Wednesday, December 13, 2006





AUGUSTO JOSÈ RAMÒN PINOCHET UGARTE

Sili'nin kanli diktatoru Pinochet sonunda oldu.

Pinochet halk destegi ile iktidara gelen Salvador Allende'yi 1973 yilinda bir darbe ile devirerek yonetimi ele gecirmisti. Darbenin ardinda Amerika vardi ve mimari Amerika'nin o donemki disisleri bakani Henry Kissinger'di.

Kendisi ulkede serbest piyasa ekonomisini uyguladi. Bu esnada, iki nobel odullu liberal iktisatci Milton Friedman'dan ve Friedrich von Hayek'den destek aldi. Hatta Hayek verdigi destekte ipin ucunu kacirarak "Personally I prefer a liberal dictator to a democratic government lacking liberalism." dedi. Friedman ise ekonomik gelismeleri "Sili Mucizesi" olarak adlandirdi. Destekcileri arasinda o donem Ingiltere basbakani olan Margareth Thatcher da vardi. Buna karsilik olarak, Pinochet'in Sili'si Falkland Adalari Savasi esnasinda uslerini Ingiltere'ye acti.

Pinochet'in Iktidarda oldugu 17 yil boyunca Sili'de 3000 kisi olduruldu, 30.000 kisi iskence gordu. Sili'nin bu donemi, binbir yaratici iskence yonteminin bunlari yansitan adlar altinda uygulandigi bir donemdir. Ornegin, "kuru denizalti" veya "izgara" gibi adlarla uygulanan yontemler, karavanlarla Latin Amerika'nin birkac diktatorlugunu dolasarak yurutulen iskence uygulamalari ya da unlu "Esmeralda" egitim gemisindeki iskenceler ...

2004 yilinda Pinochet'in yurt disindaki bankalarda 26 milyon dolarinin oldugu ortaya cikti.

Konu ile ilgili bir video: http://youtube.com/watch?v=TKPd1zH72PE

Monday, December 11, 2006


MILTON FRIEDMAN ve CHARLIE BROWN

Gectigimiz ay Monetarist iktisat okulunun kurucusu unlu liberal iktisatci Milton Friedman oldu. Kendisini pek sevmem. Liberal politikalari gereksiz yere asiri derecede destekleyen ve gerceklere kulaklarini tamamiyla kapayan bir tavri oldugunu dusunurum. Yuksek lisans yaparken "Kapitalizm ve Ozgurluk" adli kitabini zorlanarak okumustum. Kitabin bir yerinde, irkcilik yapmanin yasaklanmasinin ozgurluklere mudahale anlamina gelecegi seklinde bir seyler soyluyordu. Ona gore, irkciligi onlemenin tek yolu, irkcilik yapanlari aksi icin ikna etmekti.

Arada bir takip ettigim "Liberal Hareket" adinda bir site var. Kendilerine ideolojik bakis acisi olarak liberalizmi benimsemeye "calisan" bir takim amator genclerin genelde devleti elestirdikleri bir yer. Boyle genclerin kendilerini liberalizm denen sonu olmayan bir yol icinde harcamalarina "bir bilen" olarak razi olmadigimdan, arada, tartistiklari konularda bilgili ve deneyimli biri olarak, ben de yorum yazip yanlislarini kendilerine gostermeye ve onlari dogru yola yonlendirmeye calisiyorum. Ama genc olduklari icin akillari da bes karis havada, o yuzden buyuk sozu dinlemiyorlar.

Iste, birkac gun once sitede Friedman'in 1980 yilinda Amerika'da televizyonda yayinlanan "Free to Choose" adli programinin videolarini gosteren bir internet sitesinin adresi yayinladi. Dizinin, 1980 tarihli orijinal bolumlerinin yaninda, 1990 yilina ait birkac guncellestirilmis versiyonu da sitede yer aliyor. Programlari baslangicta sunanlarin arasinda Arnold Schwarzenegger, Ronald Reagan, Steve Allen gibi adamlar da var. Merak edip, bu programlardan bir kac tanesini izledim. Acikcasi, programin, liberalizm ve sosyalizm gibi konularda fazla bilgisi olmayan kisiler icin oldukca ikna edici bir icerigi oldugunu soylemek lazim. Friedman, piyasa ekonomisinin isleyisini cesitli ulke ornekleri vererek, oldukca "ayartici" bir sekilde anlatiyor. Hos, bazi yerlerde isine gelmeyen tarihi gercekleri es geciyor, ama olsun; ne de olsa bunu yapmak liberalligin sanindan sayilir.

Programi izlerken ilginc buldugum bazi yerleri not aldim:

1) Programin guncellestirilmis ilk bolumunun acilisini Arnold Schwarzenegger yapiyor. Baslik: "The Power of Market". Friedman uzun uzun Hong Kong'dan, oradaki piyasanin guzel guzel isleyisinden bahsediyor. Programin ikinci yarisinda ise bir tartisma var. Tartismada da Milton amcam piyasayi savunuyor, ama bir ara John Galbraith karsisinda bayagi sikisiyor.

O esnada kendisi beni epey sasirtan bir sey soyluyor. "Lan, yoksa yanlis mi duydum?" deyip bir daha dinledim. Abooov! - Milton amcam resmen is adamlari topluluguna laf ediyor! (Koseli parantez icindeki rakamlar video sayacini gosteriyor) Iste:

[40:18] " As David says, a major enemy of a free market is a business interest. The business community is a major enemy and the problem in this society is to have the public at large to understand the importance of free markets so as to protect themselves against the depredation of the business community with their tariffs, their quotas, their special provisions, and so on."

Programin ilerleyen kisminda tartismayi yoneten kadin soyle bir soru soruyor:

[41:21] "Let me give you another hypothetical. What if you have a social need, say a disease which is very lethal but affects very few people and you don't have a company who has an interest because it's not going to make very much money. There's not a large market for the good to produce a drug. Does the goverment have any role there to step in and try to stimulate certain social purposes?"

Financial Times'dan gelen David soyle cevap veriyor:

"I can't imagine how the goverment would, in the first place."

Onun hemen ardindan Friedman atliyor:

"In any event, you must realize that government isn't the only recourse. The great period, when were the nonprofit hospitals of the United States founded? Almost all of them were in the 19th century, during the heyday of laissez faire. There are private charitable activities which are essentially the most effective way of handling the kinds of things you have described."

Bunlarin ardindan konuya Galbraith daliyor ve iki beton kafali liberali bozuyor:

"A little bit of faithfullness to the history surely would cause you to concede that in 1937, when we inaugurated social security, in 1965 when we inaugurated Medicare, we did so because the private charitable systems, the private insurance systems to take care for people when they were old and when they were sick were failing in a gross way to meet the needs of the American people. And those programs, which are goverment programs, have at least had the virtue of extending access to health care and extending income security when you are old to a very very large part of the population that never had it before. And I would argue, too, that in addition to the regulatory functions and the juducial functions that we certainly agree on, that there is in a rich society, which can afford to take care of people who fell out of the market process, who weren't lucky or gifted or fortunate in their economic lives, to take care of those people when they are old and when they are sick."

David apisip kaliyor. Friedman ise konuyu hemen baska tarafa cekmeye calisiyor. Ikisi de yangindan mal kacirir gibi cevre konusuna dogru kosuyorlar.

2) Ikinci video olan "The Tyranny of Control"da, Milton amcam hararetle serbest piyasayi savunmaya devam ediyor ve Hindistan ile Japonya'yi ornek olarak veriyor. Maalesef, Milton her iki ulkeyi de karsilastiriken, bunlarin tarihlerine iliskin yalan yanlis seyler soyluyor. Hindistan'in dokuma endustrisi ile neredeyse alay ediyor, ama Ingilizler'in kendi tekstil endustrileri ile rekabet etmesin diye Hintli dokuma ustalarinin ellerini kestigini atlayip geciyor! Japonya'nin serbest ticaret ile gelistigini soyluyor, ama Japonlarin kendi ulkelerini dis ticarete zorla, yani limanlarinin topa tutulmasi ile actigini es geciyor! Anlayacaginiz, Milton kiviriyor! Yalniz, Friedman'in dis ticaret hadleri ile ilgili olarak anlattiklari ilginc:

[26:20] "But even when the international market and labor seem to work to everyone's advantage, people still put up arguments against it. The usual argumanet against complete free trade is that cheap labor from abroad will take jobs away from workers at home. But what is cheap? A Japanese worker is paid in yen and American workers paid in dollars. How do we compare the yen with the dollars? We need some way of transforming the one into the other. That is where the exchange rate enters in: The price of yen in terms of the dollar. Suppose that some exchange rate, Japanese goods are in general cheaper than American goods, and we will be buying much from Japan and selling little to them. But what will the Japanese do with the extra dollars they earn? They don't wanna buy American goods. By assumption, those are all dear. They wanna buy Japanese goods. But to buy Japanese goods they need yen. Calls will come in from all over the world to places like this, offering to buy yen for dollars. But there will be more offers to buy yen than to sell yen. In order to get customers, those offering to buy will have to raise the price. The price of yen in terms of dollars will go up. As you remember, that is what happened in 1977 and 1978. By late 1978 it took 50 percent more dollars to buy a given amounth of yen than it had taken a year earlier. But what happens when the price of yen in terms of dollars goes up? Japanese labor is no longer so cheap! Japanese goods are no longer so attractive to American consumers. On the other hand, American labor is no longer so dear to Japanese. American goods are more attractive to the Japanese. We will export more to them, we will import less from them. New jobs will be created in export industries to replace any jobs that might have been lost in industries competing with imports. That is how a free market and foreign exchange balances trade around the world when it is permitted to operate. As you contemplate this, you may come to agree with me, that what we need are constitutional restraints on the power of goverment to interfere with free markets in foreign exchange, in foreign trade, in many other aspects of our lives."

3) Ucuncu bolum olan "Freedom & Prosperity"i izlerken bir baktim - Abov! - sunumu vampir Ronald Reagan yapiyor. Reagan kendisi icin onceden yazilmis olan metni prompterdan okuyor ve Friedman icin "dostum" diyor. Eh, haliyle dostu olacak! Ne de olsa, bozacinin sahidi siraci! Yalniz, programlara sunucu olarak Diktator Pinoche dahil edilmemis. Niye? Pinoche'nin Reagan'dan neyi eksik? Yapimcilari siddetle kiniyorum!

Bu sefer programin sonundaki tartisma bolumunde yer alan konuklardan biri Massachusetts Universitesi'nden Samuel Bowles. Ilgili kisiler Bowles'i, Herbert Gintis ile birlikte yazdiklari ve Ayrinti yayinlari arasindan cikan "Democracy and Capitalism" kitabindan hatirlayacaklardir. Bowles, Friedman'i makineli tufek gibi elestiriyor ve bir-iki yerde resmen makaraya aliyor. Bunlardan birinde, Friedman'in onerdigi modeli elestiriyor ve modeli "demode, islemez, asiri ve anti-demokratik" olarak nitelendiriyor Ben de Friedman'in fikirlerinin "ici gecmis" oldugunu dusunuyorum. Bowles da benim gibi dusunuyormus. Demek ki, aklin yolu bir! Bowles ayni zamanda Reagan donemi Amerikan ekonomisinden de bahsediyor ve Reagan'in Friedman'in onerilerini dinleyerek Amerikan ekonomisini zora soktugunu soyluyor. Peki bizim zipir Milton ne yapiyor bunlari duyunca? - Kaciyor! Iste metin:

[29:28] Bowles: "But Milton seems to think that we have to choose between either a centrally planned society or a society in which we have markets which are basicly unregulated and so the choices in really between all or nothing. I don't think that's the choice. I think what Milton is posing for us is a model which is as unrealistic as a centrally planned model. It's outdated. It won't work. It's extreme and I think it's undemocratic. I think that we have choices in between, what Milton called the third way, a way that he said it wouldn't work, has been shown to work around the world and I think that Eastern Europe will be very ill-advised to take Milton's advice on this. Yet, the last time anybody took Milton's advice on economic policy was Ronald Reagan and Ronald Reagan has put the U.S. economy into a situation where it can't pay its bills, and it's facing mounting economic instability and difficulties."

