Saturday, June 30, 2007


ATATÜRK KİMDİR?

Madem askerlerden başladık, askerlerden devam ediyoruz. Yanımda getirdiğim şeylerin arasında bir cep kitabı da vardı. Askere ilk geldiğimiz gün hepimize para ile aldırdıkları bir kitaptı bu: “Askerin Bilgi Defteri”. Emekli bir binbaşı tarafından yazılmıştı ve bütün askerler için ortak konuları anlatıyordu. Özellikle Atatürk ile ilgili kısmı tam bir deli saçmasıydı. Okudukça şaşakalıyordum. İşte “Atatürk Kimdir” başlığı altında yazılanlar (imlayı değiştirmeden yazdım):

1. ATATÜRK Türkiye Cumhuriyetini kurup, bugünkü hür ve demokratik ortamda yaşamamızı sağlayan EN BÜYÜK İNSANDIR

2. ATATÜRK Bütün düşmanlarını muharebe meydanlarında yenerek zaferler kazanmış EN BÜYÜK KOMUTANDIR

3. ATATÜRK Ordusu tamamen dağılmış, silahları elinden alınmış, memleketimizin Silahlı kuvvetlerini yeniden kurarak düşman karşısına, eğitimli, disiplinli yep yeni bir ordu çıkararak dünyanın en kuvvetli ordusu haline getiren EN BÜYÜK TEŞKİLATÇIDIR

4. ATATÜRK, “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE” demek suretiyle Türk’ün üstünlüğünü bütün dünyaya ilan eden EN BÜYÜK MİLLİYETÇİDİR

5. ATATÜRK, Kuvvetli olmak, mutlu bir TÜRKİYE kurmak için memleketimizde milli birlik ve beraberlik içinde yaşamak lazım geldiğini, bir düstur olarak belirleyen EN BÜYÜK DAHİDİR

6. ATATÜRK, “YURTTA SULH CİHANDA SULH” demek suretiyle, dünyanın ülkelerine barışçıl bir ülke olduğumuzu belirten, EN BÜYÜK SİYASET ADAMIDIR

7. ATATÜRK, Memleketimizde, din, dil, tarım, imar, kültür ve eğitim alanlarında büyük gelişmeleri yapan, EN BÜYÜK İNKILAPÇIDIR

8. ATATÜRK, TÜRKİYE’nin çağdaş ülkeler seviyesine ulaşabilmesi için büyük atılımların öncüsü olmuş, bütün Türklerin sevgisini kazanmış, EN BÜYÜK LİDERDİR

9. ATATÜRK, Din ve devlet işlerini birbirinden ayırarak laik bir devlet kuran ve bu devleti ileri devletler seviyesine çıkaran EN BÜYÜK DEVLET ADAMIDIR

10. Kuvvetli, mesut ve istikrar içinde yaşayan bir TÜRKİYE kurmak için milli bir dış siyaset takip etmek gerektiğini, karşılıklı dostluklara lüzum olduğunu belirten, EN BÜYÜK POLİTİKACIDIR.

Bunların hepsini alt alta yazıp topladığınızda “Atatürk Süpermen’dir” gibi bir sonuç çıkıyor ortaya. Eh, bunların hepsi olduğuna göre, Atatürk’ün insan olduğunu iddia etme imkânı pek kalmıyor. Bunları madde madde bize zorla ezberletmişlerdi. Ezberlemeye çalışırken fenalık geçirmiştim; böyle aptalca şeyleri insan nasıl akılda tutabilir? Zaten ezberleyemedim de.

Çavuş olduktan sonra, uzun dönem askerlerin yemin törenine katılmıştım – yanlış hatırlamıyorsam 81/1 tertiplerdi. Törenden sonra, bölük komutanı olan beceriksiz üsteğmen bölükte acemiler dışında kalan askerleri bir kenara çekerek kısa bir konuşma yaptı. Bölükte üç şeye izin vermeyeceğini söyledi: Hırsızlık, kavga ve belirli ideolojilerin savunulması. Sonuncusundan kastettiği İslâmcılıktı. Sonra ekledi: “Ordumuz laiktir, yani dinsizdir; dini yoktur.” Bunu duyunca içimden “Oha!” demiştim. Düşünün bir kere, bunu söyleyen uzman onbaşı/çavuş, sıradan bir asker ya da asteğmen değil, ordunun kendi yetiştirdiği, harp okulundan mezun olmuş bir üsteğmendi. Ordu kendi yetiştirdiği askerlerine laikliği böyle mi anlatıyordu?

Etrafta dolaşırken, üzerlerinde – güya – Atatürk’e ait olan sözlerin yer aldığı tabelalar görüyordum. Öyle aptalca şeyler yazıyordu ki bu tabelalarda, bunları Atatürk’ün söylemesine imkân yoktu. Kelimesi kelimesine hatırlamıyorum, ama bir tanesi yaklaşık olarak şöyleydi: “Benim emirlerime uyunuz, zira ben uyulmayacak emir vermem.” Pes yahu! Kafalarından uydurup uydurup yazmışlar, altına da Atatürk’ün ismini koymuşlar.

Güya Atatürkçülüğü ve inkılapları koruyacağız diyorlar, ama bu yaptıkları sadece onları yozlaştırmak. Kızıyoruz efendim!

Thursday, June 28, 2007


EMNİYET KAZA ÖNLEME ÖZEL TALİMATI (TEK ER İÇİN)

Dolapları karıştırırken askerlikten hatıra olarak getirdiğim birkaç parça eşya buldum. Bazıları terhis olurken her şeyi geride bırakırken, ben bir kısmını yanıma almayı tercih etmiştim. Bunların arasında “yapılmaması gerekenler listesi” olarak adlandırılabilecek bir talimatname de var. Resmi ismi “Emniyet ve Kaza Önleme Özel Talimatı (Tek Er İçin)”. Bu listeyi askerliğin başında, yani acemiyken alıyor ve imzalıyorsunuz. Şunu bunu yapmayacağım şeklinde bir taahhütname bu aslında. İçinde yok yok, toplam 63 madde. Ancak eminim ki, bu listeye sürekli olarak yeni maddeler ekleniyordur. Zira askerliğimin sonuna doğru aynı listeyi yeniden verip imzalatmışlardı, ama bu defa 4-5 yeni madde eklenmişti.

Bu listeyi imzaladıktan sonra, artık başınıza askerde ne gelirse sizin suçunuz oluyor. Eh, ne de olsa liste öyle bir düzenlenmiş ki, esas işi askerlik olanların ihmalkârlığı nedeniyle meydana gelebilecek her olay liste dahilinde yer alıyor. Dolayısıyla askerlerin hiçbir sorumluluğu kalmıyor. Eğer askerde bir şekilde “ölürseniz”, sizi “eğitim zayiatı” olarak tasnif ediyorlar. İlginç gelebileceğini düşündüğüm bazı maddeleri aşağıda yazdım, soldaki numaralar maddelerin liste numarası. Kimi yerlerdeki ifade hatalarını da olduğu gibi bıraktım.

2. Dolu tüfekle koğuşa çıkmayacağım.

15. Morali bozuk ve stresli arkadaşlarımı en yakın amirime bildireceğim.

17. Prizlere tel, çivi, kasatura ucu, harbi ve vb. cisimler sokmayacağım.

18. Islak elle priz ve elektrik düğmelerine dokunmayacağım.

19. Kesinlikle tüp gaz düğmeleri ve tüp dedantörü ve bağlı hortumları ile oynamayacağım.

24. Koğuşta sigara içmeyeceğim.

25. Araçlarda sigara içmeyeceğim.

26. Garajda sigara içmeyeceğim.

27. Araçlar benzin ikmali yaparken ikmal yerinde sigara içmeyeceğim.

28. Benzinliğe sigara ile yanaşmayacağım.

29. Yanık sigarayı görev odasına ve pencereden dışarıya atmayacağım.

32. Terli terli su içmeyeceğim.

33. Reçetesiz ilaç kullanmayacağım.

35. Yüzme bilsem dahi, deniz, gölet veya her türlü akarsuya rütbeli personel başımda olmadan ve izinsiz girmeyeceğim.

36. Derin nehir ve derelerde izinsiz ve rütbeli nezareti olmadan yüzmeyeceğim.

37. Hamamda arkadaşlarıma şaka yapmayacağım.

38. Kalorifer kazan dairesine inip vanalarla oynamayacağım.

40. Kesici, delici, küt cisim ve malzemelerle şaka yapmayacağım.

41. Her türlü psikolojik sorunumu amirime bildireceğim.

42. Ailevi problemlerimi ilk amirime bildireceğim.

43. Parasızsam amirimden isteyeceğim.

44. Araçların yakınında ve altında yatmayacağım.

51. Ambülans gibi kapalı araçların içinde çalışırken uzun süreli oturmayacağım ve uyumayacağım.

55. Et kıyma makinesini kullandığımda et emniyet hunisini takarak, tahta ve tokmakla etleri iteceğim.

58. Hamamda daima kayabileceğimi düşünerek itinali yürüyeceğim.

60. Elektrik direklerine tırmanmayacağım.

61. Şehir içinde karşıdan karşıya geçerken üst geçitleri kullanacağım. Üst geçit yoksa ışıklı yaya geçitlerini kullanacağım.

Liste aynı zamanda askerliğini yapanların nasıl bir zekâ seviyesine sahip olduğunu da gösteriyor. Hatırlıyorum da, acemiliğimi yaparken bize “uzun dönem askerlerin eğitildiği bölüklerde dayak var,” diyorlardı. Biz de “nasıl olur böyle şey?” diyorduk. Ama sonra acemiliği bitirip yeni bölüklere gidince nedenini anladık. Çünkü öyle aptal, öyle şark kurnazı tipler var ki, ancak onlara sert davrandığınız vakit sizin emirlerinizi yerine getiriyorlar. Eğer yumuşak davranırsanız, iyi niyetinizi istismar ediyorlar ve sizi adam yerine koymuyorlar. Askerde acemilerin en çok sözünü dinledikleri adam, onlara en çok eziyet edendir. Bunlar sadece ve sadece otoriteye saygı gösteriyor ve ona boyun eğiyorlar – Türk halkının askerlere olan “sempatisini” bilirsiniz.

Bütün bunlar da Türk insanının nasıl bir zihin seviyesine sahip olduğunu, Türkiye’de demokrasinin neden işlemediğini pek güzel gösteriyor. Emin olun, Türkiye diktacı bir rejim tarafından yönetilse, halk pek çok konuda daha “medenî” davranacaktır. Öyle görünüyor ki, bu halka tahakkümün yaptırmayacağı şey yok!

Tuesday, June 26, 2007


AKILLI TASARIMLAR GELSİN PARACIKLAR: YAHUDİLEŞME TEMAYÜLÜNDEN İBRİKLİ İSLAM’A (SALYANGOZ SORUNSALI)

Birkaç gün önce Amerika’dan bir arkadaşım bana bir proje ile ilgili habere ait bir link gönderdi. Projenin ismi ENCODE (Encyclopedia of DNA Elements). Amacı, insan DNA’sını açıklamak için teknoloji geliştirmek. Projenin pilot aşaması bitmiş. Arkadaşın açıkladığına göre, insan genomunun çok az bir kısmı klasik anlamda “gen” adı verilen yapılandan oluşuyor, ancak bu kısmın niteliği tam olarak bilinmiyor. Geri kalan %99’luk bölüm ise daha muğlak bir durumda bulunuyor. Söz konusu projede, önce genom bütününün özelliklerini temsil eden bölgeler seçilerek incelecek. Ardından buna uygun teknolojiler seçilerek geri kalan kısımlar araştırılacak. Haberin linki: http://news.bbc.co.uk/2/hi/science/nature/6749213.stm

Böyle olunca, ben de internette biraz bakınayım dedim. Dolaşırken, Scientific American dergisinin sitesinde “15 Answers to Creationist Nonsense” başlıklı bir yazıya denk geldim. Yazıdan ilginç bulduğum yerleri aktarayım dedim. Yazının linki de şu: http://www.sciam.com/article.cfm?articleID=000D4FEC-7D5B-1D07-8E49809EC588EEDF&catID=2

Utanç verici bir şekilde, 21. yüzyılda, dünyanın şimdiye dek bildiği bilimsel açıdan en gelişmiş ülkesinde, yaratılışçılar hâlâ siyasetçileri, yargıçları ve sıradan vatandaşları, evrimin sakat, kötü şekilde savunulan bir hayal olduğuna inandırabiliyorlar. “Akıllı Tasarım” gibi yaratılışçı görüşlerin bilim sınıflarında evrime alternatif olarak okutulması için lobi yapıyorlar. Bu makale basıma verilirken, Ohio Eğitim Kurulu böyle bir değişikliğe izin verilip verilmeyeceğini tartışıyor. Berkeley’deki California Üniversitesi’nde hukuk profesörü ve “Darwin on Trial” adlı kitabın yazarı olan Philip E. Johnson gibi bazı anti-evrimciler, Akıllı Tasarım teorisinin, bilim sınıflarını Tanrı tartışmalarına yeniden açmak için bir “takoz” görevini görmesini amaçladıklarını kabul ediyor.

Dört bir yandan kuşatılmış olan öğretmenler ve diğerleri, kendilerini giderek evrimi savunur ve yaratılışçılığı çürütür durumda buluyorlar. Yaratılışçıların kullandıkları argümanlar genellikle aldatıcı nitelikte oluyor ve evrime ilişkin yanlış anlamalara (ya da düpedüz yalanlara) dayanıyor, fakat yapılan itirazların sayısı ve çeşitliliği bilgili insanları dahi zor durumda bırakabiliyor. (…)

Ne yazık ki sahtekâr yaratılışçılar, anlaşmazlıkları abartmak ve çarpıtmak amacıyla, bilim adamlarının yorumlarını içeriklerinden kopartmakta istekli görünüyorlar. Harvard Üniversitesi’nden paleantrolojist Stephen Jay Gould’ın çalışmalarına aşina olan herhangi biri, kesintili-denge modelinin yaratıcılarından biri olmasının yanında, Gould’ın evirimin en belagatli savunucularından ve düşünürlerinden biri olduğunu bilir (kesintili-denge, çoğu evrimsel değişikliğin jeolojik olarak kısa aralıklar dahilinde meydana geldiğini ileri sürerek, fosil kayıtlarındaki örnekleri açıklamaktadır. Yine de, bu kısa aralıklar yüzlerce nesle karşılık geliyor). Buna rağmen yaratılışçılar, Gould’ı sanki evrime ait kuşkuları varmış gibi göstermek için, onun geniş hacimli yazılarını zevkle parçalara ayırıyorlar ve kesintili-dengeyi de yeni türlerin bir gecede oluştuğunu ya da kuşların sürüngen yumurtalarından doğduğunu kabul edermiş gibi sunuyorlar.

“Evrimi sorgularmış gibi görünen bilimsel bir otoritenden yapılan bir alıntı ile karşılaştığınızda, ifadeyi bağlamı içinde görmekte ısrar edin. Neredeyse istisnasız bir şekilde, evrime yapılan saldırının asılsız olduğu ortaya çıkacaktır.

“Eğer insanlar maymundan türemişse, neden hâlâ maymunlar var?

Şaşırtıcı derecede yaygın olan bu argüman, evrim hakkındaki farklı cehalet düzeylerini gösteriyor. İlk hata şu: Evrim insanların maymunlardan türediğini göstermiyor; ikisinin de ortak bir atası olduğunu ifade ediyor.

