ŞEVKET SÜREYYA’NIN ANLATTIKLARI
Üniversitede lisansta iken bir ara Şevket Süreyya Aydemir’in kitaplarına merak salmıştım. Birini bitirdikçe diğerini alıp duruyordum. Böylece iki kitap dışında tüm külliyatını edinmiş oldum. Atatürk’ün üç ciltlik biyografisi “Tek Adam”, İnönü’nün üç ciltlik biyografisi “İkinci Adam”, Enver Paşa’nın – yine – üç ciltlik biyografisi “Enver Paşa”, “Menderes’in Dramı” ve “İhtilâlin Mantığı” gibi kitaplar hep onun eserleridir.
Aydemir 1897 yılında doğmuş bir yazar, siyaset ve düşünce adamı. Önemli özelliklerinden biri, aralarında Yakup Kadri ve Murat Belge’nin babası Burhan Belge’nin de olduğu, "Kadro" dergisinin kurucularında biri olması. Bu dergi etrafında birleşen ve “Kadro Hareketi” adını alan kişiler yeni Cumhuriyet’in ideolojisini şekillendirmeye çalışıyorlardı. Aydemir’in kardeşi savaşta ölünce, kendisi 1915 yılında gönüllü olarak I. Dünya Savaşı’na katılmış. Savaştan sonra Bakü’ye gitmiş, 1923’te Türkiye’ye dönmüş ve Türkiye Komünist Partisi yöneticileri arasına girmiş. 1928-51 arasında eğitimci ve iktisatçı olarak çeşitli devlet görevlerinde bulunmuş. Kitaplarını da emekli olduktan sonra yazmış.
Aydemir’in kitaplarında yazdığı kimi şeylerin bugün de hâlâ geçerli olduğunu görünce, insan gerçekten şaşırmadan ve hayıflanmadan edemiyor. “Bu memlekette hiç mi bir şey değişmemiş?” diyor. Aktardıklarımı okuyunca siz de hak vereceksiniz eminim.
I
İlk olarak Aydemir’in 1959 yılında yayınladığı otobiyografisi “Suyu Arayan Adam”dan (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1967) birkaç parça aktarayım. Burada ne güzel yazmış Aydemir. Cepheye gitmek için tren istasyonunda beklerken mekânı bakın nasıl anlatmış:
* * *
Haydarpaşa İstasyonu’ndan tren öğle sonuna doğru hareket edecekti. Dört yüzden fazla subay namzedi (subay adayı) idik. Kafkasya, Irak, Filistin, Hicaz cephelerinde vazife almıştık. Dağılış noktalarına vardıkça her birimiz kendi cephemizin yolunu tutacaktık.
İstasyonda pek az uğurlayıcı vardı. Bunlar bazı yaşlı, terbiyeli erkekler, temiz yüzlü İstanbullu anneler, o zamanlar henüz açılmamış, erkekleşmemiş İstanbullu kızlardı. Herkese kendi oğulları gibi yakınlık gösteren, kendi çocuklarıymış gibi nasihatlerde bulunan bu mübarek bakışlı babaların, amcaların çoğu, belki de eski, emekli askerlerdi. Gidilecek yerlerin ve harbin ne olduğunu hiç şüphesiz biliyorlardı. Bu gidenlerden çoğunun geri dönmeyeceğini ve şimdi bu uğurlayışın, onlardan birçoğu için, çocuklarını son görüş olacağını da herhalde anlıyorlardı. Fakat ne bir şikayet sesi, ne bir taşkın hıçkırık …
Bilakis, herkes bu ayrılışa âdeta mesut bir gün, yıllardan beri beklenen, yıllardan beri hazırlanılan bir sevinç günü havası vermek için elinden geleni yapıyordu.
Fakat bütün bu insanlarda, az sonra, birden sel gibi coşacak, seller gibi çağlayacak göz yaşlarına diledikleri gibi mecra verebilmek için, trenin bir an önce kalkmasını ve kendilerini evlerinin gizli köşelerine bir an önce atabilmeyi bekleyen bir sabırsızlık hâli her şeye rağmen seziliyordu.
Trenin ilk düdüğü çalınca, geldiğinden beri istasyonun bir direği dibine çöküp bastonunu kucağında tutan ve boyuna bir şeyler okuyup üzerimize üfleyen bir ihtiyar zorlukla ayağa kalkabildi. Daha ziyade bir mahalle imamına benziyordu. İstasyon adamlarının anlattıklarına göre, onun gidenler arasında hiç kimsesi yoktu. Fakat hemen her tanrının günü buraya gelirdi. Evvelce, gene böyle bir kafile içinde gönderdiği birinin, cepheden gelen trenlerden çıkmasını beklerdi. Gidenleri uğurlar, gelenlerden haber sorardı. Mihnetli, fakat Hak’tan ümidini kesmeyen nurlu bir yüzü vardı.
Tren ikinci düdüğünü çalınca ellerini kaldırdı. Herkes ona uydu. Duasını bitirdiği zaman, elini öpen her çocuğun boynuna sarılıyordu:
“Torunum sizin yaştaydı oğul. Adı Selâhattin'di. Bağdat’tan iki mektubu geldi. Sonra haber kesildi. Kayıp diyorlar, ama Allah’tan ümit kesilmez ki oğul. Çukurtekke şeyhinin torunu Selâhattin diye sorun. Allah için soruşturun.”
Kiminin alnından öpüyor, kiminin arkasını okşuyor, “Haydi yavrularım, haydi aslanlarım,” diye ağlıyor, inliyordu … (s. 78-9)
II
Benim kitapta en sevdiğim bölümlerden biri işte burası. Aydemir cephedeki boş vaktinde bölüğündeki erlere ders vermeyi kalkınca bakın neler olmuş:
* * *
Derse başlarken İstanbullu başçavuşa dersi sadece dinlemesini, sual ve cevaplara katılmamasını söyledim. Sonra da askerlere sordum: “Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?” Hep birden, “Elhamdülillah müslümanız,” diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı. Kimisi, “İmâm-ı âzam dinindeniz,” dedi, kimisi, “Hz. Ali dinindeniz,” dedi. Kimisi de hiçbir din tayin edemedi. Arada, “İslâmız,” diyenler de çıktı, ama “Peygamberimiz kimdir?” deyince onlar da pusulayı şaşırdılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi, “Peygamberimiz Enver Paşa’dır!” dedi.
İçlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçına da, “Peygamberimiz sağ mı, ölü mü?” deyince iş gene çatallaştı. Herkes aklına gelen cevabı veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu. Fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu.
“Peygamberimiz sağdır,” diyenlere, “O hâlde peygamberimiz hangi şehirde oturur?” diye sordum. Cevaplar tekrar karıştı. Onu İstanbul’da, Şam’da yahut Mekke’de yaşatanlar oldu. Hiçbir yer tayin edemeyenler daha çoktu. “Peygamberimiz ölmüştür,” diyenlere de, “Peygamberimiz ne kadar zaman evvel öldü?” denildiği zaman, bu sefer onlar şaşırdılar. Yüz sene evvel, beş yüz sene evvel, bin sene evvel diye gelişi güzel cevap verenler oluyordu. Fakat çoğu vakit tayin edemiyordu.
Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de dinin ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı. Ezan dinlemişlerdi. Fakat ezan okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir-iki kişi çıktı. Fakat onların da hiçbiri namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar.
Sonra, “Köyünde cami olanlar ayağa kalksın,” dedim. Gerçi köylerinde cami olan birkaç kişi ayağa kalktı, fakat onlar da bayramlarda, cumalarda, âdet yerini bulsun diye camiye gitmişlerdi. Köyünde mektep olan bir tek kişi çıkmadı. Bazı camili köylerde, cami odasında küçük çocuklara imam tarafından Kuran ezberlettirilmeye çalışıldığını görmüşlerdi. Ama usulü dairesinde ve ayrı bir köy mektebi gören kimse yoktu.
İlk ders beni şaşırtmıştı. Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleri idiler. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler. (s. 109-11)
* * *
Çok fazla geçmeden de, bu insanların olduğu Anadolu yeni Cumhuriyet'e kaldı. O dönemki hacılar, hocalar, şeyhler, bu zavallı cahil insanları dini kullanarak sömürüyorlardı. Atatürk bunların çanlarına ot tıkayınca ona düşman kesildiler ve “Müslümanlara zulmediliyor!” diye tepişmeye başladılar. Günümüzün beton kafalı İslâmcıları da bu sömürgen hacı-hoca takımının torunları oluyor. Ve bunlar daha hâlâ bin bir türlü rezillikle bu “zulüm” masalının çığırtkanlığını yapıyorlar.
Şimdi Aydemir’in bu kitabını alıp, Atatürk zamanından beri, yani 84 yıldır Türkiye’de Müslümanların baskı gördüklerini utanmadan söyleyen bu ahlâksız insanların kafalarına “aman beyim, yeter!” deyinceye dek tek tek vurmak isterdim. Yukarıdaki adamların hâllerine bir bakın da, bunlara Müslümanlar diye edilecek ne eziyetin olduğunu söyleyin bir! Dinini, peygamberini bilmeyen bu adamların nesine Müslüman diye eziyet edilmiş acaba?
Dahası var:
* * *
Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual ve cevaplardan anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı. “Biz hangi milletteniz?” deyince her kafadan bir ses çıktı. “Biz Türk değil miyiz?” deyince de hemen, “Estağfurullah!” diye karşılık verdiler.
Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz Türk’tük. Bu ordu Türk ordusu idi. Türklük için savaşıyorduk. Asırlarca süren maceralarımızdan sonra son sığınağımız ancak bu Türklük olabilirdi. Fakat ne çare ki, bu “Biz Türk değil miyiz?” diye sorunca “Estağfurullah!” diyenlerin görüşüne göre, Türk demek Kızılbaş demekti. Kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu. Ama onu herhalde kötü bir şey sayıyorlardı. Yahut belki de, aslında kendileri Kızılbaş oldukları hâlde böyle görünüyorlardı.
Anadolu’da vaktiyle binlerce, on binlerce insan Kızılbaş oldukları için öldürülmüşlerdi. Gerçi bu öldürülenler hakikî, saf Türk aşiretler halkı, Oğuz Türkleriydiler. Demek ki, korku hâlâ yaşıyordu …
Dininde, milletinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, devletin adını, padişahın ismini, devletin merkezini, başkumandan ve onun vekilini de bilmemektedir.
Hele iş vatan bahsine dönünce büsbütün karıştı. Kısacası, vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. Yahut da bütün bilgiler belirsiz, köksüz, şekilsiz, yanlıştı.
Bölüğü yakından tanıdıkça daha garip şeylerle de karşılaşıyordum. Askerlerin bir kısmı kendi isimlerini değil de, başka adlar taşıyorlardı. Künyelerinde yazılı yerler, asıl doğdukları veya kayıtlı oldukları yerler değildi. Bu kayıtları düzeltmeye ve onları temize çıkarmaya uğraşırken, bunu istemeyen, hatta işi büsbütün karıştıranlar da vardı. Böyle bir toplum bu harbi elbette ki ruhen, isteyerek benimsemiş olamazdı.
İşe yeniden, baştan başlamak lazım geldi. Önce isimlerinden başlayarak, bölüğün, taburun, alayın, onbaşının, çavuşun, subayın isimlerini öğretmeye giriştik. Sonra vatana, millete, dine doğru ilerledikçe garip birtakım ruh direnişleri ile karşılaşmaya başladığımı hissettim. Anlaşılıyordu ki, bu direnişleri derin ve esaslıdır. Ben ilk adımda askerlerimi dindar ve mutaassıp zannetmiş, fakat cahil bulmuştum. Ama "ne de olsa bunlar cahil, fakat müslümandır,” diyordum. Halbuki biraz sonra anlaşıldı ki, hepsinin nüfus kağıtlarına ve künyelerine geçirilen bu “İslâm” kaydına bakmayarak, bu kalabalığın içinde bir inancalar, tarikatlar, canlı olarak yaşamaktadır. Bunların hepsinin ruhlarına hurafe, vehim ve geçmişin tortuları hâkimdir. Hatta bir aralık inandım ki, bölükte hiç olmazsa aslını bilmeden de olsa kendini “İslâm” sayanlar çoğunlukta bile değillerdir.
