LÜMPENLEŞME – AHMET ALTAN’IN YAZISI ÜSTÜNE
Önce Gaykedi gözünden kaçmasın dediği, sonra da Bijou fikrimi sorduğu için, ben de Ahmet Altan’ın son yazısı hakkındaki düşüncemi yazayım dedim. Ahmet Altan normalde okuduğum biri değildir. Hatta kendisini bazı açılardan itici bulurum, ama bu yazısını ilginç buldum. Gerçi yazının kimi yerlerinde uçuk kaçık şeyler yazmış. III. Dünya Savaşı burada çıkabilir demiş. Ama merak etmeyin, Amerika izin vermedikten sonra bizimkiler tek kurşun dahi sıkamaz.
I
İlk önce şunu söyleyeyim: İnsanın içinde bulunduğu dünya ve toplum ile ilgili inanç ve bilgisine “ideoloji” diyelim. İnsanlar, çevrelerinde olup bitenlerden hareketle iki tip ideoloji geliştirirler: Mevcut durumu kabullenen ve korumak isteyen “tutucu” ideolojiler ve mevcut durumu değiştirmek isteyen “ilerici” ideolojiler. Altan’ın bahsettiği ilk grup (temelde köylülerden oluşan “lümpenler”) toplumda ilk ideolojinin, ikinci grup da (genelde şehirlilerden oluşan “devletçi-seçkinler”) ikinci ideolojinin temsilcileridir.
II
Bu tanımlamayı yaptıktan sonra, ilk olarak Altan’ın bahsettiği ilk gruba bakalım:
Bu grubun maddî temellerini Türk toplumunun sanayileşememiş geri yapısı oluşturuyor. Bu geri yapıya özellikle Doğu’da rastlıyoruz. Türkiye’nin doğusu Osmanlı’dan beri hep geri olmuştur. Öyle ki, ulaştırma teknolojisinin yetersizliği nedeniyle, Doğu’da üretilen tarım ürünleri İstanbul gibi yerlere aktarılamamış, İstanbul bu ihtiyacını büyük ölçüde ithalat ile karşılamıştır. Doğu’nun (ve hiç kuşkusuz Osmanlı’nın) geri kalmasındaki en büyük neden, Osmanlı devlet düzeninin kendi merkezî iktidarını korumak amacıyla, toplumdaki her türlü ekonomik gelişmeyi engellemiş olmasıdır. Zira gelişme aynı zamanda değişme demektir. Halbuki Osmanlı’nın anlayışına göre, herhangi bir değişme ancak kötü yönde olabilirdi. O yüzden, mevcut düzen korunmalı, eğer bir değişiklik olursa eski düzene, yani onların deyimiyle “kadim”e dönülmeliydi. Bu durum, Osmanlı’nın gelenekçi yapısını oluşturuyordu.
Maalesef, bu anlayış yüzünden Osmanlı hiçbir şekilde bir üretim teknolojisi geliştiremedi ve Avrupa kapitalizmine yenildi. İşte bizim arabesk soslu lümpenlerin tarihi de burada başlıyor. Bunların dedeleri Osmanlı’nın çökmeye başladığını görünce, kurtuluşu gelenekçi yapıya dönmekte buldular. Zira bu gelenek, bir yandan İslam’a diğer yandan da Osmanlı’daki ekonomik yapıya dayanıyordu. Böylece bu adamlar batılılaşma eğilimlerine karşı çıkıp, imparatorluğu kurtarmak için geriye gitmeye çalıştılar. Hatta bu amaçla gidip Mahmut Şevket Paşa’yı öldürdüler, sonrasında Osmanlı İttihatçıların egemenliğine girdi.
İslamcılıktan beslenen bu “gelenekçi cephe”, Jön Türklerin Prens Sabahattin kanadından başlayarak “Hürriyet ve İtilaf Partisi”ne gider, yolda Vahdettin ve Damat Ferit Paşa’yı kadroya alır, oradan birinci meclisteki “İkinci Gruba” atlar (Atatürk bunları ‘23 seçimlerinde tasfiye ediyor), arada “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” ve “Serbest Fırka”ya bulaşır, buradan da Menderes ve Bayar’ın “Demokrat Partisi”ne varır. DP sonrasını az çok biliyoruz zaten. Bu zibidilerin en çok ifrit oldukları şey, Batıcıların, egemenliği, dine ve geleneğe dayalı Osmanlı egemenliğinden, halk egemenliğine dönüştürmeye çalışmalarıydı. Bu yüzden Kurtuluş Savaşı boyunca halifeliğin ve hilafetin korunması için çabalamışlar, bunun için ulusal bağımsızlığı feda etmeyi yeğlemişlerdir. Bunların ebleh torunları da bugün Osmanlı milliyetçiliği yapıyorlar.
Toplumun sanayileşememiş maddî temeli ve onun yarattığı köylü halk da bu gelenekçilerin toplumsal tabanını oluşturuyordu – hâlâ böyledir bu. Bunların başında da toprak ağaları geliyordu. Nitekim DP’yi kuran ve destekleyen de bunlardı. Menderes de toprak ağası değil miydi?
