Raflarımdaki tozlu dergilerin arasında dolaşırken yine ecdadımıza ait bir yazı buldum ve aktarayım dedim. Ancak bu defa başrolde Japon bir yarbay var. (Cemalettin Taşkıran, “I. Dünya Savaşı Sonunda Japon Kaptanı Yarbay Çomora’nın Türk Esirleri İçin Verdiği Haysiyet Mücadelesi”, Avrasya Dosyası, Cilt:5, Sayı: 2, Yaz 1999, s. 79-85)
I. Dünya Savaşı sırasında Devlet-i Âliyye, İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Ruslara 200.000’e yakın esir vermiş. Askerlerin büyük kısmı İngilizlere esir düşmüş ve Mısır, Birmanya ve Hindistan gibi o dönem İngiliz sömürgesi olan yerlerdeki esir kamplarına götürülmüş. Osmanlı’nın çok sayıda esir verdiği bir diğer ülke de Rusya imiş. Bu esirler özellikle Sarıkamış harekatı ve onun sonrasında o bölgede yapılan savaşlarda verilmiş. 50.000’den fazla esir Osmanlı askeri Hazar Denizi’nden Sibirya’ya kadar uzanan geniş bir alan içindeki yerlerde tutulmuş. Bunların yurda dönmesi ise ancak 5-6 yıl sonra gerçekleşebilmiş. İşte Japon yarbayın hikayesi de burada başlıyor.
Yazıyı yazan şahıs bir doçent olmakla birlikte aslen asker olduğu için – albaymış – dilinde zaman zaman bozukluklara rastladım ve düzeltmekten çekinmedim. Kendisi arşivden yararlandığı için yazısındaki kimi yerler biraz Osmanlıca içeriyor, ama anlaşılmayacak gibi değil bunlar:
“(…) Savaş sırasında Almanlara karşı savaşan ve İtilâf Devletleri yanında yer alan Japonya, Rusya’daki bu otorite boşluğundan yararlanmak istemiş ve Sibirya’ya asker çıkarmıştır. 1918 yılının Nisan ayında Vladivostok’a askerî çıkarma yapan Japonlar, Sibirya’ya ilerleyerek Baykal gölüne kadar gelmişler ve bu sahanın kontrolünü ele geçirmişlerdir. Rusya’da bulunan esirlerin bir kısmı da, daha Rusya’daki Bolşevik-Menşevik çatışması sırasında taraf olmasınlar diye, Sibirya’daki Vladivostok ve Novinikolstusursky’de bulunan esir kamplarına sevk edilmişlerdi. Böylece bu yerlerdeki Türk esirlerin kontrolü Japonya’ya geçmişti. Japonlar, Türk esirlerini Hint Okyanusu üzerinden İstanbul’a göndereceklerini bildirmişler ve bu sevkiyatın maliyetini çıkarmışlardı. Japonlar Sibirya, Baykal Gölü civarında bulunan Türk esirlerini Vladivostok’a toplayacaklar ve burada toplanan esirleri Japon vapur şirketi KATSUVA ile yapılan anlaşmaya göre 48.000 İngiliz lirası karşılığı İstanbul’a götüreceklerdi.” (s. 80)
Osmanlı hükümeti bu parayı Osmanlı Bankası’na yatırıyor, tabii bu banka o zamanlar İngilizlerin elinde. İngilizler bu esirlerin Türkiye’ye gelince kendilerine karşı kullanılacağından çekinerek işi ağırdan alıyor ve parayı Londra’ya ancak 1920 sonunda gönderiyor. Böylece 1921 Şubat’ında esirleri taşıyan “Heymeymoro” (Parlak Barış) gemisi yola çıkıyor. Vapurda 1018 Türk esir ve bunlardan 12’sinin Rusya’da evlendiği eşleri var.