Friedman: "Well, first of all, I utterly reject what Sam says about the results of Ronald Reagan's changes. We had a decade of extraordinary growth, increased employment in which inflation was brought down sharply. Ronald Reagan came into office at a period of a very high inflation, and so on. But this program is not about the Reagan administration. This program is about Eastern Europe, and I wanna go to Eastern Europe."

Tartismanin ilerleyen bolumunde Bowles Friedman'i resmen makarya aliyor. Snoopy'nin sahibi Charlie Brown'dan hareketle Friedman'in kapitalizm anlayisi ile dalga geciyor. Bowles soyle diyor: "Charlie Brown ve Linus'in bir limonata standi olacak ve Lucy'nin de bir limonata standi olacak. Senin kapitalizm fikrin bu iste. Ama bu bir efsane. Kapitalizm bu degil. Bizim, ayni kosullarda rekabet eden binlerce, milyonlarca kucuk firmamiz yok. Bizim, guclerini kendi lehlerine ve baskalarinin aleyhine kullanan dev endustriyel korporasyonlarimiz var." Iste metin:

[41:10] Bowles: "Milton says in the show, and I agree with him, that we have to choose between taking orders from the top down, or incentives at the bottom. Now Milton's idea of how to get incentives down at the bottom is essentially a view of an economy in which individuals, through their ownership of property, can own the results of their hard work and their innovation. Its a great idea. It doesn't exist anywhere or it can't exist. When I read your stuff Milton and when I watch you on TV, I think, you know, Milton has this idea of, you know, Charlie Brown and Linus are gonna have a lemonade stand and Lucy's gonna have another lemonade stand, and that's your idea of capitalism. But that's a myth. That's not what capitalism is. We don't have thousands and millions of little firms competing on a level playing field. We have giant industrial corporations that use their power to their own advantage and to the disadvantage of others. Then that's what you have to able to deal with if you wanna be relevant to the modern world. That's what the countries that I've talked about, Sweden, Korea, Norway, Japan, are very good at doing. Dealing with the of problem economic powers, so that the power of those institutions can be used by and large for public good. If you ignore them, with this lemonade stand capitalism myth, you're simply giving those powerful spenders of wealth and affluence free reign."

Friedman: "It's a strange thing that not a single one of the countries that you've described has a standard of living as high as of the United States with respect to the bulk of its population."

Bowles: "And the United States got its standard of living through precisely the policies that you've opposed such as protecting our industrial base from ... tariff ... subsidizig."

Bowles son cumleyi soylerken Friedman dayanamayarak araya giriyor ve ellerini kollarini sallayarak itiraz ediyor. Friedman'in itiraz ederken cikardigi miy miy seslerinden Bowles'in cumlesinin sonunu isitemedim, ama "tarife" ve "para yardimi" kelimelerini isittigime eminim. Son cumle ile Bowles tasi tam manasiyla gedigine koyuyor. Arada, Bowles calisanlarin kendi urunleri uzerinde soz sahibi olmalari gerektigini soyluyor ve dusuncesini Amerika'dan ornekler vererek destekliyor:

[44:05] "If you work at, say General Motors or IBM, you're a secretary or you're a production worker, what you are getting there is you're getting orders from the top down. You don't own your work, you don't own the results of your work. When you talk incentives from the bottom, if you wanna get incentives from the bottom you've gotta get the people who work at the bottom to own the results of their work and then to have a say how their work gonna be used. You can do that if you ... like employee ownership and employee control. That's what made Wierton Steel from almost bankruptcy to one of the most successful steel companies in the United States - employee ownership and control. The same with Columbia Aluminium, one of the most efficient aluminium companies in the United States. It went from shutdown to be a very successful company through employee ownership and employee control over their production processes. That's what I call putting incentives at the bottom where they belong, but you never advocate that."

Liberal Hareket sitesindeki arkadaslara tesekkur ediyorum. Iyi ki boyle bir siteyi bulmuslar. Bu sayede biz de, liberalizmin savunucusu olan adamlarin saglam elestiri yapan kisilerin karsisinda nasil rezil olduklarini ve savunduklari seylerin ne kadar dayanaksiz oldugunu goruyoruz. Vallaha, LH'nin bu yaptigi kamu hizmeti kapsamina giriyor! Insallah, bu turden videolar bu genc arkadaslara pesinden takilip gittikleri seylerin ne kadar yanlis oldugunu bir daha gosterir ve hayirlara vesile olur - amin!

Saturday, December 09, 2006


KAHROLSUN PARALI SOSYALIZM!

Gecen hafta "Iktisatci Gozuyle" sitesinin sahibi Tansel'den bir mesaj aldim. Kendisi bana Marksistlerin Londra'da bu cuma bir konferans duzenleyeceklerini ve Marmara Universitesi'nden Fuat Ercan'in da konferansa katilip sunum yapacagini haber veriyordu. Ilisikte gonderdigi brosurde yazilanlara gore katilim bedavaydi; sadece 15 ve 30 poundluk gonullu bagislar yapiliyordu. Bunu okuyunca "Iste!" dedim, "Sosyalist yoldaslarin duzenleyecegi konferans da boyle olur zaten."

Cuma gunu sabahleyin erkenden kalkip, dudaklarimda Enternasyonal Marsi, dogruca metro istasyonuna gittim. Konferansa bir arkadas ile birlikte gidecektim. Bu gevurlarin "rush hour" dedikleri vakte denk geldigi icin metro kismen kalabalikti. Bindigim Piccadilly Line treninde konduktor "Bu trende 28 kapi var, sadece birini kullanmayin. Vagonun icine dogru ilerleyin." diye anons yapiyordu. Ancak, yoldaslara katilacagim icin duydugum heyecan ve sevincten dolayi ne anonslar ne de kalabalik beni etkiliyordu.

Metrodan cikip arkadas ile bulustum. Kapali ve yagmurun ciseledigi tipik bir Londra havasi altinda konferans icin kayitlarin yapildigi binaya gittik. Tam iceriye girerken kapinin yaninda duran iki kisinin Turkce konustuklarini isittim. Bakinca, bunlardan birinin Fuat Ercan oldugunu gordum. Gidip kendimi tanittim, ayak ustu biraz sohbet ettik. Bize kayidin alt katta yapildigini soylediler. Arkadas "Katilim bedavaymis." dediginde, her ikisi de hafiften gulumsediler ve "Hayir, degil." dediler. "Nasil?" diye sordum. Ercan'in yanindaki gozluklu vatandas "15 pound katilim parasi aliyorlar." diye yanitladi. Itiraz ettim: "Brosurde katilimin bedava oldugu, sadece gonullu bagislarin alindigi yaziyordu hani?" Ercan kaslarini kaldirarak: "Gonullu de ... degil!" dedi. Hatta Ercan'in dedigine gore sunum yapacak olan sahislardan bile 15 pound katilim parasi aliyorlarmis.

Arkadas ile binadan iceri girip alt kata indik. Gercekten de millet kayit parasi oduyordu: kimi zaman tek 20'lik, bazen iki 10'luk, arada bir 50'lik banknotlar elden ele geciyordu. Para karsiliginda da dosya icinde ivir zivir bir seyler veriyorlardi. Paralari gorunce nevrim donmus, konferansi duzenleyen yoldaslara icimden saydirmisim biraz. Arkadasin da tepesi atti, o da "Ben bu kadar vermem." dedi. Bunu uzerine olay yerinden ayrilip metro istasyonuna donduk. Ben Oxford Street'e gidip, oradaki kitapcilardan belese Orumcek Adam ve Superman ciltleri okudum. Sonra eve donup Friedman'in videosunu izledim - bedava!

Konferansi duzenleyen "sozde" Marksistlere diyecegim su: "Alcaklar! Allahsizlar! Serefsizler! Revizyonistler! Ulan liberal misiniz be! Ne parasi? Emekciyiz biz - emekci! Emekciden para alinmaz! Emekciye beles - beles! O para benim bir haftalik metro param be! Kahrolsun parali sosyalizm!" Protesto olarak zipir Milton Friedman'in "Free to Choose" adli programindan bir sozunu aktariyorum: "Human and political freedom has never existed and can not exist without a large measure of economic freedom."

Thursday, November 30, 2006


KAHROLSUN KURESELLESME (!)

Gene "International Herald Tribune" okuyordum. Cek Cumhuriyeti'nde calisan Kuzey Koreli isciler hakkindaki bir habere rastgeldim. Basligi soyle: "North Koreans in Czech jobs: Slave labor?" Haberden birkac paragraf verelim:

" ... those who entered previously are still employed at various sites, including the Snezka textile factory here in Nachod, where they sew headrests and armrests for BWMs, Mercedes, Renaults and other cars sold in Western Europe.

"Miloslav Cermak, general manager at Snezka, says that 82 of his 750 employees are North Korean. Aged 20 to 28, they came to this town near the Polish border on three-to four-year contracts.

"The women are paid by the piece, with top workers stiching as many as 350 headrests a day, Cermak said, and earning monthly salaries of up to 25,556 koruna, or $1,165, well above the country's minimun wage of 7,995 koruna. The lowest paid North Korean worker earns 8,200 koruna, a common salary for new employees, he said."

Cek polisi tarafindan resmi olmayan sekilde elde edilen bilgilere gore, isciler maaslarinin yaklasik %80'inini toplu bir banka hesabinda biriktiriyorlarmis. Yetkililer bu paranin Kuzey Kore hukumetine ya da Prag'daki elcilige aktarildigindan supheleniyorlarmis. Maalesef, yetkililer iscileri ifade vermeye ikna edemiyorlarmis. Hepsi kosullardan memnun olduklarini Kurey Kore'ye kiyasla daha iyi durumda olduklarini soyluyorlarmis. Zorla calisma yonunde taniklik edecek herhangi biri olmadan banka bilgilerini elde etmek icin sorusturma acilamiyormus. Devam:

"Prague imposed its visa ban after the Europian Parliament heard testimony in March from Kim Tae San, a former North Korean diplomat who was stationed in Prague before defecting to South Korea in 2002. While at the embassy, Kim brought North Korean women here to work, he said.

" 'Almost their entire monthly salaries,' Kim testified, 'are deposited in an account controlled by the North Korean goverment.'

"He said that 55 percent was skimmed from the top of the women's salaries as a 'voluntary' contribution to North Korea. After additional deductions - for accomodation and items like birthday gifts for the North Korean leader, Kim Jong Il - the women were left with around $20 to $30 a month, he said."