III
Şimdi Altan’ın bahsettiği ikici gruba, yani Batıcılara gelelim:
Cumhuriyetin kurulduğu yıllardan bu yana, Türkiye’deki değişim yanlıları hem “devletçi” hem de “seçkinci” oldular. Bunun temeli de diğer grup gibi taa Osmanlı’ya dek gider. O dönemde değişim yanlıları bürokratlar, askerler ve aydınlardı. Zira bunlar halkın eğitimli kesimini oluşturuyorlardı. Batı’da olup bitenleri görüyor, devletin içinde bulunduğu durumu anlıyor ve imparatorluğun kurtuluşunu ancak ileri batı medeniyetlerine dönük değişiklikler yapmakta buluyorlardı. Bu değişiklikleri de devletin gücüne dayanarak yapmak gerekiyordu, çünkü toplumun geri yapısı, halkın bilinç düzeyi böyle bir değişimi gerçekleştirecek seviyede değildi. Bu görüşleri onları “devletçi” yapıyordu. Diğer yandan, halktan kopuk olmaları ve imparatorluğu ancak kendilerinin kurtarabileceklerini düşünmeleri, onları ister istemez “seçkinci” yapmıştı. Aynı zamanda padişahın egemenliğine de ortak olmak istediklerinden, bunlar Osmanlı’daki anayasacılık hareketinin öncülüğünü yapıyorlar, bu sayede devlet yönetimindeki ağırlıklarını arttırarak Batı’nın siyasî ve ekonomik kurumlarını Osmanlı’ya aktarabileceklerini umuyorlardı.
Fransız Devrimi’nden etkilenen bu devletçi-seçkincilerin kökü “Genç Osmanlılar”dan başlar, onlardan bayrağı “İttihat ve Terakki” alır (zaten Atatürk ve İnönü gibi Cumhuriyet’in ilk dönem kadroları İttihatçıdır) ve ‘20’de açılan meclisteki “Müdafaa-i Hukuk Grubu”na teslim eder, sonrasında bayrağı CHP ve 40’larda da İnönü solo yaparak 60’lara kadar sallar, 60’lardan itibaren de işe ordu karışır. Buradan itibaren bunlar birkaç kola ayrılarak bayrağın esas taşıyıcısının kendileri olduklarını iddia ederler.
Atatürk’ün amacı ya da Batıcılık anlayışı, Batı taklitçiliği değil, Batı’nın çağdaş düzeyine erişmekti. Bunun için öncelikle Batı’nın siyasî ve ekonomik denetiminden kurtulmak (anti-emperyalizm), sonrasında hızlı bir ekonomik kalkınma (devletçilik) gerçekleştirmek gerekiyordu. Bunlar da laik ve ulusal yapıya sahip bir Cumhuriyet içinde olacaktı. Ancak bizim lombak Liberaller ve İslamcılar sürekli olarak Atatürk ile Atatürkçü olduklarını söyleyenlerin yaptıklarını – kimi zaman bilinçli olarak – birbirine karıştırmışlar, ikisini bir saymışlar ve bu ikincileri eleştirerek Atatürk’ü eleştirdiklerini zannetmişlerdir.
IV
Bu iki kesimin günümüzdeki durumları için bir örnekten hareketle şunları yazayım:
Kırsal alanda hâkim olan değerlerden biri “yiğitlik” ya da “mertlik”tir. Bunu yerini şehirde “serserilik” tutar. Köyden kente göç eden köylü kesim, şehrin etrafında yerleşerek gecekondularını kurar ve bu yapılar da şehre eklemlendikleri ölçüde varoşlara dönüşür. Bu köylüler ne tam olarak şehirli olabilmişler, ne de köylülükten kurtulabilmişlerdir. Resmen iki arada bir derede kalmışlardır. Yine de, şehrin etrafında yaşadıklarından, buluttan nem kapma misali, şehirden bazı değerleri alırlar; ama köylülükten kurtulamadıkları için bunları şehirlilerin anladığı biçimde uygulayamazlar. Onun yerine, şehir değerlerini kendi köylü temellerine uyarlayacak biçimde dönüştürürler. İşte kırsalın “yiğitliği” şehrin “serseriliği” ile karşılaşınca böyle bir dönüşüme uğrar ve “delikanlılık” olur. Halbuki ne köyde ne de şehirde delikanlı vardır. Delikanlı ancak varoşlardan çıkar.
Bu insanlar şehir değerlerini köylülüğün belirleyici olduğu bir tarzda dönüştürürler. Bu nedenle kendileri de bu sürecin sonucunda şehirli ya da köylü değil, bu ikisinin ucube bir karışımı olan “lümpen”e dönüşürler. Türkiye’nin sanayileşememesi ölçüsünde, geçmiş yıllarda bu lümpen kesimin sayısı giderek arttı ve toplumda baskın hâle geldi. Türkiye’nin Doğu kesimi bu geri yapının en önemli taşıyıcısını oluşturuyor. Sosyal canlılık açısından buralardaki şehirleri batıdaki şehirler ile karşılaştırdığımızda, neredeyse tamamıyla farklı iki yapı ortaya çıkıyor. Bunlar şehirden ziyade kırsal kasabalar olarak görünüyorlar ve batının varoşları ile birlikte toplumun lümpen kesiminin önemli bir kaynağını oluşturuyorlar.
Bugün Batı kesiminin büyük şehirlerinde sahip olduğumuz ve günlük hayata ait sıradan pratikler, ileri Doğu şehirlerinin önemli bir bölümünde insanların lüks, hatta ahlâksızlık olarak gördükleri şeyler: Kitapçılar, sergiler, müzeler, sinemalar, flört, mini etek, bikini, sokakta öpüşmek. Bir örnek daha vereyim: Okuldaki hocalarımdan biri ve onun gibi akademisyen olan karısı, birkaç sene önce birlikte Karadeniz’in uzak bir kesimine bir araştırma için gitmişler. Hocanın anlattığına göre, bölgenin erkekleri onlarla konuşurken karısı yerine hocanın kendisi ile konuşuyor, eğer karısı ile konuşmak zorunda kalırlarsa, yüzlerini hocadan yana dönüyorlarmış.