Alevîler, Yezidîler, Kızılbaşlar ve daha akla ve tasnife gelmeyen ve hepsi de mazinin bilinmeyen köklerinden gelip, mensubunu karmakarışık bir insan çamuru içinde yaşatan bir sürü itikât döküntüleri, bu insanları parça parça birbirlerinden ayırmaktadır. Bu görüş ve kanılara varınca, bölüğün daha ilk adımda dinini, milletini ve vatanını bilmemesi şeklinde meydana vurduğu sert gerçek, güçlükle de olsa, birtakım tarihî ve etnik sebeplerle az çok izah edilebilir bir hâl almaya başladı. (s. 111-12)
* * *
Kızılbaşları o dönem öldürenlerin başta geleni, Şah İsmail’e karşı çıktığı seferde 40.000 civarı Alevî’yi kesip biçen Yavuz Sultan Selim’dir.
Görüyorsunuz, işte Osmanlının Türkiye’ye miras bıraktığı insan yığını budur! Atatürk Cumhuriyet’i bu insan yığınının içinde kurmaya, onun içinden çıkarmaya çalışıyordu.
III
Bu defa da “İhtilâlin Mantığı” adlı kitabından aktarayım (5. basım, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1993). Aydemir Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950 seçimlerinin hemen öncesini anlatıyor:
* * *
Cahil köy imamı ile, o güne kadar beklediği ve hakkı olan saygıyı, ilgiyi jandarmadan, hükümet idarelerinden göremeyen, daima hakir görülen köy muhtarlarına, ihtiyar heyeti adamlarına, sokak ve siyaset çığırtkanlarına kadar bütün güçler, yeni seçimler için, Halk Partisi ve İsmet Paşa aleyhine seferber olmuşlardı. Yalnız o günlerin, o yılların değil, 27 yıllık bütün eski defterlerin hesapları ortaya dökülmektedir.
Hele köy, kasaba, şehir kahvelerinde, şaşılacak kadar konuşkan, becerikli, kandırıcı, halk yahut sokak hatipleri türemişti. Bunlara o günün halk liderleri de diyebiliriz. Yalnız kahvelerde, evlerde değil, pazarlarda, mitinglerde, otobüslerde, minibüslerde, yeni partinin müjdesi rüzgâr, hatta fırtına gibi esiyordu. Bu türeyen hatiplerin çoğu, galiba Pir Aşkına çalışıyorlardı. Ama yürüttükleri bu fırtına, belliydi ki tesirsiz kalmıyordu. Şu da çok dikkat çekiyordu ki, bu ortaya atılanların, bu hatipler, müjdeciler ordusunun beyanları, davetleri, halkın şuurundan, aklında ziyade hislerine, uyuşmuş, gerilere itilmiş alt duygularına, yani bilinç altınaydı. Hatta bazen birtakım işaretler, birtakım esrarlı sözler, “Biraz bekleyin, neler göreceksiniz!” cinsinden müphem, dumanlı vaatler veya bilinmeyen geleceklerden haber verişler şeklindeydi. Hatta cemaatin yüzlerine derin derin bakışlarla uzun, esrarlı, manalı sükutlar, bu yeni usul halka yönelişin başarılı taktikleri arasındaydı. Artık, kendisine yukarıdan bakılışlara, beylik hitaplara doymuş, kentlerde, köylerde, yalnız karşılama ve uğurlama figüranları olarak kullanılmaktan bıkmış insanlar için, bu yeni halka yöneliş manalıydı, çekiciydi. Halk buna muhtaçtı.
Bu tür hatiplerden birini tanırdım. Ankara doğusundaki Kayaş vadisinde bir toprak damım vardı. 1950 seçim öncesinin hareketli günleriydi. Civar köylüler tetikteydi. “Efendi, köycek Demirgırat olduk gâri … ” sözlerini hemen her geçenden dinlerdim. Ortada bir de “Cebelici Hoca” türemişti. Adı Zeynelabidin’di. Yahut öyle tanınırdı. Bana da uğrar, süt içer, ayran içer ve her gelişte yeni fütuhatını haber verirdi. Dinlerdim. Tipik bir demagog ve usta bir propagandacıydı. Eski İstiklâl Mahkemeleri’nin topladığı, sindirdiği, din ticaretçilerinden biriydi.
Eğer ortada başka dinleyenler de varsa, daha da hızlı konuşurdu. Celâl Bayar’ın sarayına kolunu sallaya sallaya girermiş, Bayar uykuda bile olsa kapısını açar, odasına dalarmış. Menderes onu kapıda karşılar, kapılara kadar uğurlarmış, vb. …
Öyle sanıyorum ki, bütün bunlara köylüler de inanmazdı. Ama o, “Efendi, bunlara böyle konuşacaksın. Atatürk köylünün aklına hitap ederdi. Halbuki sen köylüye masallar anlatacaksın. O, masallara inanır … ” der dururdu.
İşte bu Zeynelabidin Hoca bir gün, yanında da birkaç köylüyle gelmiş. Beni odamda bulamayınca bahçeye dalmış. Ona dere boyunda yakalandım. Bir şehri zapteden fatih gibi mağrurdu, muzafferdi. Haberini müjdeledi:
“Hasanoğlu Köy Enstitüsü’nün işi bitti efendi! Aha, köylüleri topladım. Tepeye çıkardım. Söyleyin bakalım, dedim. Şu enstitü binalarının planı neye benziyor? Şu baştaki bina, şu yana doğru uzanan, sonra şu sağa, sola kıvrılan binalar? Onlar evvelâ bir şey anlamadılar. Ama sonra anlattım: Bu binaların dağılışı orak-çekiç biçimindedir dedim. Göreceksin, bu köylerden Halk Partisi bir tek oy alamaz.”
Söylenen deli saçmasıydı, ama kullanılan silah keskindi. Sonradan söylendiğine göre de, Halk Partisi’ne Hasanoğlan’da bir tek oy çıkmış. O da muhtarınmış. Muhtarın bayanı bile oyunu “Demirgırat”a vermiş. Hem bu söylenti galiba doğruydu.
