BAŞÖRTÜSÜ ÇILGINLIĞI
Bu pazar günü Cumhuriyet gazetesinde Selçuk Üniversitesi hocalarından İslâm felsefecisi Doç. Dr. Şahin Filiz ile yapılan bir röportaj yayınlandı. Filiz röportajda özellikle başörtüsünün ortaya çıkışı ve bunu takanların düşünceleri hakkında önemli şeyler söylüyor. Hele Yeni Şafak gazetesi yazarı Hayrettin Karaman’dan yaptığı bir alıntı var ki, tam manasıyla evlere şenlik. Karaman kendisi gibilerin aslında ne istediğini açık açık söylemiş. Anayasa vasıtasıyla başörtüsünün serbest bırakılmaya çalışıldığı bir ortamda, Filiz’in başörtüsü takan kızların bunu takış nedeni hakkında söyledikleri ise oldukça ibretlik. O yüzden röportajdan önemli gördüğüm kısımları aşağıda alıntıladım.
I
Siyasal ideoloji olarak İslâm’ın siyasî yelpazede yeri neresidir?
İslâm dini gerçekten siyasallaştıysa yeri dinsel oligarşidir. Bu oligarşi de tarikattan tarikata, cemaatten cemaate devredilen bir otorite olarak karşımıza çıkar. Bir yerde cemaatlerin ve tarikatların oligarşisi hâline gelir.
Türkiye’de olduğu gibi mi?
Tabii. Zamanla bu oligarşiler o kadar çoğalır ki, bunlar kendi içlerinde bir iktidar ve nüfuz savaşına girerler. Kendilerinin dışında addettikleri, ötekileştirdikleri kişiler, gruplar ve içinde bulundukları topluma karşı mücadeleye girişirler. Bu mücadelede hem birbirlerine hem de bulundukları devlete, cumhuriyete karşıdır. Her iki durumda da siyasal İslâm tahakkümcü, baskıcı, belirleyici, biçimleyici ve geriye dönüşü temsil eden bir siyasal erk hâline gelir. Siyasal İslâm’ın taşıyıcıları cemaatler ve tarikatlardır. Cemaatler ve tarikatlar bunu birdenbire yapmazlar.
Yavaş yavaş gündeme getirdikleri türban konusu gibi mi?
Evet. Türban 1970’lerde farz kılınmıştır. Çünkü Türkiye’deki ithal dinsel telakkiler, anlayışlar, 1970’ten itibaren Ortadoğu’daki İslâmcı ve Arapçı milliyetçi hareketlerin kitaplarının Arapçadan tercüme edilmesiyle Türkiye’ye girmiştir. Bazı semboller dinle özdeşleşerek Türkiye’ye geldi. Dolayısıyla biz dini de Araplardan öğrendik. Eğitimi ve öğretimi de onlardan aldık.
Bu mesele neden 1970’ten başlayarak Türkiye’ye girdi? 1970 tarihinin belirleyiciliği nedir?
Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, 1970’li yıllarda Güney Lübnan’daki Şiilerle oraya yerleşen Filistinliler arasında huzursuzluklar çıktı. Filistinlilerin kadınlarını rahatsız ettikleri gerekçesiyle Şii lider Musa Sadr bir başörtüsü modeli yarattı. Bu bir üniforma biçimiydi. Daha sonra bu Türkiye’ye türban olarak geldi. (…) Arap dilinin dini öğrenme ve yaşamanın bir yolu olduğuna ilişkin propagandanın yoğunlaşmasıyla Türkiye’de Araplara göre bir din, dünya ve devlet anlayışı hâkim olmaya başladı. O tarihten bu yana da yoğunlaşarak devam eden mikro Arap milliyetçi düşüncesine odaklanan bir din anlayışı doğdu. Zaten çarpışma da bundan kaynaklanıyor.
(…)
Türbana geri dönersek, Kuran’da Nur Suresi’nin 30. ve 31 ayetlerinde kadınların başlarını örtmelerinin kesinlikle farz olmadığı ortaya çıktı. Ayetlerde sadece kadınların cinsel organlarını ve göğüslerini örtmeleri gerektiği tavsiye ediliyor. O zaman “Kuran’da farz” diye kadınlara bu dayatma nasıl yapılabiliyor?
Baş örtmeye Nur Suresi’nin 30. ve 31. ayetleriyle, Ahzab Suresi’nin 59. ayeti sürekli kanıt olarak gösteriliyor. Ancak bunlar kesinlikle başörtüsüyle ilgili değildir. Çünkü bu ayetlerde baş ve saç sözcükleri geçmez.