Yapılan daha ciddî hata ise, bu itirazın şu soru ile aynı şey olması: “Eğer çocuklar yetişkinlerden türüyorsa, neden hâlâ yetişkinler var?” Yeni türler, yerleşmiş türlerin bölünmesi yoluyla evrilir. Bu durum, organizma popülasyonları, ailelerinin ana dalından ayrıldığında ve sürekli olarak ayrı kalmalarına yetecek farklılıkları edindiğinde gerçekleşir. (…)

“Yaşayan varlıklar – anatomik, hücresel ve moleküler düzeyde – şaşırtıcı derecede karmaşık özelliklere sahiptir. Öyle ki, bunlar daha az karmaşık ya da daha az gelişmiş olsalardı iş göremezlerdi. Tek mantıklı sonuç, bunların evrimin değil, akıllı bir tasarımın ürünleri olduklarıdır.

Bu “tasarım argümanı” son zamanlarda evrime yapılan saldırıların belkemiğini oluşturmakla birlikte, bunların arasında en eski olanıdır. 1802 yılında dinbilimci William Paley şöyle yazıyordu: Eğer bir kimse açık arazide bir cep saati bulursa, en mantıklı sonuç, bunu birilerinin düşürdüğü şeklinde olacaktır. Mukayese yoluyla Paley, yaşayan varlıklara ait kompleks yapıların doğrudan, ilahî müdahalenin işi olması gerektiğini kanıtlamaya çalıştı. Darwin Türlerin Kökeni’ni Paley’e yanıt olarak yazmıştı: Kendisi, miras alınan özelliklerden hareketle, doğal seçilim güçlerinin gösterişli organik yapıların evrimini aşamalı olarak nasıl şekillendirdiğini açıklıyordu.

Nesiller boyunca yaratılışçılar, bir yapı olarak gözün evrilmemiş olabileceği örneğini vererek Darwin’e karşı çıkmaya çalıştılar. Gözün görüş sağlama yeteneği, onu oluşturan kısımların mükemmel bir şekilde düzenlenmiş olmasına bağlıdır diyordu bu eleştirmenler. Bu nedenle, doğal seçilim gözün evrimi için gerekli olan geçişsel biçimleri asla desteklemez – tek bir gözün ne faydası olabilir ki? Bu eleştirinin yapılabileceğini sezen Darwin, “yetkinliğe ulaşmamış” gözlerin dahi (varlıkları ışığa yönlendirmeye yardım etmek gibi) bazı yararlarının olacağını ve böylece daha ileri derecedeki evrimsel tasfiye için varolmaya devam edeceğini ileri sürdü. Biyoloji de Darwin’i doğruluyor: Araştırmalar, hayvanlar âleminde baştan sona ilkel gözlerin ve ışığa duyarlı organların bulunduğunu saptadı ve hatta karşılaştırmalı genetik vasıtasıyla gözün evrimsel tarihin izini sürdü.

Bugünün Akıllı Tasarımcıları seleflerinden daha kültürlüler, fakat argümanları ve amaçları temelde farklı değil. Evrimin bildiğimiz hayatı açıklayamayacağını kanıtlamaya çalışarak evrimi eleştiriyorlar ve ardından, elle tutulur tek alternatifin, hayatın tanımlanamayan bir akıl tarafından tasarlanmış olduğunda ısrar ediyorlar.

(…) Aksine, Akıllı Tasarım teorisyenleri, yanı başta duran gizemi çözmek için gerekli her türden doğal yeteneğe uygun bir şekilde sahip olan belli belirsiz varlıklara niyazda bulunuyorlar. Bu türden yanıtlar bilimsel araştırmayı genişletmek yerine, onu engelliyor (kadiri mutlak zekâların varlığı nasıl yanlışlanabilir?)

Akıllı Tasarım çok az sayıda yanıt ileri sürüyor. Örneğin, tasarım yapan bir akıl, yaşamın tarihine nasıl müdahale etti? Bu müdahaleyi ilk DNA’yı yaratarak nasıl yaptı? İlk hücreyi yaratarak? İlk insanı yaratarak? Her tür tek tek mi tasarlandı, yoksa sadece birkaç erken dönem tür mü tasarlandı? Akıllı Tasarım teorisinin savunucuları, bu konuların ayrıntılı olarak araştırılmasını sürekli olarak reddediyor. Bunlar, Akıllı Tasarım hakkındaki farklı türden görüşlerini uzlaştırmak için bile gerçek anlamda bir girişimde bulunmuyorlar. Bunun yerine, argümanlarını dışlama yoluyla sürdürüyorlar – yani, evrimci açıklamaları zorlama ve noksan diye küçümsüyor ve ardından sadece tasarıma dayanan alternatiflerin kaldığını ifade ediyorlar.

Mantıksal açıdan aldatıcı bir durum bu: Doğaya dayalı tek bir açıklama sakat olsa bile, hepsinin öyle olduğu anlamına gelmez bu. Dahası, Akıllı Tasarım teorisini bir diğer teoriye göre daha mantıklı da yapmaz. Dinleyiciler, boşlukları esas itibarıyla kendi başlarına doldurmaya terk ediliyorlar. Şüphesiz, bazıları bunu bilimsel görüşlerin yerine dinî inançlarını koyarak yapacaktır.

Amerika’da Akıllı Tasarımı kökten dinci diyebileceğimiz evanjelistler savunuyor. Bunlar bu işe büyük miktarlarda para yatırıyor. Kitaplar basıyor, konferanslar düzenliyor, araştırma projeleri yürütüyor, lobicilik yapıyorlar. Evanjelistler aynı zamanda Bush’u ve Irak’ın işgalini de destekliyorlar.

Biliyorsunuz, Akıllı Tasarım’ı Türkiye’de savunan birtakım insanlar var. Bunların başında, AT lobisinin Türkiye acentesi ve gazeteci Taha Akyol’un oğlu olan Mustafa Akyol geliyor. Akyol da AT için konferanslar düzenliyor, bunun için yurt dışından bazı kişileri konuşmacı olarak getirtiyor. Kendi sitesinde zaman zaman konu ile ilgili yazılar yazıyor, bazı “bilim adamlarının” yazıp çizdiklerini aktarıyor. Bu konulardan anlayan bir arkadaşımın dediğine göre, Akyol bu alıntıları yaparken, alıntı yaptığı kişilerin dediklerini pek de doğru bir şekilde aktarmıyormuş. Diğer yandan, biliyoruz ki bu işler bedava olmaz. Bu işe ne miktarda para aktarıldığını bilmiyorum; ama bu acenteliği ciddî ciddî yaptıklarına göre, ortalıkta azımsanmayacak derecede bir para miktarının döndüğü muhtemeldir – tabii dolar cinsinden.

Hoş, inkâr etmiyorum: Valla bana da dolar cinsinden paracıklar ödesinler, akıllı-akılsız her türden tasarımı savunurum. Hatta yeteri kadar para ödendikten sonra, Başkan Bush’un aslında Kasımpaşalı olduğunu ve bir ara İstanbul Belediyesi futbol takımında Tayyip amcam ile top koşturduğunu bile kanıtlarım.

Benim burada hoşuma giden şey şu: Dediğim gibi, Amerika’da AT’yi evanjelistler, Türkiye’de bizim İslâmcılar, yani dinciler savunuyor. Bizim dincilerin derdi, Allah’ın varlığını “bilimsel” olarak kanıtlamak ve dinsiz laiklerin liselerde ve üniversitelerde öğrettikleri bilimsel teorileri ortadan kaldırmak. İşte bunun aracısı da evanjelistlerin uyduruk AT teorisi olacak. Bu üstün zekâlılar bir yandan Bush’a ve Amerika’ya küfür edip Irak’ın işgaline karşı çıkıyorlar, değer yandan da bunları destekleyen adamların AT’sine dört bir elle sarılıyorlar. Anlayacağınız, birileri Hıristiyanlardan para alıp Müslüman mahallesinde salyangoz satıyor, bizim dini bütün Müslümanlar da bu salyangozu koşa koşa satın alıyor. Zannediyorlar ki, o salyangozlarla laikleri kaçıracaklar.

Peki AT’yi “bilimin” yerine koyunca ne olacak? Onu da Mustafa İslamoğlu’ndan aktaralım. İslamoğlu bizim dincilerin Harvard’ı olan El-Ezher Üniversitesi’nin Şeriat Fakültesi’nden mezun. 1990’da Denge Yayınları ve Akabe Kültür ve Eğitim Vakfı’nı (AKEV) kurmuş (artık neyin eğitimini veriyorlarsa!) Mustafa amcamın çok güzel(!) bir kitabı var. İsmi “Yahudileşme Temayülü” (İstanbul: Denge Yayınları, 6. basım, 1997) – müthiş bir isim, değil mi? “Temayül” kelimesi “eğilim” anlamına geliyor. Ben kitabı görür görmez almıştım. Bakın, Mustafa amcam pis Yahudilerin işlerini nasıl ifşa ediyor:

Bugünün en tehlikeli İsrailiyyatı çağdaş ideolojiler ve sistemlerdir. Marksizm, sosyalizm, şövenizm ve Kemalizm birer İsrailiyyat olduğu gibi, pozitivizm, materyalizm, sekülarizm ve laisizm gibi felsefî ve siyasî akımlar da bugünün İslâm kültürünü ve hatta varlığını ciddî bir biçimde tehdit eden İsrailiyyattır.

(…) Bu sonuncusu olan laisizm, son moda İsrailiyyat olarak günümüz Türkiye Müslümanları için çok ciddî bir tehlike olarak hissettirmektedir kendisini. Müslümanlarca düşünme ve yaşama felsefesini kökten tehdit eden laisizm sadece kültürümüzü değil, imanımızı da tehdit etmektedir. Kadim İsrailiyyat, kelimeleri yerlerinden ederek düşünceyi tahrif ve hayatı tahrip ediyordu. Çağdaş İsrailiyyat olan laisizm ise eşyayı menşeinden, gayesinden ve illetinden ederek, düşünceyi tahrif ve imanı tahrip etmektedir. (…) Laisizm, Kuran’ın diliyle "sapıtanların yolu", yani bir "Hıristiyanlaşma"dır. (s. 218)

(…) Helen putperest kültürünün günümüzdeki temsilcisi olan Batı da, putlarını Müslüman doğuya dayatabilmek için teknolojiyi ve fikir fahişeleri olan batıcı aydınları ve idarecileri kullandı.

Anadolu’da 270 yıllık bir serüveni olan ve Kemalizmle kemaline ulaşan "batılılaşma" adlı taklit, aslında bir "maymunlaşma"ydı. (s. 293)

İşte bütün bunları İslamoğlu “Yahudileşme Temayülü” olarak adlandırıyor. Peki ne yapmak lazım? İslamoğlu çözüm yolu olabileceğini düşündüğüm birtakım şeyler de yazmış:

Hakikatin kaynağı tek başına akıl olamaz. Çünkü akıl "mutlak" değil, birçok kayıtla "mukayyet"tir. Aklın mutlaklaştırılması, aklın putlaştırılmasıdır. Buna "akıllılık" değil, olsa olsa "akılcılık" adı verilir.

(…) Eğer ilahî hiyerarşiyi bozmadan, yani haddi aşmadan hakikate ulaşmaya çabalarsak, ilk karşılaşacağımız soru/sorun olan "ontolojik hakikatin" elde edilmesinde, akıl acziyetini itiraf ederek vahyin önünde diz çöküp ona talebelik yapacaktır. Kendi varlığını izah etmekten aciz olan akıl, varlığa ait niçin, neden ve nasılları izah etmekte yetersiz kalmakta mazurdur. Ne var ki, aklın mazur görülemeyeceği nokta, ancak vahye müracaat ederek ulaşabileceği hakikatlere tek başına, vahyi atlayarak ulaşmaya çalışmasıdır ki, zaten bu, aklın yapabileceği en büyük "akılsızlık"tır. (…) Aklın vahyi inkârı, hastalığının en büyük emaresidir. (s. 333)

Eh, akıl nasıl acziyetini diz çöküp itiraf edecek? Akıllı Tasarım yoluyla! Gerçi İslamoğlu’nun AT’yi savunup savunmadığını bilmiyorum, ama emin olun ki mantık aynı. Akıl yoluyla Allah’ın varlığını inkâr edip “Yahudileşen” ve böylece "maymunlaşan" laikleri yola getirmenin yolu AT’den geçiyor. Bir ara Mustafa Akyol da böyle şeyler yazmış ve şöyle demişti: Kuşkusuz vahiy mutlak doğrudur; bilim gibi beşeri bilgi kaynakları ise eksik, kusurlu ve değişkendir. Ben de bunun üzerine sitesine bir yorum yazmıştım. Akyol da yazdığı (belki de ağzından kaçırdığı) bu garip cümleyi fark edince, bana karşılık olarak iki yazı yayınlamıştı.

Dün Hürriyet gazetesinde bir haber çıktı. Tahran’da şeriata uygun giyinmedikleri gerekçesiyle kadınların sokaktan toplanıp karakola atılmasıyla başlayan çökertme harekatının korkunç boyutları ortaya çıkmış. “Bahar Temizliği” adı verilen operasyon kapsamında 150 bin kişi tutuklanmış. Bunların arasında kılık kıyafet mağdurlarının yanı sıra kadın hakları savunucuları, sendika, medya ve üniversite mensupları varmış. Kadınlar aleyhine olan yasaların kaldırılması için imza kampanyası düzenleyen 30 kadın hakları savunucusu da “ülke güvenliğini tehlikeye attıkları” gerekçesi ile tutuklanmış ve bunlardan beşi dört yıla kadar hapis cezasına çarptırılmış. Ancak asıl hedefi kadınlar ve gençler oluşturuyormuş. Özellikle dar tişörtler, gevşek başörtüleri ve “Batılı” saç stilleri, polisin sert uyarısıyla karşılaşıyormuş. Benim en çok ilgimi çeken şey ise bir fotoğraftı. Batılı tarzda giyinmiş bir gence maskeli bir herif zorla bir şeyler emdiriyordu. Meğersem, polis, şeriata uygun giyinmeyen bir gence “taharet ibriği emme cezası” vermiş! Valla şu yobazların icat ettikleri cezalandırma yöntemlerine hastayım! İşte, Türkiye’de bizim dincilerin istedikleri düzen kurulunca “demokrasi” gidecek, yerine “ibrik” gelecek.

Londra’da iken Darwin’in mezarının olduğu Westminster Abbey’e gidecektim, ama giriş 25 pound idi, üstelik resim çekmeye de izin verilmiyordu. Şimdi, keşke gidip mezarı başında bir Fatiha okusaymışım diyorum. Richard Dawkins’in Newsweek dergisine yazdığı “Unintelligent Design” adlı yazıyı aşağıda resim olarak koydum, üzerine tıklayınca büyüyor, ancak yazı İngilizce. Şurada da Stephen Jay Gould’ın Darwin ile ilgili bir Türkçe yazısı var:
http://kitabus.orgfree.com/inceleme/evrim_kurami/ceviri3.html

Olup bitenleri görüyorsunuz. Bu zavallılar Batı’ya bir ton laf ederler de, o Batı’nın bugün İslâm medeniyetini toplumsal hayatın her açısından fersah fersah aştığını ve İslâm ülkelerinin sefilleri oynadığını göremezler. Gördükleri vakit de bunun nedenini anlayamazlar. Anlayamadıkları için de işi sadece Batı’ya küfür etmekte bulurlar.