Cek hukumeti haziran ayinda calisma vizesi vermeyi kesmesine ragmen, daha onceden vize alanlar cesitli bolgelerde calismaya devam ediyorlarmis. Ancak iscilerin ne kadar hareket ve konusma ozgurlugune sahip oldugu belirsizmis. Mesela, Snezka'dakiler Cek dili konusmalarina ragmen, calisma saatleri disinda sosyallesmiyorlarmis. Sorulan sorularin coguna onlar adina cevap veren bir cevirmen tarafindan gozetleniyorlarmis.

Ilk basta guzel gozukuyor aslinda. Nitekim Kuzey Koreli isciler kendi ulkeleri disinda da calisma imkanina sahip olmuslar. Ne de olsa kuresellesme cagindayiz. Ancak, benim bildigim, bu kuresellesme liberallerin dedigi gibi iyi bir sey idi. Hani emegin serbestce dolasmasi, ozgurluklerin yayilmasi, serbest ticaretin artmasi vs. vs. Halbuki burada Kuzey Koreli isciler aldiklari paralari ulkelerine gonderiyorlar, bu paralar da buyuk ihtimalle nukleer silah yapimi icin harcaniyor. Baksaniza, Kim Jong Il'e hediye bile aliyorlarmis! Simdi kuresellesme bu sekilde sosyalist diktator rejimlerine finans kaynagi saglamis olmuyor mu? Nerede ozgurluklerin yayilmasi?

Bu arada, Amerikalilar Kim Jong Il'in luks zevklerine ambargo koymayi kafaya takmislar: http://www.iht.com/articles/2006/11/30/news/KIM.php

Sunday, November 26, 2006


KOZMOPOLIT SEHRIN IRKLARI

Efendim, bu yazimi buradaki irklar uzerine degerlendirmelerime ayirdim. Bu yazi hicbir bicimde bilimsel olmayan, tamamiyla "politically incorrect" ve "irkci" bir yazidir.

Buraya geldigimden bu yana, insanlar hakkinda daha onceden sahip oldugum fikirlerin bir bolumu daha da kuvvetmis bulunuyor. Butun insanlarin zeka ve kisilik olarak ayni kefeye konulmamasi gerektigine, hepsine mumkun oldugunca farkli davranilmasi gerektigine inaniyordum. Dahasi, toplumda bir parca elitizmin bulunmasi gerektigini dusunuyordum. Haliyle, bunlar Turkiye'den hareketle olusturulmus dusuncelerdi. Simdi bu goruslerim daha da kuvvetlendi, zira restoranda calismak ve kozmopolit bir sehirde yasamak butun farkli kisilikteki ve irktaki insanlari dogrudan gozlemleme imkani verdi. Irklar (veya daha hafif bir deyim olarak "milletler") arasinda cok ayirt edici ve kesin farkliliklar var. Acaba bu farkliliklar kulturden mi, yoksa irktan mi kaynaklaniyor? Ancak, belli bir kulture sahip insanlarin hepsi ayni davranislari gosterirse ve bu insanlarin hepsi - ister istemez - ayni irktan olursa, hem irk hem de kultur icice gecmis olmaz mi? Bunu cevabi biraz uzun surer sanirim. Sonuc her ne olursa olsun, irk veya millet ele alindiginda dahi, bu insanlarin hepsi birbirine benzer davranislar gosteriyor.

En basta Ingilizler'i alalim: Bunlar haftanin 5 gunu essek gibi calisiyor, cuma gunu is cikisinda kendilerini dogrudan bara ve gece kluplerine atip sabahlara kadar icip dagitiyorlar. Cumartesi gecesi de ayni halti isliyorlar. Pazar gunu ise yorgunluktan dolayi gun boyu zibarip yatiyorlar. Burada bar ve gece kluplerinin genel olarak kumelendigi yan yana uc mekan var: Piccadilly Circus - Leicester Square - Convent Garden. Hepsi Londra'nin merkezinde bulunuyor ve aralarinda yuruyerek rahatlikla dolasabiliyorsunuz. Bar dedigim (Ingilizler "pub" diyor); herkesin ayakta kic kica durup ickisini ictigi ve konustugu, sigara dumani dolu ve ugultulu bir yer. Eger iceride yer yoksa - ki hafta sonu hic olmaz - insanlar disarida kaldirima oturarak ya da ayakta durarak iciyorlar ve siziyorlar. Gece klubu ise, muzigin haddinden fazla acik oldugu, bundan dolayi milletin kendi sesini dahi duyamadigi, bir suru sarhos hodugun ayakta dansedip tepistigi bir yer (Ancak, avrat tavlamak icin gece klubune en erken saat 11.30 gibi gitmek lazim. Zira avratlar o saatte yavas yavas sarhos olmaya basladiklari icin, butun erkekler gozlerine Brad Pitt gibi gorunuyor. O yuzden fazla ayak yapmaya gerek kalmiyor). Bu Ingilizlerin eglence anlayisi niye boyle? Cunku bunlarin adam gibi bir eglence anlayislari yok! Bizde, mesela, arkadaslar ile deniz kenarinda bir cay bahcesine gidip sohbet ederiz. Bunlar ise eglence nedir bilmiyor. Kendi kulturlerinin bir ozelligi olarak duygularini bastiriyorlar, yani bunlari aciga vurmuyorlar; bu acidan ketum insanlar. Fakat ictikleri zaman kontrollerini yitiriyorlar ve bastirilmis olan duygulari patliyor. Bu da taskinlik yapmalarina yol aciyor. Eski dille soylersek, bir tarafta "ifrat" deger tarafta "tefrit" var; "itidal" ise yok. Bir defasinda kirk yildir Londra'da yasayan Yunanli bir adam ile konusmustum. Bana soyle demisti: "Cok ketum insanlar. Gun boyu calisip, aksam eve gittiklerinde Eastenders [unlu bir televizyon dizisi] izliyorlar. Biz mutlu oldugumuzda iciyoruz. Onlar ise mutlu olmak icin iciyorlar."

Bazen cuma ve cumartesi gunleri aksam uzeri Londra merkezinde Thames Nehri kenarinda oluyorum. Nehir kenari boyunca siralanmis bir cok bar ve restoran var. Bu zibidilerin ellerinde koca bira bardaklari, barlarin onunde sokakta ayakta icerek lak lak ettiklerini goruyorum. Thames Nehri ise bildigimiz "boklu" dere. Camurdan dibi gozukmuyor. Bazen sular cekildiginde koca sicanlarin sig yerlerde dolastiklari oluyor. Iste bu zavallilar boyle bir nehir kenarinda hafta sonlari icmeyi eglencenin bir parcasi zannediyorlar.

Bir defasinda metroda gunduz vakti giderken, yanima korkutuk sarhos bir Ingiliz oturdu. "Allah Allah, cuma degil, gece degil, bu sarhos da nereden cikti?" dedim. Adam fena halde viski kokuyordu; yani kibrit caksaniz alev alacak. Bana donup "Bu tren Acton Town'a gidiyor mu?" dedi. Ben de "Evet." dedim. Bir sure aval aval etrafina bakindiktan sonra paltosunun altindan koca bir viski sisesi cikartti, bana uzatip "Alir misin?" diye sordu. Ben istemedim. Siseden biraz ictikten sonra pencerenin uzerindeki metro istasyonlari haritasina bakti ve bana "Bu kahrolasi tren Ealing'e gidiyorsa, Acton Town'dan nasil gececek?" dedi. Icimden once bir kufur ettim ve soyle dedim "Bak, Ealing son durak. Tren oraya gitmeden once Acton Town'dan gececek. Haritaya dikkatli bak." Tekrar bakti, ama hicbir sey anlamadigina eminim. Bu sefer gitti, karsisinda oturan kadina ayni seyleri sormaya basladi. Kadinin icinden "Al basina belayi!" dedigine eminim. Diyecegim, Ingilizler'in onemli bir bolumu sarhosken fena halde cekilmez oluyorlar ve resmen dayak istiyorlar. Ah ulan! Turkiye'de olsaydik bir ...

Ingiliz erkekleri ozellikle yabanci kizlara pek bir ilgi gosteriyorlar. Bu acidan, dil ogrenmeye gelmis kizlar, hele guzelseler, Ingiliz erkek arkadas bulmakta pek sorun yasamiyorlar. Bir bar veya gece klubune gidildiginde, eger kizlar guzelse, erkekler kisa surede ususmeye basliyor. Diger taraftan, ne yazik ki, Ingiliz avratlari erkeklerin gosterdigi davranis bicimini gostermiyorlar. Yabanci ogrenciler arasindaki genel izlenim, bunlarin burunlarinin havada oldugu yolunda. Ingiliz erkeklerin bile bu Ingiliz kizlarina o kadar duskun olduklarini sanmiyorum. Kimileri oldukca savruk ve lakayt. Diger ilginc bir husus; Ingiliz avratlarinin onemli bir bolumunun kilolu olmasi. Nitekim Avrupa'da obezitenin en cok rastlandigi ulke Ingiltere. Ornegin, guzel bacakli bir Ingiliz kiz gormek pek sik karsilasilan bir durum degil. Genel olarak kizlarin vucut yapilari armuta benziyor; yani ustten asagiya dogru inildikce hatlar genislemeye basliyor. En kotu gorunen sey de, kot pantolonlarinin uzerinden kalcalarindaki fazla yaglarinin sarkmasi. Kac defa yolda, metroda gordum. Bunlari hic kapatmiyorlar. Yalniz, yuzlerinin genel olarak guzel oldugunu belirtmek gerekiyor. Sari uzun sacli, mavi veya yesil gozlu, beyaz tenli, yumusak sesli ve tatli davranisli olanlarini makbul cins olarak goruyorum. Maalesef, bunlar, hem de iyi huylu olanlari, iktisattaki "kitlik" kavraminin dahilinde yer aliyorlar. Cuma ve cumartesi gunleri icip-dagitma gunleri oldugu icin, cogu avrat susulenip puslenip sokaga dokuluyor. Mini etek giyenlerinden tutun dekolte giyenlerine kadar, her turden avradi hem metroda hem de sokakta gormek mumkun oluyor. Bu da, bizim gibi toplumsal bilimcilere bu irkin avratlarini yakindan musahade etme olanagi sagliyor.

Erkeklerin sadece yabanci avratlara ilgi gostermedigine dair kisa bir anektod aktarayim:

Bir defasinda restoranda bir masaya sarap acmaya gitmistim. Solumda oturan acik mavi gomlekli adam sarabi acarken bana soyle dedi: "Restoran bayagi kalabalik, degil mi?"

Ben: "Evet."

A: "Bu da iyi bir restoran oldugunu gosterir, degil mi?"

B: "Eh, oyle de diyebilirsiniz."

A: "Senin isin bu aksam saat kacta bitiyor?"

B: "Valla, bilmiyorum. menajere bagli."

Adamin yaninda oturan kadin: "Dikkat et, bu gaydir ha!"

B (kendi kendine): "Sonunda kismetimiz acildi, ama yanlis yerden acildi."

