Wednesday, June 13, 2007


AKIL MI, İMAN MI?

Bugün Hürriyet gazetesinde bir haber vardı. Mısır’da fetva kaosu yaşanıyormuş. Habere göre, Mısır’da fetva vermekle yetkili iki kurum var: Adalet Bakanlığı’na bağlı Fetva Evi ve bizim şeriatçıların okumuşlarını yetiştiren El Ezher Üniversitesi. Ancak son dönemlerde aklına esen her hoca efendi gerek internetten gerekse televizyonlardan fetva vererek etrafı karıştırıyormuş. Mesela Şeyh Ali diye biri, 6 yıl önce “Din ve Hayat” adı altında yayınladığı kitabında, peygamberin çişini içerek sevaba giren bir kadından bahsetmiş. Fakat gelen tepkiler üzerine kitabı toplatılmış (bizde olsaydı bizim dinciler muhakkak karşı çıkardı – demokrasi adına tabii). Ali amcam bu yıl da fetvalarıyla gündeme gelmiş. Güya, erkeklerin bakir olup olmadıklarını anlamak mümkün olmadığından, genç kızlar evlilik öncesinde kızlık zarlarını diktirebilirlermiş. Hatta kocasını aldatan bir kadın pişman olup tövbe ederse, bu durumu eşine açıklamakla zorunlu değilmiş. Geçen ay da aynı üniversiteden İzzet Atiye diye bir akademisyen(!) kadın ve erkeklerin bir arada çalışabilmesi için, kadınların işyerlerinde erkekleri emzirebileceğini söylemiş (Gaykedi bunu bir ara yazmıştı). Çünkü peygamber döneminde, namahrem durumunu ortadan kaldırmak için, yetişkin kadınlar yabancı erkekleri sembolik olarak emziriyorlarmış.

Ne güzel, değil mi? Bizdeki dinciler de oralara özenir durur hep. Acaba emzirme durumu olsa, bunların kaçı karılarına izin verir? Bence bu insanların varolması doğa kanunlarına aykırı. Normalde bu kafa yapısındaki insanların şimdiye dek doğal seçilim yoluyla çoktan ortadan kalkmış olmaları gerekirdi. Hâlâ varolduklarına göre, “ilahî bir müdahale” söz konusu olsa gerek(!)

İskoç Aydınlanması’nın önde gelen isimlerinden biri olan iktisatçı ve filozof David Hume’un din ile ilgili iki yazısının toplandığı güzel bir kitap var (“Din Üstüne”, 4. baskı, Çev: Mete Tunçay, Ankara: İmge Kitabevi, 2004). Hume 1745’te Edinburgh Üniversitesi’ne ahlâk profesörlüğü için başvuru yapmış, ama din konusundaki görüşleri yüzünden reddedilmiş. Kendisi aynı zamanda dönemin önemli liberal düşünürlerinden. Kant’ı, onun deyişiyle “dogmatik uykusundan uyandıran düşünür” olan Hume’dan bir aktarma yapalım:

“Bir gün papaz, kudas törenine [İsa’nın kanı ve eti olarak şarap ve ekmek sunulan tören] katılan bir adamın ağzına, yanlışlıkla kutsal ekmekçiklerin arasına düşen bir markayı vermiş. Adamcağız, dilinin üstünde erimesi için bir süre sabırla beklemiş, fakat hiç dağılmadığını, bütünüyle kaldığını anlayınca ağzından çıkarmış. Papaza, ‘Umarım bir yanlışlık yapmamışsınızdır,’ demiş, ‘Sakın Baba Tanrı’yı vermiş olmayı bana. Öyle sert ve katı ki, yutulmuyor.” (s. 82)

“Üstün varlığın bilgisine erişebilmek ve doğanın görünür işlerinden, öylesine yüksek bir ilke olarak, onun ulu yaratıcısını çıkarsama yeteneğiyle donatılmış olmak, insan aklı için ne soylu bir ayrıcalıktır. Fakat bir de madalyonun öteki yüzünü çevirin. Çoğu ulusları ve çoğu çağları araştırın. Uygulamada dünyaya egemen olan dinsel ilkeleri inceleyin. Bunların, hasta insanların rüyalarından başka bir şey olduğuna pek inanamazsınız; ya da belki, bunları, kendini ‘akıllı’ sıfatıyla onurlandıran bir varlığın ciddî, kesin, dogmatik bildirimleri olmak yerine, daha çok insan kılığına girmiş maymunların saçma sapan oyunları sanırsınız.

“Lafa gelince, insanların söylediklerini dinleyin: Kendi dinsel inançları kadar kesin bir şey yoktur. Yaşamlarını inceleyin: Bunlara en küçük bir inanç beslediklerini düşünemezsiniz bile.

“Hiçbir dinbilimsel saçmalık yoktur ki, anlayışları en büyük ve en işlenmiş insanlarca bazen benimsenmeyecek kadar göze batıcı olsun. Hiçbir din kuralı yoktur ki, insanların nefsine en düşkün olanı ve en ahlâksızı tarafından kabul edilmeyecek kadar katı olsun.