O günler öyle günlerdi ki, Ticanî şeyhi geçinen Pilavoğlu’nun bizim köye gelip köy berberine kestirdiği sakalından, iki tarafta iki kişinin, aşırı bir hürmet ve âdeta ibadet eder gibi, dualar okuyarak uçlarında tuttukları ipek örtüye dökülen kıllar, civar köylere tel tel satılırdı. Köylerde Ticanîler de çoğalıyordu. Nitekim, sonra bunlardan bir grup Yenişehir’de Atatürk’ün heykeline güpegündüz saldırdılar. İçlerinden henüz yirmi yaşlarında ve istasyonda gişe memuru olan bir delikanlı, toplantı hâlindeki millet Meclisi’ne girip, orada balkonda ezan okudu. Kimdi bu Pilavoğlu? Cahil denecek bir ortaçağ düzenbazı.
Civardaki Karapürçek köyünde şunları anlattılar: Bir cuma günü Pilavoğlu, âdet olan gösterişli karşılamalar içinde köye gelir. Cemaati dere kenarında toplayıp cuma namazını kıldırır. Sonra halka sorar:
“Bu namazı nerede kıldık?”
“Dere boyunca kıldık efendi.”
“Hayır! Ama siz körsünüz, görmediniz. Biz namaza el bağlar bağlamaz, cemaatçe uçtuk. Kâbe’ye vardık. Ama siz cahiller, siz nadanlar, toptan cehennemlikler, bunu görmediniz. Çabuk tövbe, istiğfar edin!” vb…
Bunu bana anlatan komşu köylüleri tanırdım. Temiz, bozulmamış eski Oğuzlardı. Ama Yemen’de, Balkan Harbi’nde, seferberlikte, Anadolu Savaşı’nda hemen bütün genç çocuklarını şehit vermişlerdi. Hepsi de ona inanmışlardı:
“Efendi,” diyorlardı, “biz essahtan cahalız. Uçmuşuk, Kâbe’ye varmışık, hacı olmuşuk da haberimiz yok!” (s. 132-5)
* * *
Aydemir’in bahsettiği o hatipler size, zamanında camilerde ve belirli yerlerde düzenlenen toplantılarda cahil halkı kandırıp onların sırtından siyaset yapan, sonra da belediye başkanı ve en sonu başbakan seçilen birtakım Kasımpaşa fırlaması magandaları hatırlamıyor mu?
Bizim ahmak liberal geçinenlerimiz 50 seçimlerini halkın CHP’ye tepkisi olarak gösterip, 1950 yılını Türkiye’de demokrasinin başlangıcının miladı kabul ederler. Oysa bu liberaller sadece Türkiye’nin tarihinden bihaber saf cahillerdir. Görüyorsunuz halkın tepkisini işte. Bugün AKP’ye verilen oylar o zaman DP’ye verilen oylardan çok mu farklı?
Bir de bu DP iktidarını öven üçkağıtçı İslâmcılar vardır ki, onların esas derdi başkadır. Bunu da gene Aydemir anlatsın bize. Yine aynı dönem için konuşuyor Aydemir:
* * *
Millî Kurtuluş Mücadelesi ve Reformlar devresinde yenilmiş, saf dışı edilmiş nice fitneler, nice saltanatçı, padişahı özleyeceklerdir. Din tüccarları köy köy dolaşarak, sanki 27 yılda din elden gitmiş gibi, şimdi dine dönüldüğünü müjdeleyeceklerdir. Düzmece şeyhler, tarikatçılar, cemaati bir göz açıp kapamada Kâbelere uçuracaklardır. Vaktiyle 31 Mart İsyanı’ndaki ilişkilerinden kurtulmak için Harp Divanı’na, kendisinin hem cahil hem deli olduğunu raporlarla ispatlayıp, bir de “İki Musibet Mektebinin Şahadetnamesi”, yani tımarhâneden ve hapishâneden belgeler de yayınlatan eski “Bedi-üz Zaman Said-i Kürdî” isminde biri, şimdi “Said-i Nursî” adı ile ortaya atılıp, âdeta bir din içinde din akımı örgütlenecektir. Anadolu’da yeşil takke çok yerde şapkanın yerini alacak, insanlar daha çocuk denecek yaşlarda sakal bırakacak, bunları yapmayanlar kâfir sayılacaklardır. (s. 135).
* * *
Görüyor musunuz? Bizim Nurcuların sevgili Said-i Nursileri mahkemede ceza almaktan kurtulmak için “deli” olduğunu belgeleriyle ispatlamış! Eh, onun öğrencisi Fethullah hoca da Cumhuriyet’i yıkmaları için müridlerine ders verirken çekilen kasetler ortaya çıktığında derhal “hastalanıp” soluğu Amerika’da – İran’da değil! – almadı mı? Ayıp valla Fethullah efendiye! Humeyni bile Fransa’ya kaçıp orada 9 sene kalmakla yetinmişti. Gerçi İran’da devrim olunca döndü. Ama bizim Nurcular daha hâlâ devleti tam olarak ele geçiremediler ki, hoca efendimiz küfür-kâfir-şeytan oğlu şeytan diyarı Amerika’dan dönsün? İnsan biraz İran’a bakar da utanır. Adamlar 9 senede devrim yaptılar yahu!
IV
Şimdi kısa bir süreliğine Aydemir’den uzaklaşıp Tarık Zafer Tunaya’dan bir aktarma yapayım (“İnsan Derisiyle Kaplı Anayasa”, İstanbul: Arba Yayınları, 1988). Aktaracağım şey 1965 yılına ait bir konuşma. Taraflardan biri CHP’li, diğeri de Süleymancılardan biri. Olay Alanya’da geçiyor:
* * *
Soru: Siz CHP’ye neden rey vermiyorsunuz?
Cevap: O partiyi toplantılarınızda taşıdığınız beyaz put (Atatürk’e verilen addır) kurmuştur. O dinsizdir. CHP’liler boşuna yoruluyor. Biz o dinsizin partisine ondan rey vermeyiz. İsmet Paşa demokrasi kuracakmış, kursun da görelim.
S: AP (Demirel’in Adalet Partisi) nasıl, ona neden rey veriyorsunuz?
C: O da dinsizdir, amma CHP’nin yanında ehveni şerdir.
S: O beyaz put dediğin adam senin ananı, bacını düşman ayaklarından kurtarıp Cumhuriyet’i kurmadı mı?