Bu kadar önemli, bu kadar vurgulanan bir emir olsaydı, saç ve baş sözcüklerinin geçmesi gerekirdi. Oysa böyle bir şey yok. Sizin de söylediğiniz gibi, Kuran’a göre asıl örtülmesi gereken göğüs kısmı ve cinsel organlardır. O dönem giyim kuşam kültürü yeni yeni yerleşen Araplara bu da normal bir tavsiyedir. Öbür yanda Araf Suresi 20. ve 22. ayetlerde Âdem ve Havva’dan söz eder. “Yasak ağaca yaklaştıklarında utandılar ve hemen ayıp yerlerini örtmeye başladılar,” diyor. Bu Tevrat ve İncil’de de vardır. Ama o surelerde, “Bu arada Havva da başını örttü,” diye bir ifade yok. Demek ki, kadının başını örtmesi konusu kesinlikle kullanılan ve siyasallaştırılan bir simgedir. Bir dinin Türkiye’de nasıl siyasete alet edildiğini görüyoruz. Arkasından, dini alet eden siyasetin bugünkü aşamada nasıl din hâline geldiğini görüyoruz. Bugün ortada İslâm dini yoktur, siyaset dini vardır. O siyaset ne söylerse, halk onu İslâm dininin bir emri gibi görmeye başladı. Asıl tehlike buradadır. Bu siyaset iktidarları yaratıyor, iktidardan düşürüyor, ülkenin kaderiyle oynayabiliyor, Atatürk Cumhuriyeti’ni tartışılabilir hâle getiriyor.
(…)
“Türban yasağının kalkmasıyla özgürleşeceğiz,” deniliyor. Hâlâ akademisyen, solcu, entelektüel geçinen birtakım insanlar, İkinci Cumhuriyetçiler ile el ele veren ve “AB küfürdür, Hıristiyan kulübüdür,” diyen dünün Refah Parti’li bakanı, bugünkü cumhurbaşkanı, bugün nedense yön değiştirdi. İslâm mı değişti, yoksa onlar mı? Bir kere İslâm dininde konjonktürün yaratmış olduğu ayırımla ilgili değerlendirmeler vardır. Örneğin “hür-cariye”. Kuran da bu ayırımı ortadan kaldırmak istiyor ve her insanın özgür olduğunu söylüyor. Yeni Şafak gazetesi yazarı Hayrettin Karaman “İslâm’da Kılık Kıyafet” adlı sempozyumun basılı kitabında diyor ki:
“Hür-cariye diye bir ayırım vardı. Eskiden cariyeler ihtiyacımızı görürlerdi. Şimdi o müessese kalktı. Ben buradaki bilim adamlarına soruyorum. Eskiden cariyelerimize gördürdüğümüz işleri bugün hür kadınlarımıza gördürüyoruz. Bu boşluğu dolduracak bir müessese olsa. Bir kadınla yetinmeyip ikinci kez evlenmek isteyen gençler var. Bu müessesenin boşluğunu dolduracak başka bir müessese olamaz mı?”
Peki, bu sözler topluma hakaret değil mi?
Burada şunu söylemek istiyorum. Bu insanlar kadının başını örterek özgürleştiğini söylerken, Hayrettin Karaman ve benzerleri şunu dile getiriyorlar: “Cariyelerin başlarını örtmesi doğru değildir. Çünkü örtünmek hür kadınların hakkıdır.” Ben başımı örterek özgürleşmek istiyorum diyen bir kızımız, kadınımız, böyle bir psikolojiye odaklandı. Başını örtmediği için cariye sınıfından hür sınıfa atlayamayacağı korkusu ve psikozu içine giriyor. Bir kız, “Başımı örterek özgürleşmek istiyorum,” diyorsa, onun aklında cariye sınıfından hür sınıfa atlamak vardır.
Yani o sapık psikolojiye göre başı açık kadın fahişedir, öyle mi?
Zaten, “başı açıklarla oturulmaz” deniyor. Hatta, “başını örtmekle örtmemek imanla küfür arasındaki çizgi kadardır,” deniliyor. “Bir kadının başını örtmesi Müslüman kimliğine, namusuna, iffetine, imanına sahip olması anlamına geliyor,” deniyor. Örtmemeyi ise artık siz düşünün.
Başbakan, “inancı gereği başını örten insanlar,” dedi. Herhangi bir giyim tarzı ya da davranış biçimi inancın gereği olarak ortaya atılıyorsa, onu yapan inançlıdır, yapmayan inançsızdır, demektir. Ayırım burada başlıyor.
II
Türkiye’de değiştirilmesi gereken çevreler ile, değişmeye direnen çevreler var. Yüzyıllarca ihmal edilmiş, geri kalmış cahil kitlelerinin aynı durumda kalmaya devam etmesinde çıkarları olan ve bu sayede siyasî çıkarlar elde etmek amacında olan insanlar bugün gücü ellerine geçirmiş bulunuyorlar. Ne yazık ki, bu olanlar Türkiye’deki azgelişmiş yapının ürünleridir. Toplumdaki ilerici-gerici ayrımı da bundan kaynaklanıyor. Bizdeki siyasî partiler sistemi sadece bu ayırımı temsil ediyor, o yüzden de gelişmiş ülkelerdeki sistemlere benzemiyor. Partiler arasındaki çatışmalar da iki ayrı dünya görüşünün çatışmasından ibaret kalıyor.