Ilginctir, bu Ingilizler restoranin kapisinda iceriye girmek icin bekliyorlar. En anlamadigim sey de bu. Restoran agzina kadar dolu, iceride yer yok. Buna ragmen kapida, kimi zaman sokakta ayakta, hatta kaldirima oturarak neredeyse yarim saat, belki 45 dakika bekliyorlar. Kardesim, hangi turden kerizsiniz siz? Gidin baska yere, iceride yer yok, ne bekliyorsunuz? Turkiye'de boyle bir durumda biz gideriz baska yere, bunlar kapida bekliyorlar. Kapida kuyruk oluyor, yine bekliyorlar. Bazen kapida birikmis o kadar insani gorunce sinirlerim bir tepeme cikiyor. Seytan diyor ki, "Al eline mutfaktaki uzun ve genis bicaklardan bir tanesini, bodoslama dal aralarina, kes-bic barbar Conan gibi." Ama burada olmuyor iste. Turkiye'nin gozunu seveyim ben.

Dogudan gelen Japonlar, Tayvanlilar, Koreliler; bunlarin cogu ayni davranis ozelliklerini gosteriyor. Sizinle normalde konusurlar, ama kendi cinslerinden birini gorduklerinde sizi hemen unutup onunla kendi dillerinde konusmaya baslarlar. Hep kendi milletlerinden olanlar ile birlikte takilirlar. O yuzden bir turlu adam gibi Ingilizce ogrenemezler; zaten girtlak yapilari da Ingilizce telaffuza son derece elverissizdir. Ne dedikleri anlasilmaz. Bati kulturune karsi ozellikle Japonlar'da bir ozenti oldugu asikar. Kimi zaman Oxford Street'de, punk tarzi ya da burada "goth" olarak adlandirilan tiplerin giyindikleri gibi ucuk kacik elbiseler ile dolasan Japonlar goruyorum. O halleri ile oldukca komik gorunuyorlar. Kizlari ise genelde minyon yapilidir. Sahsen ben oyle guzel olanina cok rastlamadim.

Araplar, Cezayirliler, Pakistanlilar, Hintliler, Bangladesliler, yani genel olarak Ortadogu'dan ve Dogu'dan gelen milletler;

Once yine iki kisa anektod aktaralim:

1) Uzun bir sure once bir Cezayirli ile iki hafta ayni evde kalmistim. Bir keresinde bana gelip soyle dedi:

"Eger evlenecek isen musluman bir kadin ile evlen."

"Nicun?"

"Onlar kocalarina karsi saygili oluyorlar. Bu Ingiliz kizlarinda is yok, erkek gibiler ve saygisizlar."

Ama zibidinin hafta sonlari eve gelen Ingiliz bir kiz arkadasi vardi. Bir defasinda, bu kahrolasi kapitalist duzende is aramaktan dolayi yorgun dusup hastalanmis halde yatagimda yatarken, bu Ingiliz avrat yine geldi. Bizim Cezayirli ile benim yanimdaki odada bir gece maci yaptilar. Tabii, bagrisma-cagrisma-ciglik sesleri de benim kulagima kadar geldi. Bir ara seytan dedi ki, "Ulan, bas sunlari yatakta, bir de sen saap su ikisini!" Ama burada olmuyor iste. Turkiye'de olsaydik bir .

2) Yilbasi gecesi arkadas ile birlikte calistigimiz restorandan cikmis, bir sise sarap acmis halde ice ice Millenium Koprusu'ne dogru gidiyorduk. Bu kopru, Thames nehri uzerinde, Prenses Diana'nin evlendigi unlu St. Paul kilisesinin tam karsisinda yer aliyor. Bir de baktik, yaklasik on bes kisinin oldugu bir zenci grubu, bir beyazi kistirmis dovuyordu. Beyazin kiz arkadasi ise ciglik cigliga bagiriyordu. Ortalikta polis de yoktu. Tabii, durum o halde iken oradan gecemeyecegimizden dolayi biraz uzaklasip beklemek zorunda kaldik. Neyse ki, olay kisa surede bitti ve kopruyu gecip St. Paul istasyonunun yanindaki otobus duragina geldik. Durakta korkutuk sarhos iki Bagladesli ile karsilastik. Bir tanesi bize kicini donup domaldi ve arkadasima "Fuck me!" dedi. Arkadas "Git isine!" deyince bana donup, "Sen musluman, ben musluman, ben sana sarilacam" deyip sarilmaya kalkisti. Ben de "Hadi oradan len!" dedim. Kardesim, avrat olsan neyse, ama erkek olunca olmuyor iste.

Diyecegim, acikcasi bana gore bu milletlere yeryuzunde gerek yok. Sadece yer isgal edip sorun cikariyorlar. Tam manasiyla kaypak ve incelik nedir bilmeyen tipler. Medeniyetin bu toplumlara daha birkac bin yil boyunca ugramayacagi kesin. Ozellikle Araplarin bir daha dunya tarihi boyunca asla yukselise gecemeyecekleri asikar. Ortadogu sorunu ise 4-5 atom bombasi ile rahatlikla cozulur. Hintliler'in ve Bangladesliler'in kadinlara karsi oldukca yilisik davrandiklari cevreden bana aktarilanlar arasinda.

Fransizlar'a daha cok restoranda rastliyorum. Eger mumkun ise Ingilizce konusmamakta direnir, kendi dillerini konusmakta israr ederler. Ingilizce konustuklarinda ise, o agir Fransiz aksani ile konustuklarindan dolayi hicbir sey anlasilmaz. Ulan, sanki sizin dilinizde cok bir halt var da, millet akin akin Fransizca ogreniyor! Bunlara iliskin gene iki anektod aktarayim:

1) Bir defasinda yasli bir evli cift gelmisti. Adam surekli olarak Fransizca konusuyor ve benden bir seyler istiyordu. Ben de, belki yardim eder diye, umitsizce tek tuk Ingilizce konusan esine bakiyordum. Yaklasik bes dakikalik bir dil bogusmasindan sonra adamin ne istedigini ogrendim: su! Ulan dumbelek, "su"yun Ingilizcesini de mi bilmiyorsun?

2) Bir baska seferinde de bes kisilik bir Fransiz masa gelmisti. Bir tanesi arkadaslardan birini yanina cagirip bir seyler soyledi. Ancak arkadas anlayamadigi icin ben gittim. Gozluklu bir herif, yemek menusunu elinde tutuyor, mezelerin oldugu kisma parmagini vurup "vayno" diyordu. Icimden "Allaahh!" dedim; "Vayno ne be? Simdi isin yoksa gene bogus dur." Meger herif sarap listesini soruyormus; alt tarafi Ingilizce "wine list" diyecek. Sarap listesini istedigini anladigimda elimdeki kalemi adamin burnuna sokacaktim, cunku sarap listesi tam da adamin yaninda dik bir vaziyette duruyordu! Ancak celik gibi iradem ile kendimi kontrol altina alip son anda vazgectim.

Fransa'daki varos kalkismasini destekliyor, hatta bunlara silah yardimi yapilmasini oneriyorum. Beton kafali Fransiz kefereleri sizi! Ulan bunlar nasil devrim yapmis be?

Latin Amerikalilar ile fazla bir temasim olmadi, o yuzden yorum yapmak zor. Ancak, Brezilyali kizlar cogu erkek acisindan makbul sayilan bir tur olarak kabul goruyor. Bir ara sinifta Arjantinli bir herif vardi, tam manasiyla tiksinc ve firlama biriydi. Turkiye'de olsa herifi bir operdim, ama burada olmuyor iste. Canim memleketim benim.

Benim sahsen en iyi anlastigim Italyan cinsi oldu. Turkler'e cok benziyorlar. Gerci aralarinda ise yaramaz olanlari da var, ama bana cok denk gelmedi. Diger yandan Italyan kizlarindan bir sey cikmadigini, genelde yalanci ve sadakatsiz olduklarini isittim. Soyle ki; bir sure once sinifimda grafik tasarimcisi olan Italyan bir kiz vardi. Tip olarak fena degildi, aramiz da iyiydi, ama konusurken zirt pirt "benim erkek arkadasim var" deyip duruyordu. Grafik tasarimcisi olan baska bir Italyan erkek arkadasim daha vardi. Bir gece barda bu ikisini tanistirdim, arkadas kizla 15 dakika kadar konustuktan sonra tuvalete gitti. Dondukten sonra bir daha konusmadi. Ikimiz yalniz kalinca ne oldugunu sordum. Bana soyle dedi: "Bu kizdan bir sey cikmaz. Bos kizin teki. Burnu havada. Emin ol, erkek arkadasina karsi da sadakatsizdir. Daha iyisini bulunca hemen onu birakir." Tabii, ikisi de Italyan olunca kendi dillerinde daha iyi anlasmislar. O yuzden, arkadas kizdan benim onca zaman boyunca edinemedigim izlenimleri kisa surede edinmeyi basarmis. O gece damsiz oldugumuz icin gece klubune alinmadigimizdan dolayi sokakta aval aval dolasirken, arkadas bana Italyan kizlar hakkinda bir soylev verdi. Iste oradan ogrendim bunlari.

Bir de Zenciler var. Bunlarin cogu sorunlu. Sorun cikarttikca toplumdan dislaniyorlar, toplumdan dislandikca daha da sorunlu hale geliyorlar. Aksanlari bile farkli Ingilizler'den. Abuk sabuk giyinip, bir seye benzemeyen muzikler dinliyorlar - bunlara muzik bile denmez (Kusura bakmayin, ama benim dusuncem boyle). Tamamiyla kendilerine ait bir alt-kulturleri var. Yasadiklari ortama tam olarak uyum saglayamamislar - saglamaya da calismiyorlar. Bunu bir meziyet zannediyorlar. Oyle veya boyle, bir sekilde bir dereceye dek toplumun genelinin disinda olduklari belli oluyor. Beyazlarin yaptiklari seylerin aynilarini yapmamak icin kendi aralarinda yazili olmayan bir anlasma yapmislar sanki. Maalesef, bu tutumlari beyaz kulturunun olumlu sayilabilecek kimi meziyetlerini almalarini engellemis. Genclerinin onemli bir bolumu pantolonlari bellerinden asagi dusuk bir vaziyette geziyor, donlari gozukuyor. Tabii, boyle giyindikleri icin adam gibi yuruyemiyorlar, saga sola yalpaliyorlar. Benim konustugum cogu kisi zencilerin sorun anlamina geldiklerinde hemfikir.

Bu irklarin bu sekilde gosterdikleri kollektif davranislar sonucunda, Robespierre'in "halk icin halka ragmen" anlayisini benimsiyorum. Insanlarin cogunlugu yonetilmeye, ne yapacaklarinin kendilerine soylenmesine ihtiyac duyuyor. Kendi ozgur iradelerini kullanmaktan acizler. Aydinlanma donemindeki akilci hareketin ruhu burada kaybolmus. Dayanamayarak, bir anektod daha aktarayim: Birkac ay once, restoranin acilmasina yarim saat kala Ingiliz bir avrat geldi - kahve icecekmis. "Daha acilmadi." deyip gonderdik. Isin ilginc tarafi, tam da restoranin yaninda Starbucks var. Kadin oraya gitmiyor da, illa restorana geliyor. Zaten kahve icecegini soylediginde nevrim donmus, kariya ucacaktim; ama burada olmuyor iste. Turkiye'nin kiymetini bilin.