İşte bu yüzden bugün Türkiye’de hâlâ falanca aşiretten, filanca köylü oğlundan, hemşerilikten, hoca efendilerden, onların müritlerinden, tarikatlardan ve cemaatlerden bahsediyoruz. Bunların varlığını desteklemeyi “inanç özgürlüğü” sayan dümbelekler var. Bu dümbelekler de, üçkağıtçı dincilerin kafaya alıp kendi saflarına çektikleri idrak-i bi- idrak liberaller. Dahası, kendilerini sözde muhafazakâr olarak adlandıran dinciler, bikinili kadınların olduğu reklamları görüp uçkurları depreşen dingil hacı adayları, başörtüsü diye hoplayıp zıplayanlar, Tayyip gibi mahalle kabadayıları hep bunların arasından çıkıyor. Bazen görürsünüz; şehirde oturmalarına rağmen, bir nikâh olduğu zaman, düğün salonları kiralayıp takı takma törenleri düzenleyen, kendilerini köy meydanında zannedip sokaklarda davul çalan medeniyete intikâl edememiş tipler de bunların arasındadır.
Lümpenlerin dünyaya bakış açısını da yukarıda bahsettiğim “gelenekçi-tutucu” ideoloji oluşturuyor; çünkü içinde yaşadıkları maddî koşullar, gelişmeyi anlayacak ve uygulayacak bir zihinsel seviyeye ulaşmalarını engelliyor. İşte Altan’ın anlamadığı şey de bu: Lümpenlerin, toplumu, ileri değerlerin olduğu sanayileşmiş veya medenî bir topluma doğru yönlendirmek gibi bir niyetleri yok – hiç de olmadı zaten. Aslında, bana göre, bunca zaman boyunca bu kesimin sesinin çıkmaması, hatta kimi zaman bastırılması sayesinde Türk toplumu bugün gelişmişlik tanımı dahiline alabileceğimiz değerleri edinebildi. Bu açıdan, Altan bunların horlandıklarını söylüyor; ama “devletçi-seçkinci” kesimin bunları kendi işlerine karıştırmaması olağandı.
Bugün meydanlarda miting düzenleyip bayrak sallayanların ideolojisini de “değişimci” olanı. Bunlar da lümpenlerin sayısının artması ölçüsünde, kendi yaşam tarzlarını tehlike altında görüyorlar. Zira bu lümpenler – bunların içine dincileri de kattığımı tekrar belirteyim – AKP gibi gerici partileri destekleyerek iktidarı ele geçirmeye ve toplumu, taa Osmanlı zamanında dedelerinin yaptığı gibi, geriye götürmeye çalışıyorlar. Hatta bunların arasında oyunu bir kilo bulgura satacak kadar cahil ve fakir insanlar çıkıyor. Ordu da bu devletçi-seçkin kesimin bu dönüşüme müdahale aracı olarak ortaya çıkıyor.
Türkiye’de bu lümpenlerin destekçisi olan ve aralarında akademisyenlerden köşe yazarlarına kadar pek çok kişinin olduğu dangalak birtakım tipler, demokrasi, hak ve özgürlükler namına bunlara bazı hakların verilmesi gerektiğini söylüyorlar. Halbuki bu kalın kafalıların anlamadıkları şey, bu lümpenlerin söz konusu hakları ne anlayacak ne de kullanacak durumda oldukları. Hatta bunların bu hakları, kendileri gibi olmayanları bastırmak üzere iktidara gelmek için bir araç olarak kullanmak istediklerini bile anlayamıyorlar. Ne demişti Tayyip magandası? “Demokrasi bizim için bir amaç değil, araçtır.” Taha Akyol bile son zamanlarda İdris Küçükömer’den alıntılar yaparak Demokrat Parti’nin halkçı ve sol bir parti olduğunu iddia ediyor. Allah bizi beyin dumuruna uğramaktan korusun – amin!
V
Bütün bunlardan ne sonuç çıkartıyoruz? Toplumdaki gelenekçilik, desteğini ve dayanağını her zaman için geri ekonomik yapıda bulur. Bu yapı bugün de devam ettiği için, bu gelenekçi kesimin torunları, yani bizim lümpenler varlıklarını sürdürüyorlar ve AKP gibi partilere oy veriyorlar. Eğer tam manasıyla sanayileşebilmiş olsaydık, bu insanlar köylü ya da lümpen değil, şehirlerde yaşayan, ofislerde ve fabrikalarda çalışan “vatandaşlara” dönüşeceklerdi. Maalesef bu olmadığı için, toplum “gelenekçi-tutucular” ve “devletçi seçkinler” olarak ikiye bölünmüş durumda. Bunlar toplumun hemen hemen her alanında çatışıyorlar. Siyaset ve ordu da bu çatışmanın araçları olarak beliriyor.
Bu açıdan, ordunun gelenekçileri bastırmak için gerektiğinde siyasete müdahale etmesi meşru buluyorum. Bunun demokrasi ile çeliştiği doğrudur. Ancak, belli bir kesim toplumu sadece kendi kafasındaki modele uygun olarak dönüştürmek için demokrasiyi bir araç olarak kullanmaya açıkça niyetliyken, bir kesim de demokrasi ile hiç ilgilenmezken, bu olup bitenler karşısında siyasî sürece müdahale etmek kaçınılmaz oluyor. Bu tür şeylere karşı çıkanlar ise, olup biten her şeyi sadece okudukları kitaplardaki gibi zannettikleri için, zırvalayıp duruyorlar. Bu arada, ordunun içinde Atatürkçülük gibi şeyleri sadece kendilerine avanta sağlamak için kullanan tiplerin de olduğunu söylemek lazım. Tabii, diğer tarafta da üçkağıtçı dinciler var.