Bağımsızlığını kazanan ve eski düzenden kopmak amacıyla toplumsal devrim yapan bir ülke kendi içinde yeni bir iç savaş verir. Bir yanda kendi içindeki gerici – azgelişmişliğin sürdürülmesinde çıkarı olan – çevrelere karşı, diğer yanda da bu çevreleri besleyen dış güçlere karşı bir savaştır bu. Zira karşı-devrimci çevreler demokratik siyasal hayatın özgürlüklerinden faydalanarak mevcut düzeni yıkmaya çalışırlar. Din perdesi ardında ve büyük sermayelerin koruyuculuğunda geri ve muhafazakâr kitleleri örgütlerler. Demokrasinin nimetlerinden yararlanarak devrimin halka karşı olduğu izlenimini yaratırlar ve devrimi baltalarlar, ülkeyi aşırı kamplara bölerler. Halbuki azgelişmiş ülkelerde devrimciler halka karşı değil, karşı-devrimcilere karşı savaşırlar.
III
Bizim memlekette eskiden gelen bir anayasa geleneği vardır. Toplum anayasadan pek çok şey bekler. Hatta bazı saflar farkında bile olmadan mucizeler beklerler. Oysa bunlar en iyi anayasanın bile kötü siyasal iktidarların elinde en kötü anayasalar hâline gelebileceği gerçeğini göremezler. Anayasanın doğru bir şekilde yapılırsa ülkeyi cennete çevireceğine inanırlar. Ancak Türkiye’nin toplumsal yapısında bir türdeşlik yok, onun yerine sadece farklı kesimlerin tutarsız bir kaynaşması var. Bir toplumsal yapı ancak onu oluşturan unsurları arasında uyum ve işbirliği olursa tutarlı ve türdeş olur. Türkiye’de böyle bir ortam var mı? Toplumun neredeyse her parçası öteki parçalarına zıt işliyor. Bunların hiçbiri yokmuş gibi, sadece uyduruktan kanunlar çıkarmakla çözülür mü bu iş?
Aynı haltı tam 100 sene önce Osmanlı da yemişti. 23 Temmuz 1908’de Hürriyet ilan edildiğinde Rumeli şehirlerinde bir bayram havası esiyordu. Manastır Harbiye Mektebi Kumandanı Vehib Bey bir top arabası üzerine çıkmış, şunları diyordu: “Vatanımızı Tanrı yolundan saptırmayı önleyecek, yetimlerimizin gözyaşlarını dindirecek ve kimsenin hakkını kimseye kaptırmayacak, bizi insan gibi yaşatacak meşru meşveret usulüdür ki, bu isteklerimizin tümünü sağlayan Kanun-u Esasî’dir. Ey vatandaşlar, ya Kanun-u Esasî ya ölüm!” Fransızların yer yer çalınan millî marşı Marseyyez'in nağmeleri arasında, Manastır valisine çektiği telgrafta Enver Paşa da şöyle diyordu: “Hastayı tedavi ettik.” Oysa on yıl sonra İttihatçıların kimisi memleketten kaçacak, kimisi sürgün edilecekti. O dönemin gazetelerinden Hâdisat’ta bunları kaçışını anlatan bir karikatür vardır: İmparatorluk yerde yığılmış yatıyor, İttihatçılar kaçıyor. Altta da şu yazı: “Zaten hastaydı.”
1908’deki Kanun-u Esasî’den önce bir tane de 1876’da bir Kanun-u Esasî vardı. 1908’in ardından 1921’de Teşkilât-ı Esasiye Kanunu geldi. Sonra 1924’de bir Teşkilat-ı Esasiye Kanunu daha, 37 sene sonra 1961 Anayasası, en son da 1982 Anayasası. Gerçi bu anayasalar (82 Anayasası'nı saymazsak) demokrasi çabalarını temsil ediyordu, ancak demokrasi bir uzlaşma ve denge rejimidir. Halbuki bizde siyasî hayatın dengesi bozuktur. Bizdeki palavradan demokrasi uygulaması şöyledir: Bir yanda devrim, öte yanda karşı-devrim. Bir yanda devrimin yapıcı sistemi, diğer yanda bu sistemi yıkma özgürlüğü. Bir yanda laik, sosyal ve demokratik bir devlet kurma arzusu, diğer yanda bu Cumhuriyet'i yıkma arzusu. Türkiye’de olan şey, devrimciye istediği düzeni gerçekleştirmek için tanınan hakların, bu sistemi yıkmak isteyenlere de tanınmış olması ve bunun da demokrasi ve özgürlük adına yapılmış olmasıdır.