C: Harbi o kazanmış değil ki. Harbi asker kazanmıştır. Nasıl Yezid, Hazreti Hüseyin Efendimizi kesip şehit ederek hilâfeti almışsa, senin Atatürk’ün de padişahımızı sürüp halifeliği ortadan kaldırmıştır.
S: Siz Atatürk ve CHP’lilerin dinsiz olduğunu nereden biliyorsunuz?
C: O dinsiz olmasaydı, CHP’ni kurduğu zaman birçok hocalarımızı astırmaz, şapka giydirmez, kadınları serbestlemez, halifeyi sürdürmezdi.
S: İslâm, dinini ahkâmından olan ülülemre itaat etmek var. Siz etmiyor musunuz?
C: Ülülemre itaat etmek var, amma hükümetin ve başındakilerin Müslüman olup halifenin olması şarttır.
S: Artık Türkiye’de bir halifelik kurulabilir mi?
C: Biz bayrağımızı çekmek üzereyiz. Allah bizimledir.
S: Bayrağınızı çekmek üzere olduğunu söyledin. Sizinki ayrı mı?
C: İslâm’ın bayrağı yeşildir. Ümmet-i Muhammed onun bayrağı altında toplanacaktır.
S: Halifeyi siz mi seçeceksiniz? Böyle birisi var mı?
C: O kadar inceleme. (s. 73-4)
* * *
Sorarım size, bu kafadaki adamlar bugün de yok mu?
Neyse ki – Allah’a şükürler olsun – bugün artık AKP gibi “Müslüman” partiler var da, memleketimizdeki bilumum gericiler, yobazlar, İslâmcılar, Cumhuriyet ve demokrasi düşmanları uyduruk ehveni şer partilere oy vermek zorunda kalmıyorlar. Hem – bu defa gerçekten Allah’a şükürler olsun – Demirel de emekli oldu zaten.
Bu olaydan 9 sene sonra 1974’te Cumhuriyet gazetesine şunları yazıyor Aydemir (“Lider ve Demagog”, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1997):
* * *
“Bugüne gelince? Bugün ne yazık ki, estirilmek istenen gericilik rüzgârları köyleri, kentleri gittikçe sarmaktadır. Ve bu rüzgârların temelinde yatan, ne yüce bir din aşkı, ne saf bir ahlâk özlemidir. Bu rüzgârları estirenlerin iç âlemlerinde kökleşen, sadece çağdışı kalmaktan, çağa ayak uyduramamaktan gelen, ama onları yiyip bitiren bir aşağılık duygusudur. Çünkü açığa vuran, asıl kin, katılık, saldırganlık, ortalığı haraca kesmek gayretidir. Aşağılık duygusunun bir ters tepkisi olan sahte bir üstünlük gururudur. Oysa dinin hoşgörücü ve din adamının da sakin ve kapsayıcı olması gerek. Ama şimdi onlardan bir kısmının estirdiği gericiliği körükleme rüzgârları, kabul ve itiraf etmek gerekir ki, köy kahvelerinden, köylerden, kentlerden, başkentteki cami avlularına kadar taşmıştır. Kendince şeriat sözcüsü geçinen bir politikacının sorumsuz beyanları ile de, sınırlarımız dışına kadar yaygınlaşmıştır.” (s. 229-30)
* * *
Sizce son cümlede bahsedilen politikacı kim olabilir? Erbakan efendi tabii! Şimdi başımızda bu adamın yetiştirdiği, onun beslemesi olan Erdoğan ve Gül gibi adamlar yok mu? İnsan hayret etmeden edemiyor valla!
Gene soruyorum, bir değişiklik var mı?
V
Bütün bunları okudukça Türkiye’nin bugünkü durumunu 1950’dekine benzetmeden edemiyorum. Halkın cahilliği, üçkağıtçı politikacılar, aynen Menderes gibi abuk sabuk laflar eden bir başbakan, ona ve partisine yalakalık eden medya ve türlü türlü rezil insanlar … Hiç değişmemiş gerçekten!
Sanırım o günlerden tek önemli farklılığımız, kendisinden 15 yaş küçük olan 15 yaşındaki bir lise öğrencisi kızı babasının zoru ile okuldan aldırıp nikâhlayan bir adamın yakında başımıza cumhurbaşkanı seçilecek olması. Bu adamın seçilmesini demokrasi ile ilişkilendiren, onun demokrasinin ilkelerine uyacağına gerçekten inanan birtakım aptallara da rastlıyoruz. Bunun dışındaki çoğu şey, az çok görünüm farklılıkları olmakla birlikte, aynen 50’lere benziyor.
Daha şimdiden AKP’nin aldığı oylardan cesaretlenip, yavaş yavaş gerçek kimliklerini ve düşüncelerini çekinmeden ifşa etmeye başlayan insanlar ortaya çıkmaya başladı bile. Bir süre sonra, bunlar tam bir utanmazlıkla konuşmaya ve eylemde bulunmaya başlayacaklar. Benim esas merak ettiğim şey ise, bu işin sonunun nasıl biteceği. DP döneminin sonu 27 Mayıs ve Menderes, Zorlu ve Polatkan'ın idamı ile bitmişti. Bakalım AKP'nin nasıl bitecek?