Maalesef, buraya geldik geleli iyice irkci olduk. Ancak, ben gelecekten umutluyum. "Ne acidan?" derseniz, burada oldukca fazla sayida Turk bulunuyor. Daha Avrupa Birligi'ne girmeden her yer Turk dolmus. Kimi zaman, Londra'nin merkezinde sokakta yururken yaninizdan gecen insanlarin Turkce konustuklarini duyuyorsunuz. Hos, buradaki Turkleri Turkiye'nin batisindan gelen "beyaz ve medeni" Turkler ile karistirmamak lazim. Bunlarin onemli bir bolumu dogudan gelen tipler (burada da irkci soylemim belli oluyor). Biliyorsunuz, bir medeniyetin icine 10-15 tane Turk saliverin, o medeniyet tas catlasa 20 sene icinde cokme surecine girer. Dolayisiyla, yakin gelecekte Turkler'in Avrupa medeniyetini ortadan kaldiracaklarina tamamiyla eminim. Bir de Avrupa Birligi'ne girdik mi, oldu bu is. Bakiniz, sinirlendim, yazinin basindaki akademik uslubum da bozuldu. Bunlarin topuna bir diktator lazim, diktator! Sallandiracaksin soyle 3-5 tane zibidiyi Trafalgar Meydani'nda, bak bakalim bir daha sesleri cikiyor mu? Sahsen ben "Anayasal Monarsi Partisi" kurulmasini talep ediyorum. Netekim demokrasi tehlikeli.

Not: Yukaridaki fotografi Westminster'de cektim. Solda ucu gorunen mor yuvarlak zamazingo "London Eye" denilen bir donmedolap. Icine binip donuyor, Londra'nin tepeden fotografini cekiyorsunuz. Sagda saat kulesi "Big Ben" var. Onun yaninda da meclis binasi "Houses of Parliament". Sola dogru yoldan devam edince basbakanin oldugu "Downing Street"e cikiyorsunuz.

Friday, November 24, 2006


SEFILCE BIR YEMIN!

Dun internette Gazi Universitesi Iktisadi ve Idari Bilimler Fakultesi uyeleri tarafindan ilan olarak verilen yukaridaki metni buldum. Metnin uzerine tiklayarak icerigini okuyabilirsiniz. Tabii, metni okuyunca benim sinirlerim gene tepeme cikti.

Bu metin tam manasiyla korkakliktan kaynaklanan, "Aman, ucu bize bulasmasin da ..." dusuncesi ile yazilmis bir yalakalik metnidir. Duzen usagi bu "adamlar" dusunce ozgurlugunu, kendi aralarindan birinin demokratik haklarini savunacaklarina, hakim ideolojiye baglilik yemini etmisler!

Su ifadeye bakin bir: "Her gun Anitkabir'in onunden gecerken O'na dua ederiz." Bak sen yahu! Demek yaz-kis, soguk-sicak demeden, her gun Anitkabir'in onunden gecip dua okuyorsunuz. Ustelik haftanin yedi gunu, tatillerde bile ara vermeden yilin 365 gunu! Peki, arada hoca tutup hatim de indiriyor musunuz acaba? Yalniz dua mua derken kendinizi fazla kaptirmayin, sonra Allah korusun seriatci falan olur cikarsiniz! Sonra gider Ataturk'e "bu adam" dersiniz, "Kemalizm gerilige tekabul ediyor." dersiniz. Aman dikkat edin, donusu yok bu yolun.

Ataturk'un resimlerini duvarlarina asiyorlarmis - yureklerinden geldigi icin! Evinizde de Ataturk resimleri vardir herhalde. Oturma odasinda, yatak odasinda, cocuklarin odasinda, mutfakta, belki de tuvalette falan ... Onum, arkam, sagim, solum Ataturk!

Yalakalik yapalim derken ipin ucunu haddinden fazla kacirmislar; resmen zirvalamislar. Insanin biraz kendisine saygisi olur.

Ben de Gazi Universitesi hakkinda suc duyurusunda bulunuyorum efendim. Zira devrim kanunlari uyarinca "gazi" turu unvanlarin kullanilmasi yasaklanmistir. Bu universite "gazi" unvanini kullanarak devrim kanunlarini apacik cignemektedir.

Ey, Gazi Universitesi'nin Ataturkcu numarasi yapan korkak hocalari! Ataturk yasasaydi ne yapardi, bilir misiniz? Topunuzu kulaklarinizdan tuttugu gibi ananizdan dogdugunuza pisman ederdi!

Wednesday, November 22, 2006


AC KOPEKLERIN SALDIRISI!

Uc sene kadar once, uzun suredir gormedigim bir arkadasim ile Kadikoy'de bulusmustum. Birlikte her zaman gittigimiz pideciye gidip oturduk. Yaninda, tartistigimiz konularla ilgili makalelerin oldugu bir suru dergi getirmisti. Aralarindan bir tanesini cikartip gosterdi: "Bak, bu Hayek'in 'Bilginin Toplumda Kullanimi' adli makalesi. Bu tur makaleler fazla cevrilmiyor. Sende Ingilizce var. Neden ceviri yapmiyorsun? Atilla Hoca bur tur seyler ile ilgilenir." Ilk once tereddut ettim. Ceviri isleri ile hic ilgilenmiyordum. Hayek'in soz konusu makalesi, bilgi uzerine yazdigi iki makaleden ikincisi idi. Bende ilk makale Ingilizce olarak vardi. Eve gidince bir kontrol ettim, seytan durttu, "Hadi, bir cevirmeye calisayim." dedim. Oturdum, ilk birkac paragrafi cevirdim; devami da ardindan geldi.

Ceviri bitince arkadas ile konustum, o da bana Atilla Hoca'nin e-mail adresini verdi ve "Ceviriyi gonder, yanina da benim vasitam ile gonderdigi ekle." dedi. Maili gonderdigimin hemen ertesi gunu, Atilla Hoca beni cep telefonumdan aradi. Ne is yaptigimi, nereden mezun oldugumu sordu. Telefonda biraz konustuk. Benden yeni ceviriler bekledigini, karsiligini odeyeceklerini soyledi. Hocanin bu kadar cabuk cevap vermesine, hatta cepten aramasina bir hayli sasirmistim. Meger, maili alinca arkadasi aramis ve benim kim oldugumu sormus; ardindan telefon numarami almis.

Hoca ile konusmamizin uzerinden yaklasik iki hafta gectikten sonra arkadas beni aradi ve Atilla Hoca'nin bana kitap gonderdigini soyledi. Kendisi benim adresimi bilmedigi icin arkadasin adresine gondermis. Taksim'de bulusup arkadastan kitaplari aldim; hepsi de hoca tarafindan imzalanmis uc kitap: "Piyasa Medeniyeti", "Liberalizm", "Fikir Hareketleri ve Liberal Dusunce Toplulugu". Kitaplardan birinin basina "Genc Meslektasima" diye yazilmisti. Bir hafta sonra da hoca bana mail gonderip, beni Ankara'da duzenledikleri "Iktisacilar Kongresi"ne davet etti ve konaklama masraflarinin karsilanacagini soyledi.

Bunlardan bir ay kadar sonra ise kendisi Istanbul'a geldi. Arkadas ile birlikte, Taksim'de hoca ile bulustuk ve bir vejateryen lokantasinda aksam yemegi yedik. O arada ben gaza gelmis, gecen surede Mises'in bir makalesini cevirmistim. Bulustugumuzda hocaya teslim ettim. Makale iki ay kadar sonra "Piyasa" dergisinde yayinlandi - hem de Hayek'in makalesinden once. Israrimiza ragmen, o gece hoca hesabi bize odettirmedi.

Iste, Atilla Yayla ile tanismam ve ceviri yapmaya baslamam boyle oldu. Ondan sonra hoca ile arada surekli konustuk, o Istanbul'a geldiginde bulustuk, ben Ankara'ya gittim ... Birlikte Hans-Herman Hoppe ve Hernando de Soto konferanslarina katildik. Daha baska makaleler de cevirdim, hatta arada bir kitap cevirdigim de oldu. Atilla Hoca hepsini basti.

Gecen gun internette takip ettigim bloglarin birinde hoca ile ilgili bir yazi gordum. Kendisi Izmir'de AKP'nin duzenledigi bir panele katilmisti. Yazida verilen linklere girip neler olduguna baktim. Habere gore, panelde Kemalizm ile ilgili soyledigi seyler bazilarinin hosuna gitmemisti. Hocaya karsi buyuk tepki vardi. Dun ogrendigime gore, ogretim gorevlisi oldugu Gazi Universitesi'nde ders vermesi yasaklanmis ve hakkinda sorusturma baslatilmis. Universite rektoru kendi koltugunu kurtarmak icin sucu onceki yonetime atiyor ve hocanin o yonetim doneminde profesor oldugunu soyluyordu. Avukatin biri de kendisini "halki din, dil, irk temelinde bolmeye tesvik etmek ve Cumhuriyet rejimine karsi eylemler içinde bulunmak" ile suclayip dava acmis. Hocaya karsi bu yapilanlari gorunce tepem atti. Ac kopekler kudurmustu. AKP'lilerin tepkiler sonrasinda soyledikleri ise midemi bulandirdi. Bu kazurat beyinli yobaz tavuklar, ancak islerine gelmeyince cark etmesini ve insanlari satmasini biliyorlar. Hoca basortusu yasagina karsi cikarken iyiydi tabii. Ama Kemalizm'i elestirince olmuyordu.

Hocanin soylediklerinde samimi oldugunu ve haberlerde hakkinda soylenen kotu seylerin dogru olmadigini biliyorum. Kendisi, benim kimi zaman okulda bazi hocalardan bile gormedigim bir acik gorusululuge ve hosgoruye sahiptir. Yaptigimiz sohbetlerde her zaman yanindaki kisilerin fikirlerini dinlemis, kimseye hocalik taslamamistir. Onun sohbetlerine katilmak her zaman bir ayricalik olmustur. Hocanin karsi ciktigi, dogrudan Ataturk'un kendisi degil, onun adina konusan kimselerin yaptiklaridir. Anlayisi ise gayet basittir: Kimse, bir digerine kendi yasam tarzini dayatma hakkina sahip degildir. Kemalistleri elestirisindeki temel dusuncesi budur. Islamcilar nasil kendi yasam tarzlarini baskalarina dayatma hakkina sahip degillerse, Kemalistler de kendi yasam tarzlarini baskalarina dayatma hakkina sahip degillerdir. Bir defasinda Ankara'da Liberal Dusunce Toplulugu'nda verdigi doktora dersine katilmistim. Derste uniformali bir havaci subay da vardi. Hoca, dersten sonra subayi bir kenara cekip bir daha oyle gelmemesi gerektigini soylemisti. Zira ogrenciler, resmi ideolojinin bir temsilcisi gibi duran ve konusanlari dinleyen uniformali bir askerin bulunmasindan rahatsiz olabilirlerdi. Diger yandan, hocaya karsi cikan kesimlerin neredeyse hepsinin Kemalizm'i sadece kendilerine avanta saglamak icin savunduklari bir gercek. Elestirilerine karsi duzgun bir sekilde yanit veren kimseyi gormedim.