“Heymeymoro vapurunun kaptanı Yarbay Çomora’dır. Ayrıca bir Japon yüzbaşı ve bir doktor binbaşı vardır. Vapura Türk bayrağı çekilmiştir. 6000 tonajlık gemi 23 Şubat 1921 günü sevinç gözyaşları içinde İstanbul’a hareket eder. Gemide yukarıdaki üç kişilik askerî heyetin dışındakiler de asker olmakla birlikte sivil giyimlidirler. Yolculuk Vladivostok’tan İstanbul’a 45 gün sürecektir. Vapur hiçbir limana uğramayacak, ancak Seylan adasının Kolombo limanından su alacaktır. Geminin ambarına ranza tertibatı yapılmıştır. Ranzalar 65 cm’lik aralarla üç kat olarak kurulmuştur. Ranzaların üstünde otla doldurulmuş bir çuval yatak, yine otla doldurulmuş bir kişilik torba yastık vazifesi görmektedir. İnce bir battaniye de yorgan olarak verilmiştir. Yiyecek olarak 50 gram ekmek ve ölmeyecek kadar pirinç lapası, zaman zaman ince bir dilim balık ve çay … Bu şekilde 20.000 km’den fazla yol gidilecektir. Yolculuk boyunca Türk esirler temizlik işini paylaşmışlardır.” (s. 81-2)
Ancak gemi yolculuğun 43. gününde Midilli Adası’nın önünden geçerken Yunanlılar tarafından durdurulur. O esnada Yunanlılar Eskişehir-İnönü mevzilerinde yenilmiş ve Bursa yönünde geri çekilmişlerdir. İşte, II. İnönü olarak bilinen bu savaştaki yenilgilerini örtmek için, Yunanlılar kendi memleketlerinde “Bir gemi dolusu Türk’ü esir aldık,” propagandası yapmak amacıyla Japon yarbaydan Türk esirlerin kendilerine verilmesini isterler.
“Yunanlılar, Japon yarbaya kendilerini takip etmesini söyleyerek gemiyi Midilli Adası önüne kadar getirmişlerdir. Sonra gemiye Yunan hükümetini temsilen iki subay ve bir sivil biner. Japon yarbay ve arkadaşları ile görüşürler. Yunanlılar vapurda bulunan esirlerin tamamının kendilerine teslim edilmesini isterler. Japon Yarbay Çomora’nın cevabı mert bir askere yakışan cevaptır: “Hükümetimden bu yolcuların hepsini İtilâf Devletlerinin işgali altında bulunan İstanbul’daki Türk hükümetine teslim etme emri aldım ve elimde bir de bütün devletlerce kabul edilmiş ve imzalanmış bir protokol var. Bu sebeple size bunları esir olarak veremem … ” Yunan heyeti gider. Bir müddet sonra başka bir heyet gelir. Yine Türkleri esir almak için ısrar eder. Japon yarbayın cevabı aynıdır: Hayır! Bunun üzerine Yunanlılar bir yandan Japon gemi mürettebatı ile, diğer yandan da Kızılhaç Teşkilatı vasıtasıyla durumla ilgili temaslara başlarlar. Böylece gemideki 1030 esirin yolculukla beraber tam 8.5 ay sürecek gemi esareti başlar. Artık Türk esirler günlerini 65 cm yükseklikteki ranzalar ile, ışıksız, karanlık ambarlarda, Yunanlıların vereceği erzakla tam 7 ay geçireceklerdir.” (s. 82)
Görüşmeler sürerken Yunanlılar gemiye hareket izni vermezler, Japon yarbay da Türkleri vermemekte direnir. Hatta araya Japon büyükelçiliği girer. Bu arada gemi Yunanistan’a daha yakın olsun diye Pire limanına çekilmiştir.