7 comments:
gene harika bir yazı, kitaptan üşenmeden aktaran ellerine sağlık, 30 ağustos günü yüreğime ilaç gibi geldi ve aklıma Aziz Nesin'in nerede okuduumu hatırlayamadığım şu sözünü getirdi;
"Okudukça, araştırdıkça, yaşadıkça Mustafa Kemal'in her geçen gün gözümde biraz daha büyüdüğünü görüyorum"
Açıkçası ben özellikle istanbullu, batılılaşmış subay ve cahil halk edebiyatından etkilenmedim... çünkü o dönem yazan bütün osmanlı aydınlarının yazdıklarının birebir aynısı... Aslında Osmanlı aydınlarının böyle yazılarını okduğumda da etkilenmemiştim, çünkü fransız devrimi yazarlarında, ulus devlet kurma sevdasındaki slav ya da latin amerika halklarının aydınlarının da halkla tanıştıklarında neredeyse birebir aynı şeyleri yazdıklarını çok defa okudum... Bunu Osmanlı'nın mirası diye görmek tam bir cahilin işi olmalı, çünkü bu Osmanlı ya da imparatorlukların değil insanlığın geçirdiği bir sürecin sonucudur... ULUS DEVLET kurma sürecinde aslında "millet" kavramına inanan ülke aydınlarının (ki ülkesi önemli değil, halkla tanıştıklarında sırça köşklerinden çıkıp hepsi aynı tepkiyi vermiştir); inançlarının temeli olan halkla tanıştıklarında aslında o halkın kendi inandıkları millet, vatan, kültür, dil, din gibi ortak değerlere ne kadar yabancı olduğunu görmesidir... ve bunun için suçlanan da hep halk olmuştur. Milliyetçi aydınların bu yazıları bana hep "millet" denen kavramın ne kadar kurmaca olduğunu anlatır... aydınlarr taşraya inerler ama ktaplarda okudukları değerleri bulamazlar, sinirlerini de cahil! halktan çıkartırlar... bkz. Benedict Anderson- Imagined Communities...
Neyse geçelim "din ticareti" faslına... bu hep olmuş bir şeydir insanlık tarihi boyunca, tek tanrılı dinleri bir yana koyun en ilkel kabilelerin şamanlarında bile rastlayabilirsiniz buna... Ne demişti sakallı amca "din halkın afyonudur", insanlar bu dünyanın acıları karşısında isyan etmesinler diye bu uyuşturucuya sığınırlar, son 2 yüz yıldır özellikle ulus devletler eliyle...
Ve gelelim ülkemize... bu "cahil" halka karşı bu hırs nedendir anlayamıyorum... Devletler tebaalarının cahil olmasını tercih ederler... bunun için " milli ideoloji" denen zehri enjekte ederler damarlarına... ama bazen maya tutmaz işte.. insanlar devlet babalarının gösterdiği şekilde inanmayı, düşünmeyi kabul etmezler, bu da o ülkenin beyni zehirle dolmuş aydınlarının "elit" kanına dokunur... 100 yıl önce bu zehri istedikleri gibi enjekte edebiliyorlardı, ama teknoloji, bilginin ulaşılırlığı şimdi rahatsız edyior işte devletcikleri... youtube'lr, wordpressler kapanıyor... çünkü halk kendisine verilen dışında bir şey almasındır efenm, ne yapacaktır, en yüce milletin en güzel ideolojisi dışında bir şeye inanmak da nedir, demokrasiyle bağdaşır mı bu!!!!
Neyse, nereden geldi bu akp değil mi başa, onu konuşacaktık... Suçlu cahil halktı değil mi ve din tacirleri... Bu kadar basit nasıl düşünülebiliyor anlamıyorum kendini aydın sanan beyinler tarafından (bilyaal lafım sana değil:))... Bu adamlar hangi dünyada yaşıyor da, özellikle orta doğudaki LAİk ve Kapitalist rejimlerin 2. Dünya savaşı sonrasında yaşadıkları krizleri göremiyorlar... Hiç mi cahil diye adlandırdıkları insanların yazdıkları şeyleri okumazlar (ki İslami İdeolojinin kuramcıları Oxford, Cambridge, Harvard gibi okullarda sağlam kariyer saibidir)...
Kısaca geçeceğim, çünkü kitaplar tutar yazılabilecekler...
Ortadoğuda ulus devlet kurma aşamasında 1. dünya savaşı sonrasında, ülkeler kendilerine "Fransız Modelini" seçtileri "laik ve kapitalist"... 50lere kadar baskıcı rejimlerle halka "siz bilmezsiniz biz öğreteceğiz, modernleştireceğiz" dediler ama ne yazık ki bu yeni ulusların dertlerine deva olamadılar. Elit bürokratlar bu işi başaramadı, bir çok neden sayılabilir ama ben islam ve demokrasinin bağdaşmaması gibi kültürel bir açıklamayı kesinlikle reddediyorum... Çünkü bu rejimler kesinlikle demokrasi değildi, "hitler, mussolini" modasına uymuş tek parti rejimleriydi, ve halktan kopuk ve aşağılayan bir tavırları vardı... 2. dünya savaşının sonuna kadar da karışan eden olmadı baskıcı rejimlerine... sonra halklar yavaştan uyanmaya başladı, "marjinal" gruplar rejimlerin halklarını sürüklediği durumdan kurtarmak için topu ellerine almaya başladılar... Sosyalist, Aşırı Milliyetçi ya da Dinci (hepsi savaştı yıllarca)... Bazıları İran'da olduğu gibi... bazı millyetçiler Mısır, Suriye, İran'da rejimi ele geçirip daha da baskıcı hale getirdi... Bazıları da demokrasi yoluyla yıkmaya çalıştılar rejimi Türkiye ve Cezayir'de olduğu gibi... bunu sadece din sorunu olarak görmemek lazım, çünkü sosyalistlerin de, ayrılıkçıların da, radikal dincilerin de seslendiği kesim aynı kesim: "cahil halk"... Sonuçta "sosyalizme karşı YEŞİL KUŞAK projesi" iranda devrimi yaptı, pakistanı şeriat devleti haline getirdi... biz de de 30 sene sonra ehlileştirilmiş Radikal İslamı iş başına getirdi... tabi bunda 80 darbesinin " türk-islam sentezi" zehrini de unutmamak lazım... Rejimi sahiplenen elit bürokratların 80 yılda yaptıkları hataları halkın cehaletine öfke kusarak gidermeye çalışmaları midemi bulandırıyor... bu halk neden cahil, neden mutsuz, neden verilen zehri artık kabul etmiyor, bizim suçumuz ne diye sorgulamadan takındıkları bu tavır midemi bulandırıyor...