Düşünün bir kere; reklam panolarındaki bikinili kadınları görüp kafasını aksi yöne çevirmeyi akletmeyecek ve panoya bakacak, sonra da insan vücudunun gösterilmesinin kendilerini günaha soktuğunu düşünecek derecede ablak insanlar var bu dünyada. Ne zavallı bir düşüncedir bu. Bir insanın sahip olduğu şeyi sergilemesi toplumun düzenini nasıl bozar? Bu kadar sığ kafalı, insan vücudu karşısında hayvansal dürtülerini bastırmayı beceremeyecek kadar ilkel insanlar var karşımızda. Bu insanların karanlık dünyası ile mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Bu düzeydeki insanların herhangi bir toplumun yaşamında en küçük bir söz haklarının olduğunu düşünmek bile bir kâbustur. Ve biz de bu kâbusun gerçeğe dönüşmemesini istiyoruz.
Önce Gaykedi gözünden kaçmasın dediği, sonra da Bijou fikrimi sorduğu için, ben de Ahmet Altan’ın son yazısı hakkındaki düşüncemi yazayım dedim. Ahmet Altan normalde okuduğum biri değildir. Hatta kendisini bazı açılardan itici bulurum, ama bu yazısını ilginç buldum. Gerçi yazının kimi yerlerinde uçuk kaçık şeyler yazmış. III. Dünya Savaşı burada çıkabilir demiş. Ama merak etmeyin, Amerika izin vermedikten sonra bizimkiler tek kurşun dahi sıkamaz.
I
İlk önce şunu söyleyeyim: İnsanın içinde bulunduğu dünya ve toplum ile ilgili inanç ve bilgisine “ideoloji” diyelim. İnsanlar, çevrelerinde olup bitenlerden hareketle iki tip ideoloji geliştirirler: Mevcut durumu kabullenen ve korumak isteyen “tutucu” ideolojiler ve mevcut durumu değiştirmek isteyen “ilerici” ideolojiler. Altan’ın bahsettiği ilk grup (temelde köylülerden oluşan “lümpenler”) toplumda ilk ideolojinin, ikinci grup da (genelde şehirlilerden oluşan “devletçi-seçkinler”) ikinci ideolojinin temsilcileridir.
II
Bu tanımlamayı yaptıktan sonra, ilk olarak Altan’ın bahsettiği ilk gruba bakalım:
Bu grubun maddî temellerini Türk toplumunun sanayileşememiş geri yapısı oluşturuyor. Bu geri yapıya özellikle Doğu’da rastlıyoruz. Türkiye’nin doğusu Osmanlı’dan beri hep geri olmuştur. Öyle ki, ulaştırma teknolojisinin yetersizliği nedeniyle, Doğu’da üretilen tarım ürünleri İstanbul gibi yerlere aktarılamamış, İstanbul bu ihtiyacını büyük ölçüde ithalat ile karşılamıştır. Doğu’nun (ve hiç kuşkusuz Osmanlı’nın) geri kalmasındaki en büyük neden, Osmanlı devlet düzeninin kendi merkezî iktidarını korumak amacıyla, toplumdaki her türlü ekonomik gelişmeyi engellemiş olmasıdır. Zira gelişme aynı zamanda değişme demektir. Halbuki Osmanlı’nın anlayışına göre, herhangi bir değişme ancak kötü yönde olabilirdi. O yüzden, mevcut düzen korunmalı, eğer bir değişiklik olursa eski düzene, yani onların deyimiyle “kadim”e dönülmeliydi. Bu durum, Osmanlı’nın gelenekçi yapısını oluşturuyordu.
Maalesef, bu anlayış yüzünden Osmanlı hiçbir şekilde bir üretim teknolojisi geliştiremedi ve Avrupa kapitalizmine yenildi. İşte bizim arabesk soslu lümpenlerin tarihi de burada başlıyor. Bunların dedeleri Osmanlı’nın çökmeye başladığını görünce, kurtuluşu gelenekçi yapıya dönmekte buldular. Zira bu gelenek, bir yandan İslam’a diğer yandan da Osmanlı’daki ekonomik yapıya dayanıyordu. Böylece bu adamlar batılılaşma eğilimlerine karşı çıkıp, imparatorluğu kurtarmak için geriye gitmeye çalıştılar. Hatta bu amaçla gidip Mahmut Şevket Paşa’yı öldürdüler, sonrasında Osmanlı İttihatçıların egemenliğine girdi.
İslamcılıktan beslenen bu “gelenekçi cephe”, Jön Türklerin Prens Sabahattin kanadından başlayarak “Hürriyet ve İtilaf Partisi”ne gider, yolda Vahdettin ve Damat Ferit Paşa’yı kadroya alır, oradan birinci meclisteki “İkinci Gruba” atlar (Atatürk bunları ‘23 seçimlerinde tasfiye ediyor), arada “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” ve “Serbest Fırka”ya bulaşır, buradan da Menderes ve Bayar’ın “Demokrat Partisi”ne varır. DP sonrasını az çok biliyoruz zaten. Bu zibidilerin en çok ifrit oldukları şey, Batıcıların, egemenliği, dine ve geleneğe dayalı Osmanlı egemenliğinden, halk egemenliğine dönüştürmeye çalışmalarıydı. Bu yüzden Kurtuluş Savaşı boyunca halifeliğin ve hilafetin korunması için çabalamışlar, bunun için ulusal bağımsızlığı feda etmeyi yeğlemişlerdir. Bunların ebleh torunları da bugün Osmanlı milliyetçiliği yapıyorlar.
Toplumun sanayileşememiş maddî temeli ve onun yarattığı köylü halk da bu gelenekçilerin toplumsal tabanını oluşturuyordu – hâlâ böyledir bu. Bunların başında da toprak ağaları geliyordu. Nitekim DP’yi kuran ve destekleyen de bunlardı. Menderes de toprak ağası değil miydi?