Burada oldugum icin kendisini ziyaret edip konusma imkanim yok. Bugun aradim, ancak mesgul oldugu icin fazla konusamadim. Sesinden caninin bir hayli sikkin oldugu anlasiliyordu. Kendisine karsi yapilanlar, resmi ideolojinin temsilcilerinin elestiriye karsi hicbir sekilde tahammullerinin olmadigini bir kez daha gosterdi. Hal boyle iken, insanlar dusuncelerini ozgurce ifade edemez iken, bunlari yapanlar nasil olur da demokrasinin savunucusu olduklarini soylerler? Insanlari tam manasiyla aptal olarak goruyorlar.

Bekliyorum, acaba liberal olduklarini soyleyen kisilerden ve derneklerden hangileri hocaya sahip cikacak? Demokrat olduklarini soyleyenlerin hangileri destek verecek? Yoksa isi AKP gibi takiyyecilige mi vuracaklar?

Hocanin gorusleri icin bir fikir vermesi amaciyla: http://www.youtube.com/watch?v=M9uO8YAF_lg

Sunday, November 19, 2006


"YOU WILL GROW IN THE LORD"

Cumartesi gunu sokakta yururken bir kilisenin onunden gectim. Kilisenin onunde bekleyen adam bana bir seyler uzatti. Ben de tesekkur edip aldim - ne de olsa bedava! Baktigimda, bir kagida sarilmis, Incil'den alintilar iceren ufak bir not defteri oldugunu gordum. Deftere sarilmis kagitta yazanlara gore, Incil'den yapilan bu alintilari defalarca okuyup, Tanri'dan bu kelimeler vasitasiyla kendisini bize belli etmesini istememiz gerekiyormus. Isler yolunda giderse, Tanri bizi duyacak ve kotuluklerden koruyacakmis. Son paragraf guzeldi:

"As the Scripture soaks into your heart you will grow in the Lord. You will see how wisdom is better than gold. In your daily walk. learn to ask the Lord for wisdom in everything. When you ask, quietly listen to see what he puts into your heart. This is the way you learn wise things to do. Seeking the Lord out of Scripture and asking him for wisdom brings healing to the soul and strength to do the wise thing."

Bu aralar Ingilizler'in unlu populer bilim yazari, ateist etnolog Richard Dawkins'in son kitabi "The God Delusion"i okuyorum. Soyle yazmis kendisi:

"To suggest that the original prime mover was complicated enough to indulge in intelligent design, to say nothing of misdreading millions of humans simultaneously, is tantamount to dealing yourself a perfect hand at bridge. Look around at the world of life, at the Amazon rainforest with its rich interlacement of lianas, bromeliads, roots and flying buttresses; its army ants and its jaguars, its tapirs and peccaries, treefrogs and parrots. What you are looking at is the statistical equivalent of a perfect hand of cards (think of all the other ways you could permute the parts, none of which would work) - except that we know how it came about: by the gradualistic crane of natural selection. It is not scientists who revolt at mute acceptance of such improbability arising spontaneously; commonsense bulks too. To suggest that the first cause, the great unknown which is responsible for something existing rather than nothing, is being capable of designing the universe and of talking to a million people simultaneously, is a total abdication of the responsibility to find an explanation. It is a dreadful exhibition of self-indulgent, thought-denying skyhookery."

"If (which I don't believe for a moment) our universe was designed, and a fortiori if the designer reads our thoughts and hands out omniscient advice, forgiveness and redemption, the designer himself must be the end product of some kind of cumulative escalator or crane, perhabs a version of Darwinism in other universe."

Bu hususta Dawkins'e tamamiyla katildigimi soylemem lazim.

Friday, November 17, 2006




OXFORD'DAN DORT KARE

Thursday, November 16, 2006


OZGURLUK ISTERUK (!)

Evvelki gun "International Herald Tribune" gazetesini okuyordum. Chavez ile ilgili bir haber dikkatimi cekti. Biliyorsunuz, Birlesmis Milletler toplantisinda Chavez, Bush icin "seytan" demisti. Ardindan, New York'daki bir kilisede yine Bush icin "alkolik ve hasta bir adam" demisti. Haberde, Chavez'in bu konusmalarinin Amerika'ya petrol satan Venezuella petrol sirketi "Citgo Petroleum"un satislari uzerindeki tesirlerinden bahsediliyordu. Haberden ilginc oldugunu dusundugum birkac alinti yapalim:

"Analysts say they do not expect anti-Chavez sentiment to have a lasting impact on Citgo's bottom line, since gasoline consumers typically put price above principle and face a difficult task choosing a gas brand that does not have political or ethical baggage."

Ilginc, degil mi? Kimse ilkeler ile ilgilenmiyor, onemli olan fiyat. Bir tane daha:

"In the long run, analysts say Citgo is unlikely to suffer significant economic harm, given the failure of past oil company boycotts like the anti-Exxon campaign after the tanker Exxon Valdez spilled oil along Alaska's coast in 1989.

" 'Unless the refineries participate in a Citgo boycott, it would be hard to hit them,' said Noel Maurer, a Harvard Business School assistant professor."

Oil Price Information Service yoneticisi Tom Kloza soyle demis:

"Most people are going to make decision on where they pull in to fill up their tanks based on price and convenience. There aren't going to be a lot of folks who say ' I'm not going to buy there because Hugo Chavez is going to benefit if I buy from Citgo.' "

Bu durumdan hosnut olmayanlara bir neden olarak belki asagidaki alinti gosterilebilir. Isin matrak tarafi, alinti, Hayek'in bilgi ile ilgili vasat teorisini bir parca dogrular gibi gozukuyor - ama onun boyle bir durum karsisinda hic de memnun olmayacagi bir sekilde!

"And price usually wins out over principles in the petroleum market, where oil companies have an incentive to sell as much gasoline as possible through their own branded stations, rather than through oil retailers' outlets. Companies' ties with goverments of varying stripes around the world make it difficult for consumers to buy any brand of gasoline free of anxiety about whether they are doing the right thing. Further complicating the issue is many-layered global oil refining and distribution system that makes it difficult to track the product's path from below the ground to the pump."

En guzelini de Citgo petrol istasyonu sahibi Joan Bryant-Deschenes soylemis:

"Are we worse buying gas from a socialist dictator who's actually been elected twice, or are we better off sending our money to the Middle East?"

Benim bildigim, piyasa ekonomisinde boyle ozgurluk ve liberalizm karsiti diktator adamlara yasam hakki taninmaz. Normalde, Chavez Bush'a laf ederken, Amerikalilar'in Venezuella petrol sirketinden petrol almayip, piyasa dinamikleri uyarinca bu sirketi piyasa disi birakmalari ve bu sayede "sosyalist diktator" Chavez'i cezalandirmalari gerekirdi. Ama adamlar hala petrol almaya devam ediyorlar. Acaba Amerika'da serbest piyasa ekonomisi ya da liberalizm yok mu? Yoksa piyasa ekonomisi bizim bildigimiz sekilde islemiyor mu? Nerede ozgurluk ve haklar?

Tuesday, November 14, 2006


THE STAND

Gecen hafta King'den imzayi kapinca "Hadi, bir King uyarlamasi seyredeyim." dedim. Boylece cuma gunu ev sahibim ile birlikte bizim o taraflarda DVD kiralayan bir yere gittik. Aklimda "It" filmi vardi, ama sordugumda gorevli kadin ellerinde olmadigini soyledi. Onun yerine uc tane King filmi onerdi. Ben de aralarindan 1994 yilinda Amerika'da televizyon dizisi olarak yayinlanan "The Stand"i sectim. Toplam 7 saat suren iki cd. Iki DVD kiralayana bir tane de bedava verdiklerinden uc tane film aldik. O gece saat 3.30'a kadar oturup ilk iki filmi ve The Stand'in ilk cd'sini seyrettim; kalanini da ertesi gunu sabah seyredip bitirdim.

The Stand'de Gary Sinise, Rob Lowe, Ed Harris, Sam Raimi, Kathy Bates gibi bazi tanidik oyuncular var. Gary Sinise ve Rob Lowe disinda digerleri kucuk rollerde yer aliyorlar. King dahi ufak bir rolde oynuyor. Ilginctir, Kathy Bates diger bir King uyarlamasi olan "Misery" ile 1990'da Oscar almis. Benim favori karakterim, seytan'in ta kendisi olan Randall Flagg.

Dizinin ilk bolumunde baslarda calan sarki hosuma gitti. Arastirinca, sarkinin "Blue Oyster Cult" adli grubun ilk albumu olan "Agents of Fortune"dan "(Don't Fear) The Reaper" oldugunu ogrendim. Filmden bazi sahneler ayni sarki esliginde surada izlenebilir: http://www.youtube.com/watch?v=rVXtXbfuBek

Thursday, November 09, 2006




STEPHEN KING IMZA GUNU

Bir kitap duskunu olarak hemen hemen her hafta Oxford Street ve civarindaki kitapcilari ziyaret ederim. Oxford Street bizim Bagdat Caddesi'nin Ingiliz versiyonu sayilabilir. Her defasinda kitap almasam bile, en azindan son cikan kitaplari gorme imkanim oluyor. Zira buradaki kitapcilar Turkiye'deki gibi degil. Iceride gezerken istediginizi kitabi alip bir kosede okuyabiliyorsunuz. Kimse size neden kitabi o halde okudugunuzu ya da okumak icin satin almadiginizi sormuyor. Bu da, kitaplari her defasinda satin alma imkani olmayan ve okuma isini genelde belese getirmeye calisan benim gibi firsat duskunu kisiler icin iyi bir imkan yaratiyor. Her kitapcida ziyaretcilerin kitaplari okumalari icin konulmus olan koltuklar var. Istediginiz kitabi alip bu koltuklarin birine oturuyorsunuz ve rahatsiz edilmeden okuyabiliyorsunuz. Hatta oturacak yer yoksa yere oturabiliyorsunuz. Sahsen bu sayede birkac cilt Orumcek Adam bitirmeyi basardim.

Gecen hafta rutin ziyaretimi gerceklestirirken, Oxford Circus metro istasyonunun yakinindaki Borders kitabevinin girisine Stephen King'in son kitabi "Lisey's Story"i koyduklarini gordum. Iceri girip kitaba soyle bir goz attiktan sonra cizgi romanlarin oldugu ikinci kata ciktim. Yuruyen merdivenlerin karsisindaki danisma yerine soyle bir kagit asilmisti: "Stephen King son kitabi Lisey's Story'i imzalayacak. 7 Kasim. Saat 1-2." O esnada icimden "A-ha! Buna kesinlikle gitmem lazim." dedim. King'in kitaplarini seven biri olarak kacirilmayacak bir firsatti bu. Bir daha ne zaman kitap imzalatma imkani bulacaksiniz? Hem King Turkiye'ye gelir mi? Gelse nasil imzalatacaksiniz? O yuzden "olmazsa olmaz" bir durumdu bu.