IV
Bugün içinde bulunduğumuz rejim Atatürkçülüğün doğal gelişmesi sonucunda ulaşılan bir aşama değildir. Oysa cumhuriyetin düşmanlarının bize yutturmaya çalıştıkları şey tam da budur. Bunlar, toplumdaki her türlü olumsuzluğun ve istikrarsızlığın bu gelişmenin kendisinden kaynaklandığını, üstelik bunun kaçınılmaz bir sonucu olduğunu iddia ederek Atatürkçülüğü kötülüyorlar. Ancak, azgelişmişlik sancıları içinde, dışarıdan pompalanan bir ekonomi politikası ile yaşamaya çalışmanın Atatürkçülük ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu üçkağıtçıların yapmaya çalıştıkları şey, sadece, bir partinin meclis içindeki çoğunluğunu “millî irade” saymak ve anayasal rejime nefes aldırma bahanesi ardına sığınarak mevcut mekanizmaları soysuzlaştırmaktır.
Bu üçkağıtçılar da oylarını alıklık uykusundan bir türlü uyanamamış, sorunları bakımından aydınlanmamış bir kitleden alıyorlar. Olup biten şey sadece bir oy genişlemesidir. Bunu yapmak da oldukça kolaydır: Köydeki yıkık dökük camiyi, bozuk yolu, kıytırık tahta köprüyü yaptırır, sakallı Mahmut Efendi’nin eciş bücüş köy evlerinin ortasındaki türbesini beyaza boyatırsınız, böylece oyları toplarsınız. Ama alınan o oyun içinde insanlara anlatılmayan, anlatılsa bile kafalarının almayacağı sorunlarla ilgili “evet”ler de vardır. Bu sayede, verilen oylar onarılan türbenin sınırlarını kat be kat aşar, ama o oyları veren insanların yaşam düzeyinde hiçbir değişiklik olmaz. Seçmenler oyları ile kendi geleceklerini ve mutluluklarını değil, onları kandıran ve sırtlarından geçinen sahtekârların hareket serbestliğini ve mutluluğunu sağlarlar. Bunların başa getirdiği adamın oğlu milyon dolarlık ev ve gemi alır, ama onlar kendi oğullarına bir ayakkabıyı bile zor alırlar. Oy verdikleri bir diğer adamın oğlu 16 yaşında tüccar olur, ama onların oğulları fakirlikten ayakkabı boyacılığı yapar. Oy verdikleri adamlar kızlarına milyarlarca liralık düğünler yaptırır, onların kızları ise üç kuruş para kazanmak için evlere temizliğe gider.
V
Gelişmiş ülkelerde halkın en temel ihtiyaçlarını karşıladınız diye insanlardan tek bir oy alamazsınız. Zira oralarda siyaset halkın kontrolü altındadır. Bizde ise halk siyasetin kontrolü altındadır. Kendisini ilâhî birtakım güçlerin vazettiği düzenin temsilcisi diye yutturan dolandırıcılar yüzünden kafası bulanmıştır. Halka dünya görüşünü de, kendi işlerine yarayacak türlü yalanlar ve palavralar ile bu dolandırıcılar şekillendirir. Bunu yaparken de tanrı adında hareket ettiklerini iddia ederler. Bu yapılan aslında tam bir sömürüdür. Cahil kitlelere musallat olan bu siyaset sülükleri ve hoca efendi takımı azgelişmişlik ortamında yetişirler. Bu şartları sürdürerek, koruyarak oy toplamaya ve güç kazanmaya çalışırlar, toplumun kanını emerler. Bu esnada başları sıkışırsa ya da iliği sömürülecek adam kalmazsa, yurt dışına gider ve orada yaşarlar.
Şimdilerde anayasa değişikliği ile başörtüsünü serbest bırakmaya çalışıyorlar. Aslında başörtüsü toplumsal bir mesaj vermek isteyenlerin kullandığı siyasal bir silah, dikkat çekmek için kullandıkları bir propaganda aracıdır. Zira siyasal rejim değişikliğini amaçlayan toplumsal akımlar, ilk hedef olarak sayılarının giderek artmakta olduğunu kanıtlamaya çalışırlar, bu izlenimi uyandırmayı arzularlar. Bu nedenle de görünebilirliğin en fazla olduğu sokağa kendi damgalarını vurmaya çalışırlar.
Sorarım size, bu tertiplere dayanan siyasî bir sisteme meşru denilebilir mi? Bu yoldan elde edilen oyların millî iradeyi ya da halkın iradesini yansıttığı ileri sürülebilir mi? Benim en çok kızdığım, bunların emellerine alet olan kadınlar ve birtakım sözde entelektüeller. Bu insanlar aptal mı diye sormadan edemiyorum. İnsan hiç kendi eliyle kendini zincirlere vurmaya çalışır mı?