CHP sadece bir dönem bugün nefret kustuğu halkla buluşabildi, desteğini aldı... o zaman halkın dilinden konuşabiliyordu çünkü, çünkü ortanın solu filan değil soldu! Bugünse statüko bekçisi konumuna düştü ki yazık! Halktan bu kadar bihaber, bu kadar kopuk olursanız olacağı budur... Bugün gelinen nokta Ilımlı islamlaşma değil, akp'nin merkez sağa oturmasıdır... bunun karşısında da hiç bir güç kalmadığı için gücünü arttırmasıdır... Demokrasi içinde bir tehlike arzedecelerini de sanmıyorum, çünkü halk artık 50 yıl önceki kadar bihaber değil dünyadan... dünyadaki işçi partilerine bakın, dinci demokrat-muhaazakar partilere bakın ne dediğimi anlarsınız... hepsi çözümü demokrasi içinde arıyorlar.. çünkü yaşanan süreçler hepsini ehlileştirdi... Radikal İslamın ki de 11 Eylül oldu belki de. Bu yüzden enseyi karartmaya gerek yok bence, hem de hiç!
neyse galiba çok şeyi atldım, çok yazım yanlışı yaptım, çok dağınık yazdım ama bu kadar oldu ayak üstü... bi ara daha fazla ayrıntıya gireriz artık:)
Sevgili Gaykedi,
Sağolasın. Ben bu zırtapos dinciler olduğu sürece daha çok yazarım. :))
Biz eskiden Vatan Caddesi’nin orada otururduk. Orada yapılan geçit törenlerini izlerdim. Şimdi yapılıyor mu acaba? Çok eskiden daha bir farklı kutlanıyordu bayramlar.
Selam Madam Rezistans,
Dolu dolu da yazmışsın hani …
Ben de senin dediklerini becerebildiğim kadarıyla yanıtlamaya çalışayım.
Aydemir’i “batılı subay” diye değerlendirmek doğru değil bence. Eğitmenlik görevi yapmış, bir dönem Kadro Hareketi ile inkılabın ideolojisini kurmaya çalışmış, hatta iktisatçı vasfı olan bir adamdır Aydemir. Cumhuriyet’in öyle veya böyle önemli düşün adamlarından biridir.
Osmanlı halkı o dönem maalesef cahildir. Aydemir askerde bunun boyutlarını bizzat görmüş. Yanlış hatırlamıyorsam, Cumhuriyet’in başında halkın sadece %12’si okuma-yazma bilmektedir. Hele Yakup Kadri’nin Yaban’da yazdıkları göz ardı edilebilir mi? Aydın ve yabancılık meselesine de özeleştiri olarak kitapta değinmiştir kendisi. Onların bahsettiği durum tam da yüzyıllar boyunca Anadolu’ya asker ve yiyecek deposu olarak bakmış Osmanlı’nın Cumhuriyet’e bıraktığı mirastır. Burada halkı değil, onca yıl onu geri bırakan Osmanlı yönetimini suçlamak gerekir.
Millet kavramının kendisi kurmaca değildir, millet olmadan ulus devlet de olmaz. Osmanlı’da millet kavramı yoktu, tamamıyla ümmet anlayışına dayalı bir toplumdu. Zaten o yüzden de kolayca parçalara bölündü. Halbuki yeni Cumhuriyet böyle bir ümmet zihniyeti üzerine inşa edilemezdi.
Din ticaretine gelince; ilkel kabilelerin şamanlarının o kabileleri dini kullanarak sömürdüklerini zannetmiyorum. Zira o dönem o kabilelerdeki din anlayışı, bizim şimdi bildiğimiz tektanrıcı din anlayışından bir hayli farklıdır. O kadar ki, Okyanusya yerlilerinin bir şeytan inancı dahi yoktur. Bu arada, ulus devletlerin dini kullanmaları nasıl oluyor?
Eğer Atatürkçülüğü ya da herhangi bir ideolojiyi milli ideoloji olarak kabul ediyorsan, bunun tarifini vermen gerekir. Yani senin karşı çıktığın milli ideolojinin Türkiye’deki nitelikleri nelerdir?
Hasan Bülent Kahraman’ın bir demokrasi tanımı vardı, “demokrasi, çoğunluğun azınlık haklarını gözeterek yönetimde kalmasıdır,” diye. Daha en basitinden, AKP’nin cem evleri söz konusu olduğunda yaptıkları düşünüldüğünde, hele Erdoğan’ın “demokrasi bizim için bir amaç değil, araçtır,” dediği hatırlandığında, AKP ile bu demokrasi işi yürümez diyorum. İslam ile demokrasiyi de bağdaştırmak sorunlu. Acaba tam bir demokrasinin uygulandığı bir İslam ülkesi var mı?
Bence elit bürokratların demokrasiyi uygulamaya çalışmaları, özellikle Türkiye’nin ilk dönemlerini düşündüğümüzde, o an için tutarlıdır. Demokrasinin maddi temellerinin olmadığı bir ülkede, demokrasi nasıl ortaya çıkabilirdi? Başka bir yol var mıydı?
Aslında şu Fransız modelini seçme meselesi ilginç. Gerçekten de, Fransızların modeli yönetime azami derecede yetkinin verildiği jakoben bir modeldir. Latin Amerika ülkeleri de bu modelden etkilenmişlerdir. Acaba söz konusu ülkeler İskoç aydınlanmasından gelen İngiliz geleneğini alsalar nasıl olurdu?
Türkiye’de Hitler ya da Mussolini tarzı bir şey yapılmamıştır. İtalya’ya yaptığı geziden sonra Recep Peker’in meclise sunmaya çalıştığı taslağı okuyan Atatürk’ün İnönü ve Peker’e nasıl kızdığı ve bu taslağı engellediği bilinir. Kaldı ki, 47’de seçim yasasının – DP’nin iktidara geleceğini bile bile – değiştirilmesini isteyip DP’nin önünü açan da İnönü’dür.
Diğer yandan, CHP’nin statüko partisi olduğu doğrudur, ortanın solu’nu da TİP yüzünden uydurdular. Ancak AKP’nin İslamileştirme ile ilişkisi olmadığını düşünmüyorum. “Referansımız İslamdır,” diyen bir başbakan, “Cumhuriyet’in sonu geldi, laikliği ortadan kaldırmak istiyoruz,” diyen bir cumhurbaşkanı var başımızda. Demin televizyonda Kanal 7’ye denk geldim. Bir adam çıkarmışlar, “Kuran’ın sıra dışı mucizelerini” tartışıyorlar. Adam diyor ki, “Nasıl kaptansız bir gemi tek başına yolunu bulamaz, kainatın da bir yaratıcısı vardır.” Sanki memlekette daha önemli meseleler yok!