“Sofuluğun anası bilgisizliktir: Bu, atasözü hâline gelmiş ve genel tecrübeyle doğrulanmış bir özdeyiştir. Dinden tümüyle yoksun bir kavim var mıdır diye bir bakın: Böylelerini bulursanız, hayvanlardan ancak birkaç basamak yukarıda olduklarını görürsünüz.” (s. 107)

Kitaplarının bir bölümü Türkiye’de de yayınlanan Amerikalı astrolog ve astrobiyolog Carl Sagan aynı zamanda bir ateisttir. Yıllar önce TRT’de kendisinin hazırlayıp sunduğu “Kozmos” adında bir belgesel gösterilirdi. 1996 yılında ölen Sagan, son kitabında bu konularda kötümser bir tablo çizmiş (“Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı”, Çev: Miyase Göktepeli, İstanbul: Tübitak ve Yapı Kredi Yayınları, 1999). İnsanlığın 2500 yıllık bir bilim tarihi olmasına rağmen, insanların hâlâ bilime değil, hurafelere inanıyor olmasının kendisinde yarattığı hayal kırıklığından bahsetmiş. Kitabında Sagan bilim hakkında şunları diyor:

“Bilimsel düşünce, her şeyden önce yaratıcı ve disiplinlidir. Başarısında esas olan da bu özellikleridir. Bilim bizi, önceden bildiklerimiz ya da sandıklarımız ile uyuşmasa da, gerçekleri kabul etmeye çağırır. Alternatif hipotezler geliştirip, gerçeğe en uygun düşenleri belirlemeye yönlendirir. Bizleri, dinî düşünceye aykırı görünse de, yeni fikirleri sınır tanımaz bir açıklıkla kucaklayan yaklaşım ile, hem yeni hem de eski fikirleri aman vermeksizin sorgulayan kuşkucu yöntem arasındaki hassas dengede tutmaya çalışır. Bu tür bir düşünme sistemi, değişim çağı olarak niteleyebileceğimiz günümüzde demokrasi için de esastır.

“Bilimin başarılı olmasının nedenlerinden biri, özünde bir hata düzeltme mekanizması ile birlikte yapılanmış olmasıdır. Kimileri bunu fazla bir genel niteleme olarak görebilir; ama bence, yaptığımız her özeleştiride, fikirlerimizi dış dünyayı da bakış açımıza katarak her sorgulayışımızda, bilim yapmış oluyoruz. Rahatımıza düşüp eleştiriden kaçındığımız her defasında da, sahte bilim ve batıl inanış çukuruna yuvarlanıyoruz.” (s. 21-2)

Son olarak da Nobel ödüllü İngiliz filozof Bertrand Russell’dan aktaralım. Russell “Neden Hıristiyan Değilim?” adlı makalesinin sonunda bakın ne diyor (http://users.drew.edu/~jlenz/whynot.html):

“Dinin her şeyden önce ve çoğunlukla korku üzerine kurulmuş olduğuna inanıyorum. Bu durum kısmen bilinmeyenin dehşetinden, kısmen de, dediğim gibi, bütün belalarınız ve kavgalarınız esnasında size destek olacağını hissedeceğiniz bir büyük ağabeyin olmasını dilemenizden kaynaklanıyor. Bütün olup bitenin nedeni korkudur – esrarengiz olanın, yenilginin, ölümün korkusu. Zulmün anası da babası da korkudur. Bu nedenle, zulmün ve dinin bir arada yer almış olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Zira bu iki şeyin temelinde korku bulunur. Artık bu dünyada olup bitenleri biraz olsun anlamaya ve – Hıristiyanlık dini, kiliseler ve bütün o eski ahlâk kuralları karşısında adım adım, zorla yol alan – bilimin yardımıyla denetim altına almaya başlayabiliriz. Bilim, insanlığın onca kuşak boyunca duyduğu bu alçak korkunun üstesinden gelmemize yardım edebilir. Bilim, ve öyle sanıyorum kalbimiz de, artık hayalî destekler aramaktan, gökyüzünde müttefikler uydurmaktan ziyade, bu dünyayı, tüm o yüzyıllar boyunca kiliselerin yaratmış olduğu türden bir yer yerine, yaşanabilecek daha iyi bir yer yapmak için kendi çabalarımıza yönelmeyi bize öğretebilir.