III
Şimdi Altan’ın bahsettiği ikici gruba, yani Batıcılara gelelim:
Cumhuriyetin kurulduğu yıllardan bu yana, Türkiye’deki değişim yanlıları hem “devletçi” hem de “seçkinci” oldular. Bunun temeli de diğer grup gibi taa Osmanlı’ya dek gider. O dönemde değişim yanlıları bürokratlar, askerler ve aydınlardı. Zira bunlar halkın eğitimli kesimini oluşturuyorlardı. Batı’da olup bitenleri görüyor, devletin içinde bulunduğu durumu anlıyor ve imparatorluğun kurtuluşunu ancak ileri batı medeniyetlerine dönük değişiklikler yapmakta buluyorlardı. Bu değişiklikleri de devletin gücüne dayanarak yapmak gerekiyordu, çünkü toplumun geri yapısı, halkın bilinç düzeyi böyle bir değişimi gerçekleştirecek seviyede değildi. Bu görüşleri onları “devletçi” yapıyordu. Diğer yandan, halktan kopuk olmaları ve imparatorluğu ancak kendilerinin kurtarabileceklerini düşünmeleri, onları ister istemez “seçkinci” yapmıştı. Aynı zamanda padişahın egemenliğine de ortak olmak istediklerinden, bunlar Osmanlı’daki anayasacılık hareketinin öncülüğünü yapıyorlar, bu sayede devlet yönetimindeki ağırlıklarını arttırarak Batı’nın siyasî ve ekonomik kurumlarını Osmanlı’ya aktarabileceklerini umuyorlardı.
Fransız Devrimi’nden etkilenen bu devletçi-seçkincilerin kökü “Genç Osmanlılar”dan başlar, onlardan bayrağı “İttihat ve Terakki” alır (zaten Atatürk ve İnönü gibi Cumhuriyet’in ilk dönem kadroları İttihatçıdır) ve ‘20’de açılan meclisteki “Müdafaa-i Hukuk Grubu”na teslim eder, sonrasında bayrağı CHP ve 40’larda da İnönü solo yaparak 60’lara kadar sallar, 60’lardan itibaren de işe ordu karışır. Buradan itibaren bunlar birkaç kola ayrılarak bayrağın esas taşıyıcısının kendileri olduklarını iddia ederler.
Atatürk’ün amacı ya da Batıcılık anlayışı, Batı taklitçiliği değil, Batı’nın çağdaş düzeyine erişmekti. Bunun için öncelikle Batı’nın siyasî ve ekonomik denetiminden kurtulmak (anti-emperyalizm), sonrasında hızlı bir ekonomik kalkınma (devletçilik) gerçekleştirmek gerekiyordu. Bunlar da laik ve ulusal yapıya sahip bir Cumhuriyet içinde olacaktı. Ancak bizim lombak Liberaller ve İslamcılar sürekli olarak Atatürk ile Atatürkçü olduklarını söyleyenlerin yaptıklarını – kimi zaman bilinçli olarak – birbirine karıştırmışlar, ikisini bir saymışlar ve bu ikincileri eleştirerek Atatürk’ü eleştirdiklerini zannetmişlerdir.
IV
Bu iki kesimin günümüzdeki durumları için bir örnekten hareketle şunları yazayım:
Kırsal alanda hâkim olan değerlerden biri “yiğitlik” ya da “mertlik”tir. Bunu yerini şehirde “serserilik” tutar. Köyden kente göç eden köylü kesim, şehrin etrafında yerleşerek gecekondularını kurar ve bu yapılar da şehre eklemlendikleri ölçüde varoşlara dönüşür. Bu köylüler ne tam olarak şehirli olabilmişler, ne de köylülükten kurtulabilmişlerdir. Resmen iki arada bir derede kalmışlardır. Yine de, şehrin etrafında yaşadıklarından, buluttan nem kapma misali, şehirden bazı değerleri alırlar; ama köylülükten kurtulamadıkları için bunları şehirlilerin anladığı biçimde uygulayamazlar. Onun yerine, şehir değerlerini kendi köylü temellerine uyarlayacak biçimde dönüştürürler. İşte kırsalın “yiğitliği” şehrin “serseriliği” ile karşılaşınca böyle bir dönüşüme uğrar ve “delikanlılık” olur. Halbuki ne köyde ne de şehirde delikanlı vardır. Delikanlı ancak varoşlardan çıkar.
Bu insanlar şehir değerlerini köylülüğün belirleyici olduğu bir tarzda dönüştürürler. Bu nedenle kendileri de bu sürecin sonucunda şehirli ya da köylü değil, bu ikisinin ucube bir karışımı olan “lümpen”e dönüşürler. Türkiye’nin sanayileşememesi ölçüsünde, geçmiş yıllarda bu lümpen kesimin sayısı giderek arttı ve toplumda baskın hâle geldi. Türkiye’nin Doğu kesimi bu geri yapının en önemli taşıyıcısını oluşturuyor. Sosyal canlılık açısından buralardaki şehirleri batıdaki şehirler ile karşılaştırdığımızda, neredeyse tamamıyla farklı iki yapı ortaya çıkıyor. Bunlar şehirden ziyade kırsal kasabalar olarak görünüyorlar ve batının varoşları ile birlikte toplumun lümpen kesiminin önemli bir kaynağını oluşturuyorlar.