Bu pazar günü Cumhuriyet gazetesinde Selçuk Üniversitesi hocalarından İslâm felsefecisi Doç. Dr. Şahin Filiz ile yapılan bir röportaj yayınlandı. Filiz röportajda özellikle başörtüsünün ortaya çıkışı ve bunu takanların düşünceleri hakkında önemli şeyler söylüyor. Hele Yeni Şafak gazetesi yazarı Hayrettin Karaman’dan yaptığı bir alıntı var ki, tam manasıyla evlere şenlik. Karaman kendisi gibilerin aslında ne istediğini açık açık söylemiş. Anayasa vasıtasıyla başörtüsünün serbest bırakılmaya çalışıldığı bir ortamda, Filiz’in başörtüsü takan kızların bunu takış nedeni hakkında söyledikleri ise oldukça ibretlik. O yüzden röportajdan önemli gördüğüm kısımları aşağıda alıntıladım.
I
Siyasal ideoloji olarak İslâm’ın siyasî yelpazede yeri neresidir?
İslâm dini gerçekten siyasallaştıysa yeri dinsel oligarşidir. Bu oligarşi de tarikattan tarikata, cemaatten cemaate devredilen bir otorite olarak karşımıza çıkar. Bir yerde cemaatlerin ve tarikatların oligarşisi hâline gelir.
Türkiye’de olduğu gibi mi?
Tabii. Zamanla bu oligarşiler o kadar çoğalır ki, bunlar kendi içlerinde bir iktidar ve nüfuz savaşına girerler. Kendilerinin dışında addettikleri, ötekileştirdikleri kişiler, gruplar ve içinde bulundukları topluma karşı mücadeleye girişirler. Bu mücadelede hem birbirlerine hem de bulundukları devlete, cumhuriyete karşıdır. Her iki durumda da siyasal İslâm tahakkümcü, baskıcı, belirleyici, biçimleyici ve geriye dönüşü temsil eden bir siyasal erk hâline gelir. Siyasal İslâm’ın taşıyıcıları cemaatler ve tarikatlardır. Cemaatler ve tarikatlar bunu birdenbire yapmazlar.
Yavaş yavaş gündeme getirdikleri türban konusu gibi mi?
Evet. Türban 1970’lerde farz kılınmıştır. Çünkü Türkiye’deki ithal dinsel telakkiler, anlayışlar, 1970’ten itibaren Ortadoğu’daki İslâmcı ve Arapçı milliyetçi hareketlerin kitaplarının Arapçadan tercüme edilmesiyle Türkiye’ye girmiştir. Bazı semboller dinle özdeşleşerek Türkiye’ye geldi. Dolayısıyla biz dini de Araplardan öğrendik. Eğitimi ve öğretimi de onlardan aldık.
Bu mesele neden 1970’ten başlayarak Türkiye’ye girdi? 1970 tarihinin belirleyiciliği nedir?
Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, 1970’li yıllarda Güney Lübnan’daki Şiilerle oraya yerleşen Filistinliler arasında huzursuzluklar çıktı. Filistinlilerin kadınlarını rahatsız ettikleri gerekçesiyle Şii lider Musa Sadr bir başörtüsü modeli yarattı. Bu bir üniforma biçimiydi. Daha sonra bu Türkiye’ye türban olarak geldi. (…) Arap dilinin dini öğrenme ve yaşamanın bir yolu olduğuna ilişkin propagandanın yoğunlaşmasıyla Türkiye’de Araplara göre bir din, dünya ve devlet anlayışı hâkim olmaya başladı. O tarihten bu yana da yoğunlaşarak devam eden mikro Arap milliyetçi düşüncesine odaklanan bir din anlayışı doğdu. Zaten çarpışma da bundan kaynaklanıyor.
(…)
Türbana geri dönersek, Kuran’da Nur Suresi’nin 30. ve 31 ayetlerinde kadınların başlarını örtmelerinin kesinlikle farz olmadığı ortaya çıktı. Ayetlerde sadece kadınların cinsel organlarını ve göğüslerini örtmeleri gerektiği tavsiye ediliyor. O zaman “Kuran’da farz” diye kadınlara bu dayatma nasıl yapılabiliyor?
Baş örtmeye Nur Suresi’nin 30. ve 31. ayetleriyle, Ahzab Suresi’nin 59. ayeti sürekli kanıt olarak gösteriliyor. Ancak bunlar kesinlikle başörtüsüyle ilgili değildir. Çünkü bu ayetlerde baş ve saç sözcükleri geçmez.