Halkın 50 yıl önceki kadar bilinçsiz olmadığı doğrudur. Ama bu halkın arasında 1 kilo bulgura, 1 çeki oduna oyunu satan insanlar, ağanın istediği partiye oy veren köylüler, aşiret liderinin partisine oy veren aşiretler, koca dayağından korkup kocasının partisine oy veren kadınlar var. Çok fazla bir şey değişmiş mi?
Atladığım bir yer varsa gene konuşuruz. :))
Etkileyici bir yazı, doğru söze ne denebilir...
Gaykedi`nin uyarisi ile okuyabildim. Ellerine saglik.
Bunun uzerine ekleme yapmak degil de, halkin cahilliginin boyutunun kendi menfaatlerini bile savunamacayacak duzeye gelmesinin sonucudur ki "siz bilmezsiniz, biz size ogretecegiz"ciler yabi kimi akli evvellere gore "Ataturk" ve fikirleri bu noktaya getirmistir Turkiye`yi.
Turkiye Cumhurtiyeti 23-38 arasinda yaptiklari ile ancak Kuba ile kiyaslanabilir kanimca.
Yuh be, ne yaptin sen diyeceksiniz; demeyiniz.
Kuba yani komunistlerin ruyasi esitlik diyari ancak Rusya`nin destegi ile bu rezillige ulasirken 23-38 yilinda (halk agiziyle olsun) ucak ithalati yapar noktaya geldik.
Bunlar az seyler degildir. Yapilanklari bir kaliba sokmaya; onlardan/sunlardan benzerlerini yaptilar; halki yok saydilar..vb edebiyatini da akilsizca goruyorum!Belki biraz agir olacak ama sosyal bilim ile ugrasanlar biraz da biyoloji ve tip bilime ugrasmalari bunu da antropoloji ile harmanlamalari gerekir.
Kendisinin "zararina" olan bir seyi yillarca tekrarlayip bunun farkina varmayan bir insan evladi cahil dehil zirdelidir! Onu insan yerine sokup, kimlik verip tarih ile kusatmak ise yaratciliktir! Babamisinin hayrina midir o zamanin insanlarinin yaptiklari!
Sadece kaba bir "ego" tatmini midir?`
Tum aydinlar mi "sirca kosk" lerinde yasamaktadir da halkin geldigi noktayi ancak ve ancak iclerine girince anlayabilmislerdir.
"23 Turkiye`sinin CHP`sinin devami simdiki CHP de statukocudur" gibi sacma sozler sadece tarih okumanin kitligini degil ayni zamanda idrak zorlugunu da gosterir.
Nereden tutsan elinden kalir misali, neresinden tutsam elimde kaliyor...
O kadar oku, gor, incele ve sonra geldigin nokta liberal kuslarin gagalari olsun...
Bliyaal,
Kardeşim çok uzun yazıyorsun, bırak milleti tembelliğe sevk etme, adam gibi okusunlar kitapları.
İkincisi, oyunu 1 kilo bulgura satan demişsin, laf aramızda ben oyumu 10 YTL'ye sattım. Olay şöyle gelişti: Bir piknik sonrası yediğim pirzolaları eritmek üzere sodamı içerken, yanımdakiler çok hararetli bir seçim tartışmasına girdiler. Bir iki parti yandaşı 22 Temmuz seçimi üzerine tartışırlarken "bunların hepsi boş iş, benim oyum satılık" dedim. Bunun üzerine AKP'li biri "benden 10 kağıt" dedi. Ben de MHP'liye baktım 11 dese oyum MHP'ye gidecekti. Fakat herif cimri çıktı, 10 papele fit oldum. Seçim günü de ne göreyim, meğer bizim LDP de seçime katılıyormuş, hiç haberim yoktu, neyse verilmiş söz ve alınmış para sebebiyle ampule bastım.
Bu mahalli seçimlerde de oyumu gittigidiyordan satayım diyorum. Herhalde 10 YTL'yi geçerim. Tabii İki çuval un, şu kadar paket makarna, kömür de işime gelir, ekmek davası sonuçta.
Bu CHP'lileri anlamak mümkün değil, heriflerin elinde devasa bütçe, İş Bankası filan var, pintilik yüzünden oy kaybediyorlar. Halbuki bastırsınlar parayı, bulduğum her oy karşılığı %20 komisyon versinler burada seçim sonucuna etki edecek oy toplarım.
Bu arada şu Cumhuriyetin kurucu kadrosunu filan abartmamak lazım, bunların asıl piri II. Mahmuttur, Atatürk bile o mertebeye ulaşamamıştır. Atatürk İstiklal mahkemesinde belki bin civarında kelle almışken, II. Mahmut ordusunu bile yok etti modernlik uğruna. Sonra kafaya fes, bacağa setre pantolon giyme, Üsküdara giderken aldı da bir yağmur şarkılarıyla, duvarlara kendi resmini astırarak modernleşileceği düşüncesi; Atatürk 'ün kafaya fötr şapka giyip klasik müzik dinlemeyle, heryere resim, heykel dikerek batılı olunacağı vehminden farklı değildir. Tanzimat türü gelişmeler de II. Mahmut'un açtığı yolun sonucudur.
Türk köylüsünün sefilliği Osmanlıdan miras alınmış, daha da kötüye gitmiştir, Köy Enstitüsü gibi saçmalıklarla köylüye mandolin çaldırmaya kalkan kafa da İnönü döneminin eseridir.
Hitler kadar olmasa da Aşkale toplama kamplarına sürülen yahudileri Tek Particilerin potansiyel Hitlerliği şeklinde düşünebiliriz. Recep Peker vd. Atatürk'ü son zamanlarda kolayca baypas etmişlerdir. Rahmetli erken gitmeyeydi bir Serbest Fırka denemesi daha yapardı gibime geliyor ama demokrasiye geçiş ABD sopasıyla olmuştur.
Bunları şu börekçide konuşmak daha iyi ya, ne çare İstanbul'a yol düşürmek zaman alacak gibi.
Selamlar.
Emekli blogcu, FST
Bana bu yazıyı bugün okumak nasip oldu, baştan sona okudum. Düşüncelerimi kendime saklıyorum, paylaşım için teşekkürler.
Post a Comment