Bugün Batı kesiminin büyük şehirlerinde sahip olduğumuz ve günlük hayata ait sıradan pratikler, ileri Doğu şehirlerinin önemli bir bölümünde insanların lüks, hatta ahlâksızlık olarak gördükleri şeyler: Kitapçılar, sergiler, müzeler, sinemalar, flört, mini etek, bikini, sokakta öpüşmek. Bir örnek daha vereyim: Okuldaki hocalarımdan biri ve onun gibi akademisyen olan karısı, birkaç sene önce birlikte Karadeniz’in uzak bir kesimine bir araştırma için gitmişler. Hocanın anlattığına göre, bölgenin erkekleri onlarla konuşurken karısı yerine hocanın kendisi ile konuşuyor, eğer karısı ile konuşmak zorunda kalırlarsa, yüzlerini hocadan yana dönüyorlarmış.
İşte bu yüzden bugün Türkiye’de hâlâ falanca aşiretten, filanca köylü oğlundan, hemşerilikten, hoca efendilerden, onların müritlerinden, tarikatlardan ve cemaatlerden bahsediyoruz. Bunların varlığını desteklemeyi “inanç özgürlüğü” sayan dümbelekler var. Bu dümbelekler de, üçkağıtçı dincilerin kafaya alıp kendi saflarına çektikleri idrak-i bi- idrak liberaller. Dahası, kendilerini sözde muhafazakâr olarak adlandıran dinciler, bikinili kadınların olduğu reklamları görüp uçkurları depreşen dingil hacı adayları, başörtüsü diye hoplayıp zıplayanlar, Tayyip gibi mahalle kabadayıları hep bunların arasından çıkıyor. Bazen görürsünüz; şehirde oturmalarına rağmen, bir nikâh olduğu zaman, düğün salonları kiralayıp takı takma törenleri düzenleyen, kendilerini köy meydanında zannedip sokaklarda davul çalan medeniyete intikâl edememiş tipler de bunların arasındadır.
Lümpenlerin dünyaya bakış açısını da yukarıda bahsettiğim “gelenekçi-tutucu” ideoloji oluşturuyor; çünkü içinde yaşadıkları maddî koşullar, gelişmeyi anlayacak ve uygulayacak bir zihinsel seviyeye ulaşmalarını engelliyor. İşte Altan’ın anlamadığı şey de bu: Lümpenlerin, toplumu, ileri değerlerin olduğu sanayileşmiş veya medenî bir topluma doğru yönlendirmek gibi bir niyetleri yok – hiç de olmadı zaten. Aslında, bana göre, bunca zaman boyunca bu kesimin sesinin çıkmaması, hatta kimi zaman bastırılması sayesinde Türk toplumu bugün gelişmişlik tanımı dahiline alabileceğimiz değerleri edinebildi. Bu açıdan, Altan bunların horlandıklarını söylüyor; ama “devletçi-seçkinci” kesimin bunları kendi işlerine karıştırmaması olağandı.
Bugün meydanlarda miting düzenleyip bayrak sallayanların ideolojisini de “değişimci” olanı. Bunlar da lümpenlerin sayısının artması ölçüsünde, kendi yaşam tarzlarını tehlike altında görüyorlar. Zira bu lümpenler – bunların içine dincileri de kattığımı tekrar belirteyim – AKP gibi gerici partileri destekleyerek iktidarı ele geçirmeye ve toplumu, taa Osmanlı zamanında dedelerinin yaptığı gibi, geriye götürmeye çalışıyorlar. Hatta bunların arasında oyunu bir kilo bulgura satacak kadar cahil ve fakir insanlar çıkıyor. Ordu da bu devletçi-seçkin kesimin bu dönüşüme müdahale aracı olarak ortaya çıkıyor.
Türkiye’de bu lümpenlerin destekçisi olan ve aralarında akademisyenlerden köşe yazarlarına kadar pek çok kişinin olduğu dangalak birtakım tipler, demokrasi, hak ve özgürlükler namına bunlara bazı hakların verilmesi gerektiğini söylüyorlar. Halbuki bu kalın kafalıların anlamadıkları şey, bu lümpenlerin söz konusu hakları ne anlayacak ne de kullanacak durumda oldukları. Hatta bunların bu hakları, kendileri gibi olmayanları bastırmak üzere iktidara gelmek için bir araç olarak kullanmak istediklerini bile anlayamıyorlar. Ne demişti Tayyip magandası? “Demokrasi bizim için bir amaç değil, araçtır.” Taha Akyol bile son zamanlarda İdris Küçükömer’den alıntılar yaparak Demokrat Parti’nin halkçı ve sol bir parti olduğunu iddia ediyor. Allah bizi beyin dumuruna uğramaktan korusun – amin!
V
Bütün bunlardan ne sonuç çıkartıyoruz? Toplumdaki gelenekçilik, desteğini ve dayanağını her zaman için geri ekonomik yapıda bulur. Bu yapı bugün de devam ettiği için, bu gelenekçi kesimin torunları, yani bizim lümpenler varlıklarını sürdürüyorlar ve AKP gibi partilere oy veriyorlar. Eğer tam manasıyla sanayileşebilmiş olsaydık, bu insanlar köylü ya da lümpen değil, şehirlerde yaşayan, ofislerde ve fabrikalarda çalışan “vatandaşlara” dönüşeceklerdi. Maalesef bu olmadığı için, toplum “gelenekçi-tutucular” ve “devletçi seçkinler” olarak ikiye bölünmüş durumda. Bunlar toplumun hemen hemen her alanında çatışıyorlar. Siyaset ve ordu da bu çatışmanın araçları olarak beliriyor.
