama çoğunlukla etüt yapacaktık. Bir defasında yatakhanede arkadaşlar ile birlikte şakalaşıyorduk, aramız samimiydi. Dalga geçmek için, “şeriat yönetimi istiyoruz” dedim. Çok sevdiğim bir arkadaşım sesini hafifçe azaltarak, bana ciddi bir şekilde şöyle dedi: “Ben de şeriat istiyorum, ama daha zamanı gelmedi. O yüzden bunu her yerde söyleme.”

Belki artık zamanı gelmiştir. Kim bilir?

Thursday, January 17, 2008


İDEAL DEVLETTE MÜZİK

Geçen hafta Platon’un “Şölen” adlı kitabını bitirince, daha önceden aldığım “Devlet” adlı kitabına artık başlayayım dedim (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Çev. Sabahattin Eyüboğlu ve M. Ali Cimcoz, 1999; İngilizce ismi: “The Republic”). Devlet Platon’un en ünlü eseri oluyor. Ancak içinde onun değil, hocası Sokrates’in ideal devlete ilişkin görüşleri anlatılıyor. Gene birilerinin evine davetli olarak giden Sokrates, orada doğruluk ve eğrilik meselesi hakkında konuşuyor. Bunun için de önce devletin kendisinden başlıyor. Burada benim ilgimi çeken konulardan biri de Sokrates’in müzik hakkındaki görüşleri oldu. Kendisi müziğin devletin yönetiminde görev alacak kişilerin yetişmesinde bir araç olarak kullanılacağını söylüyor. Ama ona göre hem iyi hem de kötü müzik var, o yüzden bu kişilerin yetiştirilmesinde her müzik türü kullanılmamalı. Kötü olanlar da yasaklanmalı.

Evde Glaukon adlı bir kişi ile konuşurken şunları söylüyor Sokrates:

- Madem müzikten anlarsın, söyle bakalım, hüzünlü sözlere uyan makamlar hangileridir?
- Karışık Lydia, uzun Lydia makamları ve benzerleri.
- Bu makamları atmayalım mı? Değil erkeklere, aklı başında kadınlara bile zarar verir bu makamlar.
- Çok doğru.
- Bizim bekçilerimizin sarhoş, gevşek, tembel olmalarını da istemiyoruz.
- Nasıl isteriz?
- Peki, makamlar arasında gevşek olanlar ve içki sofrasına yakışanlar hangileridir?
- Çözük denilen İonia ve Lydia makamları.
- Bunlar, savaşacak insanların ağzına yakışır mı sence?
- Yakışmaz, olsa olsa Dor ve Phrygia makamlarını alabiliriz.
- Makamlardan anlamam, ama öyle bir makam alalım ki, savaşta ya da zor karşısında kalan, yaralanan, yenilen, ölümle karşı karşıya gelen ve her türlü mutsuzluk içinde kaderine kafa tutabilen bir adamın yiğitçe davranışına uysun. Bize bir başka makam daha lazım ki, barış içindeki yaşayışımıza, giriştiğimiz işleri başarmak için zor kullanmadan, serbestçe yaptıklarımıza uysun. Barışta ne yapar bu insan? Bir dostuna öğüt verir, tanrıya yalvarır, birine yol gösterir, kızar, sitem eder ya da kendisine bir başkası yalvarır, öğüt verir, yol gösterir, o da denileni yapar. Sonunda giriştiği işi başarır. Başardığı zaman da gurura kapılmaz. Ölçülü, akıllı ve uslu davranır. Olan biteni hoş görür. İşte biri sert, öteki yumuşak bu iki makam, iyi günde olsun, kötü günde olsun, aklı başında ve yiğit insanların sesine uyacak olan bu iki makam bize yeter.
- Kalkmasını istediğin makamlar, demin söylediğim bu makamlar.
- Böyle olunca, artık bütün makamları karşılayacak çok telli bir sürü sazları aramayacağız.
- Evet.
- Öyleyse, devletimizde çeşitli harplar, çok telli sazları yapan ustaları beslemeyeceğiz.
- Öyle ya.
- Peki, flauta yapan ve çalanları toplumumuza katacak mıyız? Flauta en çok sesi olan, bütün makamları çalabilen bir sazdır. Telli sazlar da onun bir taklididir, değil mi?
- Öyledir.
- Öyleyse geriye lyra, kithara kalıyor. Bunlar şehrimize girebilir. Kırlarda da çobanlar kaval çalabilir.
(s. 82-3)

Biraz daha ileride işin içine şairleri de katarak şunları ekliyor.