İşte bunlar bu geri kalışın nedenlerini “akıl” ile bulmaya çalışmadıkları, onun yerine her defasında “vahye” sarıldıkları için bin bir türlü sefaletin içinde yuvarlanıyorlar. İşte bu “akılsızlık” sonucunda, Batı medeniyeti ile kendi bilimi, sanatı, teknolojisi ve kültürü ile mücadele etmeyi başaramayan İslâm ülkeleri, çareyi, cennet ve huriler ile kandırdığı aç ve cahil insanlarının bellerine bombalar sararak, bu zavallıları metrolarda ve otobüslerde patlatmakta ve onca masum insanı öldürmekte buluyor. Böyle yapmakla Batı medeniyeti ile mücadele ettiğini sanıyor. Bu nasıl bir sefalettir?

Bu hasta anlayışın Türkiye’deki “akıl yoksunu” temsilcileri de, bu çökmüş medeniyetin savunuculuğunu yapıyorlar. Bu medeniyet ki, kaç yüzyıldır düşünsel, bilimsel ve ekonomik anlamda tek bir gelişme dahi kat edememiş. Dinî taassubun her türden rezilliği içinde karanlıklardan karanlığa, çukurlardan çukurlara yuvarlanmış, çeşit çeşit bataklıklara saplanıp gömülmüş. İşte o medeniyetin bu “akılsız” ve geri kafalı temsilcileri, o karanlıkların içine bizi de çekmek istiyorlar.

Thursday, June 21, 2007


OSMANLI’DA “ÇARŞAF” YASAĞI

Sınavı geçtikten sonra odada gecikmiş bir bahar temizliği yapmaya karar verdim. Gerekli olmayan kitapları ayıklarken, elime çok uzun bir süre önce almış olduğum bir kitap geçti: Turhan Ilgaz, “Tencere Kapak”, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001. İçini şöyle bir karıştırırken, “Ya Totalitarizm ya Otoritarizm” başlıklı bir yazı gördüm. Yazıda denildiğine göre, bizim dincilerin “Ulu Hakan” diyerek pek bir sevdikleri II. Abdülhamit meğersem “kara çarşafa” müthiş derecede alerjisi olan biriymiş. Üstelik, bütün saltanatı boyunca bizim dincilerin ölesiye sevdikleri bu “İslâmcı örtüyü” sürekli olarak yasaklayıp durmuş. Bunları okuyunca, “Allah Allah, laik mi ne bu herif?” dedim içimden. İşte buyurun:

“Günümüzde, ‘türban’da simgeleştirilen ‘tesettür’ün o temel aracının, sokaklarımızda artık göze batmayacak kadar sıradanlaşan çarşafın, düpedüz bir kadın modası olmasına İslâmcılarımız ne buyururlar acaba? Ataerkil toplum, psikolojinin, hatta psikiyatrinin alanına girmeyi hak eden nedenlerle kadını cendereye almaya uğraşadursun; kadınlarımız dinin buyruğunu, modanın dayatmaları karşısında genellikle ihmal etmişler! Evet, kara çarşaf da bir modaydı başlangıçta. 1850’lerde, Suriye valiliğinden dönen Suphi Paşa’nın muhterem zevceleri tarafından İstanbul’a getirilen, İstanbullu hanımların önceleri dudak bükerek karşıladıkları, ama sonradan pek benimsedikleri bir moda …

“Moda dendi mi, ister istemez ‘sanayi’ diyeceğiz. Sanayi deyinde de ‘ekonomi’! Onun içindir ki, 1883 yılında getirilen çarşaf yasağı üzerine, İstanbullu tüccar tayfasının, Cuma Selâmlığı çıkışında, Sultan’a, bu yasağın iktisad-ı Şahane üzerindeki olumsuz etkilerini anlatan bir dilekçeyi verdiklerini okuyoruz, 27 Ekim 1883 tarihli Le Courier d’Orient gazetesinde. Tüccar, bu dilekçesinde, çarşaf yasağının yerli sanayi için öldürücü bir darbe niteliğini taşıdığını; çarşaf yapılan kumaşların Bağdat, Beyrut, Halep ve hatta Mekke ve Medine gibi İslâm kentlerinde üretildiğini; ferace imâlinde kullanılan çaputların ise diyar-ı küffar’dan ithal edildiğini anlatıp; ayrıca bu yasak sonucu, ellerinde nereye sokacaklarını bilemedikleri büyük miktarda stok kalacağından ve de Bursa, Halep, Şam, Bağdat vb. nice İslâm vilayetinde, maazallah 50.000 kişinin işsiz ve perperişan duruma düşeceğinden bahisle, Zat-ı Şahane’yi uyarıyordu.” (s. 68-9)

Maalesef, Ulu Hakan’ımız çarşaf tüccarlarının bu isteğini geri çevirmiş. 2 Nisan 1892 tarihli buyruğu, padişahın hem çarşaf alerjisinin kaynağını, hem de çarşafı yasaklamasını haklı göstermek için nasıl da İslâm’a sarıldığını gösteriyor. Ilgaz buyruğu özet olarak ve Türkçe mealli vermiş:

“Padişah Hazretleri, bugün, Cuma Selâmlığı töreninden sonra, Teşvikiye’deki Silahhane’yi teşrif ile oradan saraylarına dönerlerken, yolda, tuhaf bir şekilde bellerine bağlı siyah çarşaflara bürünmüş bazı kadınlar görmüşler, bunların örtünmemiş denecek kadar açık saçık bulunmalarına ve âdeta matem elbisesi giymiş Hıristiyan kadınlara benzemelerine bakarak, birdenbire İslâm olduklarından tereddüt buyurmuşlardır

“İzaha muhtaç olmayacağı üzere, büyük İslâm devletinin ayakta durması, devamı ve yükselmesi, kadın ve erkek bütün Müslümanların her türlü hâl ve hareketlerinin Şeriat’ın yüksek hükümlerine son derece dikkatle uymalarına bağlı olup, aksi hâlde, Allah esirgesin, gerek fertler, gerek devlet için maddî ve manevî sonsuz zararlara sebep olacağından, İslâm kadınlarının Allah’ın emirlerinden bulunan örtünme usul ve kaidelerine fevkalâde dikkat ve itina etmeleri lüzumunu beyana hacet olmadığı; bu çarşaflarınsa, İslâm kadınlarınca örtünmeye asla uygun ve müsait olmadığı gibi, bir maksatla şuraya buraya girmek için bazı münasebetsiz erkekler tarafından da bir fesat ve melânet perdesi olarak kullanılmakta olup … ” (s. 69)

İşte böyle: Abdülhamit amcam “Allah esirgesin, gerek fertler, gerek devlet için maddî ve manevî sonsuz zararlara sebep olacağı” gerekçesiyle çarşafı yasaklıyor. Zavallı çarşaf tüccarları ise bu yasağın millete ve devlete getireceği zararları boş yere anlatmaya çalışıyor ve sonuçta okkanın altına giriyorlar.

Şimdi duruma bizim dincilerin açısından bakalım. Bu olup bitenler sonucunda gördüğümüz nedir? II. Abdülhamit laik ve Kemalist bir heriftir. Çarşafı yasaklayarak inanç özgürlüğüne darbe vurmaktadır ve bu yüzden de apaçık bir demokrasi ve din düşmanıdır. Dahası, bu davranışları ile Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği uyum sürecini zora sokmaktadır. Padişah derhal AİHM’ne şikayet edilmeli ve Osmanlı Devleti yasak mağdurlarına tazminat ödemelidir.

Düşünün bir, bizim başörtüsü serbestisi isteyen ahmak dinciler Abdülhamit döneminde yaşasalardı ne yaparlardı? Yasağa kalkıp karşı çıkabilirler miydi? Koca padişah yasaklamışken, tebaaya laf söylemek düşer mi? Padişahın iradesine karşı çıkmak ne demek hem? Tez kelleleri vurula!

Wednesday, June 20, 2007


KOŞ BABAM KOŞ (III) – THE END

Dün uzun süredir bana sorun çıkartan bir işi hâllettim. Londra’da iken dahi peşimi bırakmayan, beni sürekli belge göndermeye zorlayan, İstanbul’da okulda bir aşağı bir yukarı beni koşturarak başımı ağrıtan doktora yeterlilik sınavına girdim.

Sabah saat 9’da okuldaydım. Benim gibi sınava girecek olan iki kişi ile buluşup asistanı bekledim. 10’a doğru yazılı sınava girdik. Sınav esnasında sözlü sınav jürisinde yer alan hocalardan birinin saat 9 gibi geldiğini, ancak sonradan gittiğini öğrendik. İçimden “haydaaa!” dedim, zira hoca geri gelmezse sınav falan olmazdı. Tez danışmanım hocayı aradı, meğer amcamın işi çıkmış, o yüzden gitmiş, ama gelecekmiş.

Yazılı sınavda yaz babam yazdım. Neyse ki sorular bildiğimiz yerden geldi. Toplam üç kağıt verdim. Sonunda “yeter artık,” dedim ve sınavdan ilk çıkan ben oldum. Ana binadan çıkıp enstitüye gittim. Ama jüri odasına girince gördüm ki, gelmesi gereken beş kişiden sadece üçü gelmiş. Biri işi çıktı gitti, diğeri ise yoldaymış. Kalan hocalar daha fazla beklemeyip beni sözlü sınava aldılar.

Tez danışmanı olan hocamız sağolsun, Osmanlı ekonomisi ile pek ilgilenmediğimi bildiğinden sınavı ekonomik doktrinler etrafında dolaştırdı. Ben de güzel güzel sohbet edermiş gibi teorik meseleleri anlattım. Bir ara İstanbul Üniversitesi’nin 60’lı yıllardaki hocaları hakkında konuştum; Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer, hatta Asaf Savaş Akat vs. Arada birkaç Osmanlı sorusu sordular. Sınav sürerken yolda olan hoca da geldi ve oyuna ikinci yarı dahil oldu. Tabii işi olan amcam gene yoktu meydanlarda. Anlayacağınız, sınavı o olmadan hâllettiler. Bu arada, sözlüde gösterdiğimiz performansımız nedeniyle hocalardan biri ayrıca tebrik etti :) Böylece yeterlilik sınavını geçtim, üzerimden büyük yük kalkmış oldu.

İşim bittiğinde saat 11.30’du. Ancak elimdeki sınav tutanaklarını ancak bütün hocalar tarafından imzalanmış hâlde enstitüye teslim edebilirdim. Bu nedenle, hâlâ ortalıkta görünmeyen diğer amcamı beklemek zorundaydım. Vakit geçsin diye tutanaklara bakarken, kağıtların yine önceden olduğu gibi okuldaki bütün iktisat bölüm başkanları tarafından imzalanması gerektiğini gördüm ve küfür ettim. Diğer öğrencilerin mülâkatları bitmesine ve saat 1’i geçmesine rağmen amcam hâlâ gelmemişti. Onların da imza alması gerektiğinden birlikte beklemeye başladık. Bir süre sonra aramıza aynı adamdan imza alması gereken biri daha katılınca dörtledik.

Sonunda tez danışmanıma kadar gidip konuştuk, kendisi adamı tekrar aradı. Yarım saate kadar gelecekmiş. Maalesef o yarım saat oldu bir saat. Biz kâh koridorlarda geziniyor, kâh kantine gidiyor, vakit geçirmeye çalışıyorduk. Jürideki diğer hocalar koridordan geçerken bizi gördükçe “niye bekliyorsunuz?” diye soruyorlardı. Sıcaktan sürekli olarak terliyor, siliniyor, silindikçe de küfürü basıp duruyordum. Hatta bir ara çişim geldi, “ulan ben işerken geleceği tutar, herifi kaçırırız,” dedim. Tuvalete de gidemedik bu yüzden.

Saat 2.30’a doğru beklenen adam merdivenlerden ağır ağır çıkarak bulunduğumuz koridora teşrif etti. Tam yanlış kapıdan içeri girecekken koşup yetiştik, bölüm başkanının odasına soktuk. Küçük bir imza töreni düzenleyip işimizi hâllettik. Hâlletmiştik hâlletmesine, ama adamdan imza almak sınavdan daha uzun sürmüştü; üç saat beklemek zorunda kalmıştım. Onu beklerken sıcaktan her tarafım yapış yapış olmuş, gömleğim üzerime, donum da kıçıma yapışmıştı.

Sınavı geçtikten sonra bir ay içerisinde tez izleme komitesinin belirlenmesi gerekiyormuş. Hazır tez danışmanlarımız buradayken o işi de hâlledelim dedik. Enstitü ve ana bina arasıda birkaç defa koşturduktan sonra, sınav tutanakları ile komite belgelerini bölüm sekreterliğine teslim ettik. Sekreterlik, “bölüm başkanlarından alınması gereken imzaları alıp enstitüye sınav tutanaklarını göndeririz, ama komite belgelerini sizin teslim etmeniz gerekiyor,” dedi. O belgeler için de bilim dalı başkanı olan bir diğer amcamın imzası gerekiyormuş. “Peki o ne zaman burada olacak?” diye sorduk: “İki saat sonra gelir,” dediler. Ben fenalık geçirirken arkadaşlardan biri “benim işim var şu anda, ama iki saat sonra gelirim, sizin belgelerinizi de alıp teslim ederim, siz gidin,” dedi. Böylece bu fedakâr adam sayesinde daha fazla beklemek zorunda kalmadım.

Eve döndüğümde başım ağrıyordu, hemen gidip yıkandım. Çalışırken okuduğum kitapları masanın üzerinden alıp raflardaki yerlerine geri koydum. Artık tez ile ilgileneceğiz. Mesele şu ki, 6 ayda bir tez izleme komitesinde yer alan üç hocayı bulup imzalarını almam ve bunları öğrenci işlerine teslim etmem gerekiyor. Biri tez danışmanım olduğundan imzasını almam kolay. Ya diğerleri? Bunlar ne zaman okula gelir? Hele 6 ay sonra? Ben jüri odasının önünde beklerken, kendi tez izleme belgeleri için imza almaya gelen öğrenciler etrafta dolanıyordu. Okulda bu tarz jüri üyeli sınav dönemi olduğundan, hocaları yakalamak için hepsi okula gelmişti. Nitekim bizimle birlikte bekleyen dördüncü şahıs da bunlardandı. Sınavdan kurtulmak koşturmaktan kurtulmak anlamına gelmiyor. Bu defa da 6 ayda bir koşturacağız. Sanki askerlik yoklaması yaptırıyoruz! Yoklattır babam yoklattır!

Saturday, June 16, 2007


LÜMPENLEŞME – AHMET ALTAN’IN YAZISI ÜSTÜNE

Önce Gaykedi gözünden kaçmasın dediği, sonra da Bijou fikrimi sorduğu için, ben de Ahmet Altan’ın son yazısı hakkındaki düşüncemi yazayım dedim. Ahmet Altan normalde okuduğum biri değildir. Hatta kendisini bazı açılardan itici bulurum, ama bu yazısını ilginç buldum. Gerçi yazının kimi yerlerinde uçuk kaçık şeyler yazmış. III. Dünya Savaşı burada çıkabilir demiş. Ama merak etmeyin, Amerika izin vermedikten sonra bizimkiler tek kurşun dahi sıkamaz.

I

İlk önce şunu söyleyeyim: İnsanın içinde bulunduğu dünya ve toplum ile ilgili inanç ve bilgisine “ideoloji” diyelim. İnsanlar, çevrelerinde olup bitenlerden hareketle iki tip ideoloji geliştirirler: Mevcut durumu kabullenen ve korumak isteyen “tutucu” ideolojiler ve mevcut durumu değiştirmek isteyen “ilerici” ideolojiler. Altan’ın bahsettiği ilk grup (temelde köylülerden oluşan “lümpenler”) toplumda ilk ideolojinin, ikinci grup da (genelde şehirlilerden oluşan “devletçi-seçkinler”) ikinci ideolojinin temsilcileridir.