Bu kadar önemli, bu kadar vurgulanan bir emir olsaydı, saç ve baş sözcüklerinin geçmesi gerekirdi. Oysa böyle bir şey yok. Sizin de söylediğiniz gibi, Kuran’a göre asıl örtülmesi gereken göğüs kısmı ve cinsel organlardır. O dönem giyim kuşam kültürü yeni yeni yerleşen Araplara bu da normal bir tavsiyedir. Öbür yanda Araf Suresi 20. ve 22. ayetlerde Âdem ve Havva’dan söz eder. “Yasak ağaca yaklaştıklarında utandılar ve hemen ayıp yerlerini örtmeye başladılar,” diyor. Bu Tevrat ve İncil’de de vardır. Ama o surelerde, “Bu arada Havva da başını örttü,” diye bir ifade yok. Demek ki, kadının başını örtmesi konusu kesinlikle kullanılan ve siyasallaştırılan bir simgedir. Bir dinin Türkiye’de nasıl siyasete alet edildiğini görüyoruz. Arkasından, dini alet eden siyasetin bugünkü aşamada nasıl din hâline geldiğini görüyoruz. Bugün ortada İslâm dini yoktur, siyaset dini vardır. O siyaset ne söylerse, halk onu İslâm dininin bir emri gibi görmeye başladı. Asıl tehlike buradadır. Bu siyaset iktidarları yaratıyor, iktidardan düşürüyor, ülkenin kaderiyle oynayabiliyor, Atatürk Cumhuriyeti’ni tartışılabilir hâle getiriyor.
(…)
“Türban yasağının kalkmasıyla özgürleşeceğiz,” deniliyor. Hâlâ akademisyen, solcu, entelektüel geçinen birtakım insanlar, İkinci Cumhuriyetçiler ile el ele veren ve “AB küfürdür, Hıristiyan kulübüdür,” diyen dünün Refah Parti’li bakanı, bugünkü cumhurbaşkanı, bugün nedense yön değiştirdi. İslâm mı değişti, yoksa onlar mı? Bir kere İslâm dininde konjonktürün yaratmış olduğu ayırımla ilgili değerlendirmeler vardır. Örneğin “hür-cariye”. Kuran da bu ayırımı ortadan kaldırmak istiyor ve her insanın özgür olduğunu söylüyor. Yeni Şafak gazetesi yazarı Hayrettin Karaman “İslâm’da Kılık Kıyafet” adlı sempozyumun basılı kitabında diyor ki:
“Hür-cariye diye bir ayırım vardı. Eskiden cariyeler ihtiyacımızı görürlerdi. Şimdi o müessese kalktı. Ben buradaki bilim adamlarına soruyorum. Eskiden cariyelerimize gördürdüğümüz işleri bugün hür kadınlarımıza gördürüyoruz. Bu boşluğu dolduracak bir müessese olsa. Bir kadınla yetinmeyip ikinci kez evlenmek isteyen gençler var. Bu müessesenin boşluğunu dolduracak başka bir müessese olamaz mı?”
Peki, bu sözler topluma hakaret değil mi?
Burada şunu söylemek istiyorum. Bu insanlar kadının başını örterek özgürleştiğini söylerken, Hayrettin Karaman ve benzerleri şunu dile getiriyorlar: “Cariyelerin başlarını örtmesi doğru değildir. Çünkü örtünmek hür kadınların hakkıdır.” Ben başımı örterek özgürleşmek istiyorum diyen bir kızımız, kadınımız, böyle bir psikolojiye odaklandı. Başını örtmediği için cariye sınıfından hür sınıfa atlayamayacağı korkusu ve psikozu içine giriyor. Bir kız, “Başımı örterek özgürleşmek istiyorum,” diyorsa, onun aklında cariye sınıfından hür sınıfa atlamak vardır.
Yani o sapık psikolojiye göre başı açık kadın fahişedir, öyle mi?
Zaten, “başı açıklarla oturulmaz” deniyor. Hatta, “başını örtmekle örtmemek imanla küfür arasındaki çizgi kadardır,” deniliyor. “Bir kadının başını örtmesi Müslüman kimliğine, namusuna, iffetine, imanına sahip olması anlamına geliyor,” deniyor. Örtmemeyi ise artık siz düşünün.
Başbakan, “inancı gereği başını örten insanlar,” dedi. Herhangi bir giyim tarzı ya da davranış biçimi inancın gereği olarak ortaya atılıyorsa, onu yapan inançlıdır, yapmayan inançsızdır, demektir. Ayırım burada başlıyor.
II
Türkiye’de değiştirilmesi gereken çevreler ile, değişmeye direnen çevreler var. Yüzyıllarca ihmal edilmiş, geri kalmış cahil kitlelerinin aynı durumda kalmaya devam etmesinde çıkarları olan ve bu sayede siyasî çıkarlar elde etmek amacında olan insanlar bugün gücü ellerine geçirmiş bulunuyorlar. Ne yazık ki, bu olanlar Türkiye’deki azgelişmiş yapının ürünleridir. Toplumdaki ilerici-gerici ayrımı da bundan kaynaklanıyor. Bizdeki siyasî partiler sistemi sadece bu ayırımı temsil ediyor, o yüzden de gelişmiş ülkelerdeki sistemlere benzemiyor. Partiler arasındaki çatışmalar da iki ayrı dünya görüşünün çatışmasından ibaret kalıyor.