- Öyleyse yalnız şairleri mi gözaltında bulunduracağız? Yalnız onları mı bizim iyi dediğimizin benzeri olmaya zorlayacağız? Öbür sanatlarda da aynı titizliği göstermeyecek miyiz? Onların da kötü huyları, ölçüsüzlükleri, bayağılığı, çirkinliği, canlı varlıkların resimlerinde olsun, yapılarda olsun, şu veya bu el işlerinde olsun, göstermelerine engel olmamalı mıyız? Olmazsak, iş görmelerini yasak etmeli değil miyiz? Bekçilerimiz kötülük tasvirleri içinde, tıpkı kötü yiyeceklerle beslenir gibi mi yetişsinler? Her gün farkında olmadan birçok zehirli bitkiyi azar azar yiyerek zehirlensinler de, içlerine kötülük mü işlesin? Tersine, onları beden, öz ve biçim güzelliğine doğru götürecek sanat ustalarını aramamız gerekmez mi? Gençlerimiz, sağlam bir iklimin insanları gibi, çevrelerindeki her şeyden faydalansınlar, güzel ülkelerde bir meltemin kanadında gelen sağlık gibi, sanat eserleri de onların gözlerine, kulaklarına mutlu etkiler sağlayan birer kaynak olsun. Gençlerimiz, ta çocukluktan güzelliği sevmeye, güzele benzemeye, onunla bir olmaya, kaynaşmaya özensinler!
- İşte, eğitimlerin en güzeli bu olurdu.
- Onun için, Glaukon dedim, müzik eğitimi bundan ötürü eğitimlerin en iyisidir. Hiçbir şey insanın içine ritim ve düzen kadar işlemez. Müzik eğitimi gereği gibi yapıldı mı insanı yüceltir, özünü güzelleştirir. Kötü yapılınca da bunun tersi olur. Gevşek ve bozuk düzen, eserler, tabiattaki bozukluklar gibi, iyi yetişmiş insanın gözüne hemen batar, kızdırır onu. Kendini iyi bir insan olarak yetiştirmek isteyen güzeli arar, güzeli över, ondan hoşlanır ve onunla beslenir. Daha düşünmeye başlamadığı çağda tiksinir çirkinden; düşünme çağına gelince de, kendini yetiştiren müziğin düşüncesiyle akrabalığını sezer, onu sevinçle karşılar.
- Bunun için de eğitim müziğe dayanmalıdır, dedi Glaukon.
(s. 84-5)

Sonunda çok daha ileride konuyu şu şekilde bağlıyor:

Devletin bekçileri eğitimin bozulmamasına bakacaklar. Ne beden ne de kafa eğitiminde, kurulmuş düzene ayrkırı hiçbir yeniliğe meydan vermeyecekler. Biri tutar, şair ağzından çıkan yeni sözlere bayılır insanlar, derse, bu söz tehlikelidir. Çünkü herkes şairin yeni havaları değil de, müzikte yeni makamları kastettiğini sanır. O türlü bir yeniliği de hoşgörür. Oysa şairin düşüncesini bir türlü anlayıp yürütmek yanlıştır. Müzikte yeni bir çeşidin doğması kaçınılacak bir şeydir. Bununla her şey tehlikeye girer. Damon’un dediği, benim de inandığım gibi, müzikte yol değişti mi, devletin anayasası temelinden sarsılır. (s. 103)

Ancak benim en beğendiğim, Sokrates’in yönetimde görev alacak kişilerin hangi koşullarda iş yapacaklarını anlattıkları şu parça oldu:

İlkin, kesin bir zorunluluk olmadıkça, hiçbiri mal mülk edinmesin. Sonra oturdukları yer, yiyeceklerini sakladıkları ambar, her isteyenin gireceği yerler olmalı. Yiyecekleri de ölçülü ve yiğit savaşçılara yaraşan cinsten olsun. Bekçiliklerine karşılık, yurttaşların kendilerine verecekleri, bir yıllık yiyeceklerinden ne çok, ne de az olsun. Yemeklerini birlikte yesinler, savaştaki askerler gibi hep bir arada yaşasınlar. Gümüş ve altına gelince; diyeceğiz ki onlara: İçlerinde tanrının koyduğu altını, gümüşü saklayanların, insanların vereceği altında ve gümüşte gözü olmaz. Kendi altın yaratılışlarını dünyanın altınıyla kirletmek günahtır. Çünkü dünya altını yüzünden türlü kötülükler işlenmiştir. Oysa ki, içlerindeki altın tertemizdir. Şehirde yaşayanlar arasında yalnız onlar için gümüşe dokunmak, onu kullanmak, ona eşyasında, evinde yer vermek, onunla süslenmek, altın ya da gümüş kupalardan içmek yasaktır. Böylece hem kendilerini, hem de devleti korumuş olacaklardır. Ama toprakları, evleri, paraları oldu mu, koruyucu olacakları yerde kendileri de mal ve çiftçi, yurttaşlarının yardımcısıyken düşmanı, zorba efendisi olurlar. Ömürleri kötülemek ve kötülenmekle, tuzak kurmak ve tuzağa düşmekle geçer; dışarıdaki düşmanlarından çok içerideki düşmanlarından korkarlar. Kendilerini de, devleti de ölüme sürüklerler. İşte bunun için koruyucularımızın oturacakları yerleri ve yaşama koşullarını önceden iyi belirlemek, bunu da kanunlaştırmak gerekmez mi? (s. 98)

Düşünün bir, böyle koşulların olduğu bir yerde kim yönetime talip olur? Bizim mecliste buna benzer koşullar olsa, hatta azıcık bir parçası olsa ne olur acaba? Ben milletvekilleri arasında büyük bir panik ve çılgınlık dalgasının yaşanacağına eminim. Devletin kadroları muhtemelen bir kaosa sürüklenecektir. Belki Maliye Bakanı Unakıtan kendisini vurur. Oğlu milyon dolarlık gemi alan Tayyip amcam Emine hanımın başörtüsü ile kendisini boğmaya kalkışabilir mesela. 16 yaşındaki oğlu ticarete atılan Abdullah amcam da Hayrünisa hanımın kıllandığı imam beğendi ile kendisini zehirletebilir. Var mı öyle devletten avanta?