Bu açıdan, ordunun gelenekçileri bastırmak için gerektiğinde siyasete müdahale etmesi meşru buluyorum. Bunun demokrasi ile çeliştiği doğrudur. Ancak, belli bir kesim toplumu sadece kendi kafasındaki modele uygun olarak dönüştürmek için demokrasiyi bir araç olarak kullanmaya açıkça niyetliyken, bir kesim de demokrasi ile hiç ilgilenmezken, bu olup bitenler karşısında siyasî sürece müdahale etmek kaçınılmaz oluyor. Bu tür şeylere karşı çıkanlar ise, olup biten her şeyi sadece okudukları kitaplardaki gibi zannettikleri için, zırvalayıp duruyorlar. Bu arada, ordunun içinde Atatürkçülük gibi şeyleri sadece kendilerine avanta sağlamak için kullanan tiplerin de olduğunu söylemek lazım. Tabii, diğer tarafta da üçkağıtçı dinciler var.
Düşünün bir kere; reklam panolarındaki bikinili kadınları görüp kafasını aksi yöne çevirmeyi akletmeyecek ve panoya bakacak, sonra da insan vücudunun gösterilmesinin kendilerini günaha soktuğunu düşünecek derecede ablak insanlar var bu dünyada. Ne zavallı bir düşüncedir bu. Bir insanın sahip olduğu şeyi sergilemesi toplumun düzenini nasıl bozar? Bu kadar sığ kafalı, insan vücudu karşısında hayvansal dürtülerini bastırmayı beceremeyecek kadar ilkel insanlar var karşımızda. Bu insanların karanlık dünyası ile mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Bu düzeydeki insanların herhangi bir toplumun yaşamında en küçük bir söz haklarının olduğunu düşünmek bile bir kâbustur. Ve biz de bu kâbusun gerçeğe dönüşmemesini istiyoruz.
9 comments:
@ Bliyaal:
Ahmet Altan, Kadınoloji ve Yaş Pasta
artemisin blogunda ki, Sırrı Süreyya Önder'in yazısı, artı osman' beyin bu konuda yazdıkları ve sen bliyaal o kadar güzel yazılar yazdınız ki bu konuda bize pek söyleyecek pek birşey kalmadı galiba ama ben genede osman bey'in sitesine konuyla ilgili yaptığım yorumu tekrarlayayım :)
"çok genelleme yapıyor Ahmet Altan, gerçekten dediği gibi keskin bir ayrım yapanlar tabi ki var ama, bunu yapanların sadece her iki taraftanda ülkenin bütünlüğü-düzenini bozamayacak çok küçük bir gurup olduğunu düşünüyorum. çünkü hepimizin başörtülü, hacı, binbaşı, asker, bir sürü tanıdığımız var ve bu insanlarla ülkemiz söz konusu olunca iyi kötü pek çok ortak noktada buluşabiliyoruz. türkler Araplar gibi kabile-aşiret toplumu değil, çünkü çok güçlü, tarihten gelen bir devlet geleneğimiz var bizim"
Cok guzel ve düşündürücü bir yazi. Yalniz gerici kesim icin ‘bu insanlar köylü ya da lümpen değil, şehirlerde yaşayan, ofislerde ve fabrikalarda çalışan “vatandaşlara” dönüşeceklerdi’ derken kafama takilan mevzu su, bu gerici kesim sadece varoslarda oturan kesim degil. Ofislerde, fabrikalarda batıcılarla yanyana calisanları da var. Isımleri gerici olabilir ama gecmis zamanda kafaca olmasada konumca ilerlediler ve artik onlari her makamda gormek mumkun. Artk bu derece urkutucu olmalarinin nedeni de bu. Misal Atasay kuyumculugun sahipleri. Aileyi tam olarak tanimasamda AKP destekcisi olduklarini biliyorum, simdi bu aileyi kisitli imkanlari olan diye siniflandiramayiz. Demem su ki sehirli ile koyluluk arasinda kalma, arafta durumu diye lumpenleri tanimliyorsun ama zihnen boyle olup, maddi imkanlar acisindan olmayanlar var.
Birde altan’in yazisindaki en buyuk eksiklik su bence; Lumpen olmayan ama kisisel çıkarlari için iktidar partisini ‘siyasi gorusu ne olursa olsun’ desteklenyeler var. Bunlarin iclerinde turkiye’nin onde gelen zengin aileleri mevcut. Nufuzlari dusunuldugunde, gozardi edilmemesi gerek bir kesim ve Altan’in yazisinda bunlari bi yere koyamadim?
Bijou, kafana takılan konu için şunları söyleyeyim: Bahsettiğim kişilerin dediğin davranışları, biri öznel diğeri nesnel iki nedenden kaynaklanıyor:
Öznel olarak: Bu kişiler, aileleri birkaç kuşak öncesine değin köyde yaşayan ve hâlâ oradaki akrabaları ile ilişkileri bulunan insanların çocukları. Bunlar tarafından, geleneksel değerlerin korunduğu belirli bir aile ortamı içinde yetiştiriliyorlar. Bu nedenle, yani düşüncelerinin temeli olan değerleri bu yetiştirilme tarzından aldıkları için, ofiste çalışmalarına rağmen hâlâ köklerine ait düşünce yapısını koruyorlar.
Nesnel olarak: Bunlar her ne kadar çalışma ortamı olarak ofiste olsalar da, yaşadıkları ve genelde vakitlerini geçirdikleri yerler, benim bahsettiğim geri mekânlar. Yani, etraflarında düşüncelerini değiştirebilecekleri derecede sıkı bir ilişki kurabilecekleri bir ortam bulunmuyor. Şehir içindeki ileri yerlerde yaşasalar bile, temas ettikleri insanlar ya bu geri yerlerden gelenler ya da yukarıdaki yetiştirilme tarzına sahip olan kişiler. Ofis ya da iş ortamı bu dönüşüm için yeterli sürekliliği sağlayamıyor, zira oradaki insanlar ile olan ilişkileri ikincil, samimiyeti sınırlı ilişkiler.