II

Bu tanımlamayı yaptıktan sonra, ilk olarak Altan’ın bahsettiği ilk gruba bakalım:

Bu grubun maddî temellerini Türk toplumunun sanayileşememiş geri yapısı oluşturuyor. Bu geri yapıya özellikle Doğu’da rastlıyoruz. Türkiye’nin doğusu Osmanlı’dan beri hep geri olmuştur. Öyle ki, ulaştırma teknolojisinin yetersizliği nedeniyle, Doğu’da üretilen tarım ürünleri İstanbul gibi yerlere aktarılamamış, İstanbul bu ihtiyacını büyük ölçüde ithalat ile karşılamıştır. Doğu’nun (ve hiç kuşkusuz Osmanlı’nın) geri kalmasındaki en büyük neden, Osmanlı devlet düzeninin kendi merkezî iktidarını korumak amacıyla, toplumdaki her türlü ekonomik gelişmeyi engellemiş olmasıdır. Zira gelişme aynı zamanda değişme demektir. Halbuki Osmanlı’nın anlayışına göre, herhangi bir değişme ancak kötü yönde olabilirdi. O yüzden, mevcut düzen korunmalı, eğer bir değişiklik olursa eski düzene, yani onların deyimiyle “kadim”e dönülmeliydi. Bu durum, Osmanlı’nın gelenekçi yapısını oluşturuyordu.

Maalesef, bu anlayış yüzünden Osmanlı hiçbir şekilde bir üretim teknolojisi geliştiremedi ve Avrupa kapitalizmine yenildi. İşte bizim arabesk soslu lümpenlerin tarihi de burada başlıyor. Bunların dedeleri Osmanlı’nın çökmeye başladığını görünce, kurtuluşu gelenekçi yapıya dönmekte buldular. Zira bu gelenek, bir yandan İslam’a diğer yandan da Osmanlı’daki ekonomik yapıya dayanıyordu. Böylece bu adamlar batılılaşma eğilimlerine karşı çıkıp, imparatorluğu kurtarmak için geriye gitmeye çalıştılar. Hatta bu amaçla gidip Mahmut Şevket Paşa’yı öldürdüler, sonrasında Osmanlı İttihatçıların egemenliğine girdi.

İslamcılıktan beslenen bu “gelenekçi cephe”, Jön Türklerin Prens Sabahattin kanadından başlayarak “Hürriyet ve İtilaf Partisi”ne gider, yolda Vahdettin ve Damat Ferit Paşa’yı kadroya alır, oradan birinci meclisteki “İkinci Gruba” atlar (Atatürk bunları ‘23 seçimlerinde tasfiye ediyor), arada “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” ve “Serbest Fırka”ya bulaşır, buradan da Menderes ve Bayar’ın “Demokrat Partisi”ne varır. DP sonrasını az çok biliyoruz zaten. Bu zibidilerin en çok ifrit oldukları şey, Batıcıların, egemenliği, dine ve geleneğe dayalı Osmanlı egemenliğinden, halk egemenliğine dönüştürmeye çalışmalarıydı. Bu yüzden Kurtuluş Savaşı boyunca halifeliğin ve hilafetin korunması için çabalamışlar, bunun için ulusal bağımsızlığı feda etmeyi yeğlemişlerdir. Bunların ebleh torunları da bugün Osmanlı milliyetçiliği yapıyorlar.

Toplumun sanayileşememiş maddî temeli ve onun yarattığı köylü halk da bu gelenekçilerin toplumsal tabanını oluşturuyordu – hâlâ böyledir bu. Bunların başında da toprak ağaları geliyordu. Nitekim DP’yi kuran ve destekleyen de bunlardı. Menderes de toprak ağası değil miydi?

III

Şimdi Altan’ın bahsettiği ikici gruba, yani Batıcılara gelelim:

Cumhuriyetin kurulduğu yıllardan bu yana, Türkiye’deki değişim yanlıları hem “devletçi” hem de “seçkinci” oldular. Bunun temeli de diğer grup gibi taa Osmanlı’ya dek gider. O dönemde değişim yanlıları bürokratlar, askerler ve aydınlardı. Zira bunlar halkın eğitimli kesimini oluşturuyorlardı. Batı’da olup bitenleri görüyor, devletin içinde bulunduğu durumu anlıyor ve imparatorluğun kurtuluşunu ancak ileri batı medeniyetlerine dönük değişiklikler yapmakta buluyorlardı. Bu değişiklikleri de devletin gücüne dayanarak yapmak gerekiyordu, çünkü toplumun geri yapısı, halkın bilinç düzeyi böyle bir değişimi gerçekleştirecek seviyede değildi. Bu görüşleri onları “devletçi” yapıyordu. Diğer yandan, halktan kopuk olmaları ve imparatorluğu ancak kendilerinin kurtarabileceklerini düşünmeleri, onları ister istemez “seçkinci” yapmıştı. Aynı zamanda padişahın egemenliğine de ortak olmak istediklerinden, bunlar Osmanlı’daki anayasacılık hareketinin öncülüğünü yapıyorlar, bu sayede devlet yönetimindeki ağırlıklarını arttırarak Batı’nın siyasî ve ekonomik kurumlarını Osmanlı’ya aktarabileceklerini umuyorlardı.

Fransız Devrimi’nden etkilenen bu devletçi-seçkincilerin kökü “Genç Osmanlılar”dan başlar, onlardan bayrağı “İttihat ve Terakki” alır (zaten Atatürk ve İnönü gibi Cumhuriyet’in ilk dönem kadroları İttihatçıdır) ve ‘20’de açılan meclisteki “Müdafaa-i Hukuk Grubu”na teslim eder, sonrasında bayrağı CHP ve 40’larda da İnönü solo yaparak 60’lara kadar sallar, 60’lardan itibaren de işe ordu karışır. Buradan itibaren bunlar birkaç kola ayrılarak bayrağın esas taşıyıcısının kendileri olduklarını iddia ederler.

Atatürk’ün amacı ya da Batıcılık anlayışı, Batı taklitçiliği değil, Batı’nın çağdaş düzeyine erişmekti. Bunun için öncelikle Batı’nın siyasî ve ekonomik denetiminden kurtulmak (anti-emperyalizm), sonrasında hızlı bir ekonomik kalkınma (devletçilik) gerçekleştirmek gerekiyordu. Bunlar da laik ve ulusal yapıya sahip bir Cumhuriyet içinde olacaktı. Ancak bizim lombak Liberaller ve İslamcılar sürekli olarak Atatürk ile Atatürkçü olduklarını söyleyenlerin yaptıklarını – kimi zaman bilinçli olarak – birbirine karıştırmışlar, ikisini bir saymışlar ve bu ikincileri eleştirerek Atatürk’ü eleştirdiklerini zannetmişlerdir.

IV

Bu iki kesimin günümüzdeki durumları için bir örnekten hareketle şunları yazayım:

Kırsal alanda hâkim olan değerlerden biri “yiğitlik” ya da “mertlik”tir. Bunu yerini şehirde “serserilik” tutar. Köyden kente göç eden köylü kesim, şehrin etrafında yerleşerek gecekondularını kurar ve bu yapılar da şehre eklemlendikleri ölçüde varoşlara dönüşür. Bu köylüler ne tam olarak şehirli olabilmişler, ne de köylülükten kurtulabilmişlerdir. Resmen iki arada bir derede kalmışlardır. Yine de, şehrin etrafında yaşadıklarından, buluttan nem kapma misali, şehirden bazı değerleri alırlar; ama köylülükten kurtulamadıkları için bunları şehirlilerin anladığı biçimde uygulayamazlar. Onun yerine, şehir değerlerini kendi köylü temellerine uyarlayacak biçimde dönüştürürler. İşte kırsalın “yiğitliği” şehrin “serseriliği” ile karşılaşınca böyle bir dönüşüme uğrar ve “delikanlılık” olur. Halbuki ne köyde ne de şehirde delikanlı vardır. Delikanlı ancak varoşlardan çıkar.

Bu insanlar şehir değerlerini köylülüğün belirleyici olduğu bir tarzda dönüştürürler. Bu nedenle kendileri de bu sürecin sonucunda şehirli ya da köylü değil, bu ikisinin ucube bir karışımı olan “lümpen”e dönüşürler. Türkiye’nin sanayileşememesi ölçüsünde, geçmiş yıllarda bu lümpen kesimin sayısı giderek arttı ve toplumda baskın hâle geldi. Türkiye’nin Doğu kesimi bu geri yapının en önemli taşıyıcısını oluşturuyor. Sosyal canlılık açısından buralardaki şehirleri batıdaki şehirler ile karşılaştırdığımızda, neredeyse tamamıyla farklı iki yapı ortaya çıkıyor. Bunlar şehirden ziyade kırsal kasabalar olarak görünüyorlar ve batının varoşları ile birlikte toplumun lümpen kesiminin önemli bir kaynağını oluşturuyorlar.

Bugün Batı kesiminin büyük şehirlerinde sahip olduğumuz ve günlük hayata ait sıradan pratikler, ileri Doğu şehirlerinin önemli bir bölümünde insanların lüks, hatta ahlâksızlık olarak gördükleri şeyler: Kitapçılar, sergiler, müzeler, sinemalar, flört, mini etek, bikini, sokakta öpüşmek. Bir örnek daha vereyim: Okuldaki hocalarımdan biri ve onun gibi akademisyen olan karısı, birkaç sene önce birlikte Karadeniz’in uzak bir kesimine bir araştırma için gitmişler. Hocanın anlattığına göre, bölgenin erkekleri onlarla konuşurken karısı yerine hocanın kendisi ile konuşuyor, eğer karısı ile konuşmak zorunda kalırlarsa, yüzlerini hocadan yana dönüyorlarmış.

İşte bu yüzden bugün Türkiye’de hâlâ falanca aşiretten, filanca köylü oğlundan, hemşerilikten, hoca efendilerden, onların müritlerinden, tarikatlardan ve cemaatlerden bahsediyoruz. Bunların varlığını desteklemeyi “inanç özgürlüğü” sayan dümbelekler var. Bu dümbelekler de, üçkağıtçı dincilerin kafaya alıp kendi saflarına çektikleri idrak-i bi- idrak liberaller. Dahası, kendilerini sözde muhafazakâr olarak adlandıran dinciler, bikinili kadınların olduğu reklamları görüp uçkurları depreşen dingil hacı adayları, başörtüsü diye hoplayıp zıplayanlar, Tayyip gibi mahalle kabadayıları hep bunların arasından çıkıyor. Bazen görürsünüz; şehirde oturmalarına rağmen, bir nikâh olduğu zaman, düğün salonları kiralayıp takı takma törenleri düzenleyen, kendilerini köy meydanında zannedip sokaklarda davul çalan medeniyete intikâl edememiş tipler de bunların arasındadır.

Lümpenlerin dünyaya bakış açısını da yukarıda bahsettiğim “gelenekçi-tutucu” ideoloji oluşturuyor; çünkü içinde yaşadıkları maddî koşullar, gelişmeyi anlayacak ve uygulayacak bir zihinsel seviyeye ulaşmalarını engelliyor. İşte Altan’ın anlamadığı şey de bu: Lümpenlerin, toplumu, ileri değerlerin olduğu sanayileşmiş veya medenî bir topluma doğru yönlendirmek gibi bir niyetleri yok – hiç de olmadı zaten. Aslında, bana göre, bunca zaman boyunca bu kesimin sesinin çıkmaması, hatta kimi zaman bastırılması sayesinde Türk toplumu bugün gelişmişlik tanımı dahiline alabileceğimiz değerleri edinebildi. Bu açıdan, Altan bunların horlandıklarını söylüyor; ama “devletçi-seçkinci” kesimin bunları kendi işlerine karıştırmaması olağandı.

Bugün meydanlarda miting düzenleyip bayrak sallayanların ideolojisini de “değişimci” olanı. Bunlar da lümpenlerin sayısının artması ölçüsünde, kendi yaşam tarzlarını tehlike altında görüyorlar. Zira bu lümpenler – bunların içine dincileri de kattığımı tekrar belirteyim – AKP gibi gerici partileri destekleyerek iktidarı ele geçirmeye ve toplumu, taa Osmanlı zamanında dedelerinin yaptığı gibi, geriye götürmeye çalışıyorlar. Hatta bunların arasında oyunu bir kilo bulgura satacak kadar cahil ve fakir insanlar çıkıyor. Ordu da bu devletçi-seçkin kesimin bu dönüşüme müdahale aracı olarak ortaya çıkıyor.

Türkiye’de bu lümpenlerin destekçisi olan ve aralarında akademisyenlerden köşe yazarlarına kadar pek çok kişinin olduğu dangalak birtakım tipler, demokrasi, hak ve özgürlükler namına bunlara bazı hakların verilmesi gerektiğini söylüyorlar. Halbuki bu kalın kafalıların anlamadıkları şey, bu lümpenlerin söz konusu hakları ne anlayacak ne de kullanacak durumda oldukları. Hatta bunların bu hakları, kendileri gibi olmayanları bastırmak üzere iktidara gelmek için bir araç olarak kullanmak istediklerini bile anlayamıyorlar. Ne demişti Tayyip magandası? “Demokrasi bizim için bir amaç değil, araçtır.” Taha Akyol bile son zamanlarda İdris Küçükömer’den alıntılar yaparak Demokrat Parti’nin halkçı ve sol bir parti olduğunu iddia ediyor. Allah bizi beyin dumuruna uğramaktan korusun – amin!

V

Bütün bunlardan ne sonuç çıkartıyoruz? Toplumdaki gelenekçilik, desteğini ve dayanağını her zaman için geri ekonomik yapıda bulur. Bu yapı bugün de devam ettiği için, bu gelenekçi kesimin torunları, yani bizim lümpenler varlıklarını sürdürüyorlar ve AKP gibi partilere oy veriyorlar. Eğer tam manasıyla sanayileşebilmiş olsaydık, bu insanlar köylü ya da lümpen değil, şehirlerde yaşayan, ofislerde ve fabrikalarda çalışan “vatandaşlara” dönüşeceklerdi. Maalesef bu olmadığı için, toplum “gelenekçi-tutucular” ve “devletçi seçkinler” olarak ikiye bölünmüş durumda. Bunlar toplumun hemen hemen her alanında çatışıyorlar. Siyaset ve ordu da bu çatışmanın araçları olarak beliriyor.

Bu açıdan, ordunun gelenekçileri bastırmak için gerektiğinde siyasete müdahale etmesi meşru buluyorum. Bunun demokrasi ile çeliştiği doğrudur. Ancak, belli bir kesim toplumu sadece kendi kafasındaki modele uygun olarak dönüştürmek için demokrasiyi bir araç olarak kullanmaya açıkça niyetliyken, bir kesim de demokrasi ile hiç ilgilenmezken, bu olup bitenler karşısında siyasî sürece müdahale etmek kaçınılmaz oluyor. Bu tür şeylere karşı çıkanlar ise, olup biten her şeyi sadece okudukları kitaplardaki gibi zannettikleri için, zırvalayıp duruyorlar. Bu arada, ordunun içinde Atatürkçülük gibi şeyleri sadece kendilerine avanta sağlamak için kullanan tiplerin de olduğunu söylemek lazım. Tabii, diğer tarafta da üçkağıtçı dinciler var.