“Pire limanında yine küçük rütbeli subaylardan oluşan bir heyet Yarbay Çomora’ya gelir ve esirleri teslim etmesini ister. Yarbay, “Benimle konuşacak zatın benim rütbeme münasip bir asker olması lazım,” diyerek Yunan heyetini gemiden kovar. Ardından gemiye bir yarbay ve binbaşıdan oluşan yeni bir heyet gelir. Yarbay onlara da aynı cevabı verir: “Bu vapur Japon vapurudur. Bu bayrak da kezâlik Japon bayrağı, ben de Japon hükümetinin bir askeriyim. Bütün İtilâf Devletlerinin muvafakati ve Salib-i Ahmer Merkezi umumisinin müsaade ve muvafakatleri ile ve hükümetimden aldığım emir üzerine, [bu esirleri] İtilâf Devletlerinin işgali altında bulunan İstanbul’daki Türk hükümeti makamlarına teslim etmekle vazifeliyim. Aynı zamanda bir asker olduğum için de, uhdeme verilen bu vazifeyi ifaya mecburum. Yunan devleti derse ki, “Biz bu esirleri sizden alırız,” o takdirde önce bizleri ve vapuru, sonra da esirleri alırsınız … ” (s. 83)
Bunun üzerine Yunanlılar hem Japonları hem de Türkleri yıldırmak için, esirlere ya hiç ya da çok az yiyecek verme yoluna giderler. Hükümetler arasındaki yazışmalar devam ederken, esirler gemideki dördüncü aylarını tamamlamışlardır. Japonların bir kısmı bu duruma dayanamadığından hastaneye kaldırılmıştır. Geminin ikinci kaptanı da hastalanmıştır. Bu olaylar yüzünden Yunan gazeteleri ve Batı basını gemideki Türk esirlerin arasında salgın hastalık çıktığı haberini yayar. Yarbay Çomora haberi tekzip eder, Yunan hükümetine de ağır bir yazı yazar.
“(…) Konu Milletler Cemiyeti’ne intikâl eder. Cemiyet konuyu çözüme kavuşturmaya çabalarken, gemiye doktor ve gözlemcilerden oluşan bir heyet gönderir. Bu arada hâlâ Pire limanında kalan esir Türkler, Kütahya-Eskişehir Savaşları ve Sakarya Savaşı için cepheye gemilerle gönderilen Yunanlıların taşkınlıklarını, yaralanıp sargılar içinde cepheden gemilerle dönen askerlerin perişanlığını görürler.
“Milletler Cemiyeti 1921 yılının Temmuz ayında şöyle bir karar alır: Gemiye Cemiyet adına bir sıhhiye heyeti gelecek ve hasta, yaralı ve yaşlıları tespit ederek onları İtalya gibi başka bir ülkede misafir edecek(!) Böylece 6 Ağustos 1921’de Heymeymoro gemisindeki 1030 esirden 395’i kadın, yaşlı, yaralı ve hasta alınıp Olimpos adlı küçük bir Yunan gemisi ile İstanbul’a götürülür. Bu arada, sağlam olan ve iyi Rumca bilen Giritli deniz subaylarından Çarkçı Yüzbaşı Mehmet, kardeşi Teğmen Ruşen ve İzmirli Ferit Bey de İstanbul’a giden kâfileye gizlice karışmışlardır.