Diğer yandan, bu insanlar lümpenler arasında bence çok sınırlı bir kesimi temsil ediyor. İktidar partisini destekleyenler ise sadece avanta peşinde koşan tipler. Onlar kim gelirse gelsin çıkarları için desteklerler.
şimdi efendim, ya bu lumpen kesimi bastırmaya devam edeceğiz, onlar da sistemde yeni bir çatlak bulana kadar bastırılmayı kabul edecek, sonra ilk fırsatta yine kendini göstererek siyasi gerilimi tekrar tavana vurduracak, ya da artık engellemeyecek kadar güçlü olan bu güruhun palazlanıp yol almasını kasten destekleyeceğiz ve şimdi olmasa bile gelecek nesilde, olmadı ondan sonraki nesilde bunların da kendi kendilerini eğitip değer zannettikleri değersizliklerinden kurtukacakların umacağız.
ben sadece bu kadar gerilimden bunalmış bir garibim.
Tanım ve teshis asamasini asagi-yukari yaptık. Bence tek eksik artemis’in tavsiye ettigi ilk yazida da denildigi gibi iki kesimi keskin ifadelerle tanimlamanin hata oldugu, ulkemizde kitleler cok farkli ve degisken, homojen degil. Gene de kabaca altan’in ve bliyaal’in yaptigi gibi tanimlanabilirler bence.
Simdi cozum kismina konsantre olsak. Sizce gerilimi azaltacak cozum/ler nedir?
Nacizane cozum onerim siyasal olarak: %10’luk secim baraji kaldirilmali. Iktidara uyumlu bir koalisyon hukumetinin gelmesi. MHP’ye oy verecek olanlarin bir kismi AKP den kopanlar oalcaktir. Iktidara CHP-MHP’nin veya CHP-AKP’nin gelmesi iyi olabilir ama bu partilerin hır gur cikarmadan 4 yil istirarli bir sekilde iktidarda kalmasi mucize gibi. sonuc, kitlendim.
Kulturel olarak: Burada da kitlendim :)
tek partili hukumetlerin turkiye'ye yarardan cok zarar getirdigi ornekleri ile mevcut, birisini canlı canlı yasiyoruz zaten. ayrica zihniyet devrimi deniliyorsa, cok partili hukumetlerle 'kavgasız gurltusuz' yonetilebilmeyi bastan becerebilmek gerekir. keza bir onceki hukumet dsp-anap-mhp pek de fena gitmiyordu ta ki dis mıhraklar devreye girene kadar.
tekrarlıyorum herkes bir sekilde durumu tanımlar ama onemli olan cozumu gorebilmekte.
AltaN, Bu yaziyi ele alirken Osmanli arsivlerini mi incelemis, incelemis ise Kaynak neden gostermemis, Bir Entellektuel olarak dogrusu ben bu yazida kaynak gormek isterdim.
Klasik, bizlere devlet okullarinda ogretilen sozde tarihi! bilgilerden eksik ne var onu da algilayamadim, yeni ne yazmis onuda goremedim!!
Gelenek;(anane), bir toplumda, bir toplulukta çok eskilerden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar.
Nasil olurda Gerici! olarak nitelendirilebilr.
Lumpen; (Almanca: Lumpenproletariat, "proletarya yığını"; "pejmürde proletarya"), başlangıçta Karl Marks ve Friedrich Engels tarafından ikinci ünlü paydaş çalışımları Alman İdeolojisi`nde (1854) icat edilen terim. Marks daha sonra bu terimi eserlerinde yorumlamıştır. Marks'ın Louis Bonaparte'ın 18. Brumaire'i (1852) adlı eserinde verdiği tanımı: "bütün sınıflar tarafından istenmeyenler", bunlara "dolandırıcılar, itimat hilebazları, genelev sahipleri, çaput ve kemik tüccarları, laternacılar, dilenciler ve toplumun diğer kimsesizleri" de dahildir.
Altan yeni bir lumpen tanimi yapmis sanirim!
Gerici; İslâm toplumlarının Batılılaşmasından, Batılı değerlerin egemenliği altına girmesinden sonra gerici ve gericilik deyimleri İslâm dışı yönetimler ve işbirlikçisi kimseler tarafından tam tersi anlamda, siyasal ve ideolojik bir suçlama ve sindirme aracı olarak kullanılmaya başlandı. Gerçek anlamdaki gericiler, siyasal güçlerine dayanarak bu kullanımla İslam'ı topluma yeniden hâkim kılma mücâdelesi veren müslümanlara gerici, mürteci; İslâm'a da gericilik, irtica nitelikleri yamamaya çalışmaktadırlar.
Kavram karmasina girmeden anlamak, algilamak gerek.. Klasik yanilsamalardan, ve yaniltmalardan uzak : )
Yazıda lümpen kelimesi ne şehirlileşebilmiş ne de köylülükten kurtulabilmiş kesimleri tanımlıyor. Kaldı ki, Marx’ın tanımladığı anlamıyla olan lümpen kelimesi, bu şehir-köy karmaşası içinde yaşayan kesimin özelliklerini de içeriyor. Öte yandan yeni bir lümpen tanımı yapıldığı doğrudur.
Gerici kelimesi ile ilgili yazılanlara katılmıyorum. Gerici olarak adlandırılanlar pekâlâ İslâmi kesimin içinden çıkmaktadır. Toplumun mevcut hâline hiçbir biçimde uymayan gelenekleri hâlâ korumaya çalışıp, toplumun bunlara göre biçimlendirilmesini isteyen kişiler bunlar.
Kaynağa gelince, Niyazi Berkes, Çağlar Keyder, Şevket Pamuk, Şevket Süreyya, hatta Kemal Tahir yeter sanırım.
Post a Comment