Düşünün bir kere; reklam panolarındaki bikinili kadınları görüp kafasını aksi yöne çevirmeyi akletmeyecek ve panoya bakacak, sonra da insan vücudunun gösterilmesinin kendilerini günaha soktuğunu düşünecek derecede ablak insanlar var bu dünyada. Ne zavallı bir düşüncedir bu. Bir insanın sahip olduğu şeyi sergilemesi toplumun düzenini nasıl bozar? Bu kadar sığ kafalı, insan vücudu karşısında hayvansal dürtülerini bastırmayı beceremeyecek kadar ilkel insanlar var karşımızda. Bu insanların karanlık dünyası ile mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Bu düzeydeki insanların herhangi bir toplumun yaşamında en küçük bir söz haklarının olduğunu düşünmek bile bir kâbustur. Ve biz de bu kâbusun gerçeğe dönüşmemesini istiyoruz.

Friday, June 15, 2007


“ÖRTÜLÜ” DEMOKRATLIK

Bayağı bir zaman önce, liberallere ait bir sitedeki forumlara katılıp onlarla tartışıyordum. Bu tartışmalar sürerken, bunların belli bir kesiminden, kendilerine ait bir sitede konuk yazarlık yapma teklifi aldım. İlginçtir, sitede benim zaman zaman eleştirdiğim Mustafa Akyol’un yazıları da yer alıyordu. Dediklerine göre, değişik görüşlere de yer vermek istiyorlardı. Ben de kabul ettim. Siteye aralarında liberalleri de eleştirdiğim toplam dört yazı gönderdim. Yazılar sorunsuz yayınlandı. Daha sonra bu liberallerin bazıları ile tanışma imkânım oldu. Türkiye’de olup bitenlere biraz “idealist” sayılabilecek çözümler öneren gençlerdi bunlar.

Bir süre önce sitede bir yönetim değişikliği oldu ve benim şahsen tanımadığım yeni bir editör geldi. Yazıların içeriği – Necip Fazıl’ın doğum gününün kutlandığı, “Laikliği Asıl ‘Laikçiler’ İhlal Ediyor” gibi yazıların olduğu – daha “İslamî – Muhafazakâr” bir şekle büründü. Benim konuştuğum liberallerin bir kısmı ise kendilerine yeni bir site açıp oraya taşındılar.

Son olarak, siteye liberallerin başörtüsü meselesindeki tavırlarını eleştirdiğim bir yazı gönderdim. Yazıda, liberallerin olaylara özgürlükler açısından baktıklarını, halbuki liberal anlayışa göre özgürlüklerin temelinde mülkiyet hakkının bulunduğunu söylüyordum. Buna göre, devlet üniversitelerinin mülkiyeti devlete ait olduğundan, buralarda devletin istediği şekilde düzenleme yapması liberalizm açısından olağandı. Yasak da bu düzenlemelerin arasında yer alıyordu. Eh, böyle olunca yasağa liberalizm diyerek karşı çıkmak biraz garip kaçıyordu. Bunun tek istisnası özel üniversitelerdi.

Peki, yasağa karşı çıkan öğrenciler ne yapacaklardı? Demokratik bir toplumda devletin uyguladığı politikaları beğenmeyen kişilerin normalde yapacaklarını: yani, kendi isteklerini uygulayacak olan partileri seçimlerde destekleyip iktidara getirmek. Yasağa karşı çıkanlar da – oldukça saf bir şekilde – AKP’yi destekleyip iktidar yapmışlardı; tabii AKP yasağı kaldırmamıştı. Bu durumda, yasağa karşı çıkıp başörtülerini çıkartmamakta direnenler ya özel üniversitelere gidecek ya da artık üniversite dışında kendilerine başka bir yol arayacaklardı.

Yazı özetle böyleydi. Yayınlanıp yayınlanmadığını kontrol etmek için arada siteye girip bakıyordum. Bugün girdiğimde ise şaşırdım. Konuk yazarlar listesinden çıkarılmıştım, resmim de kaldırılmıştı. Anlayacağınız, haber verilmeden şutlanmıştım. Yazıyı gönderirken yayınlanıp yayınlamayacağını merak ediyordum, ama şutlanmak aklıma pek gelmemişti. Herhalde, “başörtüsü yasağını eleştirmeyen” birinin sitede yer alması hoşlarına gitmemişti. Yeni yazı olarak Mustafa Akyol’un “Devlete ‘Ilımlı İslam’ değil, ‘Ilımlı Laiklik’ lazım” başlıklı yazısı yer alıyordu.

Bunun üzerine, önceden beni yazarlığa davet eden arkadaşa mail gönderip konu hakkında bilgisi olup olmadığını sordum. O da, sitenin “muhafazakârlar” tarafında devralındığını, ancak bunların demokrat olduklarını, tek şartlarının “Allah’a ve peygambere küfretmemek” olduğunu söyledi. Gerçi ben her ikisine de küfretmemiştim, ama anlaşılan başörtüsü de aynı kapsama giriyormuş.

Bilirsiniz, bizim dinciler hep demokrasiden, inanç özgürlüğünden, hoşgörüden, toplumsal mutabakattan ve daha bir sürü haktan bahsederler. Üstüne, Atatürkçüleri de anti-demokratik olmakla suçlarlar. Bu yüzden bizim liberaller de bunları destekler. Ancak öyle görünüyor ki, bizim dincilerin özgürlük savunuculuğu ve liberalliği “başörtüsüne” kadarmış. Şimdi merak ettim: Acaba bunlar iktidara tam istedikleri gibi geldiklerinde, mahkemelerdeki “Adalet Mülkün Temelidir” yazısını kaldırıp, yerine “Başörtüsü Mülkün Temelidir” diye yazı koyarlar mı?

Wednesday, June 13, 2007


AKIL MI, İMAN MI?

Bugün Hürriyet gazetesinde bir haber vardı. Mısır’da fetva kaosu yaşanıyormuş. Habere göre, Mısır’da fetva vermekle yetkili iki kurum var: Adalet Bakanlığı’na bağlı Fetva Evi ve bizim şeriatçıların okumuşlarını yetiştiren El Ezher Üniversitesi. Ancak son dönemlerde aklına esen her hoca efendi gerek internetten gerekse televizyonlardan fetva vererek etrafı karıştırıyormuş. Mesela Şeyh Ali diye biri, 6 yıl önce “Din ve Hayat” adı altında yayınladığı kitabında, peygamberin çişini içerek sevaba giren bir kadından bahsetmiş. Fakat gelen tepkiler üzerine kitabı toplatılmış (bizde olsaydı bizim dinciler muhakkak karşı çıkardı – demokrasi adına tabii). Ali amcam bu yıl da fetvalarıyla gündeme gelmiş. Güya, erkeklerin bakir olup olmadıklarını anlamak mümkün olmadığından, genç kızlar evlilik öncesinde kızlık zarlarını diktirebilirlermiş. Hatta kocasını aldatan bir kadın pişman olup tövbe ederse, bu durumu eşine açıklamakla zorunlu değilmiş. Geçen ay da aynı üniversiteden İzzet Atiye diye bir akademisyen(!) kadın ve erkeklerin bir arada çalışabilmesi için, kadınların işyerlerinde erkekleri emzirebileceğini söylemiş (Gaykedi bunu bir ara yazmıştı). Çünkü peygamber döneminde, namahrem durumunu ortadan kaldırmak için, yetişkin kadınlar yabancı erkekleri sembolik olarak emziriyorlarmış.

Ne güzel, değil mi? Bizdeki dinciler de oralara özenir durur hep. Acaba emzirme durumu olsa, bunların kaçı karılarına izin verir? Bence bu insanların varolması doğa kanunlarına aykırı. Normalde bu kafa yapısındaki insanların şimdiye dek doğal seçilim yoluyla çoktan ortadan kalkmış olmaları gerekirdi. Hâlâ varolduklarına göre, “ilahî bir müdahale” söz konusu olsa gerek(!)

İskoç Aydınlanması’nın önde gelen isimlerinden biri olan iktisatçı ve filozof David Hume’un din ile ilgili iki yazısının toplandığı güzel bir kitap var (“Din Üstüne”, 4. baskı, Çev: Mete Tunçay, Ankara: İmge Kitabevi, 2004). Hume 1745’te Edinburgh Üniversitesi’ne ahlâk profesörlüğü için başvuru yapmış, ama din konusundaki görüşleri yüzünden reddedilmiş. Kendisi aynı zamanda dönemin önemli liberal düşünürlerinden. Kant’ı, onun deyişiyle “dogmatik uykusundan uyandıran düşünür” olan Hume’dan bir aktarma yapalım:

“Bir gün papaz, kudas törenine [İsa’nın kanı ve eti olarak şarap ve ekmek sunulan tören] katılan bir adamın ağzına, yanlışlıkla kutsal ekmekçiklerin arasına düşen bir markayı vermiş. Adamcağız, dilinin üstünde erimesi için bir süre sabırla beklemiş, fakat hiç dağılmadığını, bütünüyle kaldığını anlayınca ağzından çıkarmış. Papaza, ‘Umarım bir yanlışlık yapmamışsınızdır,’ demiş, ‘Sakın Baba Tanrı’yı vermiş olmayı bana. Öyle sert ve katı ki, yutulmuyor.” (s. 82)

“Üstün varlığın bilgisine erişebilmek ve doğanın görünür işlerinden, öylesine yüksek bir ilke olarak, onun ulu yaratıcısını çıkarsama yeteneğiyle donatılmış olmak, insan aklı için ne soylu bir ayrıcalıktır. Fakat bir de madalyonun öteki yüzünü çevirin. Çoğu ulusları ve çoğu çağları araştırın. Uygulamada dünyaya egemen olan dinsel ilkeleri inceleyin. Bunların, hasta insanların rüyalarından başka bir şey olduğuna pek inanamazsınız; ya da belki, bunları, kendini ‘akıllı’ sıfatıyla onurlandıran bir varlığın ciddî, kesin, dogmatik bildirimleri olmak yerine, daha çok insan kılığına girmiş maymunların saçma sapan oyunları sanırsınız.

“Lafa gelince, insanların söylediklerini dinleyin: Kendi dinsel inançları kadar kesin bir şey yoktur. Yaşamlarını inceleyin: Bunlara en küçük bir inanç beslediklerini düşünemezsiniz bile.

“Hiçbir dinbilimsel saçmalık yoktur ki, anlayışları en büyük ve en işlenmiş insanlarca bazen benimsenmeyecek kadar göze batıcı olsun. Hiçbir din kuralı yoktur ki, insanların nefsine en düşkün olanı ve en ahlâksızı tarafından kabul edilmeyecek kadar katı olsun.

“Sofuluğun anası bilgisizliktir: Bu, atasözü hâline gelmiş ve genel tecrübeyle doğrulanmış bir özdeyiştir. Dinden tümüyle yoksun bir kavim var mıdır diye bir bakın: Böylelerini bulursanız, hayvanlardan ancak birkaç basamak yukarıda olduklarını görürsünüz.” (s. 107)

Kitaplarının bir bölümü Türkiye’de de yayınlanan Amerikalı astrolog ve astrobiyolog Carl Sagan aynı zamanda bir ateisttir. Yıllar önce TRT’de kendisinin hazırlayıp sunduğu “Kozmos” adında bir belgesel gösterilirdi. 1996 yılında ölen Sagan, son kitabında bu konularda kötümser bir tablo çizmiş (“Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı”, Çev: Miyase Göktepeli, İstanbul: Tübitak ve Yapı Kredi Yayınları, 1999). İnsanlığın 2500 yıllık bir bilim tarihi olmasına rağmen, insanların hâlâ bilime değil, hurafelere inanıyor olmasının kendisinde yarattığı hayal kırıklığından bahsetmiş. Kitabında Sagan bilim hakkında şunları diyor:

“Bilimsel düşünce, her şeyden önce yaratıcı ve disiplinlidir. Başarısında esas olan da bu özellikleridir. Bilim bizi, önceden bildiklerimiz ya da sandıklarımız ile uyuşmasa da, gerçekleri kabul etmeye çağırır. Alternatif hipotezler geliştirip, gerçeğe en uygun düşenleri belirlemeye yönlendirir. Bizleri, dinî düşünceye aykırı görünse de, yeni fikirleri sınır tanımaz bir açıklıkla kucaklayan yaklaşım ile, hem yeni hem de eski fikirleri aman vermeksizin sorgulayan kuşkucu yöntem arasındaki hassas dengede tutmaya çalışır. Bu tür bir düşünme sistemi, değişim çağı olarak niteleyebileceğimiz günümüzde demokrasi için de esastır.

“Bilimin başarılı olmasının nedenlerinden biri, özünde bir hata düzeltme mekanizması ile birlikte yapılanmış olmasıdır. Kimileri bunu fazla bir genel niteleme olarak görebilir; ama bence, yaptığımız her özeleştiride, fikirlerimizi dış dünyayı da bakış açımıza katarak her sorgulayışımızda, bilim yapmış oluyoruz. Rahatımıza düşüp eleştiriden kaçındığımız her defasında da, sahte bilim ve batıl inanış çukuruna yuvarlanıyoruz.” (s. 21-2)

Son olarak da Nobel ödüllü İngiliz filozof Bertrand Russell’dan aktaralım. Russell “Neden Hıristiyan Değilim?” adlı makalesinin sonunda bakın ne diyor (http://users.drew.edu/~jlenz/whynot.html):

“Dinin her şeyden önce ve çoğunlukla korku üzerine kurulmuş olduğuna inanıyorum. Bu durum kısmen bilinmeyenin dehşetinden, kısmen de, dediğim gibi, bütün belalarınız ve kavgalarınız esnasında size destek olacağını hissedeceğiniz bir büyük ağabeyin olmasını dilemenizden kaynaklanıyor. Bütün olup bitenin nedeni korkudur – esrarengiz olanın, yenilginin, ölümün korkusu. Zulmün anası da babası da korkudur. Bu nedenle, zulmün ve dinin bir arada yer almış olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Zira bu iki şeyin temelinde korku bulunur. Artık bu dünyada olup bitenleri biraz olsun anlamaya ve – Hıristiyanlık dini, kiliseler ve bütün o eski ahlâk kuralları karşısında adım adım, zorla yol alan – bilimin yardımıyla denetim altına almaya başlayabiliriz. Bilim, insanlığın onca kuşak boyunca duyduğu bu alçak korkunun üstesinden gelmemize yardım edebilir. Bilim, ve öyle sanıyorum kalbimiz de, artık hayalî destekler aramaktan, gökyüzünde müttefikler uydurmaktan ziyade, bu dünyayı, tüm o yüzyıllar boyunca kiliselerin yaratmış olduğu türden bir yer yerine, yaşanabilecek daha iyi bir yer yapmak için kendi çabalarımıza yönelmeyi bize öğretebilir.

“Kendi ayaklarımızın üzerinde durmak ve dünyaya – onun iyi ve kötü gerçeklerine, güzelliklerine ve çirkinliklerine – âdilce ve dosdoğru bakmak istiyoruz; dünyayı olduğu gibi görmek ve ondan korkmamak istiyoruz. Akıl ile dünyayı fethetmek ve ondan gelen korku karşısında köle gibi boyun eğmek istemiyoruz. Bütün tanrı kavramı, eski doğu despotizmlerinden türemiştir. Özgür insanlara hiçbir biçimde yakışmayan bir kavramdır. Kiliselerde kendilerini alçaltan, sefil günahkârlar olduklarını ve diğer bütün şeyleri söyleyen insanları işittiğinizde, bunlar, kendilerine saygısı olan insanlar için âdi ve değersiz görünür. Ayağa kalkalım ve dünyaya dosdoğru bakalım. Dünyadan en iyi şekilde faydalanalım. Bu dilediğimiz kadar iyi olmayabilir; yine de, her şeye rağmen diğer insanların bütün o çağlar boyunca yaptıklarından daha iyi olacaktır bu. İyi bir dünyanın bilgiye, şefkate ve cesarete ihtiyacı vardır; geçmişin keder içinde özlenmesine ve uzun zaman önce cahil adamların söylediği kelimeler ile özgür zekânın zincire vurulmasına ihtiyacı yoktur. Yürekli bir bakış açısına ve özgür zekâya ihtiyacı vardır. Ölmüş bir geçmişe bakıp durmak yerine, gelecek için umuda ihtiyacı vardır. Şuna inanıyoruz ki, zekâmızın yaratacağı gelecek de, bu geçmişin çok daha ötesine geçecektir.”