Bağımsızlığını kazanan ve eski düzenden kopmak amacıyla toplumsal devrim yapan bir ülke kendi içinde yeni bir iç savaş verir. Bir yanda kendi içindeki gerici – azgelişmişliğin sürdürülmesinde çıkarı olan – çevrelere karşı, diğer yanda da bu çevreleri besleyen dış güçlere karşı bir savaştır bu. Zira karşı-devrimci çevreler demokratik siyasal hayatın özgürlüklerinden faydalanarak mevcut düzeni yıkmaya çalışırlar. Din perdesi ardında ve büyük sermayelerin koruyuculuğunda geri ve muhafazakâr kitleleri örgütlerler. Demokrasinin nimetlerinden yararlanarak devrimin halka karşı olduğu izlenimini yaratırlar ve devrimi baltalarlar, ülkeyi aşırı kamplara bölerler. Halbuki azgelişmiş ülkelerde devrimciler halka karşı değil, karşı-devrimcilere karşı savaşırlar.
III
Bizim memlekette eskiden gelen bir anayasa geleneği vardır. Toplum anayasadan pek çok şey bekler. Hatta bazı saflar farkında bile olmadan mucizeler beklerler. Oysa bunlar en iyi anayasanın bile kötü siyasal iktidarların elinde en kötü anayasalar hâline gelebileceği gerçeğini göremezler. Anayasanın doğru bir şekilde yapılırsa ülkeyi cennete çevireceğine inanırlar. Ancak Türkiye’nin toplumsal yapısında bir türdeşlik yok, onun yerine sadece farklı kesimlerin tutarsız bir kaynaşması var. Bir toplumsal yapı ancak onu oluşturan unsurları arasında uyum ve işbirliği olursa tutarlı ve türdeş olur. Türkiye’de böyle bir ortam var mı? Toplumun neredeyse her parçası öteki parçalarına zıt işliyor. Bunların hiçbiri yokmuş gibi, sadece uyduruktan kanunlar çıkarmakla çözülür mü bu iş?
Aynı haltı tam 100 sene önce Osmanlı da yemişti. 23 Temmuz 1908’de Hürriyet ilan edildiğinde Rumeli şehirlerinde bir bayram havası esiyordu. Manastır Harbiye Mektebi Kumandanı Vehib Bey bir top arabası üzerine çıkmış, şunları diyordu: “Vatanımızı Tanrı yolundan saptırmayı önleyecek, yetimlerimizin gözyaşlarını dindirecek ve kimsenin hakkını kimseye kaptırmayacak, bizi insan gibi yaşatacak meşru meşveret usulüdür ki, bu isteklerimizin tümünü sağlayan Kanun-u Esasî’dir. Ey vatandaşlar, ya Kanun-u Esasî ya ölüm!” Fransızların yer yer çalınan millî marşı Marseyyez'in nağmeleri arasında, Manastır valisine çektiği telgrafta Enver Paşa da şöyle diyordu: “Hastayı tedavi ettik.” Oysa on yıl sonra İttihatçıların kimisi memleketten kaçacak, kimisi sürgün edilecekti. O dönemin gazetelerinden Hâdisat’ta bunları kaçışını anlatan bir karikatür vardır: İmparatorluk yerde yığılmış yatıyor, İttihatçılar kaçıyor. Altta da şu yazı: “Zaten hastaydı.”
1908’deki Kanun-u Esasî’den önce bir tane de 1876’da bir Kanun-u Esasî vardı. 1908’in ardından 1921’de Teşkilât-ı Esasiye Kanunu geldi. Sonra 1924’de bir Teşkilat-ı Esasiye Kanunu daha, 37 sene sonra 1961 Anayasası, en son da 1982 Anayasası. Gerçi bu anayasalar (82 Anayasası'nı saymazsak) demokrasi çabalarını temsil ediyordu, ancak demokrasi bir uzlaşma ve denge rejimidir. Halbuki bizde siyasî hayatın dengesi bozuktur. Bizdeki palavradan demokrasi uygulaması şöyledir: Bir yanda devrim, öte yanda karşı-devrim. Bir yanda devrimin yapıcı sistemi, diğer yanda bu sistemi yıkma özgürlüğü. Bir yanda laik, sosyal ve demokratik bir devlet kurma arzusu, diğer yanda bu Cumhuriyet'i yıkma arzusu. Türkiye’de olan şey, devrimciye istediği düzeni gerçekleştirmek için tanınan hakların, bu sistemi yıkmak isteyenlere de tanınmış olması ve bunun da demokrasi ve özgürlük adına yapılmış olmasıdır.