Borders'da King'in kitabi yari fiyatina satiliyordu. "Daha sonra alirim." deyip ciktim. Maalesef, cuma gunu gittigimde indirimli kitaplarin bittigini gordum. Yanimdaki arkadasa "Ne yapacagiz?" derken, Piccadily Circus'taki bes katli buyuk Waterstone's adli kitapciya geldik - kocaman bir devlet dairesinin kitapci yapildigini dusunun. Iceride King'in kitabi yari fiyatina satiliyordu. Kitaplar konusunda takintim oldugu icin, kitabi almadan once her tarafini evirip cevirip bakiyorum. En ufak bir cizgi, kirisiklik ya da burusma olursa almiyorum. Raftaki kitaplari tek tek inceleyip, alt kattaki raflara da baktiktan sonra, aralarindan en uygun gordugumu satin aldim. Daha sonra cikip bir bara gittik. Elimde kitap oldugu icin, nereye gidersem dikkat ediyordum. Millet ile konusurken bile arada kitabi yokluyordum. Geceleyin baska bir arkadas ile bulusup bar-gece klubu tarzi bir yere gittim. Cuma gunu oldugu icin herkes disariya dokulmus, icip dansedip duruyordu. Arkadas ile barda konusurken, yanimizda danseden gruptaki kizlardan bir tanesi, ickiyi agzina fazla doldurdugu icin icemeyip fiskirtti. Birkac damla da posetin icine girip kitaba geldi ve leke birakti. Tabii, bir hayli sinirlendim. Biraz da ickili oldugum icin kafam hafiften dumanliydi; kiza gidip bir-iki laf edecektim ki, kendisi gelip ozur diledi. Ben de biraktim - hem yaninda arkadaslari oldugu icin dayak yeme ihtimalim daha yuksekti.

Imza gununun oldugu sali gunu uykumdan feda edip erkenden kalktim ve yola koyuldum. Metro istasyonundan indikten sonra dogruca kitapciya gittim. Bizim Turkiye'deki gibi dusundugum icin, kitapcinin onunde erkenden kuyruk olacagini umuyordum. Ancak bekleyen kimse yoktu. Ben de vakit gecirmek icin diger kitapcilari gezmeye karar verdim. Fakat kitaplara daldigim icin zamani unuttum. Saate baktigimda 12.10 oldugunu gordum ve aceleyle Borders'a gittim. Zira her halukarda bir kuyruk olacakti. Ancak binanin onunde kuyruk yoktu. "Ne is bu?" deyip ikinci kata ciktim. Orada da bekleyen fazla kisi yoktu. Ama en ust kat olan dorduncu kata ciktigimda, kitap raflarinin arasindan dolasan upuzun bir kuyruk oldugunu gordum. Bir kat asagiya inip yuruyen merdivenin basindaki gorevliye kuyrugun nereden basladigini sordum. Bana ust kata gitmemi soyledi ve biletimin olup olmadigini sordu. "Ne bileti?" diye sorunca, kitabi satin alanlara imza kuyrugu icin bilet verildigini soyledi. Tabii bunu duyunca icimden kufur ettim, cunku bilet alabilmek icin kitabi yeni bastan satin almam gerekiyordu. Biletleri de imza gununun oldugu gun veriyorlardi. Ama imza icin elimdeki tek firsat buydu. Soylene soylene kasalarin oldugu en asagi kata inip kitabi satin aldim - en azindan 3 pound indirim yapiyorlardi. Kasalarin basinda duran bir gorevli, kitabi alanlara bilet veriyordu. Benim de aldigimi gorunce "Imza icin bilet istiyor musunuz?" diye sordu. Ben de "Elbette!" dedim. Bileti verdikten sonra soyle ekledi: "Maalesef, bileti almaniz kitabi imzalatacaginizi garanti etmiyor." Ben de "Pekala!" deyip yeniden bir kufur ettim.

Yukari cikarken bilet numarasina baktim: 373. Yani onumuzde 372 kisi var! Tekrar kendi kendime soylenmeye basladim. Stephen King 1 saatte bu kadar kisinin kitabini imzalamayi basarabilecek mi? Ikinci kata cikip artik iyice uzamaya baslamis olan kuyruga girdim. Daha ucuncu ve dorduncu katlar var! Kafamdan hesap yapiyorum: "Dakikada 2 kitap imzalasa 1 saatte 120 kitap eder. 3 kitap olsa 180. 6 olsa 360. Ulan bize sira gelmeyecek!" Neyse ki, vakit gecirme sorunu yasamadim. Sirada beklerken yanimdaki raflardan tek tuk kitap alip karistirdim; siir bolumune gelmisim. Charles Bukowski: "Love Is A Dog From Hell"; canim sikildi. Bir tane daha cektim. Shakespeare: "Macbeth"; guncellestirilmis metin ve eski metin birlikte. Bir de Edgar Allan Poe'nun daha once toplu halde yayinlanmamis siirleri. Acaba bunlar Turkiye'de basildi mi?

Arkamdaki sira yavas yavas uzamaya basliyordu, ama benden sonra daha fazla kisi alacaklarini tahmin etmiyordum. Gelenler ellerindeki biletlere bakip "Imza kuyrugu burasi mi?" diye soruyorlardi. Saat 1 olmasina ragmen bir hareketlenme goremedim. 15 dakika kadar sonra bir anons yapildi ve King'in sadece son kitabini imzalayacagi, birden fazla kitap veya baska kitabini imzalamayacagi, kitap imzalatirken yazarla konusulmamasi gerektigi ve isimizi hizli bitirmemiz gerektigi soylendi. Anonstan birkac dakika sonra bir gorevli geldi ve hemen hemen ayni seyleri tekrar etti. "Eh, en azindan bu bize vakit kazandirir" dedim icimden ve kitaplara daldim. Birkac dakika sonra ayni gorevli yine geldi ve ilk cumlesi su oldu: "I'll be completely honest with you." Bunu duyar duymaz "A-ha!" dedim, muhakkak bir sorun vardi. "Su anda yukarida bekleyen bayagi kisi var. Imza alamayabilirsiniz. Eger kitabi geri verirseniz paraniz iade edilecektir." Durum iyi gozukmemesine ragmen beklemeye karar verdim. Giden birkac kisi oldu - ama benim arkamdakilerden! Bu esnada, kitapcinin icindeki Starbucks'dan iki Japon gelip bekleyenlere kahve ve corek satmaya calistilar. Japon kiz gulumseyerek "Kahve!" diyordu. Fazla alan olmadi. Japonlari stadyum onunde bekleyenlere kokorec satmaya calisan tiplere benzettim. Burada kitapcilarin icinde Starbucks ya da ona benzer kahve dukkanlari bulunuyor. Oldukca hos bence. Hem burada bu tarz dukkanlara herkes gidebiliyor; bizdeki gibi sosyetik tiplere mahsus degil.

Bir sure sonra ayni gorevli yine geldi ve sirada bekleyen herkesin imza alabilmesi icin ellerinden geleni yaptiklarini, fakat King'i ancak saat 2'ye kadar tutma imkanlarinin oldugunu soyledi ve ekledi: "Ben de bugun imza alamayacagim, o yuzden sizinle birlikteyim." Artik dediginin ne kadari dogruydu, bilemiyorum. Imzayi alip asagiya inenler, birbirlerine kitaplarini gosteriyolardi. Bekleyenler yaklasik onar kisilik gruplar halinde yukari aliniyordu. Ucuncu kata ciktik ve cocuk kitaplarinin oldugu bolumde raflarin arasinda yeniden kuyruga girdik. Merdivenlere dogru gelmisken bizim gorevli geldi ve "King'i bir sure daha burada tutumayi basardik, buyuk ihtimalle herkes kitaplarini imzalatacak." dedi. Bunu duyan birkac kisi sevicten ellerini cirptilar. Ben de "Oh be! Paraciklari kurtardik." dedim.

Dorduncu kata ciktigimizda fazla bekleyen kisinin olmadigini gordum. "Bu is tamamdir. Buyuk adam nerede?" diye etrafa bakinirken, millet fotograf makinelerini cikartip resim cekmeye basladi. Ben de hemen makineye sarildim. Ancak herkes resim cektiginden ve sira virt zirt ilerlediginden istedigim pozu yakalama imkanim olmadi. Tam makineyi ayarlamisken, siradan birisi kafasini cikartip resim cekiyordu. Yine de, iyi sayilabilecek bir-iki poz yakaladim. Bir ara patlayan flaslardan rahatsiz olan King gulumseyerek saka yollu "Artik cekmeseniz, yetmedi mi?" dedi ve o esnada resmini ceken bir kisiye muziplik yaparak dil cikardi. Ne yazik ki, bu pozu yakalayamadim - biraz daha yakin olsaydim bir. Siradaki bir kadin, elinde fotograf makinesi, heyecanla "Muhakkak resimlerindeki haline benzemiyor, buyuk ihtimalle cok daha farkli." dedi. Bence King tam da kitaplarinda basilan resimlerine benziyordu; tabii daha yaslanmis haldeydi. Amerikalilardan beklenecegi uzere, kendisi oldukca rahat giyinmisti. Gorevlilerden biri, kitabin imzalanmasini istedigimiz sayfasini acmamizi soyledi. Ben de kitabin isminin yazdigi sayfayi actim ve tam benim onumdeki kisiyi imzalarken bir poz daha cektim - gayet iyi bir poz oldu. Benim kitabi imzaladiktan sonra uzatti ve "Thank You." dedi - iste bu kadar!

Asagiya inip imzaya tekrar bir goz attim ve kitabi posete koyup sirt cantama attim. Tam metro girisine gelmistim ki, "Hadi, donup kitapcinin caddeden birkac resmini cekeyim." dedim. Internetteki sitesinden ogrendigime gore, King o aksam baska bir yerde diger bir "biletli" etkinlige katilacakmis - biletler 15 pound imis. Yok artik, Lebran James!

Saturday, November 04, 2006

ALLAH BIR YASTIKTA KOCASIN

Gecen ayki cuma gunlerinden biri, calistigim restoran acisindan olagandisi bir gun oldu. Normalde hafta ici saat 6 gibi calismaya baslamama ragmen, cuma gunu gelecek ozel bir topluluk icin oglen saat 12'de ise basladim. Zira escinsel bir cift, nikahtan sonra aileleri ve arkadaslari ile birlikte restorana ogle yemegine geleceklerdi.

Restorana gittigimde, onceden hazirlanmis olan 40 kisilik uc masa ile karsilastim. Masalarin sonunda, uzerlerinde mustakbel gelin ile damadin (!) ismi yazan buyuklu-kucuklu gri renkte balonlarin yer aldigi bir demet vardi. Balonlarin uzerinde, gri fon uzerine beyaz renkte kalplerin yaninda, ciftin isimleri olan "Stratos" ve "Martin" yaziyordu. Sonradan ogrendigime gore bizim Stratos Yunanli imis.

Davetliler nikahtan sonra geleceklerdi. Ancak ondan once, oldukca sik giyinmis iki kadin gelip hazirlanan masalari kontrol ettiler. Kadinlardan biri Martin'in annesi imis. Kadincagiz oldukca sevincli ve heyecanli idi; etrafina gulucukler sacip oradan oraya kosturuyordu. Ne de olsa, insanin evladi hergun evlenmiyor.

Sonra mustakbel yeni evli cift geldi. Boylari yaklasik 1.85 cm olan, oldukca yakisikli ve yapili, 26-27 yaslarinda, uzerlerinde sadece beyaz bir gomlek ve siyah kumas pantolon olan iki genc. Stratos - esmer tenli Yunanli - gomleginin gobek uzerinde kalan butun dugmelerini cozmus ve boynuna uzunca tesbihe benzer bir kolye asmisti. Martin - kel Ingiliz - sanki isten yeni gelmis gibi, resmi bir haldeydi ve kravat takiyordu.