Din ile bilimden bu kadar bahsedince, şöyle bir akıl yürütme yapayım dedim:

Diyelim, uzak bir yıldız sisteminde dünyadaki koşullara sahip bir gezegen bulunmuş olsun ve teknoloji de bu yıldızlara yolculuk yapabilecek yıldız gemileri üretebilecek seviyeye ulaşmış olsun. Başörtüsü serbestisi isteyen, okullara/hastanelere/devlet dairelerine mescit isteyen, devlet dairelerinde Cuma namazı izni isteyerek gürültü koparan, laik devlet yerine şeriat devleti isteyen, reklam panolarında bikinili karı görmek istemeyen, Kemalistlerden nefret eden bütün dinci takımından bıkan devlet ve vatandaşlar da, bunları Uzay Yolu dizisindeki “Atılgan” tarzı bir yıldız gemisi ile bu dünyaya göndersin. Geminin ismi de “Hicret – 1” olsun. Gemide Kaptan Kirk yerine Tayyip Erdoğan gibi bir kaptan, Mr. Spock yerine “Akıllı Tasarım” uydurmacasının Türkiye acentesi Mustafa Akyol gibi bir bilim subayı, Dr. McCoy gibi bir doktor yerine de Fethullah Hoca gibi bir emekli vaiz olsun. Hatta mühendis Scotty yerine endüstri mühendisi Abdullah Gül gibi biri olabilir: “Beni mescide ışınla Abdullah!”

Bunlar gezegene gittikten 100 sene sonra bir araştırma ekibi ziyaretlerine gelsin. Sizce bu ekip onları ne hâlde bulur? Emin olun, onları bırakıldıkları yerden 100 sene gerilemiş bulacaktır. Çünkü bu kafayla bunların ilerlemeleri, yaşam koşullarını geliştirmeleri imkânsızdır. Şu andaki yaşam koşullarımız 100 sene önceki koşullarımız ile aynı mı? Hem maddî hem düşünsel açıdan daha gelişmiş bir dünyada yaşıyoruz. Bu açıdan baktığımızda daha da vahim olanı şudur: Normal gelişme şartlarında bu toplumun 100 sene ilerlemesi gerekir diye düşünürsek, başlangıç noktasından 100 sene geriye gittikleri için, bizim dincilerimiz toplamda 200 sene gerilemiş olacaktır.

Bu arada aklıma takıldı. Sizce olası bir "Hicret – 1" yıldız gemisinin mürettebatı kimlerden oluşmalı? “Star Trek: The Next Generation” dizisini hatırlar mısınız? Orada savunma subayı olarak Klingonlu bir adam vardı. Mesela bizim geminin savunma subayı Nazlı Ilıcak olabilir mi? Hoş, Kasımpaşalı maganda Tayyip amcam kendisini milletvekili adayı yapmayarak fena kazık attı. Ilıcak’ın yanına da İkinci Cumhuriyetçilerden oluşan bir savunma ekibi versek? “Data” adında bir klon vardı hani, bilim subayı idi. İnsanları taklit etmeye çalışırdı. Bizim geminin Data’sı için Mehmet Altan iyi gider sanırım.

Bu kafayla bu insanlar nereye gider?

Wednesday, June 06, 2007


“OT”LAŞTIRMA

Sınav işleri peşinde koştururken – hâlâ bitmediler maalesef – kardeşim bir olay anlatı. Kendisi bir kozmetik firmasında çalışıyor. Bu pazar günü işyerinden bir kız arkadaşlarının nikahına gitti. Anlattığına göre, nikahın kıyılacağı salona girince şaşırmışlar, çünkü her taraf tesettürlü, kara çarşaflı kadınlar ile kaynıyormuş. İlk önce yanlış bir salona geldiklerini zannetmişler, zira arkadaşları kapalı biri değilmiş. Ama sonra, arkadaşlarını tesettürlü bir vaziyette nikah masasına ilerlerken görünce şoke olmuşlar. Kardeşim, “Kızın yüzünden düşen bin parçaydı, ama oğlan gülücükler saçıyordu,” diyor. Kız son derece mutsuz bir şekilde “evet” demiş ve nikah kıyılmış.

Pazartesi günü kardeşim işin aslını biraz öğrenebilmiş. Anlattığına göre, adamın ailesi kapalı bir aileymiş. Kızın ailesi de dindar bir aile imiş, ama kızlarına karışmıyor, serbest bırakıyorlarmış. Kız, adam ile severek evlenmeye karar vermiş – yani görücü usulü gibi bir şey yok. Hatta nikah öncesinde arkadaşlarına nikahta giymeyi düşündüğü gelinliğin resimlerini göstermiş. Kardeşim “Gayet olağan, omuzları açıkta bırakan bir gelinlikti,” diyor. Maalesef, nikahın olduğu gün, erkek tarafı işi oldu bittiye getirerek kıza tesettür giydirmiş. “Nasıl giydiğine şaşırdım. Ben olsaydım o masada ‘hayır’ derdim. Herhalde kızı zorladılar veya bir şey ile tehdit ettiler, yoksa öyle kolay kolay giymezdi,” diyor kardeşim.

İşin daha vahim tarafı da var: Pazartesi günü işyerinden arkadaşları evlilik nedeniyle izinli olan kızı arayıp konuşmuşlar. Kızın dediğine göre, kocası “kapanmasını” ve “çalışmayı bırakmasını” istiyormuş. Halbuki evlilik öncesinde hiç böyle bir durum yokmuş ortada. Her şey evlenir evlenmez meydana çıkmış. Kız çok mutsuzmuş. “Hiç düşündüğüm gibi çıkmadı,” diyormuş.

Benim en çok sinirimi bozan, adamın bu kadar “sinsi” olması. Görüyor musunuz “koca” denilen adamı? Kardeşim daha dün evlendin! Dur bir be! Kız adamın ailesinin kapalı olduğunu biliyordu muhakkak, ama seven insan bunları önemser mi? Belki adamın davranışlarından kendisini böyle bir şeye zorlamayacağını düşünmüştür. Nereden bilsin adamın kafasından geçenleri? Kavun mu ki almadan önce koklasın?

Bu türden şeylerin olduğunu siz de muhakkak çevrenizden duymuşsunuzdur. Ama insan bunları işittiği her defasında sinirlenmeden edemiyor. Adam belki becerebilse, sabah işe gitmeden evvel karısını dolaba kilitleyip öyle çıkacak evden. Allah bilir, ilk aylar geçtikten sonra kızın sokağa çıkmasını, arkadaşlarını görmesini de yasaklar amcam. Sonra da bir çocuk yaptırır – tabii illa erkek olacak! Daha evlendiğinin ertesi günü kızı kapatıp çalışmasını istemediğine göre, bunları da kısa zamanda yapmakta gecikmeyecektir büyük ihtimalle. Ben anlamıyorum, bu nasıl bir kafa yapısıdır böyle? Evlendikten sonra kapanmak, çalışmamak, evde oturmak – bunun mantığı nedir? Akıllıca bir açıklaması var mı? Neye dayanarak yapıyorlar bunları?

Peki bu kız ne yapsın şimdi? Boşanmak isterse nasıl boşanacak? Kardeşimin dediğine göre, eğer nikahı izleyen bir hafta içinde mahkemeye başvurursa, kızın evlilik sözleşmesini iptal etme imkânı varmış. Ancak şu ana dek herhangi bir şey olmamış. Kusura bakmayın, ama bu tür olayları işittikçe resmen tiksiniyorum bu insanlardan. Nasıl da utanmazca insanlara kendi yaşam tarzlarını dayatıyorlar. Şimdi diyecekler ki, “Laikler de dayatmıyor mu?” Siz hiç kapalı bir kızla evlendikten sonra onu başını “açmaya” ve “çalışmaya” zorlayan Atatürkçü bir adam gördünüz mü?

Monday, June 04, 2007


HANGİ KAFA İLE İLERLENİR?

Son günlerde gazetelerde bizim dincilerin yaptıklarıyla ilgili haberler okuyunca, bu adamlarla bir memleketin ne kadar ileri gidebileceğini düşündüm. “Bu kişilerin hâkim olduğu bir ülkede bilimin durumu ne olur acaba?” diye merak ettim. Böylelerinin olduğu İran’ı zaten biliyoruz, gazeteler arada yazıp duruyor. Bu defa da Osmanlı’ya bakayım dedim. Biliyorsunuz, bunlar aynı zamanda katıksız birer Osmanlı hayranıdırlar. Ne de olsa Osmanlı’da Cumhuriyet’te olduğundan daha rahattılar. Peki bu gibiler o zamanlar ne işler çevirirmiş? Bilim ve Teknik dergisinden iki makale buldum. İlkinde Osmanlı’nın ilk rasathanesini kuran Takiyüddin’den bahsediliyor (Urungu Akgül, “Osmanlı’nın Uzaya Bakan Gözü: Takiyüddin ve İstanbul Rasathanesi”, Bilim ve Teknik, Sayı: 351, Şubat 1997, s. 34-40).

Takiyüddin 1521 yılında Şam’da doğuyor. O dönemin tanınmış hocalarından fıkıh, hadis ve tefsir dersleri alıyor. Sonrasında ders vermek üzere Mısır’a atanıyor. İki kez İstanbul’a gidiyor. İlk gidişinde Ali Kuşçu’nun torunu ile dostluk kurarak bilgisini arttırıyor. Üçüncü gidişi 1570 yılında oluyor. Metinden devam edelim:

“Takiyüddin’in İstanbul’a yerleştiği 1570 yılına kadar, gökbilimle ilgilenmek amacıyla rasathane kurulmamış olduğundan, gökbilimle ilgili bilgiler eskiden kalma Arapça ve Farsça kitaplardan öğrenilmekteydi. Gözlemle ilgili hesaplar da eskiden hazırlanmış olan gözlem kataloglarından yararlanılarak yapılıyordu. Bu gözlem kataloglarına dayanılarak yapılan hesaplar doğru sonuçlar vermekten uzaktı. Yeni bir gözlem kataloğu düzenlenmesi için bir rasathane kurulması gerekiyordu. Takiyüddin, matematik ve gökbilim konusundaki yeteneğine büyük önem veren Hoca Saadettin Efendi’nin yardımlarıyla padişah III. Murat’tan rasathanenin kurulması için izin, yer ve ödenek aldı. Kendisini de rasathane müdürlüğüne atanarak, inşasına nezaret etmekle görevlendirildi. Bugün, Cihangir Tophane sırtlarına kurulmuş olan İstanbul Rasathanesi’nin yapımına kesin olarak ne zaman başlandığına dair bir belge bulunmamasına karşın, rasathanenin aletleri ve yapımı tamamlanmamış da olsa 1575-1580 yılları arasında gözleme açık olduğu kesindir.” (s. 36-7)

Takiyüddin rasathanede ölçüm yapmak için belli başlı dokuz alet inşa ettiriyor:

Gökcisimlerinin ekliptiğe göre enlem ve boylamlarının bulunması için kullanılan Zât-ül-Halâk, gökcisimlerinin meridyen doğrultusundaki yüksekliklerini ölçmek için Libne, gökcisimlerinin konumu için Zâtü’s-Semt ve’l-İrtifâ, bir diğeri üç cetvelden oluşan Zat-ü’s-şu’beteyn, gökcisimlerinin yükseklik açıları için Rub-ı mıstar, yıldızın yüksekliğinin sinüsü için Zatü’l-ceyb, güneşin ekinoks noktasına geldiği anı saptamak için Zatü’l-evtar, Takiyüddin’in kendi buluşu olan ve iki yıldızın açısal uzaklığını ölçmek için kullanılan Müşebbehetü bi’l-monatık, son olarak astronomik bir saat olan Bengam.

İsimlerini okuyup söylemek zor olmasına rağmen, o dönem için oldukça ilerici aletler, değil mi? O dönem yazılan eserlerin kopyaları ancak elle çıkarılmaktaymış. Hâliyle kopyalama esnasında bazı hatalar oluşmaktaymış. Bu açıdan olumlu taraf, Taküyiddin’in eserlerinden bazılarının orijinallerinin bugüne kadar ulaşmış olması. El yazmalarının bir bölümü Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü’nde bulunuyor. Enstitünün UNESCO ile birlikte yürüttüğü “Memory of the World” projesi çerçevesinde, el yazmalarının da içinde bulunduğu 821 Türkçe, 414 Arapça ve 102 Farsça, toplam 1337 eserin mikrofilmleri çekilerek cd-rom üzerinde kataloglanmış.

Peki rasathaneye ne olmuş? Osmanlı’dan bahsettiğimize göre tahmin etmek zor olmasa gerek: Yıktırılmış! Yıkımın nedeni için fazla veri elde etmek mümkün değil. Ancak 1577 yılında gözlenen kuyrukluyıldızın, 1578’deki veba salgınının ve – hepsinden daha güzeli – Takiyüddin ve rasathane personelinin meleklerin bacaklarını gözlediği söylentilerinin şüpheleri arttırdığı söyleniyor. Şeyhülislam Kadızade Ahmet Şemsettin Efendi de bu görüşleri destekleyince, padişahın verdiği emirle, 1580 yılında Kılıç Ali Paşa rasathaneyi yıkıyor. Allah selamet versin! Bunca söylentinin arasında, rasathanenin kurulmasına önayak olan Hoca Sadettin Efendi ile şeyhülislamın yer aldıkları farklı siyasi grupların çekişmesi de bir neden olarak sayılıyor.

Sonrasında Osmanlı’da bilim işleri nasıl gelişiyor? Onu da başka diğer makaleden alıntı yaparak aktaralım (Füsun Oralalp, “Atatürk ve Bilim”, Bilim ve Teknik, Sayı: 318, Mayıs 1994, 68-80):

“Osmanlı’nın son döneminde tıp, fizik, hatta matematik din çerçevesinde okutulur. Bu anlayış sonucu, bir üçgenin iç açılarının toplamının ne olduğu sorusuna 1773’te İstanbul’da şu cevap verilir: ‘Üçgenine göre değişir!’ Soruyu soran Baron de Todd, ileride kurulması düşünülen mühendishaneye temel oluşturmak üzere Hendeshane açmıştır. Soruyu cevaplayan ise, buna karşı çıkan devrin hendesecilerinden (geometri öğretmeni) biridir. Bilmediğini öğrenmemekte direnmek taassuptur!

“Piri Reis’in 1513’te çizdiği ünlü harita bugün de büyük bir başarı olarak değerlendirilmektedir. Oysa 1770’de, Rus donanmasının Baltık Denizi’nden Akdeniz’e ancak Venedik’teki kanallardan geçerek ulaşabileceğini düşünen Osmanlı devlet adamları, Venedik elçisini bu sebepler kınarlar. Aradan geçen 250 yılda ileri gidileceğine geri gidilmiştir. Okullarda harita çizmenin ve göstermenin yasaklanması, Piri Reis’in torunlarına Akdeniz’e nasıl gidileceğini unutturmuştur!