Şu MTV müzik kanalı da haftanın bir gününü Japonların anime denilen çizgi filmlerine ayırmaya başladı. Geçen hafta “Basilisk” denilen bir çizgi film gösterdi. Çizgi filmin kapanışında çalan parça hoşuma gidince, neyin nesi imiş diye araştırdım. Şarkıyı söyleyen Nana Mizuki adında Japon bir şarkıcı imiş. Youtube’dan bulduğum klibini aşağıya ekledim. Sokrates amcam gerçi karşı çıkıyor bu tarz fitnelere, ama merak etmesine gerek yok. Zira bizim memlekette devleti yönetenler ilahiden başka bir şey dinlemiyorlar.


Saturday, January 12, 2008


EŞCİNSEL SOKRATES

Çok önceden, Yunanlı filozofların arasında eşcinselliğin olduğunu duymuştum. Hatta Platon’un “Şölen” adlı eserinde eşcinsellikten bahsettiğini de biliyordum, ama bir türlü alıp okumaya fırsatı bulamamıştım. Sonunda birkaç hafta önce kitabı aldım: Platon, “Şölen – Dostluk” (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Çev. Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat, 4. basım, 2006). Kitapta zengin bir kişi olan Agathon’un evinde geçen bir yemek anlatılıyor. Yemeğin en önemli kişisi de filozof Sokrates. Davetliler sevgi üzerine konuşuyorlar. Sokrates konuşmasını bitirdiği esnada, eve Sokrates’e tutkun genç bir erkek olan Alkibiades sarhoş bir hâlde geliyor ve Sokrates hakkında övücü bir konuşma yapıyor. Ama ne konuşma. Bir kısmını aşağıda yazdım:

Alkibiades oturduğunda Sokrates şöyle diyor:

Agathon, beni korumaya bak! Bu adamın sevgisi başıma dert. Onu sevdim seveli, başka bir delikanlıya bakamaz, kimseyle konuşamaz oldum. Hemen kıskanır, köpürür, olmayacak şeyler yapar, ağzına geleni söyler, bir dövmediği kalır beni. Göz kulak ol da, şimdi gene azıtmasın. Aramızı bulmaya çalış; üstüme saldırırsa beni koru. Ödüm patlıyor deli sevgisinden, azgınlığından.

Alkibiades de Sokrates hakkında şunları diyor:

Sokrates, biliyorsunuz, güzel delikanlılara düşkündür, hep onların peşinde gezer, kendinden geçer onları gördü mü (…)

Onun benim gençliğime, güzelliğime gerçekten tutkun sandım ve bunu talihin bana verdiği büyük bir fırsat bildim. Biraz yüz vermekle Sokrates bana her bildiğini öğretir dedim, çünkü parlak delikanlılığıma öyle güveniyordum ki! Bu düşünceyle, yanımda hep bir uşak bulundurmak âdetinden vazgeçtim. Uşağı uzaklaştırıp onunla baş başa kaldım. Burada her şeyi size açıkça söylemeliyim. İyi dinleyin, sen de Sokrates, yalan varsa, düzelt sözlerimde. Dediğim gibi dostlar, Sokrates’le baş başa kaldım. Çok geçmez, sevenlerin tenhalıkta sevgililerine söylediklerini o da bana söyleyecek diye düşünüyor ve seviniyordum. Ama beklediğim gibi olmadı. Her zamanki gibi benimle konuştu, gün bitince de kalktı gitti. Bunun üzerine birlikte idman yapalım dedim; bu yoldan onu elde edeceğimi sanıyordum. Yanımızda kimseler yokken idmanlar yaptık, sık sık güreştik. Ama inanır mısınız, gene de bir şey elde edemedim. Bu yol da çıkmayınca, bu adama karşı zor kullanayım, başladığım işte gevşemeyeyim, bakalım sonu neye varacak dedim. Sevgilisine kavuşmak isteyen biri gibi, onu düpedüz akşam yemeğine çağırdım. Hiç de can atmadı gelmeye. Ama zamanla yola girdi. İlk geldiğinde yemek yer yemez gitmek istedi. Alıkoymaya utandım. Bir başka sefer ona yeni bir pusu kurdum: Yemekten sonra geç vakte kadar lafa tuttum, gideceği zaman da geç oldu diye kalmaya zorladım.