Bizim arkadaslar arasinda kimin "damat" kimin "gelin" olduguna dair tartismalar surup giderken, topluluk oturup yemegini yemeye koyuldu. Yemekten sonra, millet, elinde icki kadehleri, ortalikta dolasip birbirini tebrik etmeye basladi. Bu esnada yeni evli cift surekli birbirini oksuyor, sariliyor, arada atesli atesli opusuyordu. Hatta, halinden gerdege kadar zor dayanacagi belli olan Martin, birkac defa Stratos'a pandik atti. Benim kanaatime gore, Stratos buyuk ihtimalle "gelin" idi; zira Martin'e gore daha "yumusak" davraniyor, surekli esine sarilip onun kelini oksuyordu.

Daha sonra saraplar acildi. Davetliler ellerinde kadehler ile masalar arasinda dolasirken, Stratos'un kiz kardesi bir kagit cikarip konusma yapti. Kardesi ile Ingiltere'ye universite ogrencisi olarak geldikleri gunlerden, birlikte ayni yatakta uyuduklarindan bahsetti. Kardesinin evliligi yuzunden oldukca heyecanli olan kiz, konusma esnasinda bir hayli duygulandi, sesi titredi ve gozleri doldu. Arada cift davetliler ile resim cektirdi. Hatta davetliler arasinda yer alan 8-10 yaslarindaki bir oglani aralarina alip birkac poz da onunla cektirdiler.

Butun bu sarilip, opusup koklasma olaylari esnasinda, ben de arkadaslar arasinda dolasip "bugun burada mutlu bir yuvanin temelleri atildi, artik darisi bizim basimiza" deyip durdum. Tabii, onlar da "git isine, sapik herif!" dediler. Maalesef, insanlar arasinda hala medeni duyarlilik gostermekten aciz kimseler olmasi uzuntu verici. Fakat, geleneksel degerlerin asindigi ve aile kurumunun yok olmaya yuz tuttugu boylesi bir cagda, hala evlilik gibi kutsal bir kuruma inanan bu guzel insanlari gormek bende hafif bir mutluluk dalgasi yaratti. "Hey gidi gozunu sevdigiminin Avrupa medeniyeti! Iste cagdas uygarlik seviyesi!" dedim icimden. Adamlar bizden kim bilir kac yuzyil ilerideler.

Ne yazik ki, onca is yogunlugu arasinda, restorandan ayrilan cifte gidip "Allah bir yastikta kocasin" diyemedim. Isten cikarken davetlilerin biraktiklari su gri renkli evlilik balonlarindan bir tanesini hatira olarak almayi planliyordum. Ama balonlar oldukca buyuk olduklari icin, metroda tasirken bana sorun cikartacaklarini dusundugumden, uzule uzule geride birakmak zorunda kaldim.

Ayni gun yolda giderken ufak bir "top" buldum. Mubarek ramazan ayinda ve mubarek cuma gununde ilahi bir isaret olabilecegini varsayarak elime aldim ve "Allah hayira cikarsin" diyerek cebime attim.

Sunday, October 29, 2006

LONDRA KONSOLOSLUGUNDAKI ZIRVALIKLAR

Evvelki ay Londra'daki Turk konsolosluguna pasaportumun gecerlilik suresini uzatmak icin gittim. Her Turk kamu kurulusunda rahatlikla gorulebilecegi uzere, kapinin onunde kuyruk vardi. Disarida yaklasik yarim saat bekledikten sonra, kapidaki hoparlorden iceriye uc kisinin girebilecegi anons edildi. Iceriye girdigimde kucucuk bir salon ile karsilastim - aslinda salon bile denemez ya! Bu kucucuk yere bile 6-7 tane gise sigdirmayi basarmislar.

Once danismaya gidip sira numarasi aldim, ardindan ilgili gisenin onunde beklemeye basladim. Yine yaklasik yarim saat bekledikten sonra sira geldi. Gisedeki memur pasaportumu alip soyle bir baktiktan sonra bana askerligimi yapip yapmadigimi sordu. Yaptigimi soyleyince adam demez mi "terhis belgesinin asli lazim." Belgenin asli olmadan pasaportumu uzatmiyorlarmis. Yahu kardesim, uzatmanin benim askerligim ile ne ilgisi var? Pasaportumu uzatinca illa askerlikten kacmis mi olacagim?

Tabii suc bende. Londra'da benden askerlik belgesini istese istese Turk konsoloslugu ister. Bunun uzerine belgelerimi Turkiye'den getirttim. Ikinci hafta, bu defa olacak umudu ile konsolosluga gittim. Kapida yine upuzun bir kuyruk vardi. Yaklasik 45 dakika bekledikten sonra iceriye girip yine danismaya gittim. Danismadaki adam beni bu defa baska bir giseye gonderdi. Oradaki kadin pasaportumu alip baktiginda, bana soyle demez mi: "Sizin vizeniz ogrenci vizesi, bize egitim musavirliginden ogrenci oldugunuza dair belge getirmeniz lazim." Kan beynime cikmis bir ... Egitim musavirligine gidip gerekli belgeyi aldik, ama ogrenci vizesi almis oldugum icin pasaportumu ancak 1 senelik uzatmama izin veriyorlarmis. Yani seneye gene gidip pasaportumuzu uzatmamiz gerekecek. Isin sinir bozucu olan tarafi, benimle ayni durumda olup daha once konsolosluga giden arkadaslarimin basina boyle bir sey gelmemis olmasi. Artik sansiniza o gun karsiniza hangi memur gelirse, onun kafasina gore isiniz oluyor.

Ertesi gunu konsolosluga gittigimde kapinin onunde kuyruk yoktu. "Bugun bunlar calismiyor mu yoksa?" diye icime bir korku dustu. Bana dogru gelmekte olan ve gorunuslerinden Turk olduklari anlasilan kisilerden konsoloslugun acik oldugunu ogrendim. Kuyruk olmadigindan iceriye girip isimi bitirdim. Fakat pasaportumu almak icin saat 1 ile 1:30 arasi gelmemi soylediler. O saatte gelip kapida bekledik ve pasaportu ancak oyle alabildik.

Ha, bu arada Londra'daki konsoloslugumuz muthis bir kamu hizmeti gerceklestirmis. Kapinin yanina astiklari yazidan ogrendim; artik noterlik islemleri icin online basvuru yapilabiliyormus. Kapiya isim yazip birakmaya gerek kalmamis. Ulan burada bile noter tasdiki istiyorlar! Tabii harci da var. Bunun yaninda, ustun nitelikli konsoloslugumuz ancak saat 9 ile 13 arasi calisiyor. Geri kalan saatlerde ne yaptiklari ise mechul. Isinizi saat 1'e kadar yaptirdiniz yaptirdiniz, yoksa ertesi gunu geleceksiniz.

Peki cozum ne? Daha once baska bir yerde daha yazmistim, devlet derhal buyuk capta kuculecek. Sadece yurt icinde degil, yurt disindaki temsilciliklerde de bu gerceklesecek. Gereksiz yere yer isgal edip sorun cikartan bir suru gizli issiz hemen isten atilacak. Butun bunlar yapilirken kimseye kulak asilmayacak.

Isin benim acimdan matrak olan tarafi, ikinci hafta binanin onunde sirada beklerken neredeyse iki senedir gormedigim bir kisiyi gordum. Cok once, Turkiye'de iken soz konusu sahisa fena bir kazik atmistim; kendisi benden uzun suredir bunun acisini cikartmak istiyordu. Londra'da oldugunu biliyordum, ama karsilasacagimi tahmin etmiyordum. Ilginctir, sirada bana oldukca yakin durmasina ragmen, hatta ben binadan cikarken az kalsin carpisacak olmamiza ragmen beni gormedi. Tabii, ben de askerlikte ogrendigim uzere "hedef kuculttum". Orada bulundugum sure boyunca varligimi ruhu bile duymadi. Sonradan ogrendigime gore, kendisi o gunu beni konsoloslukta goremeyip elinden kacirdigi icin bayagi sinirlenmis. Aksi durumda, bu kamu kurulusu basima olmadik is acacakti.

Thursday, October 26, 2006



Bu aralar Phil Collins'in bu sarkisini dinleyip duruyorum. Sarki Collins'in 1981 tarihli ilk solo albumu olan Face Value'ya ait. Sarki ile iliskili bir sehir efsanesi bile var. Buna gore, Collins bogulmakta olan bir adam gormus; ancak kendisi cok uzakta oldugu icin yardim edememis. Diger yandan, adamin yaninda duran kisi ise ona yardim etmemis. Sarki ayni zamanda 80'li yillarin unlu dizisi Miami Vice'in bir bolumunde calinmis [Sarkinin yayinlandigi bolum (Brother's Keeper) buradan izlenebilir: http://www.youtube.com/watch?v=-Tnyp9tRXRo&mode=related&search ]. Boylece sarkinin unu bir kat daha artmis. Yillar sonra BBC ile yaptigi bir roportajda Collins sunlari soyluyor:

"I don't know what this song is about. When I was writing this I was going through a divorce. And the only thing I can say about it is that it's obviously in anger. It's the angry side, or the bitter side of a separation. So what makes it even more comical is when I hear these stories which started many years ago, particularly in America, of someone come up to me and say, 'Did you really see someone drowning?' I said, 'No, wrong'. And then every time I go back to America the story gets Chinese whispers, it gets more and more elaborate. It's so frustrating, 'cos this is one song out of all the songs probably that I've ever written that I really don't know what it's about, you know."

Sozleri de verelim [Sarkinin klibi buradan izlenebilir:
http://www.youtube.com/watch?v=o1cLbueq9uw]:

I can feel it coming in the air tonight, Oh Lord

And I've been waiting for this moment, all my life, Oh Lord
Can you feel it coming in the air tonight, Oh Lord, Oh Lord

Well, if you told me you were drowning
I would not lend a hand
I've seen your face before my friend
But I don't know if you know who I am
Well, I was there and I saw what you did
I saw it with my own two eyes
So you can wipe off the grin, I know where you've been
It's all been a pack of lies

And I can feel it coming in the air tonight, Oh Lord
I've been waiting for this moment for all my life, Oh Lord
I can feel it in the air tonight, Oh Lord, Oh Lord
And I've been waiting for this moment all my life, Oh Lord, Oh Lord

Well I remember, I remember don't worry
How could I ever forget, it's the first time, the last time we ever met
But I know the reason why you keep your silence up, no you don't fool me
The hurt doesn't show; but the pain still grows
It's no stranger to you or me

And I can feel it coming in the air tonight, Oh Lord ...

Wednesday, October 25, 2006


Ilk is olarak bizim evdeki kedilerin resimlerini koymayi uygun gordum. Soldaki Mimi; disi olan. Sagdaki ise Frank; erkek olan. Birkac ay once tuvalette bu hallerini gorunce, hemen kosup makineyi aldim ve fotograflarini cektim.

Mimi cok merakli. Ne zaman odamin kapisini acsam, iceriye girip etrafi koklamaya basliyor. Pek oyle yaramaz degil; kendi halinde sakin bir kedi. Odayi soyle bir tetkik edince, kapinin yanindaki koltugun altina girip uyuyor.

Frank ise daha hareketli. Yemek verirken bile once o kosturuyor. Oksanmayi pek bir seviyor. Biraz ilgilenin, hemen uzanip masaj yapmanizi bekliyor.