“Modern bilim Avrupa’da ilerlerken, veba salgını gerekçesiyle 1580’de bir fetvâ ile İstanbul rasathanesi yıktırılır. Medreselerde ise 1400 yıl öncesine ait Claudius Ptolemy (Batlamyus) astronomisi üzerine çalışılmaktadır. Oysa güneşi merkez değil de, bir gezegen olarak kabul eden bu sistemi Nicolaus Copernicus ‘Göksel Gezegenlerin Devrimi’ adlı eseriyle çürütmüştür. Copernicus bilimsel astronomi çağını başlatan eserinde, güneşin uzayın merkezi olduğunu belirliyordu.

“Gutenberg matbaası Türkiye’ye 300 yıla yakın bir gecikme ile girebilmiştir. 1727’de kurulan ilk Türk matbaasında kitap basılabilmesi için ise iki yıl daha beklemek gerekmiştir. Bu gecikmenin nedeni de, devrin şeyhülislamı Abdullah Efendi’nin dinî kitapları ‘gâvur icadı’ndan basılmasını yasaklayan fetvâsıdır. Bilimsel gelişmeleri unutturmaya çalışmak ve yenilikleri engellemek taassuptur!

“Teleskop Avrupa’da 1608’den beri kullanılmaktadır, oysa aynı yüzyılın sonlarında teleskoptan haberi bile olmayan Osmanlı astronomları vardı. Yıldızları göremeyenlerin yıldızlara olmayacak güçler yüklemesinden, kehânetlerde bulunmasından daha doğal ne olabilir? Nitekim 1716’daki Petervaradin Savaşı’nda vezir-i âzam Damat Paşa’nın danıştığı müneccimlerin yıldız hesapları yanlış çıkınca, Osmanlı ordusu Avusturya karşısında yenilir. Ancak devrin şeyhülislamı İsmail efendi, vezir-i âzamdan bile daha geri düşüncelidir. Damat Ali Paşa’nın malları müsadere edilirken felsefe, eskiçağ tarihi ve astronomiye ilişkin kitapların genel kitaplıklara konulması şeyhülislam fetvâsıyla yasaklanır. Kitap yasaklama taassuptur!” (s. 71-3)

Ne güzel, değil mi? Bizim dincilerin Atatürk’e ifrit olmalarının bir nedeni de budur; yani din yerine bilimi koyması nedeniyledir. Atatürk 1937’de son defa Sivas’a gider ve Sivas Kongresi’ni topladığı binada eğitin veren Sivas Lisesi’nde geometri dersine girer. Derste tahtaya iki paralel çizgi çizer ve bunları diğer iki paralel çizgi ile çakıştırır. Bir kız öğrenciye de buradan çıkan açıların isimlerini sorar. Kız bunları söylemekte zorlanınca, Atatürk “Bu anlaşılmaz Arapça terimlerle öğrencilere bilgi verilemez. Dersler Türkçe terimlerle anlatılmalıdır,” der. “Zaviye” karşılığında “açı”, “dılı” karşılığında “kenar”, “müselles” karşılığında “üçgen” gibi kelimeler kullanarak konuyu açıklar. Zaten daha öncesinde, matematik dilini sadeleştirmek ve Türkçeleştirmek için 1936-1937 yılları arasında bir geometri kitabı yazmıştır. Zira Akşehir’e yaptığı gezide söylediği gibi, “Çünkü Arapça artık ilim ve fen dili değildir.” Bunlara bakıp ardından günümüzde Arapçayı okullarda seçimlik ders olarak veren, hatta eğitiminin bir kısmını Arapça veren İmam Hatip gibi okulları düşündüğünüzde, bütün bunlar insana akıl almaz geliyor.

Atatürk şunları demiş:

“Mevcut tarikatların gayesi, kendilerine tâbi olan kimseleri dünyada ve manevî hayatta mutluluğa ulaştırmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin nuru karşısında, filan veya falan şeyhin uyarısıyla maddî veya manevî mutluluk arayacak kadar iptidaî insanların Türkiye medenî camiası içinde varlığını asla kabul etmiyorum.

“Efendiler, ey millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müridler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat medeniyet tarikatıdır. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için kâfidir.” (s. 79)

Cumhuriyetin ilk yıllarında bunları söyleyen bir Atatürk’ten, bir şeyhin dizlerinin dibine oturan ve “Ananı al da git! Elhamdülillah şeriatçıyız!” diyen Tayyip adlı bir başbakana gelmişiz. Bu müthiş bir gerilemeden başka bir şey değildir! Ve “bu adama” hâlâ oy verecek kadar cahil ve bağnaz insanlar var bu memlekette.

Bütün bunları yazmama neden olan, geçtiğimiz günlerde Bağcılar’daki bir lisenin bodrumundaki bir odanın ders saatlerinde namaz kılmak için kullanıldığının ortaya çıkmasıydı. Olayla ilgili yazılanları merak ettiğimden internette siteleri dolaştım. Dinciler sitelerinde her zamanki gibi mız mız edip duruyordu. Bazı siteler ise namaz kılındığının ortaya çıkması yüzünden bu haberi yapanlara kızıyordu. Kimileri de ciddi ciddi uygulamayı savunup geliştirilmesini istiyorlardı.

Eğitim sisteminde adam gibi matematik, fizik, biyoloji vs. dersleri verilemezken, eğitimi iyileştirmek ve kalitesini yükseltmek, öğrencileri okul dışındaki hayata hazırlamak, okulların laboratuar, kütüphane, derslik vs. gibi eksiklerini gidermek gibi meseleler ile ilgilenmek gerekirken, bu zavallılar “okullara mescit yapılması, teneffüslerin namaz saatlerine göre ayarlanması” gibi akıl almaz şeyler ile uğraşıyorlardı. Bu tiplerin böyle şeyler ile uğraşması karşısında insan şaşakalıyor. “Bunların arasında hiç mi aklı olan insan yok?” diye düşünüyorsunuz.

Daha önceden böyle tipler ile bazı sitelerde tartışmıştım. Sürekli olarak “Türkiye’de Müslümanlara baskı var” diye yakınıyorlardı. Baskı dedikleri de şunlar: Cuma günü devlet dairelerinde namaza gitmeye izin verilmiyor; okullarda, devlet dairelerinde ve hastanelerde mescit yok; başörtüsü yasağı var. Demek, bunlar düzelince memleketteki Müslümanlar rahata erecekler. Tartışmalarda üç taktik izliyorlardı: Bir olayın sadece işlerine gelen kısmını cımbızla çekip almak; eleştirileri ya da yazılanları çarpıtmak; hiçbir şekilde cevap veremeyecekleri bir eleştiri ile karşılaştıklarında onu görmezden gelmek. Bu kafayla bunlar nereye gidecekler? İleriye olmayacağı kesin!

Bugün Hürriyet gazetesinde okudum. Antalya’da İmam Hatip Liseleri Mezunları Derneği’nin düzenlediği pilav gününde konuşan İHL Mezunları ve Mensupları Derneği eski başkanı şöyle demiş: “Diğer okullarda fuhuş var, uyuşturucu var, İHL’lerde yok. Bugün İHL’ye çocuğunu gönderen de, orada okuyan gençler de birer kahramandır." Bir tane daha: Amasya Kız Meslek Lisesi’nin Din Kültürü hocası hazırladığı 25 soruluk testte öğrencilere “Evlilik bağı olmayan kişiler arasındaki cinsel ilişkiye ne denir? Hangisi zinanın zararlarından değildir? Hangisi ruh sağlığı açısından zinanın zararlarından değildir?” şeklinde sorular sormuş. Bu hasta insanların olduğu okullardan, bunların yetiştirdiği öğrencilerin arasından özgür düşünceli, özgür irade sahibi kişilerin çıkması beklenebilir mi? Bu ülkenin İHL’ler gibi içi geçmiş okullara ihtiyacı var mı?

En son Atatürk’ten bir alıntıyla bitireyim:

“Gözlerimizi kapayıp tek başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile alakâsız yaşayamayız … Aksine, yükselmiş, ilerlemiş, medenî bir millet olarak medeniyet düzeyinin üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fenle olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.

“Hiçbir tutarlı kanıta dayanmayan birtakım geleneklerin, inanışların korunmasında ısrar eden milletlerin ilerlemesi güç olur; belki de hiç olmaz. İlerlemede geleneklerin kayıt ve şartlarını aşamayan milletler, hayatı akla ve gerçeklere uygun olarak göremez. [Bu milletler] Hayat felsefesini geniş açıdan gören milletlerin egemenliğine ve boyunduruğu altına girmeye mahkûmdur.” (s. 69)

Saturday, June 02, 2007


UÇKUR İŞLERİ

Sınava çalışmaktan sıkılınca kütüphaneyi karıştırmaya karar verdim. Bakınırken dört sene önce aldığım iki kitap elime geçti (Andrè Morali-Daninos, “Cinsel İlişkiler Tarihi”, Çev. Samih Tiryakioğlu, İstanbul: Varlık Yayınları, 1974. Richard Lewisohn, “Cinsî Âdetler Tarihi”, Çev. Ender Gürol, İstanbul: Varlık Yayınları, 1966). Beşiktaş’taki bir sahafta rafları incelerken gözüme çarpmışlardı. “İlkel zamanlardan günümüze uçkur vaziyetlerini anlatıyor,” diye satın almıştım, ancak bir türlü tam manasıyla okuma fırsatı bulamadım. Şöyle bir göz atarken bazı ilginç yerlere denk geldim. Bir kısmını aktaralım:

Ortaçağ’ın başlarında Avrupa’nın pek çok ülkesinde cinsel açından bir başıboşluk hüküm sürüyormuş:

“Kadınlar çoğu zaman sokağa göğüsleri açık olarak çıkıyorlardı. Kiliseye gittikleri zaman kendilerinden göğüslerini örtmeleri isteniyordu. Erkeklerde ise, pantolon yırtmacı cinsel organlarına tıpatıp uygun hâldeydi ve onları gizlemekten çok gösteriyordu. 15. yüzyılda hamama çıplak gidiliyor, çocuklar da birlikte götürülüyordu. Ondan sonra mıncıklama ve sevişme faslı başlıyordu. (…) Kiliselerin renkli camlarla kaplı pencerelerinde ve dinsel resimlerde açık seçik sahneler eksik değildi.” (Morali-Daninos, s. 40)

Serbestliğe bir örnek daha vereyim: Londra’ya ilk geldiğim aylarda, okuldaki arkadaşlardan biri “haydi striptiz bara gidelim” diye tutturdu. Önce metroya, sonra otobüse binerek şehir merkezine yakın yerdeki bir bara gittik. Bütün camları siyah renk ile kapalı, mor rengin hâkim olduğu bir mekândı. İş çıkışında gelen takım elbiseli erkekler, sahnenin önünde bir yandan içki içip sohbet ediyor, diğer yandan danseden kızlara bakıyorlardı. Kızlar ise dansa çıkmadan önce ellerinde kupalar ile tek tek müşterileri dolaşıp para topluyordu. En az 1 pound vermeniz gerekiyordu. Ama sahneye vırt zırt kız çıktığından fazla kalmadık, çünkü her defasında 1 pound atmak yavaş yavaş pahalı gelmeye başlamıştı. Dışarıda, barın ilerisinde sol tarafta orta büyüklükte bir kilise vardı. Katolik kilisesi olup olmadığını bilmiyorum. Böyle bir yerin karşısında kilise olmasına çok şaşırmıştım. Acaba kimse böyle bir “şer yuvasının” kilisenin yanında faaliyet göstermesini şikayet etmiş miydi? Buna benzer bir şey Türkiye’de olsa, bizim beton kafalı dinciler barı kesinlikle ateşe verirlerdi! Ayrılırken “Acaba daha sonra gelip bir cv bıraksam mı?” diye düşündüm, ama üşengeçliğimden kaldı. Halbuki Avrupa’da bu tür şeylerin Kilise ile bağlantısı varmış. Bakın Haçlı Seferleri sonrasında Kilise işe nasıl el atmış:

“Haçlı Seferleri fuhşun büyük çapta artmasına neden oldu. Dindar savaşçılar acıklı da olsa karılarından ayrılmayı göze alabiliyorlardı, ama bazen yıllarca sürecek cinsel perhiz pek ağır geliyordu. Haçlı Seferlerinin düzenleyicileri orduyu kadınsız tutmanın imkânsız olduğunu pek iyi anlamışlardı. Çıkış limanları kendilerini haçlılara veren kadınlarla kaynaşıyordu, çoğu da gemilere tırmanıyorlardı. (…)

“Haçlı Seferleri sona erince fahişeleri kontrol altında tutmak gittikçe daha da gerekli olmaya başladı. Birçok yeni şehir kurulmuştu. Eskiden şehirler arası yollarda ayak süren kadınlar, şimdi çağın gidişine ayak uydurmuşlar, ya şehir duvarlarının içinde ya da kapıların hemen dışında işlerini görüyorlardı. Kadınları korusalar bile, şehirliler bu durum karşısında utanıyorlardı. Bu hoş olmayan duruma bir çare bulunması gerekti. Kilise durumu anlıyordu. Fuhşu tamamıyla ortadan kaldırmak boştu; iyilikten çok kötülük yapılmış olurdu. (…) Uzun uzun düşünüp taşındıktan sonra yetkililer, eski çağların yöntemine başvurdular: Polisin nezareti altında fahişeleri genelevlere sokmak daha az bir kötülük gibi geliyordu. Birçok yerlerde, Kilise bu işi üzerine aldı. Papanın oturduğu Avignon şehrinde ‘manastır’ anlamına gelen ‘Abbaye’ adı altında tanınan bir genelev kuruldu. Napoli kraliçesi resmen koruyordu bu kuruluşu. Çalışan kadınlar dua saatlerini ihmal etmeyecekler, her ne kadar kötü bir işte çalışıyorlarsa da iyi Hıristiyanlar olarak kalacaklardı. Müşteriler de dinsel bir kurala uymak zorundaydı: Bu evlere yalnız Hıristiyanlar girebilirlerdi. Putperestler ile Yahudiler kesin olarak içeri sokulmuyorlardı. Bu teşebbüs öyle başarılı olmuştur ki, sonradan Papa II. Julius Roma’da tıpkı böyle bir ev kurmuştur. Başka şehirlerde Kilise bu işe faal olarak katılmayı göze alamamıştır, ama sık sık rahiplerin ve manastırdaki sörlerin evinde bu gibi işler yapılmıştır. Pek kültürlü bir adam olan Mainz piskoposlarından birinin kütüphanesindeki kitap sayısı kadar, evinde fahişe olduğu söylenir. Bir İngiliz kardinali, hiç de kapatmak niyetinde olmadığı bir genelev satın almıştır.” (Lewisohn, s. 126-7)

* * *

Avrupa’dan bahsederken, benim özel bir “nefret” duyduğum ve “Fransızlar” olarak adlandırılan milleti de unutmamak lazım. Fransız İhtilâli’nden sonra bu kefereler işleri nasıl düzenlenmişler:

“Bütün ihtilâllerde olduğu gibi, şimdi de fuhuş son derece artmıştır. Fransa’da propaganda ve basın artık serbest olduğundan dünya – ve sonraki nesiller – o ana kadar bilmedikleri bir sürü şeyler öğrendiler bu kuruluşlar konusunda. 14 Temmuz’un ilk yıldönümünde ‘maisons de randez-vous’ dedikleri genelevlerde birtakım fiyat listeleri asıldı. Kendi hesaplarına çalışan kadınların fiyatları da ayrıydı. Listenin başında şöyle yazıyordu: ‘Tariffe des filles de Palais Royal, lieux circonvoisins, autres quartiers de Paris avec leurs noms et demeures’ (Palais Royal çevresinde veya Paris’in başka bölgelerindeki kızların adres ve adlarıyla birlikte fiyatını gösterir liste). Paris’e ulusal bayramda gelen, özellikle de özgürlük aşkıyla cezbolunan sayısız ziyaretçilere bu şekilde bilgi vererek, bir anavatan hizmeti yaptığına inandığını söylüyordu listeyi yapan.