Yanımda bir yerde, yemek yediği sedirde yattı, odada bizden başka kimseler de yoktu (…) (s. 63-4)

(…) Bir daha laf söylemesine meydan vermeden kalkıp kendi örtümü üstüne attım, mevsim kıştı çünkü. Bu adamın eski püskü abası altına girdim, bu insanüstü varlığa sarılıp bütün gece yanında yattım. Bunlara yalan diyemezsin Sokrates. Ne kadar yanaştımsa, ne yaptımsa boşuna, bu adam hiç sarsılmadı. Hep yukarıdan, küçümseyerek, alay ederek baktı gençliğime, güzelliğime. Ben de bir şey sanıyordum bu güzelliği. Öyle sanmakla haklı mıydım, değil miydim? Siz yargıç olun, evet yargıç olun da söyleyin Sokrates’in başı ne kadar havalarda olduğunu! Şunu da bilmiş olun ki, tanrılara, tanrıçalara yemin, bütün bir gece Sokrates’in yanında yattım ve kalktığım zaman, bir babanın, bir ağabeyin yanında yatmış gibiydim. (s. 66)

Konuşma bitince Sokrates şunları diyor:

- (…) Yalnız söylediklerinin sonunda baklayı ağzından çıkarır gibi oldun. Oysa ki kurduğun şu: Agathon’la benim aramı açmak. İstiyorsun ki, ben yalnız seni seveyim, Agathon’u da senden başka seven olmasın. Ama bu dolap kimsenin gözünden kaçmadı. Bütün o Satyr, Silen hikayeleriyle neye varmak istediğin belli. Aman, sevgili Agathon, bu oyunu kazandırmayalım ona! Tetik dur ki kimse aramızı açmasın.

Agathon:

- Sahi öyle Sokrates, demiş. Doğru olabilir söylediğin. Aramıza gelip yatışından da anlaşılıyor bizi ayırmak istediği. Şimdi kalkar, senin yanına gelirim.
- Ha şöyle, demiş Sokrates, gel şöyle sağ yanıma uzan.
- Ey Zeus! Nedir bu adamdan çektiklerim! diye bağırmış Alkibiades. Nerede olsa beni ezmek bütün zoru. Bari bırak da, mübarek adam, Agathon ikimizin arasına gelsin.

Sokrates:

- Olmaz, demiş. Sen beni övdün, ben de şimdi sağımda kim varsa onu öveceğim. Agathon soluma gelirse, ben onu övmeden o beni bir daha övecek değil ya. Bırak tanrımsı Alkibiades, bırak da bu delikanlıyı öveyim, kıskanma. Öyle canım istiyor ki onu övmek!
- Yaşa, yaşa! diye bağırmış Agathon. Burada duramam Alkibiades, yer değiştirmeliyim ki Sokrates beni övsün.
- İşte hep böyle olur, demiş Alkibiades. Sokrates’in olduğu yerde ondan başkası güzel delikanlılara yanaşamaz. Bakınız yine nasıl Agathon’u yanına çekmek için bir sebep uyduruverdi; hem de herkesin yerinde sayacağı bir sebep.
(s. 70-1)

Kitabın “Dostluk” adlı ikinci kısmının başında da şunlar yazıyor. Anlatan da Sokrates:

Akademia’dan çıkmış, duvarın dış kenarındaki yoldan doğruca Lykaion’a gidiyordum. Panapos çeşmesinin bulunduğu kapının yanı başında Hieronymos’un oğlu Hippothales’le Pianialı Ktesippos’a rastladım; yanlarında birçok genç de vardı. Yaklaşınca Hippothales beni gördü:

- Sokrates, dedi. Nerden böyle? Nereye gidiyorsun?
- Akademia’dan Lykaion’a gidiyorum dedim
- Bırak da bizim yanımıza gel. Yolunu değiştirmek istemezsin, ama değer değiştirmeye.
- Beni nereye götüreceksiniz? Kimlerin arasına?

Duvarın karşısında, kapısı açık duran bir meydanı göstererek:

- Şuraya, dedi. Biz birçok güzel delikanlıyla günlerimizi burada geçiriyoruz.
- Orası nedir? dedim. Ne yapıyorsunuz orada?
- Yeni bir idman yeri; orada sohbetle vakit geçiriyoruz; senin de bulunmanı isterdik.
- Aman ne iyi! dedim. Başınızda kim var?
- Tanırsın; senin övdüğün biri: Mikkos.
- Ya, öyle mi? Değersiz bir adam değildir; seçkin bir sofisttir.
- Gelecek misin? İdman yerinde kimler var görürsün.
- Oraya gelip ne yapacağım, sen önce bana onu söyle. Buranın gözde çocuğu kim?
- Herkesin gözdesi başka, Sokrates.
- İyi ama, seninki kim Hippothales? Onu söyle.