“Kendi ayaklarımızın üzerinde durmak ve dünyaya – onun iyi ve kötü gerçeklerine, güzelliklerine ve çirkinliklerine – âdilce ve dosdoğru bakmak istiyoruz; dünyayı olduğu gibi görmek ve ondan korkmamak istiyoruz. Akıl ile dünyayı fethetmek ve ondan gelen korku karşısında köle gibi boyun eğmek istemiyoruz. Bütün tanrı kavramı, eski doğu despotizmlerinden türemiştir. Özgür insanlara hiçbir biçimde yakışmayan bir kavramdır. Kiliselerde kendilerini alçaltan, sefil günahkârlar olduklarını ve diğer bütün şeyleri söyleyen insanları işittiğinizde, bunlar, kendilerine saygısı olan insanlar için âdi ve değersiz görünür. Ayağa kalkalım ve dünyaya dosdoğru bakalım. Dünyadan en iyi şekilde faydalanalım. Bu dilediğimiz kadar iyi olmayabilir; yine de, her şeye rağmen diğer insanların bütün o çağlar boyunca yaptıklarından daha iyi olacaktır bu. İyi bir dünyanın bilgiye, şefkate ve cesarete ihtiyacı vardır; geçmişin keder içinde özlenmesine ve uzun zaman önce cahil adamların söylediği kelimeler ile özgür zekânın zincire vurulmasına ihtiyacı yoktur. Yürekli bir bakış açısına ve özgür zekâya ihtiyacı vardır. Ölmüş bir geçmişe bakıp durmak yerine, gelecek için umuda ihtiyacı vardır. Şuna inanıyoruz ki, zekâmızın yaratacağı gelecek de, bu geçmişin çok daha ötesine geçecektir.”

Din ile bilimden bu kadar bahsedince, şöyle bir akıl yürütme yapayım dedim:

Diyelim, uzak bir yıldız sisteminde dünyadaki koşullara sahip bir gezegen bulunmuş olsun ve teknoloji de bu yıldızlara yolculuk yapabilecek yıldız gemileri üretebilecek seviyeye ulaşmış olsun. Başörtüsü serbestisi isteyen, okullara/hastanelere/devlet dairelerine mescit isteyen, devlet dairelerinde Cuma namazı izni isteyerek gürültü koparan, laik devlet yerine şeriat devleti isteyen, reklam panolarında bikinili karı görmek istemeyen, Kemalistlerden nefret eden bütün dinci takımından bıkan devlet ve vatandaşlar da, bunları Uzay Yolu dizisindeki “Atılgan” tarzı bir yıldız gemisi ile bu dünyaya göndersin. Geminin ismi de “Hicret – 1” olsun. Gemide Kaptan Kirk yerine Tayyip Erdoğan gibi bir kaptan, Mr. Spock yerine “Akıllı Tasarım” uydurmacasının Türkiye acentesi Mustafa Akyol gibi bir bilim subayı, Dr. McCoy gibi bir doktor yerine de Fethullah Hoca gibi bir emekli vaiz olsun. Hatta mühendis Scotty yerine endüstri mühendisi Abdullah Gül gibi biri olabilir: “Beni mescide ışınla Abdullah!”

Bunlar gezegene gittikten 100 sene sonra bir araştırma ekibi ziyaretlerine gelsin. Sizce bu ekip onları ne hâlde bulur? Emin olun, onları bırakıldıkları yerden 100 sene gerilemiş bulacaktır. Çünkü bu kafayla bunların ilerlemeleri, yaşam koşullarını geliştirmeleri imkânsızdır. Şu andaki yaşam koşullarımız 100 sene önceki koşullarımız ile aynı mı? Hem maddî hem düşünsel açıdan daha gelişmiş bir dünyada yaşıyoruz. Bu açıdan baktığımızda daha da vahim olanı şudur: Normal gelişme şartlarında bu toplumun 100 sene ilerlemesi gerekir diye düşünürsek, başlangıç noktasından 100 sene geriye gittikleri için, bizim dincilerimiz toplamda 200 sene gerilemiş olacaktır.

Bu arada aklıma takıldı. Sizce olası bir "Hicret – 1" yıldız gemisinin mürettebatı kimlerden oluşmalı? “Star Trek: The Next Generation” dizisini hatırlar mısınız? Orada savunma subayı olarak Klingonlu bir adam vardı. Mesela bizim geminin savunma subayı Nazlı Ilıcak olabilir mi? Hoş, Kasımpaşalı maganda Tayyip amcam kendisini milletvekili adayı yapmayarak fena kazık attı. Ilıcak’ın yanına da İkinci Cumhuriyetçilerden oluşan bir savunma ekibi versek? “Data” adında bir klon vardı hani, bilim subayı idi. İnsanları taklit etmeye çalışırdı. Bizim geminin Data’sı için Mehmet Altan iyi gider sanırım.

Bu kafayla bu insanlar nereye gider?

2 comments:

Goddess Artemis said...

@ Bliyaal:

Üstteki yoruma aynen katılıyorum! Star Trek paralelliği kurmanız hem anlamı güçlendirme açısından hem de yazıya neşe katması açısından süper olmuş! :o)

Bir agnostik olarak, ben "akıl ve sezgi"me güvenirim, yola onlarla çıkarım. İmanımsa, her şeyden önce vicdanımadır.

gaykedi said...

hem çok bilgilendirici hem çok eğlenceli bir yazı olmuş, sonunu süper bağlamışsın :)

dilimizde tüy bitti bu konuları yazmaktan ama nafile bee, bazen ümidimi kaybediyorum, aşırı dindarlığın şizofreni gibi insanların gerçeklikle bağlantısını koparan çok ciddi bir ruh hastalığı olduğuna karar verdim en sonun da, çok ciddiyim :(