“Özgürlükten ne kastedilmiş olursa olsun, liste uzun ve çekiciydi. Madame Dupèron ile dört genç kızına yapılan vizite, öğrendiğimize göre 25 franktı. Oysa Victorine veya Paysanne’a yapılan ziyaret 6 frank ile bir kadeh içkiye mal oluyordu. Özel bir ünü olan La Bacchante adındaki kadının dereceli bir tarifesi vardı: Delikanlılar için 6, yaşlı beyler için 12 franktı. Tabii, özel birtakım sosyal nitelikleri ve lüks apartmanları olan çapkın bayanlar da vardı. Sonra, Paris’te kaldığı süre boyunca turist eğlendirecek kadınlar da vardı.” (Lewisohn, s. 216-7)

Ondan önce de şöyleymiş:

“Büyük şehirlerin hepsinde polisin başına bir sürü iş açan kaldırım orospuları da vardı. Yetkilileri esas uğraştıran şey, bu kadınların giyimiydi: Mesele, orospuların güzelliklerini teşhir edip etmemesi değildi; namuslu kadınlarla karıştırılmamaları meselesiydi. Bu bakımdan eski Roma örnek alındı. Eski Roma’da kaldırım orospuları, namuslu kadınlardan ayrılsınlar diye, sadece uzun bir ‘tunica’ giyerlerdi. Bununla birlikte mesele daha karmaşık bir durumdaydı. Moda sık sık değiştiği için, orospuların giyeceği elbiselerin hep yeniden gözden geçirilmesi gerekiyordu. 1425 sıralarında, örneğin Paris’in ‘filles de communes’ denen orospuları altın renkli kemer takamaz, bol etek ve kürk yakalı mantolar giyemezlerdi. Kürk kenarlı elbiseler özellikle yasaklanmıştı, çünkü yüksek sosyete kürk kenarlı elbiseler giyiyordu. Her çağın kendine göre derdi vardır. Ama ister kürklü ister kürksüz olsun, kadın evleri ve hamamlar müşteriden yoksun kalamıyorlardı. Müşterilerin çoğu da evinde karısı olan evli kimselerdi. İhmâl edilen bir kadın ne yapabilirdi? Şövalyelik kurallarına göre ve bu kuralların vaatlerine rağmen, bütün yapabilecekleri şey kendi akıllarına başvurmaktı. Muhtemelen rahat içinde yaşayan Parisli ve burjuva bir şövalye, cinsel eğitim konusundaki bir kitapta, zeki bir kadının kocasının gece çıkışlarına nasıl engel olduğunu anlatıyor: Kadın odanın dışına yanan bir mum ile su ve havlu koyar. Koca eve dönünce kadın hiçbir şey söylemez, sadece ellerini yıkamasını rica eder. Kocası öylesine utanır ki, bir daha evden çıkmaz.” (Lewisohn, s. 129-30)

Avamdan halkın yanı sıra, bakın Fransa’da sarayda işler nasıl dönüyormuş – ancak eşcinsellik açısından:

“Homoseksüellik özellikle savaşçı halk topluluklarında, bilhassa Avrupa’da Normanlar arasında gelişmişti. Avrupa’da homoseksüelliğin kadın ihtiyacını az hissedilir hâle sokarak ve 'dayanışmayı, takım zihniyetini arttırarak' askerî erdemleri uyardığına inanılıyordu. Daha o zamandan, bu ahlâksızlığın toplumun her iki kutbunda da yaygın olduğu bildirilmekteydi: Homoseksüeller ya katiller, suçlular ya da seçkin ve ince kişiler arasından çıkıyordu.

“Bu nedenle Paris’ten Toulose’a, Toulose’dan da İtalya’ya kaçan hukukçu Muret ile ‘erkeklerin güzelliğine hiç dayanamayan’ Michelangelo ün kazanmış örneklerdir. İngiltere kralları II. Edward ile I. Jack homoseksüeldi. Birçok yazara göre, Shakespeare’in şiirleri yalnız W. H. harfleriyle bilinen homoseksüel bir eşe adanmıştır.

“Fransa’da 16. yüzyılda kral III. Henri homoseksüeldi. Bilindiğine göre, işi epey geç olarak homoseksüelliğe dökmüş; daha önce gençliğini, kardeşleri kral IX. Charles ve Alençon dükü ile, sonraları IV. Henri adıyla tahta çıkan kuzeniyle birlikte toplu sevişme âlemlerinde geçirmiştir. Kadınsı olmakla birlikte, kadınlar kendisinden çok hoşlanırlardı; sayısız metresleri olmuştu. Polonya kralı olduktan sonra Fransa tahtına çıkmış ve tapınırcasına sevdiği Marie de Clèves’in ölümünden sonra iyiden iyiye homoseksüellikte karar kılmıştır. Uğradığı büyük acıyı geriye doğru giden karakteristik bir davranış izlemiş, kendisini kaybettiği sevgilisine benzetmeye özen göstermiştir. Dikiş dikiyor, işleme yapıyor, balolarda kadın kılığına giriyor, eşlerini (erkek gözdeler olan) mignon’lar ya da rastgele karşılaştığı (saray iç hizmetlerinde görevli genç oğlanlardan bir page, bir döşemeci vb. gibi) kimseler arasından seçiyordu.

“Yüzüstü bırakılan kadınlar da kendi aralarında avunuyorlardı. Görünüşe göre, sevici kadınlar arası ilişkilerde erkeğin yerini tutma olanağını sağlayan alet o sıralarda icat edilmiştir.” (Morali-Daninos, s. 66-7)

Bence o malum “aletin” Fransızlar tarafından icat edilmiş olması ihtimali çok kuvvetlidir. Başka kim icat edebilir ki zaten? Marx’ın kızının biyografisini okurken görmüştüm; Marx da Fransızlardan hoşlanmaz ve onlara “pezevenkler” dermiş – büyük adam vesselam!

Arada bâtıl inançlardan da bahsedeyim. Bâtıl inanç deyince şeytansız ve cadısız olmaz tabii:

“Şeytan her iki cinsten insanı da baştan çıkartmaktaydı, ama kurbanları genellikle kadınlardı. Şeytanla alışveriş eden kadınlar, yani onunla pis işlere girişenler türlü türlüydü. Bunlar arasında, hiçbir erkeğin artık yüzüne bakmayacağı, suratı kırış kırış olmuş, saçı başı darmadağın, geceleri büyücülerin süpürgelerine binip uçan yaşlı cadılar vardı. Bunların kendi cinsel hayatlarından büyük zarar gelmezdi, ama yine de tehlikeliydiler. Çünkü bakireler ve zina işleyen kadınlar için aşk şerbetleri hazırlar, erkekleri iktidarsız yapan birtakım ilaçlar yapar, evli olmayan erkekleri şehvet düşkünü kadınlar ile çiftleştirirler ve bu günah birleşmelerinden doğan çocukları rahimdeyken yok ederlerdi. Kısacası, insanlık için kötü birçok faaliyetlerde bulunurlardı.

“Bununla birlikte, bundan daha tehlikelisi, genç büyücülerdi; çünkü bu kadınlar sadece şeytanla alışverişte bulunmuyor, aynı zamanda bu dünyadan adamlarla da çiftleşiyorlar, özellikle de evli, namuslu kişileri baştan çıkartıyorlardı. Bir büyücü ile herhangi bir fahişeyi ayırt etmek imkânsız olduğundan, özel deneylerin uygulanması gerekiyordu. Bunun en iyi kanıtı, bir kadını şeytanla veya yardımcılarıyla işbirliği ederken yakalamaktı, çünkü kendi işini yalnız başına yapamayacağından, yardımcı cinlerini koştururdu işe. Bu yaratıklar türlü türlüydü. Başta, geceleri kâbus şeklinde kadınlara saldırıp onlarla birleşenler ile, erkeklere aynı şekilde saldıran kadınlar geliyordu. Şeytan bazen orta bir köpek büyüklüğünde siyah bir kedi, bazen de erkek bir keçi kılığında çıkardı ortaya.

“Bununla birlikte, şeytanın özel cinsel alanı vücudunun arka tarafıydı ki, şehvet düşkünü kadınlar bundan özel bir tat alıyorlardı. Ortaçağdan kalma pek çok resimde şeytanın kuyruğunun altını gözetleyen kadınlar görülür. Deliği öpmeyi başaracak olurlarsa, esrarlı birtakım güçlerin kendilerine bahşedildiği düşünülmekteydi. Şeytandan daha çok şey bekleyen kimsenin onunla bir anlaşmaya varması gerekirdi. Bu Goethe’nin Faust’undaki gibi resmî değildi her zaman. Büyücü adaylarının ruhlarını şeytana dört kıl karşılığı vermeleri gerekiyordu. Şeytanla her zaman kan mukaveleleri yapmak gerekmezdi. Bununla birlikte, kağıt üstüne kırmızı-beyaz olarak yazmak insana çok daha inandırıcı geliyordu. Bu çeşit belgeler büyücü yargılamalarında her zaman ortaya konmuştur.” (Lewisohn, s. 114-6)

* * *

Son olarak Avrupa’dan dans konusu ile kapatalım:

“Şimdi moda olmaya başlayan yeni danslar eskiden çok daha şeheviydi. Cinsel bakımdan en heyecan vericisi vals idi. Dans ile cinsiyet daima birlikte gitmiştir. Ama aralarındaki nisbet zaman zaman değişmiştir. Batıda Hıristiyanların zaferinden beri iyi sosyetelerde Bakka dansları edilmez olmuştu. 17. ve 18. yüzyılların saray dansları – ki o sıralarda cinsel hayat alabildiğine serbest bırakılmıştı – özellikle muhafazakârdı. Kavalye yalnız kolunu veya elini hanıma uzatırdı. Başka her türlü temas uygunsuz görülürdü. Sadece köylüler birbirlerini omuzlarından ve bellerinden tutarlardı. Şehirlerdeki aşağı sınıftan olan halk bile bu gibi kaba davranışlardan çekinirdi.

“Beylerin eşlerini bellerinden tutup, salonda son süratle fırıl fırıl döndürdüğü kamu baloları ancak 18. yüzyılın sonlarına doğru yer almaya başlamıştır. Valsin kendisi de aslında çabuk yapılan danslardan biriydi; iki adım atılıp bir zıplanıyor ya da dönülüyordu. (…) Ancak Weber 'Dansa Davet' (1819) adlı parçasında tempoyu bulduktan ve Josef Lanner ile 'vals kralı' Johann Strauss valslerini besteledikten sonra dans gerçek temposunu bulmuştur.

“Sadece müzik ve kareografi bakımından değil, her şeyden çok şehevi etkisi bakımından da yeni bir şeydi bu. Çiftler, polka ya da hızlı yapılan başka danslardaki gibi birbirleriyle yarış etmiyorlar, sıçrayıp durmuyorlardı. Erkeğin kolu eşini belinden sarıyor, kızın eli omzunda, baş başa dans ediyorlardı. Çabuk yapılan danslarda bu fiziksel temas bir sarılma hâline geliyordu. Öyle ki, böylece denge sağlanmış oluyor ve insan düşmekten kurtuluyordu. Bu gittikçe bir sarılış hâlini aldı. Çiftler birbirlerine dakikalarca sarılmış hâlde kalabilirler, gözlerinin içine bakabilirler, bir kadrildeki gibi eşini başka birine geçirmeden, yapılması gereken figüre dikkat etmeden süzüşürlerdi. Valste çift aslında tek bir vücut oluyordu. Duvar boyunca oturan anneler, kızlarını böyle mutlu bir hâlde bir gence sarılmış dans ettiğini görerek ve ertesi sabah nişanlanacaklarını umarak, sevinç içinde bakarlardı.” (Lewisohn, s. 249-50)

Peki o dönem bizim ecdadımız Osmanlı Avrupa’nın bu hâllerine nasıl bakıyormuş? Mehmed Said Halet Efendi 1803 yılında Paris’te elçi iken, saraya bir mektup yazmış. Kendisi Palais Royal Meydanı’nda bir yerlere gitmiş zira. Biraz sadeleştirerek aktaralım (Edhem Eldem, “18. Yüzyıl ve Değişim”, Cogito: Osmanlı Özel, Sayı: 19, 1999, s. 189-99):

“Ezcümle dünyada her ne kadar Ermeni ve Rum var ise Müslümanlar eşcinseldir. ‘Bu nasıl ayıp şey, maazallah Frendistan’da olamaz, ama olsa o saat ateşte yakarlar, hem pek ayıptır,’ deyu işte işte cümlemiz bu düşüncedeydik. Meğer hiç ondan gayri maslahatları yok. Paris’te Pale Royal diye tabir edilen, bezestan gibi bir yer var. Ama gayet geniş, dört tarafı dükkan. Dükkanlarda çeşitli mallar var. Üstleri oda. Odalarda 1500 karı ve 500 oğlan var ki, kârları puştluğa münhasır. Gece gitmek ayıp. Gündüz sakınca olmadığından temaşasına vardık. İçeri girince, dört taraftan karılar ve erkekler gelenlere birer basma kağıt veriyorlar. İçinde şöyle yazıyor: ‘Şu kadar karım var, odam filan yerde, şu kadar akçe.’ Bir de ‘Şu kadar oğlanım var, yaşları şu kadardır, şu kadar akçe fiyatı var,’ diye basılmış kağıtlar var. Ve bunlardan gerek oğlan gerek karı frengi illetine uğrar ise, tımar etmek için devlet tarafından görevlendirilmiş hekimler var. Karılar ve oğlanlar her bir adamın dört bir yanını çevirip, ‘Hangimizi beğendin?’ diye beraber gezerler. Ve ‘Kibarı Pale Royal’e vardınız mı, karıları oğlanları beğendiniz mi?’ diye iftihar ederek soru sorarlar. [Mektubun] Burasını Hoca Abraham’a okursunuz. Elhamdülillah, memalik-i islamiyye’de bu kadar oğlan ve oğlancı yoktur.”

Boğaziçi Üniversitesi’nde hoca olan Eldem’e göre, eşcinselliği tabiata aykırı olarak nitelendiren dini kaynaklara rağmen, Osmanlı’da elit çevrede eşcinsellik yaygın imiş. Hatta toplumsal düzenin ve ahlâkın bozulduğundan bahseden kaynaklarda eşcinsellik önemli bir yer tutmuyormuş. Eşcinselliğin özellikle olumsuz bir nitelik kazanması, genellikle klasik “aktif-pasif” ayrımının “pasif” boyutu ile sınırlıymış.

Şimdi merak ettim; Osmanlı’da cinsel meseleler kimi zaman bizi şaşırtacak derecede normal karşılanırken, günümüzde karşılaştığımız hoşgörüsüzlük nereden kaynaklanıyor? Osmanlı’nın yeri geldiğinde dini işine uydurduğunu biliyoruz. O yüzden dinin toplumdaki etkisi, en azından, bizim sandığımız kadar değil. Günümüzdeki hoşgörüsüzlük artışı, dinin veya dincilerin Türkiye’de ağırlığını arttırmasından kaynaklanıyor olabilir mi acaba?