Bunu sorunca yüzü kızardı. Sözü ben aldım yine. (…) Bu sözlerimle yüzü büsbütün kızardı. O zaman Ktesippos yüzüne karşı:

- Hippothales, böyle kızarıp bozarmak, ad söylemekten çekinmek çok güzel, ama, dedi, Sokrates hele seninle azıcık konuşsun, bu söylemek istemediğin adı tekrar ede ede kafasını şişirirsin. Sen bir de bize sor Sokrates; Lysis diye diye öldürdü bitirdi bizi. Hele biraz da içerse bu adı o kadar söyler, o kadar söyler ki, sabah uyandığımız zaman kulaklarımızda yankılarını duyar gibi oluruz.
(s. 77-8)

İşte böyle. Bir ara Milli Eğitim Bakanlığı 100 temel eser diye birtakım kitapları öğrencilerine tavsiye etmişti. Acaba bunların arasında Platon ya da diğer Yunanlı filozofların kitapları falan var mı? Bir de, İş Bankası’nın yayınladığı bu kitap “Hasan Âli Yücel Klasikler Dizi”sinden çıkmış. Yücel 40’lı yıllarda Milli Eğitim Bakanı idi. Bu eserler de onun kurduğu tercüme bürosu tarafından çevrilip bakanlık tarafından yayınlanıyordu. Buna benzer bir şeyi şimdilerde Milli Eğitim Bakanlığı yapar mı acaba? Derdi gücü “mollalık” etmek olan Milli Eğitim Bakanı Çelik mi yapacak bunu? Hadi canım sen de!

Wednesday, January 09, 2008


MÜSLÜMANLARA MÜJDE: FAİZ YEMEK ARTIK HARAM DEĞİL!

Bloğa yazmadığım süre içinde Cumhuriyet gazetesinde ilginç bir haber okudum. Başlığı “İslâmcının Faiz Aşkı” idi. Bu mendebur laik gazete hangi yalanlar ile Müslümanlara iftira atıyor diye haberi okudum. Güya bazı anlı şanlı Müslümanlar faiz yiyorlarmış. İleride yazarım diye gazeteyi atmayıp sakladım. Haberin bir kısmını aktarayım:

Son dört yılda Cumhuriyet gazetesinin kaybettiği tazminat davalarına bakıldığında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 481 YTL 250 Ykr, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik 2 bin 223 YTL, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım iki ayrı davadan toplam 3 bin 977 YTL faiz aldı. Mili Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik 2003 yılında Oktay Akbal aleyhine açtığı tazminat davasından 5 bin YTL asıl alacak, 2 bin 223 bin 817 YTL de faiz olmak üzere toplam 7 bin 223 YTL kazandı ve bu parayı tahsil etti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 2005 yılında İlhan Selçuk ve Yazı İşleri Müdürü Mehmet Sucu aleyhine açtığı davadan 5 bin YTL asıl, 482 YTL de faiz aldı.

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım 2004 ve 2005 yılında Cumhuriyet gazetesi Yazı İşleri Müdürü Mehmet Sucu aleyhine açtığı iki ayrı davadan toplam 25 bin YTL asıl, 3 bin 977 YTL faiz aldı. Fethullah Gülen ise Cumhuriyet gazetesi yazarları aleyhine açtığı tazminat davalarından yüklü miktarlarda faiz aldı. Ayrıca Kemal Unakıtan da çeşitli gazeteci ve yazarlara açtığı davalarda tazminat bedelinin dışında da faiz aldı. (…)

Bu faiz meselesini bir süre önce İlhan Selçuk başlatmıştı. Selçuk’un dediğine göre, “AKP iktidarı türban konusunda Kuran hükümlerini referans gösterirken, Türkiye’yi faiz cenneti yaparak Kuran’a aykırı hareket ediyor”muş. Selçuk’un yazdıklarına ifrit olan gerici İslâmcı basın da, “Faiz yasağı bireyler içindir, devletlerin faiz politikası hükümet edenleri bağlamaz,” gerekçesine sığınmış. Bazı dümbelek dinci yazarlar da, “Kuran okunduğunda faiz yasağının bireyler için olduğu görülüyor,” diyerek iddiaları çürütmeye çalışmış. Peh peh peh! Zaten bu İslâmcılara biraz menfaat gösterin, Şeytan’ı bile yaptıkları için savunurlar. Bazı geri zekâlılar da Müslüman parti diye AKP’ye oy vermeyi daha sürdürsün. Akıllanmaz bunlar!

Hadi Erdoğan’ı, Unakıtan’ı, Çelik’i falan geçtim, onlar ne yapsa yeridir. Ama Fethullah hocamızın da faiz yediğini öğrenince içimi büyük bir ferahlık kapladı. Zira Fethullah hoca efendimiz faiz yiyorsa bir bildiği vardır. Hem bakınız, kendisi 10 senedir yeşil dolarcıkları kullanarak Amerika’da yaşıyor. Bir Müslüman için o şeytan diyarında büyük başarı bu. Valla bana göre, Hoca efendi faiz yediğine göre Kuran’ın faiz konusundaki yasağı kesin bir şekilde düşmüş oluyor. Ne de olsa Hocamız emekli imam, o bilmeyecek de kim bilecek? Hoca efendimizin dini, imanı sağlam olmayacak da kimin olacak? Laiklerin mi? Töbe töbeee! Demek ki, faiz yemek artık helâl. O yüzden ben de büyük bir gönül rahatlığı ile bundan böyle faiz yemeye karar verdim. Hem Hoca efendimiz yanıldı ise ne olmuş? En kötüsünden, faiz yediğimiz için cehennemde birlikte yanarız. Kötü mü? Hoca efendi ile birlikte yanmayıp da kiminle yanacağız? Deniz Baykal ile mi? Allah yazdıysa bozsun!