“Ancak gemide kalan 635 Türk esiri yine Pire limanında demirleyen Heymeymoro gemisinde kalmaya devam etmekte ve misafir edilecekleri(!) ülkeye gidecekleri günü beklemektedirler. Öyle ki, 1921 yılını Ramazan ve Kurban Bayramı’nı gemide kutlamışlardır. Yedi aydır gemidedirler ve bu sıkıntı bir müddet daha devam edecektir. (…)
“Nihayet İtalya ile anlaşılır ve İtalya Türk-Yunan harbi sonuna kadar bu esirleri misafir etmeyi(!) kabul eder. 13 Ekim 1921’de Heymeymoro gemisi Pire’den ayrılır. (…) 18 Ekim’de Akdeniz’de küçük, kayalık bir ada olan Azinora adasına ulaşır. Esirlerin bazıları bekleme ve yolculuk sırasında öldüklerinden, 620 civarı Türk esiri 8.5 aydan fazla bir süre kaldıkları gemiden adaya çıkarlar. Onları Yunanlılara teslim etmeyen ve Vladivostok’tan beri kaptanlıklarını yapan Yarbay Çomora bir konuşma yapar:
“Arkadaşlar, sizi, siz Türkleri tanımış olmak, benim için hayatım boyunca taşıyacağım çok canlı ve daima yaşayan bir şeref ve iftihar vesilesi olacaktır. Ve yine diyorum ki, siz Türkleri tanımış olmak fırsatına nail olduğumdan çok bahtiyarım … Sizlerde çok üstün bir seciye ve karakter, aynı zamanda fazilet gördüm. Bu söylediklerim bilmüşahade duygularımın kendisidir. İşte bu görüşüm bana şu gerçekleri söyletiyor: Sizler insanlığın övüneceği bir üstün insansınız. Bütün iyi ve en iyi vasıflar sizdedir. Onlara sizler sahipsiniz. Yine gördüğümü ve sezdiğimi söylememe müsaade ediniz, sizler çok büyük ve şayan-ı hürmet bir milletin çocukları olduğunuzu fiilen ispat ettiniz. Bu gerçeğin yegâne şahidi benim. Sizlerle geçirdiğim tam sekiz aylık mazi, bana çok kıymetli hayatî mevzular öğretti. Şimdi burada sizi müjdelemek değil, olanı ve yarınlarda olacağı söylemek istiyorum: Yaşamak, varolmak sizin ve siz ayarındakilerin hakkıdır. En şayan-ı hürmet, kendine inanılır, güvenilir, en yüksek ahlâka sahip, yaşamaya en çok layık olan bir milletsiniz. Ve bugün memleketinizin giriştiği mücadele zaferle sona erecektir. Çünkü varolmak ve yaşamak isteyen sizsiniz, Türk milletidir. Yakından gördüğüm kaypak ve kahpe milletler size gem vuramaz. Parlak yarınlar sizindir! Çok üzgünüm sizleri sevdiğiniz vatanınıza götüremediğim için ve yine çok üzgünüm ve müteessirim, çünkü sizleri bu ıssız, insansız, vahşi ve kötü görünüşlü bir yere indirdik. Umarım bu yerden de kurtulursunuz. Şimdi, en iyi dileklerimle hepinizi selamlarım.” (s. 83-5)
Adaya bırakılan Türk esirler yine kötü şartlarda yaşarlar. Ada İtalyanlar tarafından salgın hastalığa yakalanan kişiler ve çok ağır suçlular için sürgün yeri olarak kullanılmaktadır. Hatta adada yetişen meyve, sebze, et ve süt ürünleri İtalya’ya sokulmamaktadır. Zehirli yılanlarla dolu bu ıssız adada Türkler ot biçerek ve yılanlarla boğuşarak bir sekiz ay daha geçirirler. Bunların bir kısmı kötü koşullar ve yılan sokmaları yüzünden ölür. Sonunda Milletler Cemiyeti’nin ve Hilâl-i Ahmer’in girişimleriyle 1922 yılında “Ümit” adlı bir gemi ile İstanbul’a dönerler.
Yazıda Japon yarbaya ne olduğu hakkında bilgi verilmemiş. Esirlerin daha sonra ne yaptıklarına dair bir şey de yok. Acaba o gemi bir Japon gemisi, kaptanı da bir Japon olmasaydı ne olurdu? Vallaha kaptan Arap olsaydı askerleri kesin satmıştı!
Japonların bazı meselelerde ne kadar gururlu olduklarını bilirsiniz. Bu gurur biraz da bizim memlekette olsaydı keşke! Mesela bizde görevini adam gibi yapmayanların, üçkağıtçılık yaptıkları meydana çıkanların, ellerine birer kılıç alıp harakiri yapmaları kötü mü olurdu? Tayyip ya da Abdullah amcamın onurlarını korumak için bir Arap kılıcı ile harakiri yaptıklarını düşünebiliyor musunuz? Allah bilir, o zaman da cenaze masraflarını devlete ödetirlerdi. Yahu şu Japonlara bakıyorum da, gerçekten çok geri kalmış bizim memleket!