IV
Bugün içinde bulunduğumuz rejim Atatürkçülüğün doğal gelişmesi sonucunda ulaşılan bir aşama değildir. Oysa cumhuriyetin düşmanlarının bize yutturmaya çalıştıkları şey tam da budur. Bunlar, toplumdaki her türlü olumsuzluğun ve istikrarsızlığın bu gelişmenin kendisinden kaynaklandığını, üstelik bunun kaçınılmaz bir sonucu olduğunu iddia ederek Atatürkçülüğü kötülüyorlar. Ancak, azgelişmişlik sancıları içinde, dışarıdan pompalanan bir ekonomi politikası ile yaşamaya çalışmanın Atatürkçülük ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu üçkağıtçıların yapmaya çalıştıkları şey, sadece, bir partinin meclis içindeki çoğunluğunu “millî irade” saymak ve anayasal rejime nefes aldırma bahanesi ardına sığınarak mevcut mekanizmaları soysuzlaştırmaktır.
Bu üçkağıtçılar da oylarını alıklık uykusundan bir türlü uyanamamış, sorunları bakımından aydınlanmamış bir kitleden alıyorlar. Olup biten şey sadece bir oy genişlemesidir. Bunu yapmak da oldukça kolaydır: Köydeki yıkık dökük camiyi, bozuk yolu, kıytırık tahta köprüyü yaptırır, sakallı Mahmut Efendi’nin eciş bücüş köy evlerinin ortasındaki türbesini beyaza boyatırsınız, böylece oyları toplarsınız. Ama alınan o oyun içinde insanlara anlatılmayan, anlatılsa bile kafalarının almayacağı sorunlarla ilgili “evet”ler de vardır. Bu sayede, verilen oylar onarılan türbenin sınırlarını kat be kat aşar, ama o oyları veren insanların yaşam düzeyinde hiçbir değişiklik olmaz. Seçmenler oyları ile kendi geleceklerini ve mutluluklarını değil, onları kandıran ve sırtlarından geçinen sahtekârların hareket serbestliğini ve mutluluğunu sağlarlar. Bunların başa getirdiği adamın oğlu milyon dolarlık ev ve gemi alır, ama onlar kendi oğullarına bir ayakkabıyı bile zor alırlar. Oy verdikleri bir diğer adamın oğlu 16 yaşında tüccar olur, ama onların oğulları fakirlikten ayakkabı boyacılığı yapar. Oy verdikleri adamlar kızlarına milyarlarca liralık düğünler yaptırır, onların kızları ise üç kuruş para kazanmak için evlere temizliğe gider.
V
Gelişmiş ülkelerde halkın en temel ihtiyaçlarını karşıladınız diye insanlardan tek bir oy alamazsınız. Zira oralarda siyaset halkın kontrolü altındadır. Bizde ise halk siyasetin kontrolü altındadır. Kendisini ilâhî birtakım güçlerin vazettiği düzenin temsilcisi diye yutturan dolandırıcılar yüzünden kafası bulanmıştır. Halka dünya görüşünü de, kendi işlerine yarayacak türlü yalanlar ve palavralar ile bu dolandırıcılar şekillendirir. Bunu yaparken de tanrı adında hareket ettiklerini iddia ederler. Bu yapılan aslında tam bir sömürüdür. Cahil kitlelere musallat olan bu siyaset sülükleri ve hoca efendi takımı azgelişmişlik ortamında yetişirler. Bu şartları sürdürerek, koruyarak oy toplamaya ve güç kazanmaya çalışırlar, toplumun kanını emerler. Bu esnada başları sıkışırsa ya da iliği sömürülecek adam kalmazsa, yurt dışına gider ve orada yaşarlar.
Şimdilerde anayasa değişikliği ile başörtüsünü serbest bırakmaya çalışıyorlar. Aslında başörtüsü toplumsal bir mesaj vermek isteyenlerin kullandığı siyasal bir silah, dikkat çekmek için kullandıkları bir propaganda aracıdır. Zira siyasal rejim değişikliğini amaçlayan toplumsal akımlar, ilk hedef olarak sayılarının giderek artmakta olduğunu kanıtlamaya çalışırlar, bu izlenimi uyandırmayı arzularlar. Bu nedenle de görünebilirliğin en fazla olduğu sokağa kendi damgalarını vurmaya çalışırlar.
Sorarım size, bu tertiplere dayanan siyasî bir sisteme meşru denilebilir mi? Bu yoldan elde edilen oyların millî iradeyi ya da halkın iradesini yansıttığı ileri sürülebilir mi? Benim en çok kızdığım, bunların emellerine alet olan kadınlar ve birtakım sözde entelektüeller. Bu insanlar aptal mı diye sormadan edemiyorum. İnsan hiç kendi eliyle kendini zincirlere vurmaya çalışır mı?