Bir süre önce bir iktisatçının otobiyografisini okudum: Oktay Yenal, “İktisat Penceremden” (İstanbul: Homer Kitabevi, 2005). Yenal Devlet Planlama Teşkilatı ve Dünya Bankası’nda çalışmış, yurt dışında çeşitli görevlerde bulunmuş bir iktisatçı. Kitabın çocukluk günlerine ilişkin bölümünde şunları yazmış:

Ben ise bambaşka, çorak bir ortamdaydım. Bir ara da Kuran-ı Kerim’e merak saldım ve tercümelerini okumaya başladım. O yıllarda pek ünlü olan Şemsettin (Yeşil) Hoca’nın Sultanahmet Camisi’ndeki vaazlarına da devam etmeye başladım. Bu vaazlardan birinde Hoca’nın nasıl bütün bilimlerin Kuran’da bilindiğini anlattığını anımsıyorum. İki yanına sallanarak ve günümüzdeki pop gösterilerinin seyircisi kızlar gibi vecde gelen hanımların “ah, vah, helal olsun,” nidaları arasında, kelimeleri şeddeleyip Arap şivesini taklide çalışarak şöyle anlatıyordu: “Eğğer çayyınızda bir sinek düşmüüş ise, çayyı içmeden sineği bütünüyle çaya batırın buyurmuş peygamber efendimiz. Neyçin? Çünkii ilmin asırlar sonra keşfettiği bir hakikati biliyor da ondan. Neymiş bu hakikat? Sinekte zehir, fakat kanadında panzehir var!” Böylece bu alanda da dişe dokunur bir derinlik olmadığını görüp bocalıyordum. Çevremde de bana akıl verecek kimse yoktu.(s. 31)

Şemsettin Hoca tarzı hocalar bugün de yok mu? Hâlâ birtakım hoca efendilerin peşinden koyun sürüsü gibi giden insanlar bulunmuyor mu? Bir şey değişmiş mi? Yazıktır, o günden bu güne hiç mi ilerleme kat edemedik? Buyurun, bir tane daha:

Üniversiteye girmeden geçirdiğim bir yılda, babamın bir akrabamızla yarı ortak olduğu manifatura mağazasından ailemize bir şey kalmayacağı belli olmuştu. Zaten ben okuldayken yazları çalıştığım, Yaşar Kemal, Orhan Kemal ve Kemal Tahir’in romanlarında çizdiği düzenbaz esnaf portreleri ile dolu Sultanhamam piyasasından iyice tiksinmeye başlamıştım. Ticaretin ve dükkâncılığın, hiç olmazsa o düzeyde, korkutucu derecede yalan ve aldatmaca ile yürütüldüğünü görüyordum. Dükkânımızın civarındaki Anadolu kökenli tüccar, Cuma günü öğle vakit kepenklerini kapayıp camiye gittikleri numarası yapıyorlardı; müşterilere gösterdikleri numuneler ile sonra yolladıkları mal arasında büyük fark vardı; her kenarı 90 santimetre olan yazmayı 110 santimetre diye satıyorlardı. Hiçbiri borçlarını, hele yanlarında çalıştırdıkları kimselerin aylıklarını, kasaları dolu olsa bile, gününde ödemiyordu. Bu arada, o namaz kaçırmayan kimseler devamlı Allah üzerine yalan yemin ediyorlardı. Bu yalan-dolan piyasasının işlediği günahların belki tek hafifletici yönü, aldatılanların da aynı hamurdan gelme kimseler olmaları ve bu ahlâksız oyunları bilerek oynamalarıydı.

Sıcak bir yaz günü, hiç müşteri yokken dükkânı süpürdükten sonra bir tabureye oturmuş, Jack London’ın The Call of The Wild adlı kitabını okuyordum. Yandaki komşu Erzurumlu Bayramoğlu Efendi dükkândan içeri girdi, bana sert sert baktı ve dükkân ortağımız akrabamıza, “Selman Bey, bu çocuk romana düşmüş, bırakmayın, böyle haylaz alışkanlıklar edinmesin,” diye benim duyacağım bir sesle konuştu. Gözlerim dolmuş, kitabı kapamıştım. Neyse ki dükkândaki tezgâhtar, güngörmüş Gedikpaşa’lı Kevork Efendi hemen yanıma geldi, “h” harfini Ermeni hançeresinin bütün kalınlığıyla vurgulayarak, “Bunlar dünyaya hayvan gelmişler, hayvan gidecekler, sen aldırma,” diye teselli etti. (s. 29-30)

Kevork Efendi ne güzel söylemiş. İşte biz daha hâlâ o hayvanlar ile uğraşıyoruz. Allah sabır versin – amin!

Monday, January 07, 2008


YİRMİ YIL SONRA

Facebook modası çıktıktan bir süre sonra modaya ben de ayak uydurayım dedim. Sitede kendime bir hesap açtım ve dolaşmaya başladım. Bu sayede ilkokul ve lise arkadaşlarımın bir kısmını bulabildim. Milletin arada geçen zamanda ne haltlar yediğini öğrenme imkânım da oldu. Hatta bazı arkadaşlar bende olmayan eski resimleri koymuşlar, eski hâlimi gördükçe şimdilerde tipim ne kadar kaymış diye şaşırdım.

Yaklaşık iki ay önce, sitede bulabildiğim ilkokul arkadaşlarım ile mailleşmeye başladım. Mezun olalı yirmi yıl olmuş, ama insanlar yine de birbirlerini hatırlıyor. Hemen hemen herkes buluşmak, konuşmak istiyordu. Bunun üzerine bu işi organize etmeye karar verdim. Herkese mesaj gönderdim. İlginçtir, bazıları – mesajlarımı gördüklerine emin olmama rağmen – bana hiçbir cevap yazmadı. Sonunda uğraşıp, en fazla sayıda kişinin gelebileceği bir günü buluşma günü olarak ayarladım. Başka isteyenler de olmasına rağmen, herkes o gün için müsait olamadı.

Nihayet geçtiğimiz pazar günü buluştuk. Beklemek için kararlaştırdığımız yerin önünde bir grup insan hafifçe gülümseyerek birbirine bakıyor, “aa, sen o musun?” tarzı laflar ediyordu. Diğer kişilerin gelmesini beklerken arada neler yaptığımızı, ilkokulda ne işler çevirdiğimizi anlatıyorduk. Ardından okuduğumuz okula gittik. Kapalı olmasına rağmen bahçesine girebildik, etrafı dolandık, sıra olup beklediğimiz yerde toplu hâlde resim çektirdik. İlkokul öğretmenimize de gidecektik, ancak bazı arkadaşların hoca ile ilgili pek hoş olmayan anıları olduğu için vazgeçtik.

Okuldan çıkıp pub tarzı bir yere oturmaya gittik. Bir yandan içip konuşuyor, diğer yandan da yanımızda getirdiğimiz resim ve yıllıklara bakıyorduk. Unutulmuş yüzler, isimler ve anılar yeniden hatırlanıyordu. Arkadaşlardan biri garsonlara rica edip 80’li yılların şarkılarını çaldırmaya başladı. Vakit geçtikçe ve aramızdaki muhabbet yavaş yavaş ilerledikçe, “insan 7’sinde ne ise 70’inde de odur” sözünün doğru çıkmaya başladığını gördüm. Kimi arkadaşlar o kadar zaman geçmiş olmasına rağmen benim tahmin ettiğim kadar değişmemişlerdi. İnsanların dünya görüşü zamanla değişebilir, ama kişiliği mutlaka değişecek diye bir kanun yok. Bazı şeylerin aynı kalmış olmasına şaşırmadan edemedim. Ben dahil sadece iki kişi yemek yiyor, diğerleri ise sadece içki içiyordu. Bira ve viskiler masaya ardı ardına gidip geliyordu. İnsanlar içip kafaları “güzelleştikçe”, yıllar geçmesine rağmen o çocukluk günlerindeki kişilikleri derinlerden tekrar su yüzüne çıkmaya başlıyordu. Sesler kimi zaman yükseliyor, biri “izin ver de konuşayım, yoksa seni döverim,” derken, diğeri de “istersen dene, yirmi yıl sonra dayak yemeyesin,” diye yanıtlıyordu.

İçki ile pek aram yoktur. Ona rağmen millete ayak uydurmak için ben de biraz içeyim dedim ve en az içen ben oldum. Ama nasıl: Arkadaşlardan biri buluşmayı ayarladığım için bana pahalı bir viski ısmarladı. Ardından bir şişe Jack Daniels ısmarlayıp “shot” yapmaya başladık – ne demekse? Sonra bir şişe daha geldi. Ben sanırım 6-7 "shot" yaptım. Sonra da yarım şişe kadar bira içtim. En az ben içtiğime göre diğerlerinin ne kadar içtiğini tahmin edersiniz. O kadar içki sonrasında gelen hesap 600 milyonu geçmişti. Ancak buluşmayı ben ayarladığım için bana herhangi bir şey ödettirmediler – organizatör olmanın faydası işte.

Sonunda gruptaki arkadaşlardan biri, aramızdaki tek kızı ne yapıp ettiyse alıp yanına oturttu. Bir süre sonra baktığımızda ikisi sarmaş dolaş olmuş, öpüşüp duruyorlardı. Neyse ki ikisi de bekârdı. Biz diğerleri de bir şey demeden birbirimizin yüzüne bakıyor, bunun uygunsuz olduğunu belli ederek gülümsüyorduk. Etraftakiler, özellikle garsonlar bize bakıyordu. Ancak iş çığırından çıktı ve kız kusmaya başladı; bütün yerler kusmuk oldu. Bir arkadaş ile birlikte kızı alıp tuvalete götürdük. Oğlan ise o esnada uyukluyordu. Arkadaş limonlu ve tuzlu bir soda hazırlatıp biraz kendine gelsin diye kıza içirtti. Bu arada ben de garsonlardan özür dileyerek çöp torbası istiyordum. Biz konuşmaya daldığımız sırada baktık ikisi tekrar bir araya gelip sarmaş dolaş olmuşlar. Kız yine kusmaya başlayınca ikisini birden alıp tuvalete götürdük, ama bu defa da tuvalette öpüşmeye başladılar. Yanımdaki arkadaş dayanamayıp tuvalete girdi ve oğlana “sen ne yapıyorsun” diye çıkıştı. Gelip yerlerine oturttuk. O kadar içmişlerdi ki, birlikte uyuklamaya başladılar. Biz de belki biraz kendilerine gelirler diye kendi hâllerine bıraktık ve ikisini bu hâlde eve göndermenin doğru olmadığını, bizim bırakmamızın daha uygun olacağını konuşmaya başladık.

Maalesef kaşla göz arası ikisi birlikte sıvıştılar. Ne yapmaya gittikleri aşikârdı. Oğlan işin bokunu çıkardı diye kızdım ve bizi punduraya getirdiklerini düşünüp arkalarından gittim, ama yetişemedim. Bunun üzerine ikisini bulmak için kalktık, kapıdan çıkarken garsonlardan yeniden özür dilemeden edemedim. Sonunda arabaları park ettikleri yerde yakaladık. Kız oğlanın arabasında onun yanında oturuyordu. Kapıyı açıp, “bak, istersen falanca ile birlikte seni evine bırakabiliriz, böyle gitmek zorunda değilsin,” dedim. Aynı soruyu iki defa sordum. Kız ise “ben iyiyim, gerek yok,” dedi ve öylece gidiverdiler. Buluşmayı ben ayarladığım için bunda sorumluluk hissettim. Ancak bunlar ilkokuldaki çocuklar değillerdi, otuzunu geçmiş, yaptıkları işin sorumluluğunu almaları gereken yetişkin insanlardı. Küçük çocuklarmış gibi onlara göz kulak olamazdım. Yine de oldukça canım sıkıldı, benim ve diğer arkadaş dışında kalanların olup bitenler karşısındaki kısmen pasif tavırlarına üzüldüm.

Beni o günü şaşırtan bir diğer olay da, sınıftaki arkadaşlardan biri hakkında aldığım bir haberdi. Sınıfımızda her zaman için narin yapılı, ince, nazik, kırılgan iyi bir erkek arkadaşımız vardı. Oğlanlar ile pek oynamaz, daha çok kızlar ile arkadaşlık ederdi. Biz oğlanlardan farklı olduğunu hisseder, ama küçük olduğumuzdan bunun ne anlama geldiğini çıkaramazdık. Hatta yıllar sonra, üniversitede iken bir vesile ile aynı arkadaş ile buluşmuş, bir yemeğe gitmiştim. Yine aynı kişiydi, ama artık nasıl biri olduğunu anlayabiliyordum. Sonra aramızdaki bağlantı kopmuştu. Pazar günü gelen arkadaşlardan biri bu arkadaş ile aynı yerde oturuyormuş. Şimdilerde nasıl, neler yapıyor diye sorduğumuzda bize şöyle yanıt verdi: “Üç sene kadar önce ameliyat oldu. Artık bir kadın; üstelik de güzel bir kadın. Onu hâlâ görüyorum, ama konuşmuyoruz.” Hepimiz çok şaşırdık – onaylamadığımızdan değil, eskiden tanıdığımız birinin ileride bu derece değişmiş olduğunu öğrendiğimizden. Akşam eve dönünce onu tanıyan bir başka kişiye telefon ettim, o da aynı şeyi söyledi. “Zor bir ameliyattı, ama onun için iyi oldu,” dedi.

Bir yanda evlenmesine, çocuk sahibi olmasına ve yaşı otuzu geçmiş olmasına rağmen içinde hâlâ aynı kişiliği taşıyan insanlar, diğer yanda da hayatının belki de en önemli ve zor kararını alarak bu kadar büyük bir değişim geçirme cesaretini göstermiş bir başka insan. Bazı şeyler hem değişiyor, hem değişmiyor. Hayatın olağan bir parçası bu. Hepimiz bunları biliyoruz ve yaşıyoruz. Ama ona rağmen her zaman için alışamıyoruz, aynı şekilde karşılayamıyoruz.

Not: Gaykedi ile Bijou’ya Fazıl Say ile ilgili bir yazı yazacağımı söylemiştim, ama gene bir türlü fırsat bulamadım – affoluna. Nostalji olsun diye aşağıya da Sandra'nın tek büyük hiti, 1985 tarihli "Maria Magdalena" parçasını ekledim. Hey gidi günler hey ...